Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Tibet’in tarihi: Mütevazı spiritüalizmin ardındaki kölelik ve vahşet düzeni

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama, geçtiğimiz günlerde küçük bir çocuktan “dilini yalamasını” istediği görüntülerinin medyada çıkmasının ardından yoğun tepki gördü. 87 yaşındaki din adamı, daha sonra çocuktan ve ailesinden özür dilediği bir açıklama yaptı. Mazbut bir spiritüalizmle hemhal oldukları zannedilen Tibetli keşişlerin geçmişi hiç de öyle olmadıklarının ispatlarıyla dolu. Çin Halk Cumhuriyeti Tibet bölgesine gelmeden önce sözgelimi din adamlarının sürdürdüğü köleci sistemde çocuk istismarı, tecavüz, işkence ve diğer bir dolu suç oldukça yaygındı. Pekin’in müdahalesinden sonra Tibetli gericiler ABD’den maddi ve lojistik, her anlamda yoğun destek almıştı, Amerikan istihbaratının buna özel programı vardı. Aşağıda bugün Batı’da son derece masumane algılanan Tibet spiritüalizminin kısa bir tarihi var. Makale, Amerikalı Marksist siyaset bilimci Michael Parenti tarafından 2003 yılında kaleme alınarak New Political Science dergisinde yayımlandı. Daha sonra 2007 yılının ocak ayında revize edildi. 26 Aralık 2020’de RedSails.org’da yayımlandı.


Dostane feodalizm: Tibet efsanesi

Michael Parenti

Efendiler ve lamalar için

Dinsel çatışmaların kana bulanmış manzarasının yanında her dinin vaat ettiği iç huzur ve teselli tecrübesi olur, Budizm de bundan fazlası değil. Diğer dinlerin hoşgörüsüz vahşiliğiyle belirgin bir tezat oluşturan Budizm ne fanatik ne de dogmatiktir, ki taraftarları da böyle söyler. Pek çoğu için Budizm bir teolojiden ziyade, bizi doğru yaşam yoluna yönlendirirken içsel bir uyum ve aydınlanmayı teşvik etmeyi amaçlayan meditatif ve araştırmacı bir disiplin. Genel olarak ruhani odak noktası yalnızca kişinin kendisi değil, başkalarının da refahı. Kişi egoist arayışları bir kenara bırakmaya ve tüm insanlar ve şeylerle olan bağlantısına dair daha derin bir anlayış kazanmaya çalışır. “Sosyal olarak angaje Budizm” aydınlanmış bir toplum inşa etmek için bireysel özgürleşmeyi sorumlu sosyal eylemle harmanlamaya çalışır.

Ancak tarihe bakıldığında Budizmin çok sayıda ve çok çeşitli biçimlerinin hepsinin doktriner fanatizmden ve diğer dinlerin karakteristik özelliği olan şiddet ve sömürü arayışlarından arınmış olmadığı görülür. Sri Lanka’da eskiden Budist krallar tarafından yürütülen muzaffer savaşlar hakkında efsanevi ve kutsal sayılan bir tarih var. Yirminci yüzyıl boyunca Budistler Tayland, Burma, Kore, Japonya, Hindistan ve başka bölgelerde birbirleriyle ve Budist olmayanlarla şiddetli çatışmalara girdiler. Sri Lanka’da Budist Sinhalese ve Hindu Tamiller arasındaki silahlı çatışmalar her iki taraftan da çok sayıda cana mal oldu. 1998 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı, dünyanın en şiddetli ve tehlikeli otuz aşırılık yanlısı grubunu listeledi. Bunların yarısından fazlası dinsel, özellikle Müslüman, Yahudi ve Budistti. [2]

Güney Kore’de 1998 yılında Budist Chogye tarikatının binlerce rahibi haftalarca süren meydan muharebelerinde yumruklar, taşlar, bombalar ve sopalarla birbiriyle dövüştü. Yıllık 9,2 milyon dolarlık bütçesi, milyonlarca dolar değerindeki mülkleri ve 1700 keşişi çeşitli görevlere atama ayrıcalığıyla Güney Kore’nin en büyüğü olan tarikatı kontrol etmek için kavga ediyorlardı. Kavgalar ana Budist mabetlerine zarar verdi ve bazıları ağır olmak üzere onlarca keşişin yaralanmasına neden oldu. Kore halkı, hangi taraf kontrolü ele geçirirse geçirsin, “ibadet edenlerin bağışlarını lüks evler ve pahalı arabalar için kullanacağını” düşünerek her iki grubu da beğenmiyor gibiydi. [3]

Her dinde olduğu gibi Budist mezhepler arasındaki veya içindeki çekişmeler genellikle liderlerin yolsuzlukları ve kişisel zaaflarından kaynaklanır. Mesele Japonya’nın Nagano kentinde, 1400 yıldan uzun bir süredir Budist mezheplerine ev sahipliği yapan itibarlı tapınakların yer aldığı Zenkoji’de baş rahip Komatsu ile Tacchu arasında “çirkin bir savaş” patlak verdi. Tacchu rahipleri Komatsu’yu kendi çıkarları için tapınağın adıyla yazı ve çizimler satmakla suçladılar. Ayrıca Komatsu’nun kadınlarla görülme sıklığı da onları dehşete düşürmüştü. Komatsu da liderliğini eleştiren keşişleri tecrit etmeye ve cezalandırmaya çalıştı. Bu çatışma beş yıl kadar sürdü ve yargıya taşındı. [4]

Peki ya Tibet Budizmi? Bu tür çekişmeler için bir istisna değil midir? Peki ya yaratılmasına yardımcı olduğu toplum? Pek çok Budist, 1959’daki Çin baskısından önce eski Tibet’in modern sanayileşmiş toplumu saran egoist yaşam tarzlarından, boş materyalizmden ve yozlaştırıcı ahlaksızlıklardan arınmış, ruhani yönelimli bir krallık olduğunu savunur. Batı basını, seyahat kitapları, romanlar ve Hollywood filmleri Tibet teokrasisini gerçek bir Shangri-La olarak tasvir eder. Dalay Lama’nın kendisi Tibet’te “Budizmin yaygın etkisinin”, “bozulmamış bir çevrenin geniş açık alanlarının ortasında barış ve uyuma adanmış bir toplumla sonuçlandığını”, “özgürlüğün ve huzurun tadına vardıklarını” belirtir. [5]

Tibet’in tarihi okunduğunda ortaya biraz farklı bir tablo çıkıyor. Batılı bir Budist talebesi “Eski Tibet’te dini çatışmalar olağan bir durumdu. Tarih, Tibetli lamalar ve takipçilerinin karşılıklı hoşgörü ve şiddet içermeyen iyi niyetle birlikte yaşadığı Shangri-La imajını yalanlıyor. Gerçekten de durum oldukça farklıydı. Eski Tibet daha çok Karşı Reform’un din savaşları esnasındaki Avrupa’ya benziyordu” diye yazıyor. [6] On üçüncü yüzyılda, İmparator Kubilay Han ilk Büyük Lama’yı yarattı; bu kişi diğer tüm lamalara bir papanın piskoposlarına başkanlık ettiği gibi başkanlık edecekti. Birkaç yüzyıl sonra Çin İmparatoru, 25 yaşında hırslı bir adam olan Büyük Lama’yı desteklemek için Tibet’e bir ordu gönderdi ve daha sonra kendisine tüm Tibet’in hükümdarı Dalay [Okyanus] Lama unvanını verdi.

