Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Tarımsal kapasitenin felce uğratılması: Batı’nın Ukrayna’ya sözde ‘yardımı’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 2014 yılındaki Maydan darbesi, ulusötesi şirketlerin Ukrayna kaynaklarından yararlanmaları için en ideal ortamı yaratmış oldu. Talanın başlangıcı, şüpheye mahal yok ki 1992’de aranmalı. 30 yıldır ulusötesi tarım ve biyoteknoloji firmaları, Ukrayna’nın tarım ve hayvancılık yasalarına sürekli olarak müdahale ediyor. Ukrayna’nın yakın tarihine dair çalışmalarıyla tanınan yazar Peter Korataev, Batı’nın Ukrayna’nın tarım sektöründe uyguladığı talanı anlattığı yazı dizisinin ikinci bölümünde ülkenin tarım potansiyelinin nasıl yok edildiğini açıklıyor.

Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü


Peter Korotaev
The Canada Files

17 Mayıs 2023

Editörün notu: Bu yazı, Kanada ve daha geniş anlamda Batı’nın, Maydan darbesi sonrası sadık bir hükümeti, sıradan Ukraynalıların ciddi zararına olacak şekilde tarımı özelleştirmek için nasıl kullandığına dair üç bölümlük yazı dizisinin ikinci bölümü. Bu bölüm, Batı’nın iteklediği özelleştirmenin Ukrayna’nın tarımsal kapasitesini nasıl felce uğrattığına odaklanıyor.

2016 yılında ABD’nin Kiev Büyükelçisi Geoffrey Pyatt, “Ukrayna’nın halihazırda en büyük tarımsal ürün üreticilerinden biri olduğunu ancak tarımsal bir süper güç haline gelmesi gerektiğini” ifade etmişti.

Ukrayna’nın “küresel gıda güvenliğinin garantörü” olarak tanımlanması, Avrupa-Atlantik basınında Ukrayna ile alakalı haberlerin klasiği haline geldi. Bu makale, ABD hükümetinin Ukrayna’nın serbestleştirilmiş tarımına ilişkin övünmelerinin ardındaki gerçekliği inceleyecek. Ukrayna’nın serbestleştirilmiş tarımı yurttaşlarını beslemede ne kadar etkili ve sürdürülebilir?

Ukrayna tarımının ilkelleştirilmesi

Ukrayna’nın Avrupa ve Avrupa-Atlantik Entegrasyonundan Sorumlu Başbakan Yardımcısı 2020’de, 2013’te Yatsenyuk’un AB serbest ticaret anlaşmasını imzalayarak Alman yaşam tarzını benimseyeceği taahhüdünü vermesinden bu yana zerre kadar değişmeyen, Avrupa’ya dair alışıldık iyimserliğini dile getirdi:

“AB ile ortaklık anlaşması ve serbest ticaret bölgesi, Ukrayna ekonomisinin gelişmesinin motoru haline geldi, zira kıtadaki en büyük pazara giden yolu açtı.”

Ancak bu pazar sadece son derece ilkel Ukrayna mallarından oluşan küçük bir listeyle ilgileniyor. Ülkeyi yabancı yatırımlar için tanıtan devlet kurumu UkraineInvest, Ukrayna’yı “ucuz işgücü ve ucuz arazi kirasıyla “tarımda fırsat ülkesi” olarak resmediyor. 2019’da tarım ve gıda ihracatı 2018’e kıyasla yüzde 19 ile tüm ekonomik sektörler arasında en fazla artış gösteren sektör oldu. Fakat işlenmiş tarım ihracatı, ayçiçek yağı sayesinde sadece yüzde 5 arttı. AB’nin Ukrayna’ya pazarını kapattığı ama Ukrayna’nın Kovid sırasında aynı şeyi yapmasına izin vermediği 2020’nin ilk yarısında, iki taraf arasındaki ticaret hacmi yüzde 5,1 oranında düştü. Aynı dönemde Ukrayna’nın AB’ye ihracatının yarısından fazlasını tahıllar, ayçiçek yağı, işlenmiş gıda atıkları ve yağlı tohumlar oluşturdu.

2019 yılında tüm ithalatın yüzde 9,4’ünü tarım ve gıda ürünleri oluştururken 5,7 milyar dolar değerinde üretim gerçekleştirildi. Tüm tarım ithalatının yüzde 46’sını mamul gıda ürünleri oluştururken yurt dışından ithal edilen bu ürünlerin oranı her geçen yıl artıyor.

Ukraynalı ekonomi muhabiri Roman Gubriyenko, Ukrayna ekonomisinin son derece ilkel bir tarım sektörüne bel bağladığı durumu özetliyor:

“Ukrayna’nın devlet gelirlerinin neredeyse yüzde 50’si dış pazarlara yapılan ürün ve hizmet ihracatına bağlı. Aynı zamanda döviz ihracat gelirlerinin yaklaşık yüzde 40’ı tarımsal sanayi kompleksi ürünlerinden geliyor. Devlet Mali Teşkilatına göre, 2019 yılında Ukrayna’nın tarım ürünleri ihracatı yüzde 19 artarak 22,2 milyar dolar gibi rekor bir rakama ulaştı. Tüm tarım ürünleri yelpazesinden sadece 202,9 milyon dolar değerinde hazır gıda ürünü ihraç edildi.”

Ukrayna 2021 yılında ihraç ettiğinden yüzde 30 daha fazla işlenmiş sebze ürünü ithal etti. 2021’de ihraç ettiğinden altı kat daha fazla işlenmiş et ve balık ürünü ithal etti. 2012’de ihraç ettiğinden sadece 3,5 kat daha fazla işlenmiş et ve balık ürünü ithal etmişti, dolayısıyla durum kesinlikle daha da kötüleşti. Ticaret fazlası elde etmeyi başardığı “mamul gıda ürünü” olarak sınıflandırılan tek ürün, teknolojik açıdan pek de karmaşık olmayan ve ithalatın hala ihracatın yüzde 70’i büyüklüğünde olduğu ve arttığı şekerdi.

Son yıllarda ortalama olarak hasat edilen 90 ila 95 milyon ton tarım ürününün 60 milyonu anında ihraç ediliyor ve sadece geri kalan 30-35 milyonu yurt içinde asgari düzeyde yeniden işleme tabi tutuluyor. Hasat edilen 70 milyon ton tahıl ürününün sadece yaklaşık 20 milyonu yurt içinde işleniyor. Üretimin önemli bir kısmının — hala yarısından biraz fazlasının — yurt içinde işlendiği tek sektör ayçiçek yağı sektörü.

Yevromaydan’dan bu yana Ukrayna’da üretimi istikrarlı bir şekilde artırılanlar sadece oldukça ilkel tarım biçimleri. Hayvansal ve bitkisel yağ (ayçiçek yağı olarak okunabilir) ihracatı 2012’de 4,1 milyar dolardan 2021’de 7,3 milyar dolara fırladı. Tahıl ihracatı ise 7 milyar dolardan 12 milyar dolara yükseldi. Şuradaki grafik, 2021 yılında hangi tarım ürünlerini ithal ettiğinden daha fazla ihraç ettiğini ve hangi tarım ürünlerini ihraç ettiğinden daha fazla ithal ettiğini gösteriyor.

Görüldüğü üzere Ukrayna işlenmemiş tarım ürünleri ihraç ederken, gıda ürünleri ve işlenmiş tarım ürünleri ithal ediyor.

Ukrayna’da hayvancılık üretimi ve kalitesinde düşüş

Önceki yazımızda, büyük tarım işletmelerinin küçük çiftçilerin zararına nasıl yükseldiğini gördük. Ancak bu küçük ölçekli çiftçiler Ukrayna’nın gıda tedariki açısından hayati önem taşıyor. Ukrayna’nın toplam tarım arazilerinin yalnızca yüzde 12’sini kullanmalarına rağmen, ülkenin tarımsal üretiminin yüzde 50’sinden fazlasını üretiyorlar; patatesin yüzde 98’i, sebzelerin yüzde 89’u, sütün yüzde 78’i ve sığır etinin yüzde 74’ü.

Ocak 2020’de Ukrayna’nın brüt tarımsal üretim hacmi Ocak 2019’a kıyasla yüzde 0,7 oranında azaldı. Ocak 2019’da ise sadece yüzde 3 oranında artmıştı. Fakat tarımsal gıda üretiminin tek tek sektörlerine bakıldığında durum daha da kötü.

Hayvancılık

2018’de Poroşenko’nun müttefiki Yurşinin, kendisinin ve diğerlerinin tarım holdinglerine verilen dev teşviklerin kanıtlarıyla karşılaştığında “hükümet Ukrayna’daki hayvancılığın durumunu çok önemsiyor, bu yüzden bu paraları aldık” diye yanıt verdi. Hükümetin hayvancılığa verdiği “önem” her neyse bunun pek bir anlamı yok.

2018 ve 2019 yıllarında kişi başına düşen inek, domuz, koyun ve keçi sayısı azaldı. İhracat pazarlarındaki popülerlikleri nedeniyle sadece yetiştirilen kanatlı hayvan miktarı arttı. Roman Gubriyenko’nun hazırladığı şuradaki grafik Ukrayna’nın 2019 yılı gıda üretimindeki değişimi gösteriyor. Bu grafiğin önemli kısmı turuncu renk; bu, 2018 rakamının yüzdesi olarak kişi başına düşen bu hayvanların sayısını temsil ediyor. Görülebileceği üzere 2018-2019 yılları arasında kanatlı hayvan dışındaki tüm sektörlerde canlı hayvan sayısında büyük bir düşüş yaşandı.

Bunun nedeni Ukrayna’nın tarım piyasasının ekonomik olarak liberalleşmesi. İhracat için kanatlı hayvan yetiştirmek diğer çiftlik hayvanlarına göre daha az zaman alıyor, bu nedenle tarım işletmeleri kanatlı hayvanlara yatırım yapıyor. Domuz, inek ve koyun üretimi Ukrayna’da yüzde eksi 7 ile yüzde eksi 25 arasında değişen negatif kar oranlarına sahip. Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, bir diğer faktör de Poroşenko ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iyi bir dostu olan Yuriy Kosyuk’unki gibi büyük kümes hayvanı işletmelerine verilen dev teşvikler.

Nisan 2019 ile Nisan 2020 arasında Ukrayna’daki domuz sayısı yüzde 6 oranında azaldı ve 400 bin domuz kaybedildi. 2020’nin ilk 4 ayında 3500 ton domuz ithal edildi; bir yıl önceki aynı döneme göre 2,3 kat daha az, bu da Kovid karantinasının bir sonucu olarak Ukrayna’nın tüketimindeki düşüşün kayda değer bir göstergesi. Aynı dönemde sadece 900 bin ton domuz ihraç edildi ve bunun yüzde 75’i Ukrayna ile imzalanan özel tarım anlaşmaları kapsamında BAE’ye gitti.

