Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Tarımsal kapasitenin felce uğratılması: Batı’nın Ukrayna’ya sözde ‘yardımı’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 2014 yılındaki Maydan darbesi, ulusötesi şirketlerin Ukrayna kaynaklarından yararlanmaları için en ideal ortamı yaratmış oldu. Talanın başlangıcı, şüpheye mahal yok ki 1992’de aranmalı. 30 yıldır ulusötesi tarım ve biyoteknoloji firmaları, Ukrayna’nın tarım ve hayvancılık yasalarına sürekli olarak müdahale ediyor. Ukrayna’nın yakın tarihine dair çalışmalarıyla tanınan yazar Peter Korataev, Batı’nın Ukrayna’nın tarım sektöründe uyguladığı talanı anlattığı yazı dizisinin ikinci bölümünde ülkenin tarım potansiyelinin nasıl yok edildiğini açıklıyor.

Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü


Peter Korotaev
The Canada Files

17 Mayıs 2023

Editörün notu: Bu yazı, Kanada ve daha geniş anlamda Batı’nın, Maydan darbesi sonrası sadık bir hükümeti, sıradan Ukraynalıların ciddi zararına olacak şekilde tarımı özelleştirmek için nasıl kullandığına dair üç bölümlük yazı dizisinin ikinci bölümü. Bu bölüm, Batı’nın iteklediği özelleştirmenin Ukrayna’nın tarımsal kapasitesini nasıl felce uğrattığına odaklanıyor.

2016 yılında ABD’nin Kiev Büyükelçisi Geoffrey Pyatt, “Ukrayna’nın halihazırda en büyük tarımsal ürün üreticilerinden biri olduğunu ancak tarımsal bir süper güç haline gelmesi gerektiğini” ifade etmişti.

Ukrayna’nın “küresel gıda güvenliğinin garantörü” olarak tanımlanması, Avrupa-Atlantik basınında Ukrayna ile alakalı haberlerin klasiği haline geldi. Bu makale, ABD hükümetinin Ukrayna’nın serbestleştirilmiş tarımına ilişkin övünmelerinin ardındaki gerçekliği inceleyecek. Ukrayna’nın serbestleştirilmiş tarımı yurttaşlarını beslemede ne kadar etkili ve sürdürülebilir?

Ukrayna tarımının ilkelleştirilmesi

Ukrayna’nın Avrupa ve Avrupa-Atlantik Entegrasyonundan Sorumlu Başbakan Yardımcısı 2020’de, 2013’te Yatsenyuk’un AB serbest ticaret anlaşmasını imzalayarak Alman yaşam tarzını benimseyeceği taahhüdünü vermesinden bu yana zerre kadar değişmeyen, Avrupa’ya dair alışıldık iyimserliğini dile getirdi:

“AB ile ortaklık anlaşması ve serbest ticaret bölgesi, Ukrayna ekonomisinin gelişmesinin motoru haline geldi, zira kıtadaki en büyük pazara giden yolu açtı.”

Ancak bu pazar sadece son derece ilkel Ukrayna mallarından oluşan küçük bir listeyle ilgileniyor. Ülkeyi yabancı yatırımlar için tanıtan devlet kurumu UkraineInvest, Ukrayna’yı “ucuz işgücü ve ucuz arazi kirasıyla “tarımda fırsat ülkesi” olarak resmediyor. 2019’da tarım ve gıda ihracatı 2018’e kıyasla yüzde 19 ile tüm ekonomik sektörler arasında en fazla artış gösteren sektör oldu. Fakat işlenmiş tarım ihracatı, ayçiçek yağı sayesinde sadece yüzde 5 arttı. AB’nin Ukrayna’ya pazarını kapattığı ama Ukrayna’nın Kovid sırasında aynı şeyi yapmasına izin vermediği 2020’nin ilk yarısında, iki taraf arasındaki ticaret hacmi yüzde 5,1 oranında düştü. Aynı dönemde Ukrayna’nın AB’ye ihracatının yarısından fazlasını tahıllar, ayçiçek yağı, işlenmiş gıda atıkları ve yağlı tohumlar oluşturdu.

2019 yılında tüm ithalatın yüzde 9,4’ünü tarım ve gıda ürünleri oluştururken 5,7 milyar dolar değerinde üretim gerçekleştirildi. Tüm tarım ithalatının yüzde 46’sını mamul gıda ürünleri oluştururken yurt dışından ithal edilen bu ürünlerin oranı her geçen yıl artıyor.

Ukraynalı ekonomi muhabiri Roman Gubriyenko, Ukrayna ekonomisinin son derece ilkel bir tarım sektörüne bel bağladığı durumu özetliyor:

“Ukrayna’nın devlet gelirlerinin neredeyse yüzde 50’si dış pazarlara yapılan ürün ve hizmet ihracatına bağlı. Aynı zamanda döviz ihracat gelirlerinin yaklaşık yüzde 40’ı tarımsal sanayi kompleksi ürünlerinden geliyor. Devlet Mali Teşkilatına göre, 2019 yılında Ukrayna’nın tarım ürünleri ihracatı yüzde 19 artarak 22,2 milyar dolar gibi rekor bir rakama ulaştı. Tüm tarım ürünleri yelpazesinden sadece 202,9 milyon dolar değerinde hazır gıda ürünü ihraç edildi.”

Ukrayna 2021 yılında ihraç ettiğinden yüzde 30 daha fazla işlenmiş sebze ürünü ithal etti. 2021’de ihraç ettiğinden altı kat daha fazla işlenmiş et ve balık ürünü ithal etti. 2012’de ihraç ettiğinden sadece 3,5 kat daha fazla işlenmiş et ve balık ürünü ithal etmişti, dolayısıyla durum kesinlikle daha da kötüleşti. Ticaret fazlası elde etmeyi başardığı “mamul gıda ürünü” olarak sınıflandırılan tek ürün, teknolojik açıdan pek de karmaşık olmayan ve ithalatın hala ihracatın yüzde 70’i büyüklüğünde olduğu ve arttığı şekerdi.