Kendisinden evvelki iki lama “reankarnasyonu” daha sonra daha sonra geriye dönük olarak selefleri olarak tanınmış ve böylece 1. Dalay Lama 3. Dalay Lama’ya dönüştü. Bu 1. [veya 3.] Dalay Lama’nın kendi mezhebine ait olmayan manastırları ele geçirdiğine ve kendi tanrısallık iddiasıyla çelişen Budist yazılarını yok ettiğine inanılır. Yerine geçen Dalay Lama pek çok metresi olan, arkadaşlarıyla parti yapan ve cisimleşmiş bir tanrıya yakışmayacak şekilde davranarak zevk ve sefa içinde bir yaşam sürdü. Bu suçları yüzünden rahipleri tarafından öldürüldü. 170 yıl içinde, tanınmış ilahi statülerine rağmen, beş Dalay Lama yüksek rahipleri veya diğer saray mensupları tarafından öldürüldü. [7]

Yüzlerce yıl boyunca Tibet’in rakip Budist mezhepleri şiddetli çatışmalara ve yargısız infazlara sahne oldu. 1660 yılında 5. Dalay Lama, Karmapa olarak bilinen yüksek lamasıyla rakip Kagyu mezhebinin kalesi olan Tsang eyaletinde bir isyanla karşı karşıya kaldı. 5. Dalay Lama isyancılara karşı sert bir cezalandırma çağrısında bulunarak, Moğol ordusuna erkek ve kadın soylarını ve bebekleri bile “kayalara çarpan yumurtalar gibi”, yani “onlara ait her türlü izi, hatta isimlerini bile” yok etmelerini emretti. [8]

1792’de pek çok Kagyu manastırına el konuldu ve keşişleri zorla Gelug mezhebine [Dalay Lama’nın mezhebi] sokuldu. “Sarı Şapkalılar” olarak da bilinen Gelug okulu, öğretilerini diğer Budist mezhepleriyle harmanlama konusunda çok az hoşgörü veya isteklilik gösterdi. Geleneksel dualarından birinin sözleriyle:

“Büyük varlıklar, yüksek memurlar ve sıradan insanları

Gelug öğretisini kirleten ve yozlaştıranları

Toz parçacıklarına indirgeyen

Sarı Şapka öğretilerinin vahşi tanrısı, sana şükürler olsun”. [9]

Tibetli bir generalin on sekizinci yüzyıla ait bir anısı, ancak Budistler arasındaki bir dini çatışmalarda olabilecek ölçüde acımasız ve kanlı bir mezhep çatışmasını tasvir eder. [10] Tibet Budizminin Batı’daki günümüz takipçileri, bu çirkin tarihe büyük ölçüde yabancı.

Dinlerin yalnızca şiddetle değil, ekonomik sömürüyle de yakın bir ilişkisi oldu. Aslında, çoğu zaman şiddeti gerekli kılan şey ekonomik sömürüydü. Tibet teokrasisinde de durum böyleydi. Dalay Lama’nın Tibet’e en son liderlik ettiği 1959’a yılına kadar ekilebilir arazilerin çoğu hala serfler tarafından işletilen tımarlar şeklinde örgütlenmişti. Bu mülkler iki toplumsal gruba aitti; zengin laik toprak ağaları ve zengin teokratik lamalar. Eski düzene sempati duyan bir yazar bile “gayrimenkullerin büyük bir kısmının manastırlara ait olduğunu ve bunların çoğunun büyük servetler biriktirdiğini” kabul etmektedir. Servetin çoğu “aktif olarak ticaret, alım satım ve borç para vermeyle” biriktirildi. [11]

Drepung manastırı; 185 tımar arazisi, 25 bin serfi, 300 büyük otlağı ve 16 bin çobanı ile dünyanın en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Manastırların zenginliği az sayıda yüksek rütbeli lamanın elindeydi. Sıradan keşişlerin çoğu mütevazı bir şekilde yaşıyordu ve büyük servetlere doğrudan erişimleri yoktu. Dalay Lama’nın kendisi “1000 odalı, 14 katlı Potala Sarayı’nda zenginlik içinde yaşıyordu”. [12]

Laik liderler de iyi iş çıkardı. Dikkate değer bir örnek, 4 bin kilometrekarelik araziye ve 3 bin 500 serfe sahip olan Dalay Lama’nın meslekten olmayan ekibinin bir üyesi olan Tibet ordusunun başkomutanıydı. [13] Eski Tibet bazı Batılı hayranları tarafından “halkı gönüllü olarak karma yasalarına uyduğu için polis gücüne ihtiyaç duymayan bir ulus” olarak yanlış tanıtılır. [14] Aslında küçük de olsa profesyonel bir ordusu vardı ve bu ordu esas olarak asayişi sağlamak, mülklerini korumak ve kaçak serfleri avlamak üzere toprak ağalarına jandarma olarak hizmet ediyordu.

Genç Tibetli oğlanlar düzenli olarak köylü ailelerinden alınır ve keşiş olarak eğitilmek üzere manastırlara getirilirdi. Oraya vardıklarında ömür boyu bağlanırlardı. Bir keşiş olan Tashì-Tsering, köylü çocukların manastırlarda cinsel olarak kötü muamele görmesinin yaygın olduğunu bildiriyor. Kendisi de dokuz yaşından itibaren defalarca tecavüze uğramış. [15] Manastır mülkleri ayrıca çocukları ev hizmetçisi, dansçı ve asker olarak ömür boyu hizmet etmek üzere alıyordu.

Eski Tibet’te bir tür özgür köylü olarak geçinen az sayıda çiftçi ve belki de tüccar, esnaf ve küçük tüccarlardan oluşan “orta sınıf” aileleri oluşturan 10 bin insan daha vardı. Binlerce kişi de dilencilik yapıyordu. Ayrıca hiçbir şeye sahip olmayan, genellikle ev hizmetçisi olan köleler de vardı. Onların çocukları köleliğe doğuyordu. [16] Kırsal nüfusun çoğunluğu serfti. Kölelerden biraz daha iyi muamele gören serfler, okul ya da tıbbi bakımdan yoksundu. Efendinin topraklarında — ya da manastırın topraklarında — ücret almadan ömür boyu çalışmak, efendinin evlerini tamir etmek, mahsullerini taşımak ve yakacak odunlarını toplamakla yükümlüydüler. Ayrıca talep üzerine hayvan taşımaları ve ulaşım sağlamaları da beklenirdi. [17] Efendileri onlara hangi ürünleri yetiştireceklerini ve hangi hayvanları besleyeceklerini söylerdi. Efendilerinin ya da lamalarının rızası olmadan evlenemezlerdi. Ve sahipleri onları uzak bir yerde çalışmak üzere kiralarsa ailelerinden kolayca ayrılabilirlerdi. [18]

Özgür emek sisteminde olduğu gibi ve köleliğin aksine, derebeylerinin serfin bakımıyla ilgili hiçbir sorumluluğu yoktu ve pahalı bir mülk olarak hayatta kalmasında doğrudan bir çıkarı yoktu. Serfler kendi geçimlerini sağlamak zorundaydı. Yine de köle sisteminde olduğu gibi, efendilerine bağlıydılar ve bu da ne örgütlenebilen ne grev yapabilen ne de piyasa bağlamında işçiler gibi serbestçe ayrılabilen sabit ve kalıcı bir iş gücünü garanti ediyordu. Derebeyleri her iki dünyanın da en iyisine sahipti.

Kendisi de kaçak bir serf olan 22 yaşındaki bir kadın anlatıyor: “Güzel serf kızları genellikle ev sahibi tarafından hizmetçi olarak alınır ve dilediği gibi kullanılırdı”, “Hakları olmayan kölelerdi”. [19] Serfler bir yere gitmek için izin almak zorundaydı. Toprak sahiplerinin kaçmaya çalışanları yakalamak için yasal yetkileri vardı. 24 yaşındaki bir kaçak Çin müdahalesini bir “kurtuluş” olarak görmüştü. Serf olarak sürekli çalışma, açlık ve soğuğa maruz kaldığını ifade etti. Üçüncü başarısız kaçışından sonra derebeyinin adamları tarafından ağzından ve burnundan kan gelene kadar acımasızca dövülmüş. Daha sonra acıyı arttırmak için yaralarının üzerine alkol ve kostik soda döktüklerini iddia ediyor. [20]

Serfler evlendiklerinde vergilendiriliyor, her çocuğun doğumunda ve ailedeki her ölümde vergilendiriliyordu. Bahçelerine bir ağaç diktikleri ve hayvan besledikleri için vergilendiriliyorlardı. Dini bayramlarda, halka açık dans eder ve davul çalarlarsa, hapse gönderilirler ve serbest bırakılırlarsa vergilendiriliyorlardı. İş bulamayanlardan işsiz kaldıkları için vergi alınıyor, iş aramak için başka bir köye gittiklerinde ise yol vergisi ödüyorlardı. İnsanlar ödeyemediklerinde, manastırlar onlara yüzde 20 ila 50 faizle borç para veriyordu. Bazı borçlar babadan oğula toruna geçiyordu. Borcunu ödeyemeyenler köleliğe atılma riskiyle karşı karşıya kalıyordu. [21]

Teokrasinin dini öğretileri sınıflı düzene payende oluyordu. Yoksullara ve acı çekenlere, önceki yaşamlarındaki kötü davranışları yüzünden başlarına bu belaları getirdikleri öğretiliyordu. Bu nedenle mevcut varoluşlarının sefaletini karmik bir kefaret olarak ve bir sonraki yaşamlarında durumlarının düzeleceği beklentisiyle kabullenmeleri gerekiyordu. Zenginler ve güçlüler iyi talihlerini geçmiş ve şimdiki yaşamlarındaki erdemlerinin bir ödülü ve somut bir kanıtı olarak görüyorlardı.

