DÜNYA BASINI
Tibet’in tarihi: Mütevazı spiritüalizmin ardındaki kölelik ve vahşet düzeni
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama, geçtiğimiz günlerde küçük bir çocuktan “dilini yalamasını” istediği görüntülerinin medyada çıkmasının ardından yoğun tepki gördü. 87 yaşındaki din adamı, daha sonra çocuktan ve ailesinden özür dilediği bir açıklama yaptı. Mazbut bir spiritüalizmle hemhal oldukları zannedilen Tibetli keşişlerin geçmişi hiç de öyle olmadıklarının ispatlarıyla dolu. Çin Halk Cumhuriyeti Tibet bölgesine gelmeden önce sözgelimi din adamlarının sürdürdüğü köleci sistemde çocuk istismarı, tecavüz, işkence ve diğer bir dolu suç oldukça yaygındı. Pekin’in müdahalesinden sonra Tibetli gericiler ABD’den maddi ve lojistik, her anlamda yoğun destek almıştı, Amerikan istihbaratının buna özel programı vardı. Aşağıda bugün Batı’da son derece masumane algılanan Tibet spiritüalizminin kısa bir tarihi var. Makale, Amerikalı Marksist siyaset bilimci Michael Parenti tarafından 2003 yılında kaleme alınarak New Political Science dergisinde yayımlandı. Daha sonra 2007 yılının ocak ayında revize edildi. 26 Aralık 2020’de RedSails.org’da yayımlandı.
Dostane feodalizm: Tibet efsanesi
Michael Parenti
Efendiler ve lamalar için
Dinsel çatışmaların kana bulanmış manzarasının yanında her dinin vaat ettiği iç huzur ve teselli tecrübesi olur, Budizm de bundan fazlası değil. Diğer dinlerin hoşgörüsüz vahşiliğiyle belirgin bir tezat oluşturan Budizm ne fanatik ne de dogmatiktir, ki taraftarları da böyle söyler. Pek çoğu için Budizm bir teolojiden ziyade, bizi doğru yaşam yoluna yönlendirirken içsel bir uyum ve aydınlanmayı teşvik etmeyi amaçlayan meditatif ve araştırmacı bir disiplin. Genel olarak ruhani odak noktası yalnızca kişinin kendisi değil, başkalarının da refahı. Kişi egoist arayışları bir kenara bırakmaya ve tüm insanlar ve şeylerle olan bağlantısına dair daha derin bir anlayış kazanmaya çalışır. “Sosyal olarak angaje Budizm” aydınlanmış bir toplum inşa etmek için bireysel özgürleşmeyi sorumlu sosyal eylemle harmanlamaya çalışır.
Ancak tarihe bakıldığında Budizmin çok sayıda ve çok çeşitli biçimlerinin hepsinin doktriner fanatizmden ve diğer dinlerin karakteristik özelliği olan şiddet ve sömürü arayışlarından arınmış olmadığı görülür. Sri Lanka’da eskiden Budist krallar tarafından yürütülen muzaffer savaşlar hakkında efsanevi ve kutsal sayılan bir tarih var. Yirminci yüzyıl boyunca Budistler Tayland, Burma, Kore, Japonya, Hindistan ve başka bölgelerde birbirleriyle ve Budist olmayanlarla şiddetli çatışmalara girdiler. Sri Lanka’da Budist Sinhalese ve Hindu Tamiller arasındaki silahlı çatışmalar her iki taraftan da çok sayıda cana mal oldu. 1998 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı, dünyanın en şiddetli ve tehlikeli otuz aşırılık yanlısı grubunu listeledi. Bunların yarısından fazlası dinsel, özellikle Müslüman, Yahudi ve Budistti. [2]