Son yıllarda ortalama olarak hasat edilen 90 ila 95 milyon ton tarım ürününün 60 milyonu anında ihraç ediliyor ve sadece geri kalan 30-35 milyonu yurt içinde asgari düzeyde yeniden işleme tabi tutuluyor. Hasat edilen 70 milyon ton tahıl ürününün sadece yaklaşık 20 milyonu yurt içinde işleniyor. Üretimin önemli bir kısmının — hala yarısından biraz fazlasının — yurt içinde işlendiği tek sektör ayçiçek yağı sektörü.

Yevromaydan’dan bu yana Ukrayna’da üretimi istikrarlı bir şekilde artırılanlar sadece oldukça ilkel tarım biçimleri. Hayvansal ve bitkisel yağ (ayçiçek yağı olarak okunabilir) ihracatı 2012’de 4,1 milyar dolardan 2021’de 7,3 milyar dolara fırladı. Tahıl ihracatı ise 7 milyar dolardan 12 milyar dolara yükseldi. Şuradaki grafik, 2021 yılında hangi tarım ürünlerini ithal ettiğinden daha fazla ihraç ettiğini ve hangi tarım ürünlerini ihraç ettiğinden daha fazla ithal ettiğini gösteriyor.

Görüldüğü üzere Ukrayna işlenmemiş tarım ürünleri ihraç ederken, gıda ürünleri ve işlenmiş tarım ürünleri ithal ediyor.

Ukrayna’da hayvancılık üretimi ve kalitesinde düşüş

Önceki yazımızda, büyük tarım işletmelerinin küçük çiftçilerin zararına nasıl yükseldiğini gördük. Ancak bu küçük ölçekli çiftçiler Ukrayna’nın gıda tedariki açısından hayati önem taşıyor. Ukrayna’nın toplam tarım arazilerinin yalnızca yüzde 12’sini kullanmalarına rağmen, ülkenin tarımsal üretiminin yüzde 50’sinden fazlasını üretiyorlar; patatesin yüzde 98’i, sebzelerin yüzde 89’u, sütün yüzde 78’i ve sığır etinin yüzde 74’ü.

Ocak 2020’de Ukrayna’nın brüt tarımsal üretim hacmi Ocak 2019’a kıyasla yüzde 0,7 oranında azaldı. Ocak 2019’da ise sadece yüzde 3 oranında artmıştı. Fakat tarımsal gıda üretiminin tek tek sektörlerine bakıldığında durum daha da kötü.

Hayvancılık

2018’de Poroşenko’nun müttefiki Yurşinin, kendisinin ve diğerlerinin tarım holdinglerine verilen dev teşviklerin kanıtlarıyla karşılaştığında “hükümet Ukrayna’daki hayvancılığın durumunu çok önemsiyor, bu yüzden bu paraları aldık” diye yanıt verdi. Hükümetin hayvancılığa verdiği “önem” her neyse bunun pek bir anlamı yok.

2018 ve 2019 yıllarında kişi başına düşen inek, domuz, koyun ve keçi sayısı azaldı. İhracat pazarlarındaki popülerlikleri nedeniyle sadece yetiştirilen kanatlı hayvan miktarı arttı. Roman Gubriyenko’nun hazırladığı şuradaki grafik Ukrayna’nın 2019 yılı gıda üretimindeki değişimi gösteriyor. Bu grafiğin önemli kısmı turuncu renk; bu, 2018 rakamının yüzdesi olarak kişi başına düşen bu hayvanların sayısını temsil ediyor. Görülebileceği üzere 2018-2019 yılları arasında kanatlı hayvan dışındaki tüm sektörlerde canlı hayvan sayısında büyük bir düşüş yaşandı.

Bunun nedeni Ukrayna’nın tarım piyasasının ekonomik olarak liberalleşmesi. İhracat için kanatlı hayvan yetiştirmek diğer çiftlik hayvanlarına göre daha az zaman alıyor, bu nedenle tarım işletmeleri kanatlı hayvanlara yatırım yapıyor. Domuz, inek ve koyun üretimi Ukrayna’da yüzde eksi 7 ile yüzde eksi 25 arasında değişen negatif kar oranlarına sahip. Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, bir diğer faktör de Poroşenko ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iyi bir dostu olan Yuriy Kosyuk’unki gibi büyük kümes hayvanı işletmelerine verilen dev teşvikler.

Nisan 2019 ile Nisan 2020 arasında Ukrayna’daki domuz sayısı yüzde 6 oranında azaldı ve 400 bin domuz kaybedildi. 2020’nin ilk 4 ayında 3500 ton domuz ithal edildi; bir yıl önceki aynı döneme göre 2,3 kat daha az, bu da Kovid karantinasının bir sonucu olarak Ukrayna’nın tüketimindeki düşüşün kayda değer bir göstergesi. Aynı dönemde sadece 900 bin ton domuz ihraç edildi ve bunun yüzde 75’i Ukrayna ile imzalanan özel tarım anlaşmaları kapsamında BAE’ye gitti.

2020-21’de de durum daha iyi değildi. Bu dönemde, domuz dışındaki tüm hayvancılık türlerinde (kümes hayvanları dahil) yüzde 5 ila 6’lık düşüşler yaşandı; burada, domuz konusunda uzmanlaşmış büyük tarım işletmelerinin büyümesi, küçük ölçekli domuz yetiştiriciliğindeki düşüşü telafi etti. Bununla birlikte domuz sayısı sadece yüzde 3,7 oranında arttı. Ayrıca 2021’deki domuz miktarı hala 2019’daki miktardan daha düşüktü, bu da kısa süreli artışın 2020’deki felaket Kovid yılının kayıplarını telafi etmediği anlamına geliyordu.