Tibetli serfler, kendi baskılarına karşı kör olan batıl inançlı kurbanlardan daha fazlasıydı. Gördüğümüz gibi, bazıları kaçtı; diğerleri açık açık direndi ve bazen korkunç sonuçlara katlandı. Feodal Tibet’te işkence ve sakatlama — göz oyma, dil çıkarma, bağlama ve uzuv kesme dahil — hırsızlara ve kaçan ya da direnen serflere verilen favori cezalardı. [22]

Stuart ve Roma Gelder, 1960’larda Tibet’e yaptıkları bir yolculuk sırasında, bir manastıra ait iki koyunu çalan eski bir köle olan Tsereh Wang Tuei ile görüştüler. Bu yüzden iki gözü oyulmuş ve eli bir daha kullanamayacağı şekilde kesilmişti. Artık Budist olmadığını açıklıyor: “Kutsal bir lama beni kör etmelerini söylediğinde dinin iyi bir şey olmadığını düşündüm”. [23] İnsan canına kıymak Budist öğretilere aykırı olduğundan bazı suçlular şiddetli bir şekilde kırbaçlanır ve ardından dondurucu gecede ölmeleri için “Tanrı’ya havale edilirdi”. Tom Grunfeld, Tibet üzerine yazdığı kitabında “Tibet ile Orta Çağ Avrupası arasındaki paralellikler çarpıcıdır” sonucuna varıyor. [24]

1959 yılında Anna Louise Strong, Tibetli derebeyleri tarafından kullanılan işkence aletlerinin sergilendiği bir sergiyi ziyaret etti. Çocuklar için küçük olanlar da dahil olmak üzere her boyda kelepçeler, burun ve kulakları kesmek, gözleri oymak, elleri koparmak ve bacakları bağlamak için aletler vardı. Kızgın ateşe sokulan damgalar, kırbaçlar ve bağırsakları deşmek için özel aletler vardı. Sergide, hırsızlık nedeniyle kör edilen, sakat bırakılan ya da uzuvları kesilen kurbanların fotoğrafları ve tanıklıkları yer alıyordu. Efendisinin kendisine yuan ve buğday borcu olan ama ödemeyi reddeden bir çoban vardı. O da efendisinin ineklerinden birini çalmış, bu yüzden elleri kesilmiş. Eşinin efendisi tarafından elinden alınmasına karşı çıkan bir başka çobanın da elleri kırılmıştı. Burunları ve üst dudakları kesilmiş komünist aktivistlerin ve tecavüze uğradıktan sonra burnu kesilen bir kadının fotoğrafı vardı. [25]

Tibet’e daha önce gelen ziyaretçiler teokratik despotizm hakkında yorumlarda bulundular. Bir İngiliz olan Dr. A. L. Waddell, 1895’te halkın “keşişlerin dayanılmaz zulmü” ve halkı terörize etmek için uydurdukları şeytani hurafelere marız kaldığını yazmıştı. 1904 yılında Perceval Landon, Dalay Lama’nın yönetimini “baskı makinesi” olarak tanımladı. Aynı tarihlerde bir başka İngiliz gezgin, Yüzbaşı W. F. T. O’Connor, “büyük toprak sahiplerinin ve rahiplerin her birinin kendi egemenlik alanlarında, hiçbir itirazın olmadığı despotik bir güç kullandıklarını”, halkın ise “manastırcılığın ve rahip zanaatının en korkunç şekilde büyümesiyle baskı altında tutulduğu” gözlemini yapıyor. Tibetli yöneticiler “aşağılayıcı efsaneler icat etmiş ve halk arasında batıl inanç ruhunu teşvik ettiler”. 1937’de başka bir ziyaretçi olan Spencer Chapman şöyle yazıyor: “Lamaist keşiş zamanını halka hizmet etmek veya onları eğitmek için harcamaz. […] Yol kenarındaki dilenci keşiş için bir hiçtir. Bilgi manastırların kıskançlıkla korudukları ayrıcalıklarıdır ve manastırların nüfuzlarını ve zenginliklerini arttırmak için kullanılır”. [26] Her ne kadar aksini dilesek de feodal teokratik Tibet Budizmi, Batılı dindaşları tarafından coşkuyla beslenen romantik Shangri-La’dan çok uzaktı.

Sekülerleşme ve maneviyat

Çinli komünistler 1951’de ülkeye girdikten sonra Tibet’e ne oldu? O yıl yapılan anlaşma, Dalay Lama’nın yönetimi altında görünürde özyönetim öngörüyordu ancak Çin’e askeri kontrol ve dış ilişkileri yürütme konusunda münhasır hak tanıyordu. Çinlilere ayrıca “sosyal reformları teşvik etmek için” iç yönetimde doğrudan bir rol verildi. Yaptıkları ilk değişiklikler arasında tefeci faiz oranlarını düşürmek ve birkaç hastane ve yol inşa etmek vardı. Başlangıçta yavaş hareket ettiler ve yeniden yapılanmayı hayata geçirmek için çoğunlukla iknaya güvendiler. Hiçbir aristokrat ya da manastır mülküne el konulmadı ve feodal beyler atalarından bu yana kendilerine bağlı olan köylüler üzerinde hüküm sürmeye devam ettiler. Bir gözlemcinin iddiasına göre, “Batı’daki yaygın inanışın aksine Çinliler, Tibet kültürüne ve dinine saygı göstermeye özen gösterdiler”. [27]

Tibetli efendiler ve lamalar yüzyıllar boyunca Çinlilerin gelip gittiğini görmüş ve Generalissimo Çan Kayşek ve onun Çin’deki gerici Kuomintang yönetimiyle iyi ilişkilere sahip olmuşlardı. [28] Dalay Lama ve Pançen Lama’nın seçimini geçerli kılmak için Kuomintang hükümetinin onayı gerekiyordu. Şu anki 14. Dalay Lama Lhasa’ya ilk kez getirilirken ona yüzyıllardır süregelen geleneğe uygun olarak Çin birliklerinden oluşan silahlı bir eskort ve Çinli bir bakan eşlik ediyordu. 1950’lerin başında Tibetli efendiler ve lamaları üzen şey, bu son Çinlilerin komünist olmasıydı. Komünistlerin kolektivist eşitlikçi planlarını Tibet’e dayatmaya başlamalarının an meselesi olmasından korkuyorlardı.

Mesele 1956-57 yıllarında silahlı Tibetli çetelerin Çin Halk Kurtuluş Ordusu konvoylarını pusuya düşürmesiyle alevlendi. Ayaklanma, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’ndan (CIA) askeri eğitim, Nepal’deki destek kampları ve çok sayıda hava ikmali de dahil olmak üzere kapsamlı yardım aldı. [29] [30] Bu arada Amerika Birleşik Devletleri’nde, CIA tarafından finanse edilen bir paravan kuruluş olan Amerikan Özgür Asya Topluluğu, Dalay Lama’nın en büyük kardeşi Thubtan Norbu’nun aktif bir rol aldığı Tibet direnişini enerjik bir şekilde kamuoyuna duyurdu. Dalay Lama’nın ikinci en büyük kardeşi Gyalo Thondup, 1951 gibi erken bir tarihte CIA ile istihbarat operasyonu oluşturdu. Daha sonra bunu CIA tarafından eğitilmiş bir gerilla birliğine dönüştürdü ve bu birliğe katılanlar paraşütle Tibet’e geri döndü. [31]

CIA’in ülkeye soktuğu Tibetli komando ve casusların çoğu aristokrat ailelerin şefleri ya da şeflerin oğullarıydı. CIA’in bir raporuna göre bunların yüzde 90’ından bir daha haber alınamadı, yani büyük olasılıkla yakalanıp öldürüldüler. [30] Hugh Deane, “Pek çok lama, seçkin tabakanın sıradan mensupları ve Tibet ordusunun büyük bir kısmı ayaklanmaya katıldı ama esas olarak halk katılmayarak ayaklanmanın başarısız olmasını sağladı” diye yazıyor. [32] Tibet üzerine yazdıkları kitapta Ginsburg ve Mathos da benzer bir sonuca varıyor: “Tespit edilebildiği kadarıyla Lhasa’nın ve bitişiğindeki kırsal kesimin sıradan halkının büyük bir kısmı, hem ilk başlarda hem de ilerlediğinde Çinlilere karşı mücadeleye katılmadı”. [33] Nihayetinde direniş dağıldı.