2020-21’de de durum daha iyi değildi. Bu dönemde, domuz dışındaki tüm hayvancılık türlerinde (kümes hayvanları dahil) yüzde 5 ila 6’lık düşüşler yaşandı; burada, domuz konusunda uzmanlaşmış büyük tarım işletmelerinin büyümesi, küçük ölçekli domuz yetiştiriciliğindeki düşüşü telafi etti. Bununla birlikte domuz sayısı sadece yüzde 3,7 oranında arttı. Ayrıca 2021’deki domuz miktarı hala 2019’daki miktardan daha düşüktü, bu da kısa süreli artışın 2020’deki felaket Kovid yılının kayıplarını telafi etmediği anlamına geliyordu.

Önceki başarılı yıllara rağmen, karantina nedeniyle AB’ye tavuk eti ve yumurta ihraç etmenin zorlaşması nedeniyle 2020 yılında kümes hayvanı ihracatı azaldı. AB yerli çiftçilere verdiği desteği artırırken, Ukrayna’nın kendi işletmeleri için aynı şeyi yapmasını yasakladı. Gubriyenko’nun yazdığı üzere Ukraynalı büyük tarım holdinglerinin düşük ücretli Ukraynalılardan oluşan küçük iç pazara tedarik sağlamak gibi bir kaygıları yok; bu da ihracat pazarlarındaki dalgalanmaların Ukrayna tarımı üzerinde olumsuz etkileri olduğu anlamına geliyor.

Süt ürünleri

2020, Ukrayna’nın süt ürünlerinde net ithalatçı olduğu ilk yıl oldu; ilk çeyrekte ihracat yüzde 9,3 azalırken ithalat yüzde 167 arttı. Bu tür hayvan sayısının her yıl yüzde 5-7 oranında azaldığı inek endüstrisindeki düşüşün bir sonucu olarak, karlılığına rağmen süt endüstrisi de zarar gördü. Bu durum aynı zamanda Ukrayna’nın peynir ya da kefir (Doğu Slavları arasında popüler olan fermente bir sütlü içecek) gibi değerli gıda işleme endüstrisinin de gerilemesine yol açıyor. 2019 yılında, yeniden işleme tesislerine giden kişi başına sütte 2018’e kıyasla yüzde 25’lik bir düşüş ya da brüt yüzde 9’luk bir azalma yaşandı. İşleme tesisleri tarafından satın alınan yüksek kaliteli süt miktarı kişi başına yüzde 53 oranında azaldı.

Ukrayna’nın süt endüstrisi, ihracatın bir önceki yıla göre yüzde 40 oranında düştüğü 2018 yılında ciddi bir gerileme yaşamaya başladı. Devlet istatistiklerine göre, 2020’nin ilk 3 ayından sonra Ukrayna, süt ürünlerinde halihazırda net ithalatçı konumundaydı. 2020’nin ilk yarısında Ukrayna’nın süt ihracatı yüzde 9 oranında azalırken, ithalat bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 168 oranında arttı. Süt Üreticileri Birliği’ne göre, 2020’nin ilk 10 ayının ardından süt ihracatı bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 20 azaldı. Devlet istatistiklerine göre, 2020 yılı Ukrayna’nın peynir ithalatı için rekor bir yıl oldu ve önceki yılların iki katından fazla bir rakama ulaştı. Süt ve krema ithalatı ise yüzde 310 oranında arttı.

İnek sayısı 2019’da 2018’e kıyasla yüzde 6,35 oranında azaldı. Ulusal bilim merkezi “Tarım Ekonomisi Enstitüsü”ne göre, Ukrayna’nın süt üretimi 2030 yılına kadar yüzde 123, aile çiftçiliği üretimi ise yüzde 31,1 oranında düşecek. Gubriyenko, ineklerin yakında Ukrayna’da nesli tükenmekte olan hayvanların kırmızı listesine alınması gerekeceğini söyleyerek espri yapıyor.

2021’in ilk çeyreğinde Ukrayna’daki işleme tesislerine giden Ukrayna sütünün miktarı yüzde 12,3 oranında azaldı. Aynı rakam 2019 ve 2020 yıllarında yüzde 9,1 ve yüzde 7,6 oranında azalmıştı. 2020 yılında Ukrayna’daki işleme tesislerine giden sütün sadece üçte biri Ukrayna’dan gelmişti.

Gıda kalitesinde düşüş

Sadece süt endüstrisi gerilemekle kalmadı, satılan sütün kalitesi de düştü. Devlet Tüketici Hizmetleri Dairesi, Ukrayna’da sahte içerikle en çok satılan gıda grubunun süt ürünleri olduğunu belirtti. Gerçek süt içermeyen süt ürünleri sattıkları için süt ürünleri dağıtıcılarına sürekli olarak on milyonlarca grivna ceza kesmek zorunda kalıyorlar. Genelde tereyağı ve peynir gizlice trans doymamış yağ, emülgatörler ve palmiye yağı ile yapılıyor.

Gubriyenko’ya göre bunun bir nedeni, gıda kalitesi üretimini titizlikle denetleyecek devlet organlarının zayıflığı ya da olmaması. Deregülasyon ortamında işletmeler en yüksek kârı elde etmek için ne gerekiyorsa yapıyor; devletin tekelcilikle mücadele komitesi bir süt ürünleri şirketinin yasa dışı gerçek süt olmayan maddeler kullanarak yüzde 100 kâr elde ettiğini açıklamıştı.

Gubriyenko, bu durumun aynı zamanda azalan yerli inek sayısı ve süt üretiminden de kaynaklandığını, sonuç olarak tereyağı gibi süt yoğun ürünler için üreticilerin gerçek sütü daha az sağlıklı ürünlerle takviye etmek zorunda kaldıklarını savunuyor. Süt ürünleri üretimi ve ihracatı, yıllık süt üretimi göz önüne alındığında Ukrayna’da üretilebilecek süt ürünleri miktarını fazlaca aşıyor. Gubriyenko, Ukrayna’nın süt ürünlerinin yüzde 25 ila 502sinin sahte içerikli olduğunu hesaplıyor.

Gıda enflasyonu ve açlık

Küresel gıda güvenliğinin garantörü olarak imrenilecek bir konuma sahip olmasına rağmen Ukrayna’nın devlet istatistiklerine göre gıda fiyatları Ocak-Ekim 2021 döneminde 2020’nin aynı dönemine kıyasla yüzde 10,9 arttı. Yumurta fiyatları yüzde 54, şeker yüzde 69, ekmek yüzde 15 ve ayçiçek yağı yüzde 61 oranında arttı. Bu artış, Ukrayna’nın dünyanın en büyük ayçiçek yağı ihracatçısı olarak bilinen konumuna rağmen gerçekleşti.

Tarım ürünlerinin toplam ihracattaki payı 2018’de yüzde 39 iken 2019’da yüzde 44’e yükseldi fakat bunun hayvancılık üretimindeki artıştan kaynaklanmadığını zaten biliyoruz. Ukrayna’nın en çok ihraç ettiği tarım ürünleri buğday, mısır ve ayçiçek yağı olup, bu ürünlerde Ukrayna küresel ihracat liderleri arasında yer alıyor.

Fiyat deregülasyonunda liberal deneyler

Kanada’nın eski Kiev Büyükelçisi Roman Waschuk, Maydan sonrası Ukrayna’yı “ideal dünya deneyleri için bir laboratuvar” olarak nitelendirmişti. Bu deneylerden biri de fiyat düzenlemesi alanındaydı. 2016’da gıda fiyatlarının devlet tarafından düzenlenmesi geçici olarak iptal edildi ve 2017’de bu rejim kalıcı hale getirildi. Dönemin liberal, batı taraftarı başbakanı Vladimir Groysman bunu, devlet düzenlemesinin kendi başına etkisiz olduğunu ve zaten fiyat artışlarını durdurmadığını söyleyerek açıkladı.

Pancar çorbası faciası

2018 yılında, ortalama Ukraynalılar tarafından milli çorba yemekler arasında en çok tüketilen sebze ürünlerinin fiyatını ölçen “pancar çorbası (borş) sepeti”nin fiyatı beş kat arttı. Ocak-Ekim 2019 döneminde ithal edilen lahana, havuç ve kırmızı biber miktarı 2018’in aynı dönemine kıyasla yüzde 20 ila 30 oranında arttı. Domates ithalatı yüzde 15, salatalık ithalatı ise yüzde 38 oranında arttı. Soğan ithalatı ise 26 kat arttı. En kötü vaziyet patates üretiminde yaşandı: Ukrayna Haziran-Ekim 2019 döneminde 2018’in aynı dönemine kıyasla 700 kat daha fazla patates ithal etti. Bu ürünler çoğunlukla Belarus ve Rusya’dan ithal edildi. Gubriyenko, patates üretimindeki düşüşü Ukrayna’nın çiftçi pazarlarına getirdiği ve Herson oblastındaki küçük çiftçilerin protestolarına yol açan Kovid karantina kısıtlamalarına bağlıyor.

Devlet istatistiklerini özetleyen analiz şirketi EastFruit, “pancar çorbası sepetindeki” enflasyonist eğilimler hakkında şunları yazıyor:

“Havucun toptan satış fiyatları geçen yıla göre iki kat, soğan fiyatları iki buçuk kat, beyaz lahana fiyatları üç kat ve sofralık pancar fiyatları da üç kat daha yüksek. Yani, pancar çorbası sebzelerinin ortalama fiyatları Aralık 2020 başına kıyasla 2,6 kat arttı.”

Gubriyenko’nun sözleriyle, “pancar çorbası ürünlerinin fiyatlarındaki dinamiğe bakılırsa, kutsal Ukrayna yemeği geleneksel bir milli mutfak olmaktan çıkıp seçkin bir gastronomik mutfak haline gelecek”. Bu, en iyi pancar çorbası tarifleri üzerine internette yaşanan kavgalar da dahil olmak üzere “pancar çorbası hazırlamanın tarihi ve gelenekleri” adlı bir TV dizisine sponsor olan hükümetin milliyetçi histerisinin ardındaki rahatsız edici hakikat. Ukrayna’nın resmi Twitter hesabı, pancar çorbasının Rusya’ya değil Ukrayna’ya özgü bir yemek olarak kabul edilmesi için sık sık online saldırılar düzenliyor ve konuyu UNESCO’ya kadar götürüyor. Bu, malzemelerinin çoğunun ithal olmasına, hatta Belarus ve Rusya gibi “düşman ülkelerden” gelmesine rağmen durum böyle.