Güney Kore’de 1998 yılında Budist Chogye tarikatının binlerce rahibi haftalarca süren meydan muharebelerinde yumruklar, taşlar, bombalar ve sopalarla birbiriyle dövüştü. Yıllık 9,2 milyon dolarlık bütçesi, milyonlarca dolar değerindeki mülkleri ve 1700 keşişi çeşitli görevlere atama ayrıcalığıyla Güney Kore’nin en büyüğü olan tarikatı kontrol etmek için kavga ediyorlardı. Kavgalar ana Budist mabetlerine zarar verdi ve bazıları ağır olmak üzere onlarca keşişin yaralanmasına neden oldu. Kore halkı, hangi taraf kontrolü ele geçirirse geçirsin, “ibadet edenlerin bağışlarını lüks evler ve pahalı arabalar için kullanacağını” düşünerek her iki grubu da beğenmiyor gibiydi. [3]
Her dinde olduğu gibi Budist mezhepler arasındaki veya içindeki çekişmeler genellikle liderlerin yolsuzlukları ve kişisel zaaflarından kaynaklanır. Mesele Japonya’nın Nagano kentinde, 1400 yıldan uzun bir süredir Budist mezheplerine ev sahipliği yapan itibarlı tapınakların yer aldığı Zenkoji’de baş rahip Komatsu ile Tacchu arasında “çirkin bir savaş” patlak verdi. Tacchu rahipleri Komatsu’yu kendi çıkarları için tapınağın adıyla yazı ve çizimler satmakla suçladılar. Ayrıca Komatsu’nun kadınlarla görülme sıklığı da onları dehşete düşürmüştü. Komatsu da liderliğini eleştiren keşişleri tecrit etmeye ve cezalandırmaya çalıştı. Bu çatışma beş yıl kadar sürdü ve yargıya taşındı. [4]
Peki ya Tibet Budizmi? Bu tür çekişmeler için bir istisna değil midir? Peki ya yaratılmasına yardımcı olduğu toplum? Pek çok Budist, 1959’daki Çin baskısından önce eski Tibet’in modern sanayileşmiş toplumu saran egoist yaşam tarzlarından, boş materyalizmden ve yozlaştırıcı ahlaksızlıklardan arınmış, ruhani yönelimli bir krallık olduğunu savunur. Batı basını, seyahat kitapları, romanlar ve Hollywood filmleri Tibet teokrasisini gerçek bir Shangri-La olarak tasvir eder. Dalay Lama’nın kendisi Tibet’te “Budizmin yaygın etkisinin”, “bozulmamış bir çevrenin geniş açık alanlarının ortasında barış ve uyuma adanmış bir toplumla sonuçlandığını”, “özgürlüğün ve huzurun tadına vardıklarını” belirtir. [5]
Tibet’in tarihi okunduğunda ortaya biraz farklı bir tablo çıkıyor. Batılı bir Budist talebesi “Eski Tibet’te dini çatışmalar olağan bir durumdu. Tarih, Tibetli lamalar ve takipçilerinin karşılıklı hoşgörü ve şiddet içermeyen iyi niyetle birlikte yaşadığı Shangri-La imajını yalanlıyor. Gerçekten de durum oldukça farklıydı. Eski Tibet daha çok Karşı Reform’un din savaşları esnasındaki Avrupa’ya benziyordu” diye yazıyor. [6] On üçüncü yüzyılda, İmparator Kubilay Han ilk Büyük Lama’yı yarattı; bu kişi diğer tüm lamalara bir papanın piskoposlarına başkanlık ettiği gibi başkanlık edecekti. Birkaç yüzyıl sonra Çin İmparatoru, 25 yaşında hırslı bir adam olan Büyük Lama’yı desteklemek için Tibet’e bir ordu gönderdi ve daha sonra kendisine tüm Tibet’in hükümdarı Dalay [Okyanus] Lama unvanını verdi.