Çinliler 1959’dan sonra her ne kadar yanlışlar yapmış ve yeni baskılar getirmiş olsalar da köleliği ve Tibet’in köle emeğine dayalı serflik sistemini ortadan kaldırdılar. Birçok ezici vergiyi ortadan kaldırdılar, iş projeleri başlattılar ve işsizliği ve dilenciliği büyük ölçüde azalttılar. Laik okullar kurarak manastırların eğitim tekelini kırdılar. Ve Lhasa’da içme suyu ve elektrik sistemleri inşa ettiler. [34]

Heinrich Harrer [daha sonra Hitler’in SS’lerinde çavuş olduğu ortaya çıktı] Tibet’teki tecrübeleri hakkında çok satan bir kitap yazdı ve bu kitap popüler bir Hollywood filmi haline getirildi. Çinlilere direnen Tibetlilerin “ağırlıklı olarak soylular, yarı soylular ve lamalardan oluştuğunu, yollarda ve köprülerde çalıştırılmak gibi en aşağılık işleri yapmak zorunda bırakılarak cezalandırıldıklarını, turistler gelmeden önce kenti temizlemek zorunda bırakılarak daha da aşağılandıklarını” bildirdi. Ayrıca dilenciler ve serseriler için ayrılmış bir kampta yaşamak zorunda bırakıldılar; tüm bunlar Harrer tarafından Çin işgalinin korkunç tabiatının kesin kanıtları olarak ele alınıyor. [35]

1961 yılına gelindiğinde Çinli işgal yetkilileri efendilerin ve lamaların sahip olduğu toprak mülklerini kamulaştırdı. Binlerce dönüm araziyi kiracı çiftçilere ve topraksız köylülere dağıtarak onları yüzlerce komün halinde yeniden örgütlediler. Bir zamanlar soyluların sahip olduğu sürüler, yoksul çobanlardan oluşan kolektiflere devredildi. Hayvancılıkta ıslah çalışmaları yapıldı, yeni sebze çeşitleri ve yeni buğday ve arpa türleri getirildi ve sulama iyileştirmeleri yapıldı; tüm bunların tarımsal üretimde artışa yol açtığı bildirildi. [36] [37]

Pek çok köylü her zamanki gibi dindar kaldı ve din adamlarına sadaka verdi. Ancak çocukken dini tarikatlara alınan keşişler artık manastır hayatından vazgeçmekte özgürdü ve özellikle genç olanlar olmak üzere binlercesi vazgeçti. Geriye kalan din adamları mütevazı devlet maaşları ve dua ayinlerinde, düğünlerde ve cenazelerde görev alarak elde ettikleri ekstra gelirlerle hayatlarını sürdürdüler. [38]

Hem Dalay Lama hem de yardımcısı ve en küçük kardeşi Tendzin Choegyal, “Çin işgalinin sonucu olarak 1,2 milyondan fazla Tibetlinin öldüğünü” iddia etti. [39] Çin baskısından altı yıl önce yapılan 1953 resmi nüfus sayımında Tibet’te ikamet eden tüm nüfus 1 milyon 274 bin olarak kaydedildi. [40] Diğer nüfus sayımları Tibet’teki nüfusu yaklaşık iki milyon olarak gösteriyor. Eğer Çinliler 1960’ların başında 1,2 milyon kişiyi öldürmüş olsalardı, Tibet’in neredeyse tamamı insansızlaştırılmış, ölüm kampları ve toplu mezarlarla dolu bir ölüm tarlasına dönüştürülmüş olurdu ki bu konuda elimizde hiçbir kanıt yok. Tibet’te çok az sayıda bulunan Çin kuvvetleri, tüm zamanlarını başka hiçbir şey yapmadan geçirmiş olsalar bile bu kadar insanı toplayıp, avlayıp yok edemezlerdi.

Çinli makamlar, ceza biçimi olarak kırbaçlama, sakatlama ve uzuv kesme uygulamalarına son verdiklerini iddia ediyor. Ancak kendileri de sürgündeki Tibetliler tarafından gaddarlıkla suçlanıyorlar. Yetkililer, özellikle dini inançlara yönelik zulmün hem Çin’de hem de Tibet’te had safhaya ulaştığı 1966-76 Kültür Devrimi sırasında “hatalar” yaptıklarını kabul ediyorlar. 1950’lerin sonundaki ayaklanmadan sonra binlerce Tibetli hapsedildi. Büyük İleri Atılım sırasında Tibet köylüsüne zorla kolektifleştirme ve tahıl tarımı dayatıldı, bu da bazen üretim üzerinde feci etkiler yarattı. 1970’lerin sonlarında Çin, kontrolleri gevşetmeye başladı ve “önceki yirmi yıl boyunca verilen zararın bir kısmını telafi etmeye çalıştı”. [41]

1980 yılında Çin hükümeti, Tibet’e daha fazla özerklik ve özyönetim vermek üzere tasarlandığı duyurulan reformları başlattı. Tibetlilerin artık özel arazilerini ekmelerine, hasat fazlalarını satmalarına, hangi ürünleri yetiştireceklerine kendileri karar vermelerine ve yak ve koyun beslemelerine izin verilecekti. Dış dünyayla iletişime yeniden izin verildi ve bazı Tibetlilerin Hindistan ve Nepal’deki sürgündeki akrabalarını ziyaret edebilmeleri için sınır kontrolleri gevşetildi. [42] 1980’lere gelindiğinde önde gelen lamaların çoğu Çin ile yurt dışındaki sürgün toplulukları arasında gidip gelmeye başladı, “Tibet’teki manastırlarını restore ederek Budizmin orada yeniden canlandırılmasına ön ayak oldular”. [43]

2007 itibariyle Tibet Budizmi hâlâ yaygın olarak uygulanıyor ve resmi makamlar tarafından hoşgörüyle karşılanıyordu. Hac ziyaretlerine ve diğer standart ibadet biçimlerine ancak sınırlar dahilinde izin veriliyordu. Tüm rahip ve rahibeler dini konumlarını ayrılık ya da muhalefeti körüklemek için kullanmayacaklarına dair bir sadakat yemini imzalamak zorundaydı. Ve Dalay Lama’nın fotoğraflarını sergilemek yasa dışı ilan edildi. [44]

1990’larda Çin’in muazzam nüfusunun yüzde 95’inden fazlasını oluşturan etnik grup olan Hanlar, kayda değer sayılarda Tibet’e taşınmaya başladı. Lhasa ve Shigatse sokaklarında Han kolonizasyonunun izleri kolaylıkla görülebiliyor. Fabrikaları, dükkanların ve satış tezgahlarının çoğunu Çinliler işletiyor. Su arıtma tesislerine ve konutlara harcanması daha iyi olabilecek bütçelerle yüksek ofis binaları ve büyük alışveriş merkezleri inşa edildi. Tibet’teki Çinli kadrolar Tibetli komşularını sıklıkla geri kalmış ve tembel, iktisadi kalkınmaya ve “vatanseverlik eğitimine” muhtaç olarak görüyor. 1990’larda milliyetçi sempati beslediğinden şüphelenilen Tibet hükümeti çalışanları görevlerinden tasfiye edildi ve Dalay Lama’yı itibarsızlaştırmak için bir kez daha kampanyalar başlatıldı. Tibetli bazı şahısların ayrılıkçı faaliyetler yürüttükleri ve “siyasi bozgunculuk” yaptıkları gerekçesiyle tutuklandıkları, hapsedildikleri ve zorla çalıştırıldıkları bildirildi. Bazıları yeterli yiyecek, su ve battaniye olmadan idari gözaltında tutuldu, tehditlere, dayağa ve diğer kötü muamelelere maruz kaldı. [45]

Tibet tarihi, kültürü ve tabii ki dini okullarda göz ardı ediliyor. Tibetçeye çevrilmiş olsa da ders kitapları esas olarak Çin tarihi ve kültürüne odaklanıyor. Çin aile planlaması düzenlemeleri Tibetli aileler için üç çocuk yapmasına izin veriyor [Çin genelinde Han aileleri için yalnızca bir çocuk sınırı ve ilk çocuğu kız olan taşradaki Han ailelerine iki çocuk sınırı var]. Tibetli bir çift üç çocuk sınırını aşarsa, fazla çocuklar devlet destekli kreş, sağlık bakımı, barınma ve eğitimden mahrum bırakılabilir. Bu cezalar düzensiz olarak uygulanıyor ve bölgelere göre değişiyor. [45] Bu çocuk hizmetlerinin hiçbirinin Çin’in idareyi ele geçirmesinden önce Tibetlilere sunulmadığı belirtilmeli.