Gubriyenko, pancar çorbasının maliyetinin artmasının ardındaki en önemli etkenin Ukrayna’nın tüm malzemeleri ithal etmeye bağımlı olması olduğunu düşünüyor. Ukrayna, AB’nin olağan ürünlerinin yanı sıra ABD ve Norveç’ten domuz eti, Özbekistan ve Meksika’dan da soğan ithal ediyor. Bu ürünleri çok uzaklardan ithal etmek tek başına fiyatı artırıyor. Buna ek olarak Ukrayna’nın en büyük patates tedarikçisi, ABD’ye “Batı medeniyetinin ileri karakolu” olarak değerini göstermenin bir yolu olarak sürekli çatışmaya çalıştığı Belarus.

2020 yılında küçük Arnavutluk bile Ukrayna’ya lahana tedarikinde mutlak liderdi. Arnavutluk Ukrayna’ya 425 milyon dolar değerinde lahana ihraç ederek Ukrayna’nın ithalat ihtiyacının yüzde 90’ını karşıladı. Ukrayna ise bu normal sebzeden sadece 116 milyon dolar değerinde ihraç etti.

Ukrayna, 2020 yılında ihraç ettiğinden 1377 kat daha fazla patates ithal etti. “Otoriter Belarus” lider oldu; tesadüf değil, küçük ve orta ölçekli çiftçilere oldukça gelişkin bir kamu yardımı sistemine sahip.

Ukrayna’nın patates sıkıntıları, AB ile olan sömürü ilişkisine de ışık tutuyor. Mayıs 2020’de, sadece patates kızartması yapımında kullanılan (Kovid karantinaları nedeniyle o dönemde satılamayan) Hollanda patateslerinin, AB’de yasa dışı olan normal patates olarak tüketilmek üzere Ukrayna’ya gönderildiği ortaya çıktı. Ukrayna’da Ukrayna patatesleriyle aynı fiyata satıldılar. Eğer bu olmasaydı, bu patatesler imha edilmiş olacaktı.

Ukrayna en azından makul miktarlarda havuç ihraç etse de yine de 3 kat daha fazla havuç ithal ediyor. Daha da kötüsü bu ithalatı çoğunlukla yüksek ücretli AB ülkelerinden yapıyor, yani AB tüketicileri ucuz Ukrayna havucu alırken, yoksul Ukraynalı tüketiciler temel gıda ürünlerine yüksek AB fiyatları ödemek zorunda kalıyor. Pancar çorbasının ana maddesi olan pancarda durum çok kötü; Ukrayna hiç pancar ihraç etmiyor ve 40 milyon dolar değerindeki pancarı, çiftlikleri işsizlikten kaçan Ukraynalı göçmen işçilerle dolu olan İtalya’dan ithal ediyor. Ukrayna’nın verimli toprakları ve kabiliyetli işçileri var ama tarım ürünlerini yurt dışından alıyor.

Ukrayna’da özellikle yoksullar için temel bir gıda olan karabuğday üretiminde de durum kötü. Ukrayna 2019’un ilk yarısında ihraç ettiğinin iki katı kadar ithalat yaptı ve bu ürüne ayrılan ekili alan miktarı 2018’e kıyasla yüzde 10 azaldı. Büyük miktarlarda mısır ve buğday ihraç eden Ukrayna’nın tüm tahıl ve hububat ithalatı 2018 yılında 2,4 kat arttı.

Domuz cephesinin çöküşü

Salo — iyileştirilmiş domuz yağı — Ukrayna’nın milli yemeği olmak için adaylar arasında. Ne yazık ki 2018 yılı domuz eti ve salo ithalatı için rekor bir yıl oldu ve bir önceki yıla kıyasla yüzde 520 oranında arttı. Bu artan domuz eti ithalat talebinden yararlananlar ise her zamanki gibi Ukrayna’nın “Avrupalı müttefikleri” Polonya, Almanya ve Hollanda oldu. Ukrayna’nın 2018’deki domuz eti ihracatı da yüzde 36 oranında azaldı. Durum 2019’da da düzelmedi ve yılın ilk yarısında domuz eti ithalatı yüzde 5 daha arttı. Ukrayna sadece 32 bin ton salo ihraç ederken 30 bin ton ithal etti.

Gubriyenko’dan faydalı bir infografik. Bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla 2019’un ilk yarısında çeşitli gıda ürünlerinin ithalatındaki yüzde artışı gösteriyor. İlk üç sırada yer alan gıdalar yüzde olarak değil, ithalatın kaç kat arttığını gösteriyor.

Salonun durumu 2021’de daha da kötüleşti. O yılın ilk on ayında Ukrayna ürettiğinden dört kat daha fazla salo ithal etti. Gubriyenko, bu milli mutfak ürününün düşüşüne yol açan iki ana süreci izah ediyor. SSCB’nin dağılmasından bu yana geçen 30 yıl boyunca domuz sayısında daimî bir düşüş yaşandı. Düşüşün boyutu muazzam; 1990’da Ukrayna’da 20 milyon domuz vardı, 2021’de ise 5,9 milyon kaldı. Yalnızca 1990’lardaki özelleştirme kaosunda domuz sayısı yüzde 60 azalarak 8,4 milyona düştü. İkinci aşama 2000-2011 yılları arasında kentleşme, göç ve kırsal alanlardaki genel nüfus kaybı nedeniyle domuz sayısının azalması ve bunun sonucunda domuz yetiştiriciliğinin azalması. Üçüncü aşama, tarım holdinglerinin daha hızlı gelişmeye başladığı 2011-2016 yılları arasında. Bu daha yavaş bir düşüş dönemiydi ve domuz stokları 500 bin azaldı. Son aşama ise Yevromaydan darbesinin zaferini ve Ukrayna’nın AB ile serbest ticaret anlaşmasını takip eden 2016-2021 yılları arasındaydı. Tüm iktisadi düzenlemelerin ortadan kalkması ve tüm gücün büyük tarım işletmelerinin eline geçmesiyle, domuz sayısı sadece 5 yıl içinde bir milyondan fazla azaldı.

Gubriyenko, yerli domuz miktarının kritik derecede düşük olması nedeniyle Ukrayna’nın en çok salo işlediği yılların, Ukrayna’nın canlı domuz ithalatının arttığı yıllar olduğunu göstermeye devam ediyor. Başka bir deyişle Ukrayna’nın salo üretimi ithalata bağımlı hale geldi. Ayrıca Gubriyenko, Ukrayna’nın yerel salo fiyat seviyelerinin ithalat seviyelerine nasıl bağımlı hale geldiğini de tartışıyor. Ukrayna’nın borç ve döviz rezervi sorunları düşünüldüğünde bu epey tehlikeli bir durum. Ukrayna’nın 2014 öncesinde, sonrasına kıyasla yılda neredeyse beş kat daha fazla domuz ve salo ithal etmesi dikkat çekici. Her ne kadar Gubriyenko bundan bahsetmese de bunun 2014 yılında IMF’nin sert kemer sıkma tedbirlerinin kabul edilmesinin ardından Ukrayna’ya getirilen ithalat kısıtlamaları, ihracatın çökmesi, yurtiçi alım gücünün düşmesi ve para biriminin devalüe edilmesinden kaynaklanıyor olması mümkün.

Bu domuz kıyametinin ana nedenlerinden biri, Gubriyenko’nun Batılı üreticilerin Ukrayna’nın domuz pazarına yönelik “blitskrieg saldırısı” olarak nitelendirdiği durum. 2009’dan önce Ukrayna’nın domuz ve salo ithalatının yüzde 95’i Güney Amerika’dan yapılıyordu. Ancak 2015 yılına gelindiğinde Ukrayna’nın domuz ürünleri ithalatının yüzde 70’i, salo ithalatının ise yüzde 100’ü AB’den yapılıyordu. Polonya, Almanya, Hollanda ve Kanada ana kaynaklardı; Batı’nın Ukrayna’nın “Avrupa lehine medeniyet seçiminden” istifade etmesinin bir başka yolu, bir taraf için diğerinden çok daha faydalı olan bir seçim. Ukrayna’nın 2020 yılında ithal ettiği 20 milyon dolarlık domuz eti ürününün 6,5 milyon doları Kanada’dan geldi; Kanada bu ürünlerin hiçbirini Ukrayna’dan ithal etmedi, bu da karşılıklı olarak ne kadar faydalı bir ilişkiye sahip olduklarını gösteriyor. Fakat Ukrayna’nın zayıf iç tarımı, ülkeye ihanetin başka biçimlerinin de mümkün olduğu anlamına geliyor; Ukrayna’nın 2021’in ikinci yarısında salo için ana kaynağı Rusya’ydı.

Gıda enflasyonunun sebepleri

Ağustos 2021’de Ukrayna’da gıda fiyatları artmaya devam etti. Gubriyenko bu durumun, gıda fiyatlarının temmuz ayına kıyasla yüzde 1,2 düştüğü küresel eğilimlere zıt olduğuna dikkat çekiyor. Gubriyenko, küresel fiyat eğilimlerinin Ukrayna’daki gıda fiyatlarını neden aşağı çekmediğini merak ediyor, zira hükümet geçmişte gıda fiyat enflasyonunu gerekçelendirirken her zaman küresel fiyat eğilimlerine atıfta bulunuyordu. Gubriyenko, bu durumu “Ukrayna’nın tarımsal süper gücünün paradoksu” olarak nitelendiriyor. Domuz eti, yumurta, süt ve tavuk eti fiyatları ağustos ayının sadece ikinci haftasında yüzde 2 ila 5 oranında arttı. Tüm bunlar, yılın bu döneminde hasadın tamamlanmasıyla tarım ürünü fiyatlarının düşmesi gerektiği gerçeğine rağmen gerçekleşti. Bir bütün olarak gıda fiyat endeksi Ocak-Ağustos 2021 döneminde yüzde 8,6 oranında arttı.

Ukrayna’nın iç gıda piyasasında fiyatlar neden yükselmeyi sürdürüyor? Bunda en önemli gerekçelerinden biri, yerli üretimin azalması ve bunun yerini Kanada gibi uzak ülkelerden ithal edilmek zorunda kalındığı için genellikle daha pahalı olan ürünlerin alması.

Gubriyenko’nun görüştüğü bir uzman, Ukrayna’nın Belarus’un “otoriter insan hakları ihlallerine” duyduğu öfkeyle başlattığı ticaret savaşının oluşturduğu belirsiz siyasi ortamın, küresel eğilimlere rağmen 2021’de üreticilerin gıda fiyatlarını artırmasının sorumlusu olabileceğini savunuyor.

İthalatçı kartelleri de faktörler arasında. Ukrayna’daki süpermarketlerde ayçiçek yağının Polonya’dakinden iki kat daha pahalı olduğu çok tartışılan bir hakikat. Bu da ücretleri Polonya’daki ücretlerden iki-üç kat, AB’deki ücretlerden ise kat kat daha düşük olan Ukraynalıların, AB vatandaşlarının ödediği paradan daha fazla ödediği anlamına geliyor. Ukraynalı haber portalı UNN, tekelcilikle mücadele komitesinin bu sorunu beş yıldır soruşturmasına rağmen herhangi bir karara varamamasının bariz biçimde siyasi maksatlı olduğunu yazıyor. Bu durumu, Ukrayna’nın en büyük tarım şirketi “Kernel”in sahibi ve Ukrayna’nın en zengin 20 adamından biri olan Berevzskiy’in servetiyle ilişkilendiriyorlar.