Önceki başarılı yıllara rağmen, karantina nedeniyle AB’ye tavuk eti ve yumurta ihraç etmenin zorlaşması nedeniyle 2020 yılında kümes hayvanı ihracatı azaldı. AB yerli çiftçilere verdiği desteği artırırken, Ukrayna’nın kendi işletmeleri için aynı şeyi yapmasını yasakladı. Gubriyenko’nun yazdığı üzere Ukraynalı büyük tarım holdinglerinin düşük ücretli Ukraynalılardan oluşan küçük iç pazara tedarik sağlamak gibi bir kaygıları yok; bu da ihracat pazarlarındaki dalgalanmaların Ukrayna tarımı üzerinde olumsuz etkileri olduğu anlamına geliyor.

Süt ürünleri

2020, Ukrayna’nın süt ürünlerinde net ithalatçı olduğu ilk yıl oldu; ilk çeyrekte ihracat yüzde 9,3 azalırken ithalat yüzde 167 arttı. Bu tür hayvan sayısının her yıl yüzde 5-7 oranında azaldığı inek endüstrisindeki düşüşün bir sonucu olarak, karlılığına rağmen süt endüstrisi de zarar gördü. Bu durum aynı zamanda Ukrayna’nın peynir ya da kefir (Doğu Slavları arasında popüler olan fermente bir sütlü içecek) gibi değerli gıda işleme endüstrisinin de gerilemesine yol açıyor. 2019 yılında, yeniden işleme tesislerine giden kişi başına sütte 2018’e kıyasla yüzde 25’lik bir düşüş ya da brüt yüzde 9’luk bir azalma yaşandı. İşleme tesisleri tarafından satın alınan yüksek kaliteli süt miktarı kişi başına yüzde 53 oranında azaldı.

Ukrayna’nın süt endüstrisi, ihracatın bir önceki yıla göre yüzde 40 oranında düştüğü 2018 yılında ciddi bir gerileme yaşamaya başladı. Devlet istatistiklerine göre, 2020’nin ilk 3 ayından sonra Ukrayna, süt ürünlerinde halihazırda net ithalatçı konumundaydı. 2020’nin ilk yarısında Ukrayna’nın süt ihracatı yüzde 9 oranında azalırken, ithalat bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 168 oranında arttı. Süt Üreticileri Birliği’ne göre, 2020’nin ilk 10 ayının ardından süt ihracatı bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 20 azaldı. Devlet istatistiklerine göre, 2020 yılı Ukrayna’nın peynir ithalatı için rekor bir yıl oldu ve önceki yılların iki katından fazla bir rakama ulaştı. Süt ve krema ithalatı ise yüzde 310 oranında arttı.

İnek sayısı 2019’da 2018’e kıyasla yüzde 6,35 oranında azaldı. Ulusal bilim merkezi “Tarım Ekonomisi Enstitüsü”ne göre, Ukrayna’nın süt üretimi 2030 yılına kadar yüzde 123, aile çiftçiliği üretimi ise yüzde 31,1 oranında düşecek. Gubriyenko, ineklerin yakında Ukrayna’da nesli tükenmekte olan hayvanların kırmızı listesine alınması gerekeceğini söyleyerek espri yapıyor.

2021’in ilk çeyreğinde Ukrayna’daki işleme tesislerine giden Ukrayna sütünün miktarı yüzde 12,3 oranında azaldı. Aynı rakam 2019 ve 2020 yıllarında yüzde 9,1 ve yüzde 7,6 oranında azalmıştı. 2020 yılında Ukrayna’daki işleme tesislerine giden sütün sadece üçte biri Ukrayna’dan gelmişti.

Gıda kalitesinde düşüş

Sadece süt endüstrisi gerilemekle kalmadı, satılan sütün kalitesi de düştü. Devlet Tüketici Hizmetleri Dairesi, Ukrayna’da sahte içerikle en çok satılan gıda grubunun süt ürünleri olduğunu belirtti. Gerçek süt içermeyen süt ürünleri sattıkları için süt ürünleri dağıtıcılarına sürekli olarak on milyonlarca grivna ceza kesmek zorunda kalıyorlar. Genelde tereyağı ve peynir gizlice trans doymamış yağ, emülgatörler ve palmiye yağı ile yapılıyor.

Gubriyenko’ya göre bunun bir nedeni, gıda kalitesi üretimini titizlikle denetleyecek devlet organlarının zayıflığı ya da olmaması. Deregülasyon ortamında işletmeler en yüksek kârı elde etmek için ne gerekiyorsa yapıyor; devletin tekelcilikle mücadele komitesi bir süt ürünleri şirketinin yasa dışı gerçek süt olmayan maddeler kullanarak yüzde 100 kâr elde ettiğini açıklamıştı.

Gubriyenko, bu durumun aynı zamanda azalan yerli inek sayısı ve süt üretiminden de kaynaklandığını, sonuç olarak tereyağı gibi süt yoğun ürünler için üreticilerin gerçek sütü daha az sağlıklı ürünlerle takviye etmek zorunda kaldıklarını savunuyor. Süt ürünleri üretimi ve ihracatı, yıllık süt üretimi göz önüne alındığında Ukrayna’da üretilebilecek süt ürünleri miktarını fazlaca aşıyor. Gubriyenko, Ukrayna’nın süt ürünlerinin yüzde 25 ila 502sinin sahte içerikli olduğunu hesaplıyor.