Kendisinden evvelki iki lama “reankarnasyonu” daha sonra daha sonra geriye dönük olarak selefleri olarak tanınmış ve böylece 1. Dalay Lama 3. Dalay Lama’ya dönüştü. Bu 1. [veya 3.] Dalay Lama’nın kendi mezhebine ait olmayan manastırları ele geçirdiğine ve kendi tanrısallık iddiasıyla çelişen Budist yazılarını yok ettiğine inanılır. Yerine geçen Dalay Lama pek çok metresi olan, arkadaşlarıyla parti yapan ve cisimleşmiş bir tanrıya yakışmayacak şekilde davranarak zevk ve sefa içinde bir yaşam sürdü. Bu suçları yüzünden rahipleri tarafından öldürüldü. 170 yıl içinde, tanınmış ilahi statülerine rağmen, beş Dalay Lama yüksek rahipleri veya diğer saray mensupları tarafından öldürüldü. [7]
Yüzlerce yıl boyunca Tibet’in rakip Budist mezhepleri şiddetli çatışmalara ve yargısız infazlara sahne oldu. 1660 yılında 5. Dalay Lama, Karmapa olarak bilinen yüksek lamasıyla rakip Kagyu mezhebinin kalesi olan Tsang eyaletinde bir isyanla karşı karşıya kaldı. 5. Dalay Lama isyancılara karşı sert bir cezalandırma çağrısında bulunarak, Moğol ordusuna erkek ve kadın soylarını ve bebekleri bile “kayalara çarpan yumurtalar gibi”, yani “onlara ait her türlü izi, hatta isimlerini bile” yok etmelerini emretti. [8]
1792’de pek çok Kagyu manastırına el konuldu ve keşişleri zorla Gelug mezhebine [Dalay Lama’nın mezhebi] sokuldu. “Sarı Şapkalılar” olarak da bilinen Gelug okulu, öğretilerini diğer Budist mezhepleriyle harmanlama konusunda çok az hoşgörü veya isteklilik gösterdi. Geleneksel dualarından birinin sözleriyle:
“Büyük varlıklar, yüksek memurlar ve sıradan insanları
Gelug öğretisini kirleten ve yozlaştıranları
Toz parçacıklarına indirgeyen
Sarı Şapka öğretilerinin vahşi tanrısı, sana şükürler olsun”. [9]
Tibetli bir generalin on sekizinci yüzyıla ait bir anısı, ancak Budistler arasındaki bir dini çatışmalarda olabilecek ölçüde acımasız ve kanlı bir mezhep çatışmasını tasvir eder. [10] Tibet Budizminin Batı’daki günümüz takipçileri, bu çirkin tarihe büyük ölçüde yabancı.
Dinlerin yalnızca şiddetle değil, ekonomik sömürüyle de yakın bir ilişkisi oldu. Aslında, çoğu zaman şiddeti gerekli kılan şey ekonomik sömürüydü. Tibet teokrasisinde de durum böyleydi. Dalay Lama’nın Tibet’e en son liderlik ettiği 1959’a yılına kadar ekilebilir arazilerin çoğu hala serfler tarafından işletilen tımarlar şeklinde örgütlenmişti. Bu mülkler iki toplumsal gruba aitti; zengin laik toprak ağaları ve zengin teokratik lamalar. Eski düzene sempati duyan bir yazar bile “gayrimenkullerin büyük bir kısmının manastırlara ait olduğunu ve bunların çoğunun büyük servetler biriktirdiğini” kabul etmektedir. Servetin çoğu “aktif olarak ticaret, alım satım ve borç para vermeyle” biriktirildi. [11]
Drepung manastırı; 185 tımar arazisi, 25 bin serfi, 300 büyük otlağı ve 16 bin çobanı ile dünyanın en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Manastırların zenginliği az sayıda yüksek rütbeli lamanın elindeydi. Sıradan keşişlerin çoğu mütevazı bir şekilde yaşıyordu ve büyük servetlere doğrudan erişimleri yoktu. Dalay Lama’nın kendisi “1000 odalı, 14 katlı Potala Sarayı’nda zenginlik içinde yaşıyordu”. [12]
Laik liderler de iyi iş çıkardı. Dikkate değer bir örnek, 4 bin kilometrekarelik araziye ve 3 bin 500 serfe sahip olan Dalay Lama’nın meslekten olmayan ekibinin bir üyesi olan Tibet ordusunun başkomutanıydı. [13] Eski Tibet bazı Batılı hayranları tarafından “halkı gönüllü olarak karma yasalarına uyduğu için polis gücüne ihtiyaç duymayan bir ulus” olarak yanlış tanıtılır. [14] Aslında küçük de olsa profesyonel bir ordusu vardı ve bu ordu esas olarak asayişi sağlamak, mülklerini korumak ve kaçak serfleri avlamak üzere toprak ağalarına jandarma olarak hizmet ediyordu.