İthalatçı kartelleri sorunu ayçiçek yağı ile sınırlı değil. Ukrayna İşadamları Birliği, geçen yıl küresel şeker fiyatlarının yüzde 170 ila 190 üzerine çıkan şeker fiyatlarındaki artışın durdurulması için Ukrayna’nın tekelcilikle mücadele komitesine bir mektup gönderdi. Birlik bu durumdan şeker üreticileri ve ithalatçıları arasındaki fiyat kartellerini sorumlu tutuyor ve bu önemli üründeki fiyat artışlarının üretime verdiği zarara dikkat çekiyor.

İthalatından biraz daha fazla ihracat yapmasına rağmen çoğu tarım ürününde olduğu gibi şeker fiyatlarındaki artışta da ithal ikamesi rol oynadı. İhracat 2019’da yüzde 31 ve 2021’de yüzde 2 düşerken, ithalat 2019’da yüzde 5 ve 2021’de yüzde 132 gibi çarpıcı bir oranda arttı. 2021 yılına gelindiğinde Ukrayna, 24 milyon dolar değerinde şeker ihraç ederken 17 milyon dolar değerinde şeker ithal ediyordu.

Bir diğer faktör de enerji enflasyonu. Bu da büyük ölçüde Ukrayna’nın Rusya ile olan kötü ilişkilerinden, ABD’nin Avrupa’nın Amerikan gazı almasını ve Rusya ile daha az ticaret yapmasını sağlamak amacıyla yürüttüğü enerji savaşından kaynaklanıyor. Sonuç olarak Ukrayna, 2021 yılında enerji fiyatları söz konusu olduğunda ilk 5 ülke arasında yer aldı.

Küresel gıda güvenliği ama yerelde açlık

Ukrayna, ayçiçek yağı ve mısır gibi ilkel tarımsal hammaddelerin ihracatında listenin başında yer alırken küresel gıda güvenliği endeksinde 113 ülke arasında 63. sırada yer aldı. Gubriyenko, Ukrayna’yı Somali gibi gıda güvencesi olmayan diğer ülkelerle mukayese ediyor. Bu tür ülkelerde devletin ekonomiye müdahalesi yok, yani tarım yerli tüketicilerin zararına ihracat adına yapılıyor. Büyük tarım şirketlerinin Ukrayna’nın küçük iç pazarını tatmin etmek gibi bir derdi yok. 2021 yılında Ukraynalıların yüzde 85’i ayda 300 dolardan az kazanıyordu.

UNICEF’in yıllık açlık raporları, 2018-20 döneminde Ukraynalıların yüzde 20’sinin (yaklaşık 9 milyon insan), 2019-21 döneminde ise yüzde 22,7’sinin (10 milyon kişi) “orta ve şiddetli gıda güvensizliği” sorunu yaşadığını ortaya koydu; karşılaştırma yapmak gerekirse, Avrupa’daki ortalama puan yüzde 8. Bu da Ukrayna’yı, 2018-20 döneminde nüfusun yüzde 23,5’inin orta ve şiddetli gıda güvensizliğinden muzdarip olduğu Brezilya (2014-16 döneminde Ukrayna’nın durumu Brezilya’dan bile daha kötüydü) ile yaklaşık aynı seviyeye yerleştiriyor. Küresel açlık endeksine göre açlık çeken Ukraynalıların miktarı 2007 ve 2014 yıllarında yüzde 7,2’de kalmış ve 2022 yılında yüzde 7,5’e yükselmişti. Bu oran İran, Özbekistan ve Moğolistan’dan daha yüksek bir seviye.

Yevromaydan nedeniyle gelirlerde ve istihdamda yaşanan düşüş, reel tüketimde de düşüşe yol açtı. Resmi Ukrayna istatistiklerine göre, 2013 yılında Ukraynalıların yüzde 54’ü ayda 280 dolardan az kazanıyordu. 2020’de Ukraynalıların yüzde 85’i ayda 291 dolardan daha az kazanıyordu. Ortalama hane halkı et tüketimi 2013’teki 5,1 kilogram seviyesine ancak 2019’da geri dönebildi; 2015’te 4,6 kilograma kadar düşmüştü.

Humuslu toprak, ölü toprak: Ekolojik bozulma

İşte son üzücü ironi. Küresel gıda güvenliğinin garantörü sadece kendi yurttaşlarını besleyememekle kalmıyor. Dar, ihracata dayalı “mısır ve ayçiçeği cumhuriyeti” ünlü “ultra verimli humuslu toprağını” yok ediyor.

Kaygı verici işaretlerden biri de ekilen tarım arazisi alanındaki azalma. On yılın zirvesine 2013 yılında 28 milyon hektar ekilerek ulaşılmıştı. Bu rakam 2008-09 ve 2014-15 krizleri sırasında 26,8 milyon hektara geriledi. 2020 yılında yaklaşık 24 milyon hektarın ekileceği tahmin edilmişti.

Bununla birlikte ilkel tarımsal hammadde ihracatı hızla artıyor; 2019 yılı tahıl ve bakliyat ihracatında rekor bir yıl oldu. Yerli tüketiciler için yapılan tarım zarar görürken ihracat için yapılan tarım daha önce hiç bu kadar iyi olmamıştı. 2020 yılında çiftçiler yağlık ayçiçeği, mısır ve soyaya ayrılan ekili alanların payını artırırken buğday, sebze, patates ve şeker pancarına ayrılan miktarı azalttı. Tüm bunlar küresel tarım piyasasındaki fiyat eğilimlerinden kaynaklanıyor ve aynı zamanda bu gıda ürünleri için yurt içi fiyat enflasyonunu besliyor.

Ukrayna’daki tarım arazilerinin kalitesi hükümet için bir endişe konusu değil. Kendilerini, Ukrayna’nın humuslu toprağının ancak özelleştirme yoluyla ortaya çıkarılabilecek olağanüstü verimliliğine ilişkin beyanlarla sınırlıyorlar. Toprak kalitesinin korunmasına ilişkin son devlet programı 2008-9 yıllarında oluşturuldu. İddialı hedefleri hiçbir zaman gerçekleştirilemedi. Devlet Kadastro Teşkilatı (Gosgeokadastr) hiçbir zaman Ukrayna’nın tüm tarım arazileri hakkında tam bir veri tabanı toplayamadı. Toprak kalitesi sorunu artık Ukrayna hükümeti tarafından gündeme getirilmiyor.

Ekonomik özgürlükçü İktisadi Kalkınma Bakanı Timofey Milovanov, 2019 yılında Gosgeokadastr’ı tasfiye etme arzusunu beyan etti. Bu amaçla, tarımın serbestleştirilmesi sürecinde Gosgeokadastr’ın “desantralize” edileceği ve kontrolün “yerel topluluklara” verileceği bir yasa tasarısı sunuldu. Bu proje hayata geçirilememiş olsa da Gosgeokadastr oldukça ihmal edilmiş durumda ve tasfiye edilmesi yönündeki fikirler yönetici seçkinler arasında popüler.

Gosgeokadastr, Aralık 2019’dan Ocak 2020’ye kadar 199 tarım arazisi denetimi gerçekleştirdi. Tarım mevzuatının 111 kez ihlal edildiğini tespit etti. Dolayısıyla bu yüzeysel araştırma bile Ukrayna’daki tarım arazilerinin kapitalist tarım tarafından ağır bir şekilde kötü muamele gördüğünü ortaya koymuştu.

Eco-Action adlı STK ve Ukrayna Jeoloji Enstitüsü tarafından 2021 yılında yapılan bir araştırmaya göre, Ukrayna topraklarında tarım holdinglerinin yoğunlaştırılması, ülkenin toprak kalitesi üzerinde kötü etkiler yarattı. Tarımsal işletmelerin artması, Ukrayna’nın ekilebilir arazilerinin yüzde 40’ının mısır, ayçiçeği, kolza tohumu ve soya gibi monokültür tarımla yoğun bir şekilde işlenmesi anlamına geliyor. Bu monokültür ekimlerin payı 2017-2020 yılları arasında yüzde 2,7 oranında, Ukrayna’nın humuslu toprak bulunduran orta ve batı bölgelerinde ise yüzde 6,9 oranında arttı.

Çalışma, tüm bu arazinin, yani Ukrayna’nın ekilebilir kaynaklarının neredeyse yarısının verimsizleşme riski altında olduğunu savunuyor. 2020 yılında Ukrayna’nın tarım arazilerinin yaklaşık yüzde 83’üne tahıl ekilmişti; Ukraynalı bir tarım uzmanının ifadesiyle “bu son derece barbarca, ekilebilir tarım kültürü yok”.

Ukrayna’nın tarım arazilerinin durumuna ilişkin son ayrıntılı veriler, Ukrayna Topraklarını Koruma Devlet Enstitüsü’nün (SIPUS) 2011-2015 yıllarındaki koşullara ilişkin 2018 tarihli raporunda yer alıyor. Raporda şu ifadeler yer alıyor:

“Uzun süreli yoğunlaştırma ve aşırı sürüm, Ukrayna’da toprağın riskli bir duruma gelmesine yol açmıştır. Tarımsal açıdan önemli toprak niteliklerinin azalmasının başlıca nedenleri organik ve mineral gübrelerin yetersiz uygulanması, su ve rüzgâr erozyonu ve güçlü ağır makinelerle aşırı sıkıştırmadır. Ukrayna topraklarında tarım arazilerinin yüzde 57,5’i erozyona maruz kalmaktadır ve bu eğilimler devam etmektedir.”

Raporda ayrıca, uzun vadeli toprak verimliliğinin azalması pahasına hasat boyutlarının artırılması için aşırı azotlu gübre kullanımına da işaret edildi. Rapor, pek çok sorunun gerekçesi olarak Ukrayna’nın tarımsal serbestleşmesini görüyor. Örneğin Ukrayna toprağının zirai kimyasal durumunu analiz etmek için ayrılmış kamu bütçelerinin olmaması. Ya da tarım üreticilerinin topraklarına istediklerini yapmalarına izin veren devlet düzenlemelerinin olmaması.