Zengin lamalar ve laik efendiler için komünist müdahale tam anlamıyla bir felaketti. Çoğu yurt dışına kaçtı, tıpkı kaçışında CIA’den yardım alan Dalay Lama’nın kendisi gibi. Bazıları yaşamak için çalışmak zorunda kalacaklarını dehşet şekilde öğrendi. Ancak birçoğu bu kaderden kurtuldu. Dışişleri Bakanlığı tarafından 1998 yılında yayımlanan belgelere göre, 1960’lar boyunca Tibetli sürgünler CIA’den el altından yılda 1,7 milyon dolar alıyordu. Bu hakikat kamuoyuna açıklandıktan sonra Dalay Lama’nın örgütü, Maocu devrimin altını oymak üzere Tibet’e silahlı sürgün birlikleri göndermek için 1960’lı yıllar boyunca CIA’den milyonlarca dolar aldığını itiraf eden bir bildiri yayımladı. Dalay Lama’nın CIA’den aldığı yıllık ödeme 186 bin dolardı. Hem onu hem de diğer Tibetli sürgünleri Hindu istihbaratı da finanse etti. Kendisinin ya da kardeşlerinin CIA için çalışıp çalışmadığını söylemeyi reddetti. Teşkilat da yorum yapmayı reddetti. [46]

1995 yılında Kuzey Carolina’da yayımlanan News & Observer of Raleigh gazetesi, Dalay Lama’nın gerici Cumhuriyetçi senatör Jesse Helms tarafından kucaklandığını gösteren renkli bir fotoğrafı “Budist, Dindar Sağın Kahramanını Esir Aldı” başlığıyla manşetine taşıdı. [47] Nisan 1999’da Dalay Lama, Margaret Thatcher, Papa 2. John Paul ve ilk George Bush ile birlikte Britanya’yı ziyaret etmekte olan Şili’nin eski faşist diktatörü ve uzun süredir CIA müşterisi olan Augusto Pinochet’nin serbest bırakılması için İngiliz hükümetine çağrıda bulundu. Dalay Lama, Pinochet’nin insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle yargılanmak üzere İspanya’ya gitmeye zorlanmamasını talep etti.

Yirmi birinci yüzyılda ABD Kongresi, National Endowment for Democracy ve CIA’den daha saygın görünen diğer kanallar aracılığıyla Hindistan’daki Tibetlilere yılda 2 milyon dolar ve Tibetli sürgün camiasındaki “demokrasi faaliyetleri” için ek milyonlar tahsis etmeye devam etti. Dalay Lama bu paralara ek olarak finansör George Soros’tan da para aldı. [48]

Dalay Lama, CIA ve çeşitli gericilerle olan ilişkileri ne olursa olsun sık sık barış, sevgi ve şiddetsizlikten söz etti. Kaçtığında henüz 25 yaşında olan Dalay Lama, Tibet’in eski rejiminin suistimallerinden dolayı gerçekten de suçlanamaz. 1994 yılında verdiği bir röportajda, ülkesinde okullar ve yollar inşa edilmesini desteklediğini belirtti. Köylülere uygulanan corvée [zorla ücretsiz serf işçiliği] ve bazı vergilerin “son derece kötü” olduğunu söyledi. Ve insanların bazen nesilden nesile aktarılan eski borçlarla yükümlü tutulmasından hoşnut değildi. [49] Batı dünyasında yaşadığı yarım yüzyıl boyunca, eski Tibet2te pek bilinmeyen insan hakları ve din özgürlüğü gibi kavramları benimsemişti. Hatta Tibet için yazılı bir anayasa ve temsili bir meclis içeren bir demokrasi bile önermişti. [39]

1996 yılında Dalay Lama, sürgündeki cemaat üzerinde tedirgin edici bir etki yaratmış olması muhtemel bir bildiri yayımladı. Bildirinin bir kısmı şöyleydi: “Marksizm ahlaki ilkeler üzerine kuruludur, kapitalizm ise yalnızca kazanç ve karlılığa bakar. Marksizm üretim araçlarının adil kullanımını teşvik eder ve çalışan sınıfların kaderini ve sömürü kurbanlarını önemser. Bu nedenlerden dolayı sistem bana cazip geliyor ve kendimi yarı Marksist, yarı Budist olarak görüyorum”. [50]

Ancak “bolluk içinde yaşayanlara” da güven verici bir mesaj gönderdi: “Zengin olmak iyi bir şeydir… Bunlar hak eden amellerin meyveleridir, geçmişte cömert olduklarının kanıtıdır”. Yoksullara ise şu öğüdü verdi: “Mülk ve servet sahibi olanlara karşı öfkelenmek ve isyan etmek için iyi bir neden yoktur… Olumlu bir tutum geliştirmek daha iyidir”. [51]

2005 yılında Dalay Lama, diğer on Nobel Ödülü sahibi ile birlikte Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi uyarınca, dünyanın her yerinde çalışan insanların kendi çıkarlarını korumak için sendikalar kurma yönündeki “devredilemez ve temel insan hakkını” destekleyen ve geniş çapta duyurulan bir bildiriye imza attı. Bildiride, “Bu temel hak pek çok ülkede yeterince korunmamakta, bazılarında ise açıkça yasaklanmakta ya da acımasızca bastırılmaktadır” denildi. Burma, Çin, Kolombiya, Bosna ve diğer bir dizi ülke en kötü suçlular arasında gösterildi: “Amerika Birleşik Devletleri bile işçilerin sendika kurma ve toplu pazarlık yapma haklarını yeterince koruyamamaktadır. Milyonlarca ABD’li çalışan sendika kurmak için yasal korumadan yoksundur…” [52]

Dalay Lama ayrıca Tibetli rahibelerin eğitim almasını engelleyen kökleşmiş geleneksel engellerin kaldırılmasına da tam destek verdi. Sürgüne vardıklarında çok az rahibe okuma yazma biliyordu. Tibet’te faaliyetlerini gün boyu süren dua ve ilahilere adamışlardı. Fakat kuzey Hindistan’da artık Budist felsefesi okumaya ve eski Tibet’te yalnızca rahiplere açık olan teolojik çalışma ve tartışmalara katılmaya başladılar. [53]

Dalay Lama, 2005’in kasım ayında Stanford Üniversitesi’nde “Şiddetsizliğin Kalbi” konulu bir konuşma yaptı, ancak tüm şiddeti topluca kınamaktan kaçındı. İlerideki acıları azaltmak için yapılan şiddet eylemlerinin kınanmaması gerektiğini söyleyen Lama, İkinci Dünya Savaşı’nı demokrasiyi korumaya yönelik kıymetli bir çaba örneği olarak gösterdi. Peki ya Irak’ta dört yıl süren katliam ve kitlesel yıkım, dünyanın çoğu tarafından — hatta muhafazakâr bir papa tarafından bile — uluslararası hukukun açık ihlali ve insanlığa karşı bir suç olarak kınanan savaş? Dalay Lama kararsızdı: “Irak savaşına doğru ya da yanlış demek için henüz çok erken”. [54] Daha önce ABD’nin Yugoslavya’ya yönelik askeri müdahalesini ve daha sonra da Afganistan’a yönelik askeri müdahalesini desteklemişti. [55] [56] [57]

Feodal teokrasiden çıkış

Shangri-La efsanesine göre, eski Tibet’te insanlar manastır ve laik efendileriyle mutlu ve huzurlu bir ortak yaşam sürüyorlardı. Zengin lamalar ve yoksul keşişler, varlıklı toprak sahipleri ve yoksul serfler, derin bir ruhani ve barışçıl kültürün rahatlatıcı merhemiyle karşılıklı olarak birbirlerine bağlanmışlardı.