Genç Tibetli oğlanlar düzenli olarak köylü ailelerinden alınır ve keşiş olarak eğitilmek üzere manastırlara getirilirdi. Oraya vardıklarında ömür boyu bağlanırlardı. Bir keşiş olan Tashì-Tsering, köylü çocukların manastırlarda cinsel olarak kötü muamele görmesinin yaygın olduğunu bildiriyor. Kendisi de dokuz yaşından itibaren defalarca tecavüze uğramış. [15] Manastır mülkleri ayrıca çocukları ev hizmetçisi, dansçı ve asker olarak ömür boyu hizmet etmek üzere alıyordu.
Eski Tibet’te bir tür özgür köylü olarak geçinen az sayıda çiftçi ve belki de tüccar, esnaf ve küçük tüccarlardan oluşan “orta sınıf” aileleri oluşturan 10 bin insan daha vardı. Binlerce kişi de dilencilik yapıyordu. Ayrıca hiçbir şeye sahip olmayan, genellikle ev hizmetçisi olan köleler de vardı. Onların çocukları köleliğe doğuyordu. [16] Kırsal nüfusun çoğunluğu serfti. Kölelerden biraz daha iyi muamele gören serfler, okul ya da tıbbi bakımdan yoksundu. Efendinin topraklarında — ya da manastırın topraklarında — ücret almadan ömür boyu çalışmak, efendinin evlerini tamir etmek, mahsullerini taşımak ve yakacak odunlarını toplamakla yükümlüydüler. Ayrıca talep üzerine hayvan taşımaları ve ulaşım sağlamaları da beklenirdi. [17] Efendileri onlara hangi ürünleri yetiştireceklerini ve hangi hayvanları besleyeceklerini söylerdi. Efendilerinin ya da lamalarının rızası olmadan evlenemezlerdi. Ve sahipleri onları uzak bir yerde çalışmak üzere kiralarsa ailelerinden kolayca ayrılabilirlerdi. [18]
Özgür emek sisteminde olduğu gibi ve köleliğin aksine, derebeylerinin serfin bakımıyla ilgili hiçbir sorumluluğu yoktu ve pahalı bir mülk olarak hayatta kalmasında doğrudan bir çıkarı yoktu. Serfler kendi geçimlerini sağlamak zorundaydı. Yine de köle sisteminde olduğu gibi, efendilerine bağlıydılar ve bu da ne örgütlenebilen ne grev yapabilen ne de piyasa bağlamında işçiler gibi serbestçe ayrılabilen sabit ve kalıcı bir iş gücünü garanti ediyordu. Derebeyleri her iki dünyanın da en iyisine sahipti.