Gıda enflasyonu ve açlık

Küresel gıda güvenliğinin garantörü olarak imrenilecek bir konuma sahip olmasına rağmen Ukrayna’nın devlet istatistiklerine göre gıda fiyatları Ocak-Ekim 2021 döneminde 2020’nin aynı dönemine kıyasla yüzde 10,9 arttı. Yumurta fiyatları yüzde 54, şeker yüzde 69, ekmek yüzde 15 ve ayçiçek yağı yüzde 61 oranında arttı. Bu artış, Ukrayna’nın dünyanın en büyük ayçiçek yağı ihracatçısı olarak bilinen konumuna rağmen gerçekleşti.

Tarım ürünlerinin toplam ihracattaki payı 2018’de yüzde 39 iken 2019’da yüzde 44’e yükseldi fakat bunun hayvancılık üretimindeki artıştan kaynaklanmadığını zaten biliyoruz. Ukrayna’nın en çok ihraç ettiği tarım ürünleri buğday, mısır ve ayçiçek yağı olup, bu ürünlerde Ukrayna küresel ihracat liderleri arasında yer alıyor.

Fiyat deregülasyonunda liberal deneyler

Kanada’nın eski Kiev Büyükelçisi Roman Waschuk, Maydan sonrası Ukrayna’yı “ideal dünya deneyleri için bir laboratuvar” olarak nitelendirmişti. Bu deneylerden biri de fiyat düzenlemesi alanındaydı. 2016’da gıda fiyatlarının devlet tarafından düzenlenmesi geçici olarak iptal edildi ve 2017’de bu rejim kalıcı hale getirildi. Dönemin liberal, batı taraftarı başbakanı Vladimir Groysman bunu, devlet düzenlemesinin kendi başına etkisiz olduğunu ve zaten fiyat artışlarını durdurmadığını söyleyerek açıkladı.

Pancar çorbası faciası

2018 yılında, ortalama Ukraynalılar tarafından milli çorba yemekler arasında en çok tüketilen sebze ürünlerinin fiyatını ölçen “pancar çorbası (borş) sepeti”nin fiyatı beş kat arttı. Ocak-Ekim 2019 döneminde ithal edilen lahana, havuç ve kırmızı biber miktarı 2018’in aynı dönemine kıyasla yüzde 20 ila 30 oranında arttı. Domates ithalatı yüzde 15, salatalık ithalatı ise yüzde 38 oranında arttı. Soğan ithalatı ise 26 kat arttı. En kötü vaziyet patates üretiminde yaşandı: Ukrayna Haziran-Ekim 2019 döneminde 2018’in aynı dönemine kıyasla 700 kat daha fazla patates ithal etti. Bu ürünler çoğunlukla Belarus ve Rusya’dan ithal edildi. Gubriyenko, patates üretimindeki düşüşü Ukrayna’nın çiftçi pazarlarına getirdiği ve Herson oblastındaki küçük çiftçilerin protestolarına yol açan Kovid karantina kısıtlamalarına bağlıyor.

Devlet istatistiklerini özetleyen analiz şirketi EastFruit, “pancar çorbası sepetindeki” enflasyonist eğilimler hakkında şunları yazıyor:

“Havucun toptan satış fiyatları geçen yıla göre iki kat, soğan fiyatları iki buçuk kat, beyaz lahana fiyatları üç kat ve sofralık pancar fiyatları da üç kat daha yüksek. Yani, pancar çorbası sebzelerinin ortalama fiyatları Aralık 2020 başına kıyasla 2,6 kat arttı.”

Gubriyenko’nun sözleriyle, “pancar çorbası ürünlerinin fiyatlarındaki dinamiğe bakılırsa, kutsal Ukrayna yemeği geleneksel bir milli mutfak olmaktan çıkıp seçkin bir gastronomik mutfak haline gelecek”. Bu, en iyi pancar çorbası tarifleri üzerine internette yaşanan kavgalar da dahil olmak üzere “pancar çorbası hazırlamanın tarihi ve gelenekleri” adlı bir TV dizisine sponsor olan hükümetin milliyetçi histerisinin ardındaki rahatsız edici hakikat. Ukrayna’nın resmi Twitter hesabı, pancar çorbasının Rusya’ya değil Ukrayna’ya özgü bir yemek olarak kabul edilmesi için sık sık online saldırılar düzenliyor ve konuyu UNESCO’ya kadar götürüyor. Bu, malzemelerinin çoğunun ithal olmasına, hatta Belarus ve Rusya gibi “düşman ülkelerden” gelmesine rağmen durum böyle.

Gubriyenko, pancar çorbasının maliyetinin artmasının ardındaki en önemli etkenin Ukrayna’nın tüm malzemeleri ithal etmeye bağımlı olması olduğunu düşünüyor. Ukrayna, AB’nin olağan ürünlerinin yanı sıra ABD ve Norveç’ten domuz eti, Özbekistan ve Meksika’dan da soğan ithal ediyor. Bu ürünleri çok uzaklardan ithal etmek tek başına fiyatı artırıyor. Buna ek olarak Ukrayna’nın en büyük patates tedarikçisi, ABD’ye “Batı medeniyetinin ileri karakolu” olarak değerini göstermenin bir yolu olarak sürekli çatışmaya çalıştığı Belarus.

2020 yılında küçük Arnavutluk bile Ukrayna’ya lahana tedarikinde mutlak liderdi. Arnavutluk Ukrayna’ya 425 milyon dolar değerinde lahana ihraç ederek Ukrayna’nın ithalat ihtiyacının yüzde 90’ını karşıladı. Ukrayna ise bu normal sebzeden sadece 116 milyon dolar değerinde ihraç etti.

Ukrayna, 2020 yılında ihraç ettiğinden 1377 kat daha fazla patates ithal etti. “Otoriter Belarus” lider oldu; tesadüf değil, küçük ve orta ölçekli çiftçilere oldukça gelişkin bir kamu yardımı sistemine sahip.