Bu, insana G. K. Chesterton ve Hilaire Belloc gibi son dönem muhafazakâr Katolikler tarafından sunulan idealize edilmiş feodal Avrupa imajını hatırlatıyor. Onlar için Orta Çağ Hıristiyan dünyası, kiliselerinin güvenli kollarında, lordlarının az çok iyi niyetli koruması altında yaşayan mutlu köylülerin dünyasıydı. [58] Yine belirli bir kültürü, karanlık maddi tarihinden arındırılmış, idealize edilmiş biçimiyle kabul etmeye davet ediliyoruz. Bu, onu kayırılan sınıf tarafından, ondan en çok istifade edenler tarafından sunulduğu şekliyle kabul etmek anlamına gelir. Tibet’in Shangri-La imgesi, Orta Çağ Avrupa’sının pastoral imgesinden daha fazla tarihsel gerçekliğe oturmuyor.

Tüm acımasız gerçeklikleriyle bakıldığında eski Tibet daha önceki bir kitapta ifade ettiğim görüşü, yani kültürün nötr olmaktan başka bir şey olmadığı görüşünü doğruluyor. Kültür, toplumun ayrıcalıklı bir kesimine geri kalanı için büyük bedeller ödeterek, bir dizi vahim adaletsizliğin meşrulaştırıcı kılıfı olarak işleyebilir. [59] Teokratik feodal Tibet’te egemen çıkarlar, geleneksel kültürü servetini ve iktidarını tahkim etmek için manipüle etti. Teokrasi, karşıt fikir ve eylemleri şeytani etkiyle bir tutuyordu. Derebeyinin üstünlüğü ve köylünün değersizliği genel varsayımını yaymıştı. Zenginler iyi bir yaşamı, yoksullar ise alçak bir varoluşu hak ediyor olarak kabul gördü, tüm bunlar geçmiş yaşamlardan biriken erdem ve erdemsizliğin karmik kalıntılarına dair öğretilerde kodlandı ve Tanrı’nın iradesinin bir parçası olarak sunuldu.

Daha varlıklı lamalar sadece bir şeyi vaaz edip gizlice başka bir şeye inanan ikiyüzlüler miydi? Büyük olasılıkla kendileri için böylesine iyi sonuçlar getiren bu inançlara gerçekten bağlıydılar. Teolojilerinin maddi ayrıcalıklarını böylesine mükemmel bir şekilde desteklemesi, benimsedikleri inancın samimiyetini güçlendiriyordu.

Biz modern seküler dünyanın sakinlerinin, geleneksel anlamda ruhani toplumları karakterize eden mutluluk ve ıstırap, memnuniyet ve örf denklemlerini kavrayamadığımız söylenebilir. Bu muhtemelen doğru ve bazılarımızın neden bu tür toplumları idealize ettiğini açıklayabilir. Ancak yine de oyulmuş bir göz oyulmuş bir gözdür; kırbaç kırbaçtır; ve serflerin ve kölelerin öğütücü sömürüsü, kültürel ambalajı ne olursa olsun acımasız bir sınıf adaletsizliğidir. Her ikisi yan yana var olsa bile, manevi bağ ile insan esareti arasında bir fark söz konusu.

Pek çok sıradan Tibetli, Dalay Lama’nın ülkelerine geri dönmesini istiyor, ancak çok azının onun temsil ettiği toplumsal düzene geri dönülmesini istediği görülüyor. Washington Post’ta 1999 yılında yayımlanan bir haberde Dalay Lama’nın Tibet’te saygı görmeye devam ettiği kaydediliyor, ancak:

“[…] Tibetlilerin çok azı 1959’da kendisiyle birlikte kaçan ve yardımcılarının büyük kısmını oluşturan yozlaşmış aristokrat ailelerin geri dönmesini hoş karşılayacaktır. Örneğin pek çok Tibetli çiftçi, Çin’in toprak reformu sırasında kazandıkları toprakları ailelere teslim etmeye hevesli değil. Tibet’in eski köleleri de eski efendilerinin iktidara dönmesini istemediklerini söylüyorlar. Tibet Budizminin en kutsal yerlerinden biri olan Shigatse’ye her yıl yaptığı hac ziyareti için en iyi kıyafetlerini giyen 67 yaşındaki eski köle Wangchuk, ‘Bu hayatı zaten daha önce bir kez yaşadım’ dedi, Dalay Lama’ya taptığını söyledi ama ekledi: ‘Çin komünizminde hür olmayabilirim ama köle olduğum zamandan daha iyi durumdayım”. [60]

Dalay Lama’nın çocuklukta reenkarne olarak seçilen tek yüksek mevkideki lama olmadığı unutulmamalı. Bir veya daha fazla reenkarne lama veya tulku — tekrar tekrar yeniden doğmak üzere seçilmiş özel saflıkta bir ruhani hoca — çoğu büyük manastıra başkanlık ederken bulunabilir. Tulku sistemi Tibet Budizmine özgüdür. Çok sayıda Tibetli lama reenkarne tulku olduklarını iddia eder.

İlk tulku, ilk Dalay Lama’dan yaklaşık üç asır önce ortaya çıkan ve Karmapa olarak bilinen bir lama. Karmapa, Karma Kagyu olarak bilinen Tibet Budist geleneğinin lideri. Dalay Lama tarafından yönetilen Gelugpa mezhebinin yükselişi, Kagyu ile beş yüz yıl süren ve bugün Tibet sürgün camiası içinde kendini göstermeye devam eden politik-dinsel bir rekabete yol açtı. Bu durumu yaratan Kagyu mezhebinin son otuz beş yılda dünya çapında yaklaşık altı yüz yeni merkez açıp meşhurluk kazanarak büyümesi değil.

Erik Curren, tulku arayışının her zaman bazı Hollywood filmlerinde tasvir edildiği gibi tamamen ruhani bir şekilde yürütülmediğini hatırlatıyor: “Bazen manastır yetkilileri, manastıra daha fazla siyasi nüfuz kazandırmak için güçlü bir yerel soylu aileden bir çocuk istiyordu. Diğer zamanlarda ise, çocuğun yetiştirilmesini etkileyecek çok az kozu olan alt sınıftan bir aileden çocuk istiyorlardı”. Başka durumlarda ise “yerel bir savaş ağası, Çin imparatoru ve hatta Dalay Lama’nın Lhasa’daki hükümeti siyasi sebeplerle kendi tulku seçimini bir manastıra dayatmaya çalışmış olabilir”. [61]

Sürgündeki manastırı Hindistan’ın Sikkim eyaletindeki Rumtek’te bulunan 17. Karmapa’nın seçiminde de böyle bir durum yaşanmış olabilir. 1993 yılında Karma Kagyu geleneğine mensup rahiplerin kendi seçtikleri bir aday vardı. Dalay Lama, birkaç muhalif Karma Kagyu lideriyle birlikte [ve Çin hükümetinin desteğiyle!] başka bir çocuğu destekledi. Kagyu rahipleri, Dalay Lama’nın kendi mezhepleri için bir lider seçme teşebbüsünde bulunarak yetkisini aştığını ileri sürdüler: “Ne siyasi rolü ne de kendi Gelugpa geleneğinde bir lama olarak konumu, ona farklı bir geleneğin lideri olan Karmapa’yı seçme hakkı tanıyordu…” [62] Kagyu liderlerinden birinin ısrarla belirttiği gibi, “Dharma kendin için düşünmektir. Ne kadar saygı duyulan bir hoca olursa olsun, her konuda otomatik olarak bir hocayı takip etmek değildir. Budistler herkesten çok diğer insanların haklarına — insan haklarına ve din özgürlüklerine — saygı göstermelidir”. [63]

Bunu Tibet sürgün camiasında aralıklı isyanlar, gözdağı verme, fiziksel saldırılar, kara listeye alma, polis tacizi, davalar, resmi yolsuzluklar ve Karmapa’nın Rumtek’teki manastırının Gelugpa hizbinin destekçileri tarafından yağmalanması ve zarara uğratılması ile noktalanan on yıllık çatışma izledi. Tüm bunlar en azından bir Batılı dindarın sürgün yıllarının Tibet Budizminin ahlaki yozlaşmasını hızlandırıp hızlandırmadığını merak etmesine neden oldu. [64]