Ukrayna’da, Ukrayna’yı AB ile kıyas etmek yaygın, fakat genelde okuru Ukrayna’nın “Batılı ortaklarından” gelen tüm talepleri kabul etmeye ikna etmek amacıyla. Gubriyenko da AB ile Ukrayna’yı kıyas ediyor. SIPUS raporunun Almanya’nın tarım sistemini Ukrayna’nınkiyle nasıl olumlu bir şekilde karşılaştırdığını anlatıyor. Almanya’da karmaşık bir toprak düzenleme sistemi var. Tarım üreticileri, toprak kalitesi danışmanlarının tavsiyeleri doğrultusunda belirli ürünleri ekebilir. Bu durum, ürün seçimlerinin toprak kalitesine bakılmaksızın küresel pazarın kaprislerine göre yapıldığı Ukrayna ile tezat oluşturuyor. Buna ek olarak Almanya’da her bir şirketin sahip olduğu tarım arazisi büyüklüğü sınırlı; dolayısıyla çiftçilerin sahip olduğu ortalama tarım arazisi miktarı 20 hektar. Monokültür çiftçileri 5-6 hektarlık araziye sahip olmakla kısıtlanmış. Alman standartlarına göre 400-500 hektar büyük sayılıyor. Ukrayna’da ise büyük tarım holdingleri 300 ila 500 bin hektar araziye sahip.

Ukraynalı zirai ilaç bilimcisi Vadim İvanin bir söyleşisinde, Batı Avrupa ülkelerinde tarım arazilerinin yüzde 50’sinden fazlasının, ABD’de ise yüzde 25’inin ekilmediğini, geri kalanının ise otlatma ve diğer kullanımlara ayrıldığını söylemişti. Bu da toprakların yeterli düzeyde toparlanmasına olanak sunuyor. Ukrayna’da ise arazinin yüzde 90’ı ekiliyor ve neredeyse hiç otlak alan yok. İvanin ayrıca erozyonu önlemek için ormanlık arazi miktarının 12 kat artırılmasını öneriyor; Karpat bölgesi dışında Ukrayna’nın bozkır alanının sadece yüzde 15’i ormanlarla kaplı. AB’de hiçbir ülkede bu oran yüzde 26’dan az değil.

Burada Ukrayna’nın Karpat ormanlarının son yıllarda Avrupalı tomrukçuluk şirketleri tarafından ciddi ölçüde sömürüldüğünü belirtmek gerek. Ukrayna’nın AB ile imzaladığı serbest ticaret anlaşmasındaki yükümlülükleri nedeniyle 2015 yılında ihracat yasağı getirme teşebbüsü AB tarafından gayri meşru bulunmuştu. Ukrayna, Ikea gibi “medeni” Avrupa markaları tarafından kullanılan ucuz kerestenin kaynağı olarak hizmet veriyor. Genel eğilimlerin şaşırtmayan bir örneği.

Bu yazı dizisinin üçüncü bölümünde Kanada’nın rolü ele alınacak.

DÜNYA BASINI

Direnişin dönüşümü: İsrail’e karşı gelişen yeni stratejiler

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Direniş Ekseni’ne yönelik topyekun savaş stratejisinin neden başarısız olmaya mahkum olduğuna odaklanıyor. Makalede Direniş Ekseni’nin direncinin arkasındaki sebeplere ve İsrail’in stratejinin Eksen üzerindeki uzun vadeli etkilerine değiniliyor.

***

Direniş Ekseni: İsrail; İran ve müttefiklerini hafife alıyor

Renad Mansour

Hamas’ın geçen yıl 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırıya karşılık İsrail hükümeti Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bölgesel bir savaş başlattı. İsrail, Gazze’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husileri, Suriye’de Beşar Esad rejimini ve Irak’ta Halk Seferberlik Güçleri’nin (Haşdi Şabi) bir kısmını içeren İran’la müttefik gruplardan oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan ağı özellikle hedef aldı. İsrail, Eksen’e karşı daha önceki girişimlerden çok daha büyük bir ölçekle, bu ağın siyasi, ekonomik, askeri, lojistik ve iletişim altyapısını yok etmeye çalıştı. Ayrıca Eksen’in lider kadrosuna karşı eşi benzeri görülmemiş bir kampanya başlatarak Hamas ve Hizbullah liderleri ile İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) bazı üst düzey komutanlarını öldürdü.

İleri teknolojiyle desteklenen ve mahalleleri, şehirleri dümdüz edip insansızlaştıran topyekûn savaş stratejisiyle desteklenen İsrail saldırısının vahşeti, Ortadoğu’daki güç dengesini önemli ölçüde değiştirecek. Ancak tüm inkâr edilemez askeri üstünlüğüne ve ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’dan aldığı desteğe rağmen İsrail’in Eksen’e ait örgüt ve rejimleri umduğu şekilde ortadan kaldırması pek mümkün görünmüyor. Eksen, üye gruplarının kendi devletleri ve toplumları içinde sürdürdükleri derin bağlantıları kanıtlayan bir uyum yeteneği ve esneklik gösterdi. Dahası, Eksen’i oluşturan bu ulus ötesi ilişkiler, Hamas, Hizbullah ve diğer üye örgütlerin yalnızca bağımsız devlet dışı aktörler veya silahlı isyancı gruplar olarak değil, kalıcı siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik ağların iç içe geçmiş düğümleri olarak anlaşılmasını gerektiriyor.

Bölgesel ve hatta bazen küresel olan bu ağlar, Eksen üyelerinin askeri darbeler, ekonomik çöküşler ve halk ayaklanmaları gibi çeşitli şoklara uyum sağlamasına olanak tanıdı. Örneğin, 2020 Ocak ayında ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani’yi öldürmesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın “maksimum baskı” politikasından kaynaklanan yaptırımlar ve 2019’da birçok Eksen üyesi grubun finansal hesaplarının yok olduğu Lübnan bankacılık krizi gibi ekonomik çöküşler ve çeşitli zamanlarda İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Gazze’de Eksen’in otoritesine meydan okuyan protestolar gibi zorluklara rağmen, Eksen üyeleri ve Eksen genel olarak yerel devletlerinden, toplumlarından ve birbirlerinden aldıkları destekle ayakta kalmayı başardı.

Direniş Ekseni’nin tarihsel direnci, İsrail’in Hamas ve Hizbullah gibi grupları ortadan kaldırmakta zorlanacağını gösteriyor. Büyük olasılıkla İsrail’in topyekûn savaş stratejisi, militan grupların ve devletlerin yeteneklerini zayıflatan ve onları bir süre hayatta kalma moduna zorlayan kısa vadeli taktiksel zaferler getirmeye devam edecek. Ancak grupların toplumsal kökleriyle hesaplaşan siyasi bir çözüm bulunmazsa, Eksen muhtemelen kendisini yerel ve bölgesel düzeylerde yeniden yapılandırmak için ulus ötesi bağlantılarının yanı sıra yerel etki kaynaklarından da yararlanacak. Aslında 7 Ekim’den bu yana Eksen içindeki daha küçük gruplar, ittifaklarını güçlendirmek için bu fırsatı değerlendirdi. İsrail’in saldırılarının yükünü Hamas, Hizbullah ve DMO taşırken, Irak’taki Kataib Hizbullah ve Yemen’deki Husiler gibi gruplar bu kargaşadan yararlanarak güçlü bölgesel aktörler olarak ortaya çıktılar.

UYUM YOLUYLA DİRENİŞ

Bugün var olan Direniş Ekseni, 1980’lerde ilk kurulan ağdan önemli ölçüde farklı. O zamanlar, yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan’da Hizbullah’ı bir güç yansıtma aracı olarak kurdu ve destekledi. Amacı, “devrimi ihraç etmek” ve asimetrik caydırıcılık yoluyla İsrail gibi tehditlere karşı “ileri savunma” yapmaktı. İran bu modeli çeşitli ülkelerde stratejik olarak yeniden uyguladı. Örneğin, Hizbullah’ı kurduğu sıralarda, Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve 2003 sonrası Irak’ta iktidarın ele geçirilmesinde rol oynayan Bedir Tugayları gibi Iraklı Şii grupları da kurdu. İran 1990’larda Filistin İslami Cihat ve Hamas gibi Filistinli grupları destekleyerek nüfuzlarının artmasına yardımcı oldu. Ve 2011 Arap ayaklanmalarının ardından İran, Suriye’de Esad’a ve Yemen’de Husilere desteğini genişleterek bölgesel ağını daha da sağlamlaştırdı.

Bu grupları temelde ayakta tutan şey, yerel yönetim rejimlerine ve toplumsal tabanlarına duydukları derin bağlılık oldu. Bu gruplar kendilerini kendi devletlerinin dokusuna öylesine yerleştirdiler ki Lübnan, Suriye, Irak, İran, Yemen ve Gazze’deki resmi hükümet başkanlarının hepsi ya Eksen’e mensup grupların üyesiydi ya da bu grupların desteğiyle seçildiler. Dahası, gruplar arasındaki ulus ötesi bağlar, şok dönemlerinde önemli bir sigorta poliçesi işlevi gördü.

1992 yılında İsrail, Hizbullah Genel Sekreteri Abbas el-Musavi’yi suikastla öldürdüğünde Eksen için erken bir sınav gerçekleşti. O dönemde büyük bir İsrail gazetesi “Hizbullah ile rahat oyun alanında çatışma dönemi sona erdi” diye ilan etti. Ancak saldırıya rağmen Hizbullah kendini yeniden yapılandırmayı başardı. Lübnan Şii topluluğunu harekete geçirerek yerel destek kazanan Hizbullah, İran’dan mali yardım, askeri eğitim ve stratejik rehberlik sağlayarak gücünü pekiştirdi. Bu sağlam destek ağı, Hizbullah’ın yalnızca toparlanmasını değil, etkisini genişletmesini de sağladı. Şura Konseyi ve Musavi’nin halefi Hasan Nasrallah’ın rehberliğinde Hizbullah sonunda 2000 yılında İsrail’i Lübnan topraklarından çıkarmayı başaracak kadar güçlendi. Bu zafer, 2006’da İsrail ile girilen ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnç gösterdiği savaşla -Arap milisleri için benzeri görülmemiş bir başarı-gücünü artırdı ve Direniş Ekseni’nin yeni ve güçlü bir versiyonunun ortaya çıkmasını sağladı.

Suriye’deki Esad rejimi, iç savaş şeklinde varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığında, Eksen yeni bir sınav verdi. Başlangıçta reform isteyen rejim karşıtı protestoları, Türkiye ve Körfez ülkelerinin desteğini alan ve rejim değişikliği talep eden grupların silahlı ayaklanması takip etti. Ancak Eksen bir kez daha bu krizin üstesinden gelmesini sağlayacak şekilde uyum sağlayabildi. Esad’a kısmen Eksen’in bölge dışındaki devletlerle kurduğu önemli bağlantılar yardımcı oldu: en önemlisi, Rusya Esad’ın imdadına yetişti ve ağ için etkili bir küresel ortak haline geldi. Ancak Esad rejimi diğer Eksen üyelerinin yardımlarından da yararlandı. Süleymani’nin stratejik yönetimi altında Devrim Muhafızları Kudüs Gücü, Iraklı Şii silahlı gruplarla birlikte İran ve Irak’tan Suriye’ye malzeme, silah ve asker taşımak için hayati bir kara köprüsü inşa etmeye başladı. Hizbullah savaşçıları sonunda iç savaşın ön cephelerine konuşlandırıldı ve silahlı ayaklanmanın bastırılmasında önemli bir rol oynadı. (Yerel destekçilerinin muhalefeti nedeniyle başlangıçta Suriye’deki çatışmaya girmekte isteksiz olan Hizbullah, İran tarafından müdahaleye zorlandı). Esad hükümeti çöküşün eşiğine geldiğinde, Hizbullah rejimi korumak ve Şam’da Eksen’e düşman yeni bir rejimin ortaya çıkmasını önlemek için kararlı bir şekilde devreye girdi.