Ukrayna’nın patates sıkıntıları, AB ile olan sömürü ilişkisine de ışık tutuyor. Mayıs 2020’de, sadece patates kızartması yapımında kullanılan (Kovid karantinaları nedeniyle o dönemde satılamayan) Hollanda patateslerinin, AB’de yasa dışı olan normal patates olarak tüketilmek üzere Ukrayna’ya gönderildiği ortaya çıktı. Ukrayna’da Ukrayna patatesleriyle aynı fiyata satıldılar. Eğer bu olmasaydı, bu patatesler imha edilmiş olacaktı.

Ukrayna en azından makul miktarlarda havuç ihraç etse de yine de 3 kat daha fazla havuç ithal ediyor. Daha da kötüsü bu ithalatı çoğunlukla yüksek ücretli AB ülkelerinden yapıyor, yani AB tüketicileri ucuz Ukrayna havucu alırken, yoksul Ukraynalı tüketiciler temel gıda ürünlerine yüksek AB fiyatları ödemek zorunda kalıyor. Pancar çorbasının ana maddesi olan pancarda durum çok kötü; Ukrayna hiç pancar ihraç etmiyor ve 40 milyon dolar değerindeki pancarı, çiftlikleri işsizlikten kaçan Ukraynalı göçmen işçilerle dolu olan İtalya’dan ithal ediyor. Ukrayna’nın verimli toprakları ve kabiliyetli işçileri var ama tarım ürünlerini yurt dışından alıyor.

Ukrayna’da özellikle yoksullar için temel bir gıda olan karabuğday üretiminde de durum kötü. Ukrayna 2019’un ilk yarısında ihraç ettiğinin iki katı kadar ithalat yaptı ve bu ürüne ayrılan ekili alan miktarı 2018’e kıyasla yüzde 10 azaldı. Büyük miktarlarda mısır ve buğday ihraç eden Ukrayna’nın tüm tahıl ve hububat ithalatı 2018 yılında 2,4 kat arttı.

Domuz cephesinin çöküşü

Salo — iyileştirilmiş domuz yağı — Ukrayna’nın milli yemeği olmak için adaylar arasında. Ne yazık ki 2018 yılı domuz eti ve salo ithalatı için rekor bir yıl oldu ve bir önceki yıla kıyasla yüzde 520 oranında arttı. Bu artan domuz eti ithalat talebinden yararlananlar ise her zamanki gibi Ukrayna’nın “Avrupalı müttefikleri” Polonya, Almanya ve Hollanda oldu. Ukrayna’nın 2018’deki domuz eti ihracatı da yüzde 36 oranında azaldı. Durum 2019’da da düzelmedi ve yılın ilk yarısında domuz eti ithalatı yüzde 5 daha arttı. Ukrayna sadece 32 bin ton salo ihraç ederken 30 bin ton ithal etti.

Gubriyenko’dan faydalı bir infografik. Bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla 2019’un ilk yarısında çeşitli gıda ürünlerinin ithalatındaki yüzde artışı gösteriyor. İlk üç sırada yer alan gıdalar yüzde olarak değil, ithalatın kaç kat arttığını gösteriyor.

Salonun durumu 2021’de daha da kötüleşti. O yılın ilk on ayında Ukrayna ürettiğinden dört kat daha fazla salo ithal etti. Gubriyenko, bu milli mutfak ürününün düşüşüne yol açan iki ana süreci izah ediyor. SSCB’nin dağılmasından bu yana geçen 30 yıl boyunca domuz sayısında daimî bir düşüş yaşandı. Düşüşün boyutu muazzam; 1990’da Ukrayna’da 20 milyon domuz vardı, 2021’de ise 5,9 milyon kaldı. Yalnızca 1990’lardaki özelleştirme kaosunda domuz sayısı yüzde 60 azalarak 8,4 milyona düştü. İkinci aşama 2000-2011 yılları arasında kentleşme, göç ve kırsal alanlardaki genel nüfus kaybı nedeniyle domuz sayısının azalması ve bunun sonucunda domuz yetiştiriciliğinin azalması. Üçüncü aşama, tarım holdinglerinin daha hızlı gelişmeye başladığı 2011-2016 yılları arasında. Bu daha yavaş bir düşüş dönemiydi ve domuz stokları 500 bin azaldı. Son aşama ise Yevromaydan darbesinin zaferini ve Ukrayna’nın AB ile serbest ticaret anlaşmasını takip eden 2016-2021 yılları arasındaydı. Tüm iktisadi düzenlemelerin ortadan kalkması ve tüm gücün büyük tarım işletmelerinin eline geçmesiyle, domuz sayısı sadece 5 yıl içinde bir milyondan fazla azaldı.

Gubriyenko, yerli domuz miktarının kritik derecede düşük olması nedeniyle Ukrayna’nın en çok salo işlediği yılların, Ukrayna’nın canlı domuz ithalatının arttığı yıllar olduğunu göstermeye devam ediyor. Başka bir deyişle Ukrayna’nın salo üretimi ithalata bağımlı hale geldi. Ayrıca Gubriyenko, Ukrayna’nın yerel salo fiyat seviyelerinin ithalat seviyelerine nasıl bağımlı hale geldiğini de tartışıyor. Ukrayna’nın borç ve döviz rezervi sorunları düşünüldüğünde bu epey tehlikeli bir durum. Ukrayna’nın 2014 öncesinde, sonrasına kıyasla yılda neredeyse beş kat daha fazla domuz ve salo ithal etmesi dikkat çekici. Her ne kadar Gubriyenko bundan bahsetmese de bunun 2014 yılında IMF’nin sert kemer sıkma tedbirlerinin kabul edilmesinin ardından Ukrayna’ya getirilen ithalat kısıtlamaları, ihracatın çökmesi, yurtiçi alım gücünün düşmesi ve para biriminin devalüe edilmesinden kaynaklanıyor olması mümkün.