Açık olan şu ki, Tibetli Budistlerin tamamı Dalay Lama’yı teolojik ve ruhani akıl hocaları olarak kabul etmiyor. Kendisinden “Tibet’in ruhani lideri” olarak bahsedilse de pek çok kişi bu unvanı formaliteden biraz daha fazlası olarak görüyor. Bu ona Tibet’in kendi dini ekolü dışındaki dört dini ekolü üzerinde yetki tanımıyor, “tıpkı ABD başkanına ‘hür dünyanın lideri’ demenin ona Fransa veya Almanya’yı yönetme konusunda herhangi bir rol vermemesi gibi”. [65]

Tibetli sürgünlerin tamamı eski Shangri-La teokrasisine hayran değil. Berkeley Kaliforniya’da bir Budist rahiple şifa yöntemleri üzerine çalışan Kim Lewis, rahibin binasında yaşayan ondan fazla Tibetli kadınla uzun uzun konuşma fırsatı buldu. Anavatanlarına geri dönme konusunda ne hissettiklerini sorduğunda aldığı yanıtlar oybirliğiyle olumsuzdu. Lewis, ilk başta bu isteksizliklerinin Çin işgaliyle ilgili olduğunu düşünmüş ama kadınlar hemen aksini söylemişler: “Dört ya da beş erkekle evlenmek zorunda kalmadıkları, neredeyse her zaman hamile olmadıkları ya da kocalarını terk ettikleri için cinsel yolla bulaşan hastalıklarla uğraşmadıkları için son derece minnettar olduklarını” söylediler. Genç kadınlar “eğitim almaktan çok memnundu, herhangi bir dinle kesinlikle alakaları olmasını istemiyorlardı ve Amerikalıların [Tibet konusunda] neden bu kadar saf olduklarını merak ediyorlardı”. [66]

Lewis’in görüştüğü kadınlar, büyükannelerinin onları “bilgelerin eşleri” olarak kullanan keşişlerle yaşadıkları çileli hikayeleri anlattılar. Büyükannelere, keşişlerle yatarak “aydınlanmaya giden yolu” kazandıkları söylenmişti, ne de olsa Buda’nın kendisi de aydınlanmaya ulaşmak için bir kadınla birlikte olmak zorundaydı.

Kadınlar ayrıca Gelugpa mezhebinde sözde ruhani ve perhizkar rahiplerin birbirleriyle yaptıkları “yaygın” seksten de bahsettiler. Anne olan kadınlar, acı bir şekilde Tibet’te manastırın küçük erkek çocuklarına el koymasından bahsettiler. Bir oğlan çocuğu annesi için ağladığında kendisine “Neden onun için ağlıyorsun, o senden vazgeçti, o sadece bir kadın” denildiğini iddia ettiler.

Kaliforniya’da siyasi sığınma hakkı verilen keşişler kamu yardımı için başvuruda bulundular. Kendisi de bir dönem adanmış olan Lewis, evrak işlerinde yardımcı olmuş. Keşişlerin Medicare ile birlikte devletten ayda 550 ila 700 dolar tutarında çek almaya devam ettiklerini gözlemliyor. Ayrıca keşişler güzel döşenmiş dairelerde kira ödemeden ikamet ediyorlar: “Hiçbir fatura ödemiyorlar, faks makineleri, ücretsiz cep ve ev telefonları ve kablolu TV ile birlikte kendilerine sağlanan bilgisayarlarda internete ücretsiz erişebiliyorlar”.

Ayrıca Amerikalı takipçilerinden gelen katkı ve aidatlarla birlikte tarikatlarından aylık ödeme alıyorlar. Bazı adanmışlar keşişler için market alışverişi yapmak, evlerini ve tuvaletlerini temizlemek gibi işleri hevesle yerine getiriyor. Lewis, aynı kutsal adamların “Amerikalıları ‘maddi şeylere olan takıntıları’ nedeniyle eleştirmekte bir sakınca görmediklerini” belirtiyor. [67] Tibet’teki eski feodal teokrasinin sona ermesini memnuniyetle karşılamak, bu ülkedeki Çin yönetimiyle ilgili her şeyi alkışlamak anlamına gelmez. Bu husus bugünün Batı’daki Shangri-La inananları tarafından nadiren anlaşılıyor. Bunun tersi de doğru: Çin işgalini kınamak, eski feodal rejimi romantikleştirmemiz gerektiği anlamına gelmez. Tibetliler mükemmelleştirilmiş ruhaniler ya da masum siyasi semboller olarak değil, gerçek insanlar olarak algılanmayı hak ediyorlar. Tibet’e giden muhalif Çinli gezgin Ma Jian [şu anda Britanya’da yaşıyor] “Onları idealize etmek, insan olduklarını inkâr etmektir” diyor. [68]

Batı’daki Budist takipçileri arasındaki yaygın şikâyet, Tibet’in dini kültürünün Çin işgali tarafından zarar gördüğü. Bir dereceye kadar durum böyle görünüyor. Manastırların çoğu kapalı ve teokrasinin çoğu tarihe karışmış gibi görünüyor. Çin yönetiminin iyileştirme mi yoksa felaket mi getirdiği buradaki temel mesele değil. Asıl soru eski Tibet’in nasıl bir ülke olduğu. İtiraz ettiğim şey, işgal öncesi kültürün sözüm ona bozulmamış ruhani doğası. Eski Tibet hakkındaki mitolojiyi benimsemek zorunda kalmadan yeni bir Tibet için dini özgürlük ve bağımsızlığı savunabiliriz. Tibet feodalizmi Budizme bürünmüştü ama bu ikisi aynı kefeye konulmamalı. Özünde eski Tibet bir Kayıp Cennet değildi. Shangri-La’dan çok uzakta, aşırı ayrıcalıklı ve yoksul, gerici ve baskıcı bir teokrasiydi.

Son olarak, Tibet’in geleceği Çin’in gelişmekte olan serbest piyasa cenneti içinde bir yerde konumlanacaksa, bunun Tibetliler için iyiye işaret olmadığını söyleyelim. Çin yüzde 8’lik göz kamaştırıcı bir ekonomik büyüme oranına sahip ve dünyanın en büyük endüstriyel güçlerinden biri olarak öne çıkıyor. Fakat ekonomik büyümeyle birlikte zengin ile yoksul arasında giderek derinleşen bir uçurum oluştu. Çinlilerin çoğu yoksulluk sınırına yakın ya da çok altında yaşarken yeni palazlanan ufak bir grup kapitalist, şaibeli memurlarla işbirliği yaparak büyük kazançlar elde ediyor. Bölgesel bürokratlar, halktan zorla rüşvet alarak ve yerel hazineleri yağmalayarak ülkeyi kurutuyor. Açgözlü müteahhitler ve rüşvetçi memurların kentlerde ve taşrada halkın zararına arazi gaspı neredeyse her gün yaşanan bir hadise. Ülke genelinde on binlerce halk protestosu ve karışıklık patlak verdi, bunlar genellikle gaddar polis gücüyle karşılandı. Yolsuzluk o kadar yaygın ve o kadar çok yere ulaşmış durumda ki normalde kayıtsız olan ülke liderliği bile bunu fark etmek zorunda kaldı ve 2006’nın sonlarında harekete geçti.

Çin’de şirketlerin hakimiyetindeki “iş bölgelerinde” sendikalaşmaya çalışan işçiler işlerini kaybetme ya da dövülme ve hapsedilme riskiyle karşı karşıya. Milyonlarca iş bölgesi işçisi günde on iki saat asgari ücretle çalışıyor. Sağlık sisteminin özelleştirilmesiyle birlikte milyonlarca kişi için ücretsiz ya da uygun fiyatlı tıbbi tedavi artık mümkün değil. Erkekler iş aramak için kentlere akın ederken kadınlar, çocuklar ve yaşlılarla dolu giderek yoksullaşan bir kırsal kesim bıraktılar. İntihar oranı, özellikle kadınlar arasında dramatik biçimde arttı. [69]

Çin’in doğal çevresi ne yazık ki kirlenmiş durumda. Dillere destan nehirlerinin çoğu ve birçok göl, milyarlarca ton endüstriyel emisyon ve arıtılmamış insan atığı nedeniyle öldü ve durum, geniş çaplı balık ölümlerine yol açtı. Pestisitler ve herbisitler de dahil olmak üzere zehirli atık sular yeraltı sularına ya da doğrudan sulama kanallarına sızıyor. Su yolları boyunca yer alan köylerde kanser oranları bin kat arttı. Yüz milyonlarca kent sakini, endüstriyel büyüme ve son zamanlarda milyonlarca otomobilin eklenmesiyle kirlenen, tehlikeli derecede sağlıksız olarak değerlendirilen havayı soluyor. Her yıl tahminen 400 bin insan hava kirliliği nedeniyle erken ölüyor. Hükümete bağlı çevre teşkilatlarının havayı kirletenleri durdurmak için hiçbir yaptırım gücü yok ve hükümet, genellikle bu tür sorunları görmezden geliyor ya da inkâr ediyor, bunun yerine endüstriyel büyümeye odaklanıyor. [44]

Çin’in kendi bilim kuruluşları, sera gazları engellenmediği takdirde, ülkenin önümüzdeki yıllarda büyük ürün kıtlıklarının yanı sıra feci gıda ve su kıtlıklarıyla karşı karşıya kalacağını bildiriyor. 2006-2007 yıllarında şiddetli kuraklık Çin’in güneybatısını etkisi altına almaya başlamıştı. [70]

Eğer Çin hızlı serbest piyasa kalkınmasının büyük başarı öyküsü ise ve Tibet’in geleceği için bir model ve ilham kaynağı olacaksa, o zaman eski feodal Tibet, hakikaten de olduğundan çok daha iyi görünmeye başlayabilir.