2011 ayaklanmaları aynı zamanda Husilerin Direniş Ekseni’ne resmen entegre olmasına yol açtı. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in devrilmesinin ardından İran’ın desteği, Husilerin yerel bir silahlı gruptan güçlü bir askeri kuvvete dönüşmesinde önemli bir rol oynadı. Mali yardım, ileri teknolojik silahlar ve askeri eğitim desteği sağlayan İran, Husilerin operasyonel yeteneklerini artırmasına yardımcı oldu. Bu destek ve yerel tabanları sayesinde Husiler, 2014’te Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirip Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyona karşı hakimiyetlerini korumayı başardılar.

Direniş Ekseni, askeri saldırıların yanı sıra yaptırımlar şeklinde ekonomik saldırılara da maruz kaldı. Bu yüzyılın ilk yıllarında İran’ın nükleer emelleri ve artan nüfuzu, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonu, İran’a ve Eksen içindeki müttefiklerine karşı yeni yaptırımlar uygulamaya sevk etti. Yaptırımlar, Trump’ın İran nükleer anlaşmasından vazgeçtiği ve maksimum baskı kampanyasını başlattığı 2018’de büyük ölçüde arttı. Bu baskı kısmen İran’ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi ve böylece rejimi önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakmayı amaçlıyordu. Yaptırımlar İran’ın ekonomisini harap etti ama rejimin petrol ticaretini durdurmadı. Tahran bunun yerine petrolünü gayrı resmi piyasalar aracılığıyla satmanın yollarını buldu. Direniş Ekseni’ndeki müttefiklerinin yardımıyla İran, bu pazarları enerji ticareti, askeri operasyonlarının finansmanı ve ABD dolarına erişim için kullandı. Örneğin Irak’ta İran Eksen’deki diğer gruplarla işbirliği yaparak İran petrolünü bu ülke petrolüyle birleştirip Asya ülkelerine sattı. Bu ticaretten elde edilen gelir, İran’ın silah satın alıp bunları bölge genelindeki müttefiklerine göndermesine olanak sağladı. Ayrıca Eksen’e, Çinli petrol alıcıları gibi yeni küresel bağlantılar kazandırdı.

Direniş Ekseni’nin İsrail’in 7 Ekim sonrası Hamas ve Hizbullah’a karşı başlattığı saldırıdan önce karşılaştığı son büyük zorluk Süleymani’nin Ocak 2020’de ABD tarafından öldürülmesiydi. Süleymani Eksen’in kurulmasına yardımcı olmuştu ve fiili lideri olarak üstlendiği rolün yanı sıra yukarıdan aşağıya komuta tarzı, ölümünün İran ve müttefikleri için büyük bir gerileme olduğu anlamına geliyordu. Saldırı Eksen’de şok etkisi yaratmış olsa da -Irak’taki eksen üyesi gruplar yeraltına çekildi- sonuçta Eksen ciddi tehditlerle başa çıkma konusundaki uyum yeteneğini gösterdi.

Süleymani’nin ölümünden sonra Eksen yukarıdan aşağıya İran güdümlü bir ağdan yatay olarak daha entegre bir ittifaka dönüştü. İran Eksen’in stratejik yönünü belirlemede önemli bir rol oynamaya devam etti. Ancak yeni yapı diğer üyelere daha fazla özerklik ve hem Tahran’la hem de birbirleriyle daha bağımsız etkileşim imkânı tanıdı. Yeniden şekillenen Eksen’de Hizbullah’ın lideri Nasrallah önemli bir aracı haline geldi: Süleymani’nin halefi İsmail Kani’ye düzenli olarak stratejik rehberlik sağladı. Kaani, Eksen’i daha resmi ve tutarlı bir kuruma dönüştürmeyi, üyelerini daha fazla kontrol sahibi olmaları ve eşitler olarak faaliyet göstermeleri için güçlendirmeyi amaçladı. (Kani’nin ne Süleymani’nin köklü kişisel bağlantılarına ne de Nasrallah’ın rehberliğini daha da önemli kılan Arapça yeterliliğine sahip olmaması bu hedefe biraz da istemeden yardımcı oldu).

Örneğin Irak’ta Nasrallah ve temsilcisi Muhammed el-Kevserani, Bağdat hükümetinin kilit danışmanları olarak ortaya çıktılar. Süleymani’nin suikastından birkaç ay önce patlak veren ve göstericilerin 2003 sonrası İran müttefiki yönetim rejimine son verilmesini talep ettiği Ekim Ayaklanmasının bastırılmasına yardımcı oldular. Nasrallah ve Kevserani halkın protestolarına karşı rejimi güçlendirmeye yardımcı oldular. Bu dönemde Kevserani ayrıca Hizbullah’ın Irak’taki ekonomik çıkarlarını önemli ölçüde genişleterek Süleymani’nin ölümüyle oluşan boşluğu doldurdu. Bu değişiklikler, her ne kadar olumsuz bir şoktan kaynaklansa da Eksen’i bir kez daha yeniden şekillendirdi.

İSRAİL’İN TOPYEKÛN SAVAŞINA YANIT

Direniş Ekseni’ne önceki tehditler, İsrail’in 7 Ekim saldırısına yanıt olarak başlattığı topyekûn savaşla kıyaslanamaz. Ancak daha önce olduğu gibi, Eksen hayatta kalmak için uyum sağlamak zorunda kaldı. Özellikle de daha yatay bir komuta yapısına geçmeye devam etti ve ulus ötesi bağlantılarını daha da sıkılaştırdı.

İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a karşı savaşı, önceki çatışmalardan çok daha büyük ölçüde, Husiler ve kökleri 1980’lerin Bedir Tugayı’na dayanan ve şu anda Irak’taki Haşdi Şabi ile bağlantılı olan Kataib Hizbullah gibi Eksen içindeki diğer müttefiklerin güçlü tepkisini çekti. Daha önce bu gruplar Orta Doğu’daki çatışmalarda daha geniş dinamiklerin periferisinde yer alıyordu. Ancak geçen yıl içinde hem özerkliklerini hem de bölgesel etkilerini derinleştirdiler.

Örneğin Husiler ilk kez anti-gemi balistik füzelerini kullanarak deniz ticaretini kesintiye uğratmayı başardılar. Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırarak nakliye şirketlerini Afrika’nın etrafından dolaşmaya zorladılar ve bu da dünya çapında enerji, gıda ve tüketim mallarının maliyetlerin artmasına ve gecikmelere yol açtı.

Kataib Hizbullah; Hamas ve Hizbullah saldırıya uğradıkça, bölgesel arenada daha fazla yer almak ve nüfuz kazanmak için adımlar attı. Örgüt, İran’ın vekili olduğu yönündeki yaygın kanılara meydan okuyan bir hareketle Ocak 2024’te Ürdün-Suriye sınırında Kule 22 olarak bilinen ABD askeri karakoluna düzenlediği saldırıda üç ABD askerini öldürdü. Bu eylem, DMO’nun itirazlarına rağmen gerçekleştirildi ve ardından DMO, Kataib Hizbullah’tan ateşkese uymalarını istedi. Saldırı, Eksen’deki üyelerin daha özerk ve inisiyatif sahibi bir karar alma süreciyle hareket ettiğini gösteren yeni yapıyı gözler önüne serdi.

7 Ekim sonrası yeniden yapılanma, Direniş Ekseni’nin bazı üyeleri arasında daha yakın bağlar kurulmasını da teşvik etti. Husiler birkaç yıl boyunca Bağdat’ta tek bir temsilci ile Irak’ta sadece sembolik olarak varlık gösterdiler. Ancak İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a yönelik saldırılarına karşılık olarak Husiler Haşdi Şabi ile işbirliğini derinleştirdi. Bu yoğun işbirliği silah paylaşımı ve ortak operasyonlarda artışa neden oldu ve İsrail’e yönelik saldırı kapasitesinin güçlenmesini sağladı.

Eksen üyeleri, Nasrallah’ın Eylül’deki suikastından sonra sınır ötesinde daha güçlü bir dayanışma gösterdi. Onun ölümünün ardından, Hizbullah’ın elitleri ve aileleri, Esad’ın desteğiyle Suriye üzerinden karayoluyla güney Irak’a göç etti. Süleymani’nin ölümünden sonra Hizbullah Irak’taki ticari faaliyetlerini artırdığı ve altyapı, arazi ve konut komplekslerine yatırım yaptığı için hızla yerleşecek yer buldular. Bu ekonomik bağlantılar Hizbullah’ın elitlerinin Lübnan’da doğrudan ateş hattından uzaklaşmasını sağlarken gelir elde etmeye de devam etmelerini sağladı. Bir kez daha, Eksen’in ulus ötesi bağlantıları, derin zorlukların yaşandığı bir dönemde üyeleri için çok önemli bir can simidi oldu.

HESAP VEREBİLİRLİK İHTİYACI

İsrail elbette Direniş Ekseni’nin ulus ötesi doğasının farkında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin 7 Ekim’e cevaben sadece Hamas’a değil Hizbullah, İran, Esad rejimi ve diğer Eksen üyelerine karşı da farklı yoğunluklarda saldırılar içeren topyekûn savaş stratejisini başlatması tam da bu anlayıştan kaynaklanıyor. Ancak son bir yıldaki eylemleri İsrail’in bu ağın direncini ve uluslararası hukuka uymasa bile bir askeri çözümün diğer ülkelerde toplumsal bir değişim sağlayabileceğini stratejik olarak hafife aldığını ortaya gösteriyor. Geçen yıl, ağın anlamlı ölçüde askeri ve ekonomik zorluklara hala uyum sağlayabildiğini kanıtladı. Üye grupların birçoğu bu yoğun çatışma döneminde yeraltında ya da evlerine yakın kalmaya devam edecek olsa da yine de yerel destekten, ağın bölgedeki diğer üyelerinden ve Rusya ve Çin gibi küresel müttefiklerden yararlanmaya devam edecekler. Ağı tamamen ortadan kaldırmak imkânsız bir görev ve muhtemelen en azından grupların yerleştiği her yerde yıkım, işgal ve yeni devletlerin kurulmasını gerektirir. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve BM nezdinde savaş suçlarıyla itham edilen İsrail gibi bir ülke için bu tür bir çaba, kilit müttefiklerin ve uluslararası toplumun tepkisini çekecektir.