Bu domuz kıyametinin ana nedenlerinden biri, Gubriyenko’nun Batılı üreticilerin Ukrayna’nın domuz pazarına yönelik “blitskrieg saldırısı” olarak nitelendirdiği durum. 2009’dan önce Ukrayna’nın domuz ve salo ithalatının yüzde 95’i Güney Amerika’dan yapılıyordu. Ancak 2015 yılına gelindiğinde Ukrayna’nın domuz ürünleri ithalatının yüzde 70’i, salo ithalatının ise yüzde 100’ü AB’den yapılıyordu. Polonya, Almanya, Hollanda ve Kanada ana kaynaklardı; Batı’nın Ukrayna’nın “Avrupa lehine medeniyet seçiminden” istifade etmesinin bir başka yolu, bir taraf için diğerinden çok daha faydalı olan bir seçim. Ukrayna’nın 2020 yılında ithal ettiği 20 milyon dolarlık domuz eti ürününün 6,5 milyon doları Kanada’dan geldi; Kanada bu ürünlerin hiçbirini Ukrayna’dan ithal etmedi, bu da karşılıklı olarak ne kadar faydalı bir ilişkiye sahip olduklarını gösteriyor. Fakat Ukrayna’nın zayıf iç tarımı, ülkeye ihanetin başka biçimlerinin de mümkün olduğu anlamına geliyor; Ukrayna’nın 2021’in ikinci yarısında salo için ana kaynağı Rusya’ydı.

Gıda enflasyonunun sebepleri

Ağustos 2021’de Ukrayna’da gıda fiyatları artmaya devam etti. Gubriyenko bu durumun, gıda fiyatlarının temmuz ayına kıyasla yüzde 1,2 düştüğü küresel eğilimlere zıt olduğuna dikkat çekiyor. Gubriyenko, küresel fiyat eğilimlerinin Ukrayna’daki gıda fiyatlarını neden aşağı çekmediğini merak ediyor, zira hükümet geçmişte gıda fiyat enflasyonunu gerekçelendirirken her zaman küresel fiyat eğilimlerine atıfta bulunuyordu. Gubriyenko, bu durumu “Ukrayna’nın tarımsal süper gücünün paradoksu” olarak nitelendiriyor. Domuz eti, yumurta, süt ve tavuk eti fiyatları ağustos ayının sadece ikinci haftasında yüzde 2 ila 5 oranında arttı. Tüm bunlar, yılın bu döneminde hasadın tamamlanmasıyla tarım ürünü fiyatlarının düşmesi gerektiği gerçeğine rağmen gerçekleşti. Bir bütün olarak gıda fiyat endeksi Ocak-Ağustos 2021 döneminde yüzde 8,6 oranında arttı.

Ukrayna’nın iç gıda piyasasında fiyatlar neden yükselmeyi sürdürüyor? Bunda en önemli gerekçelerinden biri, yerli üretimin azalması ve bunun yerini Kanada gibi uzak ülkelerden ithal edilmek zorunda kalındığı için genellikle daha pahalı olan ürünlerin alması.

Gubriyenko’nun görüştüğü bir uzman, Ukrayna’nın Belarus’un “otoriter insan hakları ihlallerine” duyduğu öfkeyle başlattığı ticaret savaşının oluşturduğu belirsiz siyasi ortamın, küresel eğilimlere rağmen 2021’de üreticilerin gıda fiyatlarını artırmasının sorumlusu olabileceğini savunuyor.

İthalatçı kartelleri de faktörler arasında. Ukrayna’daki süpermarketlerde ayçiçek yağının Polonya’dakinden iki kat daha pahalı olduğu çok tartışılan bir hakikat. Bu da ücretleri Polonya’daki ücretlerden iki-üç kat, AB’deki ücretlerden ise kat kat daha düşük olan Ukraynalıların, AB vatandaşlarının ödediği paradan daha fazla ödediği anlamına geliyor. Ukraynalı haber portalı UNN, tekelcilikle mücadele komitesinin bu sorunu beş yıldır soruşturmasına rağmen herhangi bir karara varamamasının bariz biçimde siyasi maksatlı olduğunu yazıyor. Bu durumu, Ukrayna’nın en büyük tarım şirketi “Kernel”in sahibi ve Ukrayna’nın en zengin 20 adamından biri olan Berevzskiy’in servetiyle ilişkilendiriyorlar.

İthalatçı kartelleri sorunu ayçiçek yağı ile sınırlı değil. Ukrayna İşadamları Birliği, geçen yıl küresel şeker fiyatlarının yüzde 170 ila 190 üzerine çıkan şeker fiyatlarındaki artışın durdurulması için Ukrayna’nın tekelcilikle mücadele komitesine bir mektup gönderdi. Birlik bu durumdan şeker üreticileri ve ithalatçıları arasındaki fiyat kartellerini sorumlu tutuyor ve bu önemli üründeki fiyat artışlarının üretime verdiği zarara dikkat çekiyor.

İthalatından biraz daha fazla ihracat yapmasına rağmen çoğu tarım ürününde olduğu gibi şeker fiyatlarındaki artışta da ithal ikamesi rol oynadı. İhracat 2019’da yüzde 31 ve 2021’de yüzde 2 düşerken, ithalat 2019’da yüzde 5 ve 2021’de yüzde 132 gibi çarpıcı bir oranda arttı. 2021 yılına gelindiğinde Ukrayna, 24 milyon dolar değerinde şeker ihraç ederken 17 milyon dolar değerinde şeker ithal ediyordu.

Bir diğer faktör de enerji enflasyonu. Bu da büyük ölçüde Ukrayna’nın Rusya ile olan kötü ilişkilerinden, ABD’nin Avrupa’nın Amerikan gazı almasını ve Rusya ile daha az ticaret yapmasını sağlamak amacıyla yürüttüğü enerji savaşından kaynaklanıyor. Sonuç olarak Ukrayna, 2021 yılında enerji fiyatları söz konusu olduğunda ilk 5 ülke arasında yer aldı.