Kaynakça

  • Mick Brown, The Dance of 17 Lives(Bloomsbury 2004).
  • Erik D. Curren, Buddha’s Not Smiling: Uncovering Corruption at the Heart of Tibetan Buddhism Today(Alaya Press 2005)
  • Stuart Gelder and Roma Gelder, The Timely Rain: Travels in New Tibet(Monthly Review Press, 1964).
  • Melvyn C. Goldstein, A History of Modern Tibet 1913-1951(Berkeley: University of California Press, 1989).
  • Melvyn C. Goldstein, The Snow Lion and the Dragon: China, Tibet, and the Dalai Lama(University of California Press, 1995).
  • Felix Greene, A Curtain of Ignorance(Garden City, N.Y.: Doubleday, 1961).
  • Tom Grunfeld, The Making of Modern Tibetrev. ed. (Armonk, N.Y. and London: 1996).
  • Heinrich Harrer, Return to Tibet(New York: Schocken, 1985).
  • Pradyumna P. Karan, The Changing Face of Tibet: The Impact of Chinese Communist Ideology on the Landscape(Lexington, Kentucky: University Press of Kentucky, 1976).
  • Donald Lopez Jr., Prisoners of Shangri-La: Tibetan Buddhism and the West(Chicago and London: Chicago University Press, 1998).
  • Gaby Naher, Wrestling the Dragon (Rider 2004).
  • Anna Louise Strong, Tibetan Interviews(Peking: New World Press, 1959).
  • Lea Terhune, Karmapa of Tibet: The Politics of Reincarnation (Wisdom Publications, 2004)

  1. Shashi Kei, 2019. “Why are Tibetans leaving India when the Dalai Lama is still there?”, Medium. https://medium.com/@kei_shashi/why-are-tibetans-leaving-india-when-the-dalai-lama-is-still-there-52d8e6fa0307
  2. Mark Juergensmeyer, Terror in the Mind of God, (University of California Press, 2000).
  3. Kyong-Hwa Seok, “Korean Monk Gangs Battle for Temple Turf,” San Francisco Examiner, 3 Aralık 1998.
  4. Los Angeles Times, Şubat 25, 2006.
  5. Lopez, s. 205.
  6. Curren, s. 41.
  7. Gelders, s. 119, 123; Goldstein 1995, s. 6-16.
  8. Curren, s. 50.
  9. Stephen Bachelor, “Letting Daylight into Magic: The Life and Times of Dorje Shugden,” Tricycle: The Buddhist Review, 7, 1998.
  10. Tenzin Paljor Dhoring, A True History of the Dhoring Gazhi Family, s. 8.
  11. Karan, s. 64.
  12. Gary Wilson, Worker’s World, 6 Şubat 1997.
  13. Gelders, s. 62, s. 174.
  14. Lopez, s. 9.
  15. Melvyn C. Goldstein, William Siebenschuh, and Tashì-Tsering, The Struggle for Modern Tibet: The Autobiography of Tashì-Tsering(Armonk, N.Y.: M.E. Sharpe, 1997).
  16. Gelders, s. 110.
  17. Goldstein 1989, s. 5.
  18. Strong, s. 15, s. 19-21, s. 24.
  19. Strong, s. 25.
  20. Strong, s. 31.
  21. Gelders, s. 175-176; Strong, s. 25-26.
  22. “The earliest known footage of Tibet” (BBC, 2017-05-26). https://www.bbc.com/news/av/science-environment-40050597
  23. Gelders, s. 113.
  24. Grunfeld, s. 9, s. 7-33; Greene, s. 241-249; Goldstein 1989, s. 3-5; Lopez, N/A.
  25. Strong, s. 91-96.
  26. Gelders, s. 123-125.
  27. Goldstein 1995, s. 52.
  28. Harrer, s. 29.
  29. Kenneth Conboy ve James Morrison, The CIA’s Secret War in Tibet(Lawrence, Kansas: University of Kansas Press, 2002)
  30. William Leary, “Secret Mission to Tibet,” Air & Space, December 1997/Ocak 1998.
  31. Loren Coleman, Tom Slick and the Search for the Yeti(London: Faber and Faber, 1989).
  32. Hugh Deane, “The Cold War in Tibet,” CovertAction Quarterly(Winter 1987).
  33. George Ginsburg ve Michael Mathos, Communist China and Tibet(1964).
  34. Greene, s. 248; Grunfeld, N/A.
  35. Harrer, s. 54.
  36. Karan, s. 36-38, s. 41, s. 57-58.
  37. London Times, 4 Temmuz 1966.
  38. Gelders, N/A.
  39. Tendzin Choegyal, “The Truth about Tibet,” Imprimis(publication of Hillsdale College, Michigan), Nisan 1999.
  40. Karan, s. 52-53.
  41. Elaine Kurtenbach, Associated Pressreport, 12 Şubat 1998.
  42. Goldstein 1995, s. 47-48.
  43. Curren, s. 8.
  44. San Francisco Chronicle, 9 Ocak 2007.
  45. International Committee of Lawyers for Tibet, A Generation in Peril(Berkeley Calif.: 2001)
  46. Jim Mann, “CIA Gave Aid to Tibetan Exiles in 60s, Files Show,” Los Angeles Times, 15 Eylül 1998; New York Times, 1 Ekim, 1998.
  47. Lopez, s. 3.
  48. Heather Cottin, “George Soros, Imperial Wizard,” CovertAction Quarterly 74 (2002).
  49. Goldstein 1995, N/A.
  50. The Dalai Lama in Marianne Dresser (ed.), Beyond Dogma: Dialogues and Discourses(Berkeley, Calif.: North Atlantic Books, 1996).
  51. Nikolai Thyssen, “Oceaner af onkel Tom,” Dagbladet Information, 29 Aralık 2003, (Julius Wilm tarafından Dancadan çevrildi). http://www.information.dk/Indgang/VisArkiv.dna?pArtNo=20031229154141.txt
  52. “A Global Call for Human Rights in the Workplace,” New York Times, 6 Aralık 2005.
  53. San Francisco Chronicle, 14 Ocak 2007.
  54. San Francisco Chronicle, 5 Kasım 2005.
  55. Times of India, 13 Ekim 2000.
  56. Samantha Conti’s report, Reuters, 17 Haziran 1994.
  57. Amitabh Pal, “The Dalai Lama Interview,” Progressive, Ocak 2006.
  58. Gelders, s. 64.
  59. Michael Parenti, The Culture Struggle(Seven Stories, 2006).
  60. John Pomfret, “Tibet Caught in China’s Web,” Washington Post, 23 Temmuz 1999.
  61. Curren, s. 3.
  62. Curren, s. 13, s. 138.
  63. Curren, s. 21.
  64. Erik D. Curren, “Not So Easy to Say Who is Karmapa”, 22 Ağustos 2005. https://www.buddhistchannel.tv/index.php?id=22.1577,0,0,1,0.
  65. Kim Lewis, 14 Temmuz 2004.
  66. Kim Lewis, 15 Temmuz 2004.
  67. Ma Jian, Stick Out Your Tongue(Farrar, Straus & Giroux, 2006).
  68. PBS documentary, China from the Inside, Ocak 2007. https://www.pbs.org/kqed/chinainside/
  69. “China: Global Warming to Cause Food Shortages,” People’s Weekly World, 13 Ocak 2007.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English