Tarih, İsrail’in askeri eylemlerinin, özellikle de bu eylemler kendi toprakları dışında yapıldığında, kapsamlı bir siyasi çözüm olmaksızın başarıya ulaşmasının pek olası olmadığını gösteriyor. İsrail’in yürüttüğü saldırılar, muhtemelen daha da istikrarsız ve gerçek barışın uzak bir olasılık olduğu bir Orta Doğu yaratacak.

Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri tarafından kınanan İsrail’in sivillere yönelik katliamları sivil toplum için yıkıcı oldu ve Eksen grupları tarafından direniş ideolojilerini beslemek için kullanılıyor. İronik bir şekilde, İran, Irak, Lübnan ve Suriye’deki halklar artık Eksen gruplarının kendi günlük hayatlarını yönetirken hesap verebilirlik talep etmelerini veya reform istemeleri çok daha zor. İsrail’in topyekûn savaşının uzun vadedeki en büyük mağdurları, Eksen üyeleri değil bu siviller olacak.

Bu nedenle, uluslararası aktörler İsrail’in acımasız stratejisini desteklemek yerine, Gazze ve Lübnan’daki kanlı savaşları durduracak bir ateşkesle başlayacak siyasi bir çözüm bulmalı. Bir sonraki adım, bölgedeki güç dinamiklerinin gerçek doğasını dikkate alan daha geniş bir çözümü müzakere etmek üzere eksenle bağlantılı hükümetleri bir araya getirmek olmalı. Böylesi kapsayıcı bir yaklaşım olmaksızın, Orta Doğu’daki bölgesel çatışmalar gelecek nesillerin zararına olacak şekilde devam etmeye mahkumdur.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti

Yayınlanma

Editörün notu: Kazan’da gerçekleşen BRICS+ Zirvesi’ne Batı dışından birçok ülke katıldı ve Alman basını bu zirveye taraflı ve negatif bir yaklaşımla yoğun ilgi gösterdi. Zirveye katılan BM Genel Sekreteri António Guterres, Batı medyasında eleştirilere hedef oldu; hatta görevden alınması istendi. Bu tepkiler, Batı’nın BM’yi kendi “mülkü” olarak görme anlayışını ortaya koyuyor. Dr. Alexander S. Neu, NachDenkSeiten portalında yayımlanan ayrıntılı makalesinde, ABD’de Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasıyla Avrupa’nın geleceğine yönelik kaygılara değiniyor. Trump’ın başkanlığı, ABD-Avrupa ilişkilerini zayıflatabilir, Batı’nın küresel egemenliğini sorgulatabilir. Neu, Avrupa’nın bu gelişmelere hazırlıksız olduğunu ve Almanya’nın stratejik değişime gitmesi gerektiğini vurguluyor.


Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti

Alexander Neu, NachDenkSeiten

11 Kasım 2024

Ekim ayının sonunda Kazan/Rusya’da 16. BRICS+ Zirvesi gerçekleşti. Zirveye, Batı dışındaki 36 ülke katıldı; aralarında üyelik başvurusunda bulunmak isteyen pek çok ülke de vardı. Alman basınında bu zirve hakkında her zamankinden daha yoğun bir şekilde haber yapıldı.

Ne yazık ki, bu haberlerin büyük bir kısmı, artık adeta standart hale geldiği üzere, tarafsızlıktan oldukça uzaktı. Zirvenin Rusya’da, Rusya Devlet Başkanı’nın himayesinde yapılması ve Putin’in bu etkinliği Batı’nın “sözde tecridi” göstermek için kullanması, BRICS’in yine otokratlar cemiyeti olarak kötülenmesi için yeterli bir sebep olarak görüldü.

Zirveye Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri António Guterres de katıldığında ise, Alman medya dünyasında deyim yerindeyse tam anlamıyla bir “kıyamet koptu”.

Yorumlar, BM Genel Sekreteri’ne yönelik en ağır hakaretlerden görevden alınması taleplerine kadar uzandı. Hatta Almanya’nın BM’ye yaptığı mali yardımları azaltması, tamamen kesmesi ya da doğrudan BM’den çekilmesi gerektiği gibi öneriler bile gündeme geldi.

Bu öfke patlaması, Alman basını ve bazı Alman siyasetçilerin BM’ye ve BM’nin temsil ettiği uluslararası hukuk anlayışına bakışını açıkça gözler önüne serdi. Bir zamanlar gerçekten sol bir yayın organı olan ama artık tamamen ahlaki yargılarla dolup taşan TAZ gazetesi, zirveye dair bir yorumunda bu bakışı net bir şekilde özetledi: “Guterres, Birleşmiş Milletler’i itibarsızlaştırıyor; BM Genel Sekreteri, Putin’in davetini kabul etti ve onunla kameralar karşısında sakin bir şekilde poz verdi. Böylece Batı’ya ihanet etmiş oldu.”

Yazının devamında da şöyle deniyordu: “Kazan’da Batı’ya gösterişli bir şekilde kapı gösteriliyor. Ve oradaki tek Batılı temsilci buna sessiz kalıyor.”

Yani şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: António Guterres, BM Genel Sekreteri olarak sadece dünya çapında bir organizasyon olan BM’yi değil, yalnızca “Batı’nın bir temsilcisi” olarak görülüyor.

BRICS Zirvesi’ne katılmasıyla, Guterres “Batı’nın bir temsilcisi” olarak “Batı’ya ihanet etmiş” ve bu nedenle dünya organizasyonunun –ki bu organizasyon anlaşılan o ki Batı’nın mülkü sayılıyor– itibarını sarsmış oluyor. TAZ‘ın uluslararası politika ve uluslararası hukuk konusundaki anlayışı işte bu kadar.

Tesadüf mü bilinmez, ancak TAZ‘ın ve muhtemelen yalnızca onun değil, pek çok Batılı ana akım medya kuruluşunun, siyasi elitlerin ve hatta bazı Batılı STK’ların BM ve onun alt kuruluşlarına “Batı’nın mülkü” gibi yaklaşması, Batı dışındaki ülkeler tarafından da aynı şekilde algılanıyor. Batı dışındaki bu algı ve yaşanan deneyimler, BRICS+ gibi birliğin ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi başka ittifakların kurulmasının en önemli motivasyon kaynaklarından birini oluşturuyor.

BRICS+: Kuruluş motivasyonu nedir?

Batı dışındaki ülkeler, yüzyıllardır süregelen Batı merkezli dünya düzenini ve uluslararası ilişkilerde öncelikle Batı’nın çıkarlarına hizmet eden kurumları ve yapıları giderek daha az kabul ediyor. “Diğer” ülkelerin bu düzene karşı tepkisi her geçen gün daha belirgin ve kendine güvenli hale geliyor. Birleşmiş Milletler ve onun bazı özel kuruluşları, özellikle de merkezi Washington D.C.’de (ABD) bulunan Dünya Bankası ve IMF gibi yapıların kapsamlı bir reforma tabi tutulması ihtiyacı uzun zamandır gündemde.

Bu reformlar, değişen güç dengelerine uygun bir dünya düzeni oluşturmak için artık kaçınılmaz. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve yetkileri ile BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkiler göz önüne alındığında, bu güç dengelerindeki değişiklikleri yansıtacak büyük bir reform potansiyeli bulunuyor. Fakat bu reformların gerçekleşmemesinin sebebi yalnızca Batı’nın üç Daimî Güvenlik Konseyi üyesi (ABD, Fransa ve Birleşik Krallık) değil. Batı dışındaki iki üye (Çin ve Rusya) da küresel Güney ile dayanışma söylemlerine rağmen, kendi ayrıcalıklarının tehlikeye girmesini istemiyor.

Reformları engelleme motivasyonları, Daimî Güvenlik Konseyi üyelerinin farklı çıkarları kadar çeşitli. Bu çıkar çatışmaları yüzünden oluşan reform tıkanıklığı ve neredeyse tüm Güvenlik Konseyi üyeleri tarafından sürdürülen hukuksuz yaklaşımlar nedeniyle BM ve özel kuruluşlarının itibarı ciddi anlamda zedelenmiş durumda.

Küresel Güney açısından, Batı’nın hâkimiyetine uygun şekilde şekillendirilmiş bu küresel kurumların ve yapıların böyle devam etmesi artık kabul edilebilir değil; dolayısıyla alternatifler aranıyor. İşte bu noktada, Batı’nın temsil edilmediği yeni bölgesel yönetim organizasyonları ortaya çıkıyor.

Bu bölgeler içi ve bölgeler arası organizasyonlar ve ittifaklar, Batı’nın egemen olduğu küresel yönetim organizasyonlarının yerini alarak uluslararası politikayı bölgesel ve hatta bölgeler arası düzeyde şekillendirme iddiası taşıyor.

Bunun mantıksal sonucu, dünyada kurumsallaşmış bir bölünmenin ortaya çıkması oluyor: Bölgesel ve bölgeler arası yönetim organizasyonları, küresel organizasyonların ve onların alt kuruluşlarının yerini kademeli olarak alıyor.

BRICS+ nedir? Yapısı ve temel veriler

BRICS+ her ne kadar Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi resmi bir organizasyon olmasa da yani kendine ait sabit bir organizasyon yapısına ve kurumsal bir merkezine sahip olmasa da yalnızca işbirliği yapan bir ülkeler grubu olarak bile önemini küçümsememek gerekiyor.

Üye ülkelerin başkentlerinde dönüşümlü olarak yapılan yıllık zirve toplantıları, hükümetlerin bu ülkeler birliğine büyük bir siyasi önem atfettiğinin önemli bir göstergesi.

BRICS ittifakı, 2006 yılında kuruldu ve kurucu üyeleri Brezilya (B), Rusya (R), Hindistan (I) ve Çin (C) idi, yani BRIC olarak anılıyordu. 2010’da Güney Afrika’nın (S) katılmasıyla BRICS’e dönüştü; böylece ağırlıklı olarak Asya kıtasından (Çin, Rusya ve Hindistan) ve Latin Amerika’dan (Brezilya) temsil edilen bu ittifakta Afrika kıtası da yer alarak, gerçekten bölgeler arası bir ittifak niteliği kazandı.

Bu ülkeler, yükselen pazar ekonomilerine sahip gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanıyor. 2023’te Güney Afrika’daki BRICS Zirvesi’nde 23 ülke üyelik başvurusu yaptı. Ancak zirvede, genişlemeyi derinleşme pahasına hızlandırmamak amacıyla yalnızca altı ülke, 2024 başında üye olmak üzere davet edildi: Mısır, Arjantin, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.

Fakat davet edilen bu ülkelerden yalnızca dördü fiilen katılım sağladı; Arjantin ve Suudi Arabistan çeşitli nedenlerle üyelik süreçlerini ilerletmedi. Bu nedenle, BRICS ismine yeni üyelerin baş harflerini eklemek yerine pratik bir çözüm olarak “Plus” ifadesi tercih edildi ve BRICSplus ya da BRICS+ şeklinde anılmaya başlandı.