Küresel gıda güvenliği ama yerelde açlık

Ukrayna, ayçiçek yağı ve mısır gibi ilkel tarımsal hammaddelerin ihracatında listenin başında yer alırken küresel gıda güvenliği endeksinde 113 ülke arasında 63. sırada yer aldı. Gubriyenko, Ukrayna’yı Somali gibi gıda güvencesi olmayan diğer ülkelerle mukayese ediyor. Bu tür ülkelerde devletin ekonomiye müdahalesi yok, yani tarım yerli tüketicilerin zararına ihracat adına yapılıyor. Büyük tarım şirketlerinin Ukrayna’nın küçük iç pazarını tatmin etmek gibi bir derdi yok. 2021 yılında Ukraynalıların yüzde 85’i ayda 300 dolardan az kazanıyordu.

UNICEF’in yıllık açlık raporları, 2018-20 döneminde Ukraynalıların yüzde 20’sinin (yaklaşık 9 milyon insan), 2019-21 döneminde ise yüzde 22,7’sinin (10 milyon kişi) “orta ve şiddetli gıda güvensizliği” sorunu yaşadığını ortaya koydu; karşılaştırma yapmak gerekirse, Avrupa’daki ortalama puan yüzde 8. Bu da Ukrayna’yı, 2018-20 döneminde nüfusun yüzde 23,5’inin orta ve şiddetli gıda güvensizliğinden muzdarip olduğu Brezilya (2014-16 döneminde Ukrayna’nın durumu Brezilya’dan bile daha kötüydü) ile yaklaşık aynı seviyeye yerleştiriyor. Küresel açlık endeksine göre açlık çeken Ukraynalıların miktarı 2007 ve 2014 yıllarında yüzde 7,2’de kalmış ve 2022 yılında yüzde 7,5’e yükselmişti. Bu oran İran, Özbekistan ve Moğolistan’dan daha yüksek bir seviye.

Yevromaydan nedeniyle gelirlerde ve istihdamda yaşanan düşüş, reel tüketimde de düşüşe yol açtı. Resmi Ukrayna istatistiklerine göre, 2013 yılında Ukraynalıların yüzde 54’ü ayda 280 dolardan az kazanıyordu. 2020’de Ukraynalıların yüzde 85’i ayda 291 dolardan daha az kazanıyordu. Ortalama hane halkı et tüketimi 2013’teki 5,1 kilogram seviyesine ancak 2019’da geri dönebildi; 2015’te 4,6 kilograma kadar düşmüştü.

Humuslu toprak, ölü toprak: Ekolojik bozulma

İşte son üzücü ironi. Küresel gıda güvenliğinin garantörü sadece kendi yurttaşlarını besleyememekle kalmıyor. Dar, ihracata dayalı “mısır ve ayçiçeği cumhuriyeti” ünlü “ultra verimli humuslu toprağını” yok ediyor.

Kaygı verici işaretlerden biri de ekilen tarım arazisi alanındaki azalma. On yılın zirvesine 2013 yılında 28 milyon hektar ekilerek ulaşılmıştı. Bu rakam 2008-09 ve 2014-15 krizleri sırasında 26,8 milyon hektara geriledi. 2020 yılında yaklaşık 24 milyon hektarın ekileceği tahmin edilmişti.

Bununla birlikte ilkel tarımsal hammadde ihracatı hızla artıyor; 2019 yılı tahıl ve bakliyat ihracatında rekor bir yıl oldu. Yerli tüketiciler için yapılan tarım zarar görürken ihracat için yapılan tarım daha önce hiç bu kadar iyi olmamıştı. 2020 yılında çiftçiler yağlık ayçiçeği, mısır ve soyaya ayrılan ekili alanların payını artırırken buğday, sebze, patates ve şeker pancarına ayrılan miktarı azalttı. Tüm bunlar küresel tarım piyasasındaki fiyat eğilimlerinden kaynaklanıyor ve aynı zamanda bu gıda ürünleri için yurt içi fiyat enflasyonunu besliyor.

Ukrayna’daki tarım arazilerinin kalitesi hükümet için bir endişe konusu değil. Kendilerini, Ukrayna’nın humuslu toprağının ancak özelleştirme yoluyla ortaya çıkarılabilecek olağanüstü verimliliğine ilişkin beyanlarla sınırlıyorlar. Toprak kalitesinin korunmasına ilişkin son devlet programı 2008-9 yıllarında oluşturuldu. İddialı hedefleri hiçbir zaman gerçekleştirilemedi. Devlet Kadastro Teşkilatı (Gosgeokadastr) hiçbir zaman Ukrayna’nın tüm tarım arazileri hakkında tam bir veri tabanı toplayamadı. Toprak kalitesi sorunu artık Ukrayna hükümeti tarafından gündeme getirilmiyor.

Ekonomik özgürlükçü İktisadi Kalkınma Bakanı Timofey Milovanov, 2019 yılında Gosgeokadastr’ı tasfiye etme arzusunu beyan etti. Bu amaçla, tarımın serbestleştirilmesi sürecinde Gosgeokadastr’ın “desantralize” edileceği ve kontrolün “yerel topluluklara” verileceği bir yasa tasarısı sunuldu. Bu proje hayata geçirilememiş olsa da Gosgeokadastr oldukça ihmal edilmiş durumda ve tasfiye edilmesi yönündeki fikirler yönetici seçkinler arasında popüler.

Gosgeokadastr, Aralık 2019’dan Ocak 2020’ye kadar 199 tarım arazisi denetimi gerçekleştirdi. Tarım mevzuatının 111 kez ihlal edildiğini tespit etti. Dolayısıyla bu yüzeysel araştırma bile Ukrayna’daki tarım arazilerinin kapitalist tarım tarafından ağır bir şekilde kötü muamele gördüğünü ortaya koymuştu.

Eco-Action adlı STK ve Ukrayna Jeoloji Enstitüsü tarafından 2021 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Ukrayna topraklarında tarım holdinglerinin yoğunlaştırılması, ülkenin toprak kalitesi üzerinde kötü etkiler yarattı. Tarımsal işletmelerin artması, Ukrayna’nın ekilebilir arazilerinin yüzde 40’ının mısır, ayçiçeği, kolza tohumu ve soya gibi monokültür tarımla yoğun bir şekilde işlenmesi anlamına geliyor. Bu monokültür ekimlerin payı 2017-2020 yılları arasında yüzde 2,7 oranında, Ukrayna’nın humuslu toprak bulunduran orta ve batı bölgelerinde ise yüzde 6,9 oranında arttı.

Çalışma, tüm bu arazinin, yani Ukrayna’nın ekilebilir kaynaklarının neredeyse yarısının verimsizleşme riski altında olduğunu savunuyor. 2020 yılında Ukrayna’nın tarım arazilerinin yaklaşık yüzde 83’üne tahıl ekilmişti; Ukraynalı bir tarım uzmanının ifadesiyle “bu son derece barbarca, ekilebilir tarım kültürü yok”.

Ukrayna’nın tarım arazilerinin durumuna ilişkin son ayrıntılı veriler, Ukrayna Topraklarını Koruma Devlet Enstitüsü’nün (SIPUS) 2011-2015 yıllarındaki koşullara ilişkin 2018 tarihli raporunda yer alıyor. Raporda şu ifadeler yer alıyor:

“Uzun süreli yoğunlaştırma ve aşırı sürüm, Ukrayna’da toprağın riskli bir duruma gelmesine yol açmıştır. Tarımsal açıdan önemli toprak niteliklerinin azalmasının başlıca nedenleri organik ve mineral gübrelerin yetersiz uygulanması, su ve rüzgâr erozyonu ve güçlü ağır makinelerle aşırı sıkıştırmadır. Ukrayna topraklarında tarım arazilerinin yüzde 57,5’i erozyona maruz kalmaktadır ve bu eğilimler devam etmektedir.”

Raporda ayrıca, uzun vadeli toprak verimliliğinin azalması pahasına hasat boyutlarının artırılması için aşırı azotlu gübre kullanımına da işaret edildi. Rapor, pek çok sorunun gerekçesi olarak Ukrayna’nın tarımsal serbestleşmesini görüyor. Örneğin Ukrayna toprağının zirai kimyasal durumunu analiz etmek için ayrılmış kamu bütçelerinin olmaması. Ya da tarım üreticilerinin topraklarına istediklerini yapmalarına izin veren devlet düzenlemelerinin olmaması.

Ukrayna’da, Ukrayna’yı AB ile kıyas etmek yaygın, fakat genelde okuru Ukrayna’nın “Batılı ortaklarından” gelen tüm talepleri kabul etmeye ikna etmek amacıyla. Gubriyenko da AB ile Ukrayna’yı kıyas ediyor. SIPUS raporunun Almanya’nın tarım sistemini Ukrayna’nınkiyle nasıl olumlu bir şekilde karşılaştırdığını anlatıyor. Almanya’da karmaşık bir toprak düzenleme sistemi var. Tarım üreticileri, toprak kalitesi danışmanlarının tavsiyeleri doğrultusunda belirli ürünleri ekebilir. Bu durum, ürün seçimlerinin toprak kalitesine bakılmaksızın küresel pazarın kaprislerine göre yapıldığı Ukrayna ile tezat oluşturuyor. Buna ek olarak Almanya’da her bir şirketin sahip olduğu tarım arazisi büyüklüğü sınırlı; dolayısıyla çiftçilerin sahip olduğu ortalama tarım arazisi miktarı 20 hektar. Monokültür çiftçileri 5-6 hektarlık araziye sahip olmakla kısıtlanmış. Alman standartlarına göre 400-500 hektar büyük sayılıyor. Ukrayna’da ise büyük tarım holdingleri 300 ila 500 bin hektar araziye sahip.

Ukraynalı zirai ilaç bilimcisi Vadim İvanin bir söyleşisinde, Batı Avrupa ülkelerinde tarım arazilerinin yüzde 50’sinden fazlasının, ABD’de ise yüzde 25’inin ekilmediğini, geri kalanının ise otlatma ve diğer kullanımlara ayrıldığını söylemişti. Bu da toprakların yeterli düzeyde toparlanmasına olanak sunuyor. Ukrayna’da ise arazinin yüzde 90’ı ekiliyor ve neredeyse hiç otlak alan yok. İvanin ayrıca erozyonu önlemek için ormanlık arazi miktarının 12 kat artırılmasını öneriyor; Karpat bölgesi dışında Ukrayna’nın bozkır alanının sadece yüzde 15’i ormanlarla kaplı. AB’de hiçbir ülkede bu oran yüzde 26’dan az değil.

Burada Ukrayna’nın Karpat ormanlarının son yıllarda Avrupalı tomrukçuluk şirketleri tarafından ciddi ölçüde sömürüldüğünü belirtmek gerek. Ukrayna’nın AB ile imzaladığı serbest ticaret anlaşmasındaki yükümlülükleri nedeniyle 2015 yılında ihracat yasağı getirme teşebbüsü AB tarafından gayri meşru bulunmuştu. Ukrayna, Ikea gibi “medeni” Avrupa markaları tarafından kullanılan ucuz kerestenin kaynağı olarak hizmet veriyor. Genel eğilimlerin şaşırtmayan bir örneği.

Bu yazı dizisinin üçüncü bölümünde Kanada’nın rolü ele alınacak.

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English