BRICS+ ülkeleri, Statista verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’ini (G7 ülkeleri ise dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’una yakın) ve küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 35’ten fazlasını (G7 ülkeleri yaklaşık yüzde 30’unu) temsil ediyor.

BRICS ülkeleri, 2014 yılında, gelişmekte olan ülkelerin talep ettiği etki alanındaki reformların IMF tarafından yavaşlatılmasına yanıt olarak, Çin’de merkezi bulunan alternatif bir “Kalkınma Bankası” ve “Para Fonu” kurmaya karar verdiler.

Sonuç olarak ister bölgesel ister bölgeler arası faaliyet gösteren yönetim organizasyonları olsun, küresel güvenlik sorunlarına dair kararlar alması gereken BM’nin dışında hareket etmeye başlamış durumda.

BM Şartı’na göre (Bölüm 8, Madde 52), askeri önlemler alınmadığı sürece bu durum aslında yasal bir zemine de sahip. Ancak, 1999’dan itibaren BM yetkisi olmaksızın askeri müdahalelerin keyfi olarak yapılması da sıkça görülmeye başlandı.

AB ve NATO, kendilerini küresel güvenliğin koruyucusu olarak ilan eden ve bu rolü üstlenirken dünyanın geri kalanından herhangi bir meşruiyet talep etmeyen, en etkili bölgesel yönetim organizasyonları olarak öne çıkıyor.

Adeta, felç olmuş BM’nin yerine geçmesi gereken kolektif güvenlik sistemleri olduklarını ileri sürerek kendilerini bir tür “alternatif BM” olarak tanımlıyorlar. Ancak, bunu yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece yapıyorlar, zira kısıtlı finansal ve askeri kaynakları verimli kullanmak gerekiyor.

Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, NATO’nun 1999’da Yugoslavya’ya karşı yürüttüğü gayri meşru müdahale ile BM’yi etkisiz bir gözlemci konumuna indirmesidir.

ABD liderliğindeki “Gönüllüler Koalisyonu” tarafından gerçekleştirilen Irak Savaşı ise BM’nin bu dışlanmışlığını kalıcı hale getirdi. Aynı şekilde, AB de kendisini yalnızca üye ülkeleriyle sınırlı kalmayan bir güç olarak görüyor ve bu doğrultuda politika yürütüyor.

Örneğin, Avrupa Komşuluk Politikası olarak adlandırılan ve AB’nin çeperindeki ülkelere nüfuz etmeyi amaçlayan proje, süslü bir dil kullanılsa da aslında net bir güç politikası örneği teşkil ediyor. Alman Federal Meclisi Savunma Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkilinin, bu projenin gerçek niyetini gizlemeksizin “AB’nin, Akdeniz’in güneyine artık daha fazla dikkat göstermesi gerektiğini” ifade ettiği bir demeci hâlâ aklımda. Bu “dikkatin” insani yardım programlarını değil, daha çok güç projeksiyonunu hedeflediği, konuşmanın bağlamından net bir şekilde anlaşılıyordu.

Benzer şekilde, Rusya da Batı’nın uluslararası hukuku kendi keyfine göre kullanma anlayışını benimseyerek, aynı tavrı sergilemeye başladı. 2008 yılında Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya’nın diplomatik olarak tanınması ve son dönemde de Ukrayna’nın doğusundaki bölgelerin zorla ilhak edilmesi bu duruma örnek teşkil ediyor.

Batı’nın tek taraflı olarak “geliştirdiği” uluslararası hukuk, yani devletlerin tam egemenliği ve toprak bütünlüğü gibi küresel istikrarın temel ilkelerinin, Batı’nın çıkarlarına uymadığı sürece Batı dışındaki ülkelere karşı ihlal edilebilir hale gelmesi, beklenmedik sonuçlar doğurdu.

Batı’nın, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini ihlal ederek dış müdahale yoluyla kendi kaderini tayin hakkını ön plana çıkarması, bugün bumerang gibi Batı’ya geri dönüyor; Ukrayna ve Gürcistan örneklerinde olduğu gibi.

Elbette Batı’daki “stratejik düşünürler” –sadece onlar– Yugoslavya’nın durumu ile Gürcistan ve Ukrayna’nın yaşadığı toprak kayıpları arasında herhangi bir hukuki bağlantıyı reddediyor. Ancak, Batı dışındaki ülkelerde bu olaylara ilişkin algı son derece farklı.

BRICS+: ‘Batı’ya karşı’ mı yoksa sadece ‘Batı dışında’ mı?

Batılı siyaset çevrelerinde ve medya kuruluşlarında, BRICS’’ın Batı’ya karşı bir oluşum olduğu yönünde spekülasyonlar yapılıyor, hatta bu iddialar kesin bir gerçekmiş gibi sunuluyor. Ancak bu iddiaların sağlam bir temele dayandığı söylenemez; ne BRICS+ üye ülkelerinin açıklamaları ne de zirvelerden çıkan bildiriler böyle bir amaç güttüğüne dair güvenilir kanıtlar sunuyor.

BRICS+’ın Batı’ya karşı bir yapı olarak yorumlanabilmesi ancak, bu ülkelerin Batı’nın küresel hakimiyet iddiasından bağımsız hareket etmelerini “Batı’ya karşı” bir duruş olarak görmekle mümkün olur. Bu durum, Batı’nın katılmadığı ittifaklar ve çok taraflı toplantılar, Amerikan doları yerine alternatif para birimlerinin kullanılmasına dönük adımlar, Batı’nın üçüncü ülkelere yönelik tek taraflı yaptırımlarına dahil olmama, bu yaptırımları görmezden gelme ya da dolambaçlı yollarla aşma çabaları ve Batı dışındaki ülkelerin askeri işbirlikleri gibi unsurları kapsıyor.

Sahiden de Almanya ve Batı kamuoyuna, BM Şartı’nda güvence altına alınan ülkelerin özgür ve egemen bir şekilde gelişme hakkı “Batı’ya karşı bir hareket” olarak mı sunulmak isteniyor? Bu tuhaf bakış açısı Berlin, Paris, Brüksel ve Washington’da gerçekten hâkimse ve politika belirleyici bir etkiye sahipse, kaçınılmaz olan çok kutuplu dünya düzenine giden yolda zaten halihazırda var olan gerilimler daha fazla çatışma ve zorbalığa yol açabilir.

Özellikle de Donald Trump’ın ABD’deki seçim zaferinin ardından, Almanya ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ve jeoekonomik doktrinlerini ve varsayımlarını köklü bir şekilde gözden geçirmesi artık elzem hale gelmiştir.

Yeni ve eski Donald Trump: Avrupa içim muhtemel sonuçlar

Batı, artık dünyayı ne iktisadi ne askeri ne de demografik açıdan 1990’lar ve 2000’lerdeki gibi mutlak bir şekilde domine edemiyor. Bu güç unsurları her yıl Batı, Avrupa ve Almanya aleyhine zayıflıyor. Bu yüzden, dış politika, dış iktisadi ilişkiler, güvenlik, jeopolitik ve jeoekonomi alanlarında akıllıca bir yeniden yapılanmaya gitmek artık acil bir ihtiyaç.

Bu, değer temelli politikaların ötesine geçerek, reel politik bakış açısıyla stratejik kararlar almayı gerektiriyor. Ancak, önümüzdeki aylarda bu farkındalığın olgunlaşmasını beklemek muhtemelen iyimser bir düşünce.

Siyasette söz sahibi olan “uzmanların” aklına gelen tek çözüm ise basit bir şekilde silahlanmak. Berlin, önümüzdeki aylarda ulusal ve uluslararası krizlerin gerçek zorlukları yerine yeniden seçim ve seçim kampanyası konularına odaklanacak.

Avrupa’nın geri kalanında da pek bir değişiklik olması beklenmiyor. Çünkü Avrupa’daki elitler, adeta tavşanın yılan karşısında donup kalması gibi, gözlerini ABD Başkanı Donald Trump’a dikecek. Bu sırada, transatlantik dünyanın güç potansiyeli daha da azalacak.

ABD, güç kapasitesini bir miktar düşmüş olsa da küresel bir büyük güç –belki de en güçlü büyük güç– seviyesinde korumaya devam edecek ama artık süper güç konumunda olmayacak. Avrupa, AB ve Almanya ise bunu başaramıyor; zira gerçekçi politikalar ve stratejik yetkinlikler konusunda yetersizler. AB’nin, istekler ve zafer umutları yerine, gerçekçi bir analizle Ukrayna-Rusya savaşı için bir ateşkes ya da barış çözümüne bile öncülük edememesi, AB’nin düşen güç potansiyelinin kayda değer bir göstergesi.

Avrupa’nın, AB’nin ve Almanya’nın kendi kendine yarattığı egemenlik eksikliği, yeni ABD Başkanı Trump’ın muhtemelen gerçekçilik temelli bir ateşkes ve hatta sürdürülebilir bir barış çözümü önermesine yol açabilir. Eğer ABD ve Rusya, Avrupa’nın dışında, Ukrayna konusunda bir anlaşmaya varırsa –ki bu ihtimal oldukça yüksek– Avrupa ve AB, son derece utanç verici bir duruma düşecek. Böyle bir ABD-Rusya anlaşmasının sonuçlarını ve yükünü AB ve Avrupa, istemese bile kabullenmek zorunda kalacak.

Ukrayna meselesinin ötesinde, yeni ABD Başkanının küresel değişim sürecini nasıl etkileyeceği de önemli bir soru.

Donald Trump, ABD’yi abartılı güç iddiaları ve belki de askeri araçları kullanarak bir çıkmaza mı sürükleyecek? Yoksa gerekirse AB’yi devre dışı bırakarak veya hatta AB’ye karşı bir politika izleyerek diğer büyük güçlerle anlaşma politikası –yani siyasi pazarlıklar– mı yapacak? Bu, en azından değişen küresel güç dengelerini belli bir ölçüde kabul eden bir yaklaşım olur.

Bu durumda, 21. yüzyıl dünya siyasetinde, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da görülen büyük güçler dengesi anlayışının bir tür yeniden canlanması mümkün mü? Üstelik belki de Avrupa’nın dışında kalarak? Önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda yaşanabilecek gelişmelerin yelpazesi oldukça geniş.

En azından Donald Trump, seçim zaferi büyük oranda kesinleştiğinde, destekçilerine dünyanın geri kalanı için oldukça önemli bir mesaj verdi: “Savaş başlatmayacağım, savaşları sona erdireceğim.” Gerçek sınav ise henüz ortada. Batı dışındaki ülkeler, yeni ABD yönetiminin diplomatik girişimlerini büyük bir merakla izleyecek gibi görünüyor.

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English