Kendisi de kaçak bir serf olan 22 yaşındaki bir kadın anlatıyor: “Güzel serf kızları genellikle ev sahibi tarafından hizmetçi olarak alınır ve dilediği gibi kullanılırdı”, “Hakları olmayan kölelerdi”. [19] Serfler bir yere gitmek için izin almak zorundaydı. Toprak sahiplerinin kaçmaya çalışanları yakalamak için yasal yetkileri vardı. 24 yaşındaki bir kaçak Çin müdahalesini bir “kurtuluş” olarak görmüştü. Serf olarak sürekli çalışma, açlık ve soğuğa maruz kaldığını ifade etti. Üçüncü başarısız kaçışından sonra derebeyinin adamları tarafından ağzından ve burnundan kan gelene kadar acımasızca dövülmüş. Daha sonra acıyı arttırmak için yaralarının üzerine alkol ve kostik soda döktüklerini iddia ediyor. [20]
Serfler evlendiklerinde vergilendiriliyor, her çocuğun doğumunda ve ailedeki her ölümde vergilendiriliyordu. Bahçelerine bir ağaç diktikleri ve hayvan besledikleri için vergilendiriliyorlardı. Dini bayramlarda, halka açık dans eder ve davul çalarlarsa, hapse gönderilirler ve serbest bırakılırlarsa vergilendiriliyorlardı. İş bulamayanlardan işsiz kaldıkları için vergi alınıyor, iş aramak için başka bir köye gittiklerinde ise yol vergisi ödüyorlardı. İnsanlar ödeyemediklerinde, manastırlar onlara yüzde 20 ila 50 faizle borç para veriyordu. Bazı borçlar babadan oğula toruna geçiyordu. Borcunu ödeyemeyenler köleliğe atılma riskiyle karşı karşıya kalıyordu. [21]
Teokrasinin dini öğretileri sınıflı düzene payende oluyordu. Yoksullara ve acı çekenlere, önceki yaşamlarındaki kötü davranışları yüzünden başlarına bu belaları getirdikleri öğretiliyordu. Bu nedenle mevcut varoluşlarının sefaletini karmik bir kefaret olarak ve bir sonraki yaşamlarında durumlarının düzeleceği beklentisiyle kabullenmeleri gerekiyordu. Zenginler ve güçlüler iyi talihlerini geçmiş ve şimdiki yaşamlarındaki erdemlerinin bir ödülü ve somut bir kanıtı olarak görüyorlardı.
Tibetli serfler, kendi baskılarına karşı kör olan batıl inançlı kurbanlardan daha fazlasıydı. Gördüğümüz gibi, bazıları kaçtı; diğerleri açık açık direndi ve bazen korkunç sonuçlara katlandı. Feodal Tibet’te işkence ve sakatlama — göz oyma, dil çıkarma, bağlama ve uzuv kesme dahil — hırsızlara ve kaçan ya da direnen serflere verilen favori cezalardı. [22]
Stuart ve Roma Gelder, 1960’larda Tibet’e yaptıkları bir yolculuk sırasında, bir manastıra ait iki koyunu çalan eski bir köle olan Tsereh Wang Tuei ile görüştüler. Bu yüzden iki gözü oyulmuş ve eli bir daha kullanamayacağı şekilde kesilmişti. Artık Budist olmadığını açıklıyor: “Kutsal bir lama beni kör etmelerini söylediğinde dinin iyi bir şey olmadığını düşündüm”. [23] İnsan canına kıymak Budist öğretilere aykırı olduğundan bazı suçlular şiddetli bir şekilde kırbaçlanır ve ardından dondurucu gecede ölmeleri için “Tanrı’ya havale edilirdi”. Tom Grunfeld, Tibet üzerine yazdığı kitabında “Tibet ile Orta Çağ Avrupası arasındaki paralellikler çarpıcıdır” sonucuna varıyor. [24]
1959 yılında Anna Louise Strong, Tibetli derebeyleri tarafından kullanılan işkence aletlerinin sergilendiği bir sergiyi ziyaret etti. Çocuklar için küçük olanlar da dahil olmak üzere her boyda kelepçeler, burun ve kulakları kesmek, gözleri oymak, elleri koparmak ve bacakları bağlamak için aletler vardı. Kızgın ateşe sokulan damgalar, kırbaçlar ve bağırsakları deşmek için özel aletler vardı. Sergide, hırsızlık nedeniyle kör edilen, sakat bırakılan ya da uzuvları kesilen kurbanların fotoğrafları ve tanıklıkları yer alıyordu. Efendisinin kendisine yuan ve buğday borcu olan ama ödemeyi reddeden bir çoban vardı. O da efendisinin ineklerinden birini çalmış, bu yüzden elleri kesilmiş. Eşinin efendisi tarafından elinden alınmasına karşı çıkan bir başka çobanın da elleri kırılmıştı. Burunları ve üst dudakları kesilmiş komünist aktivistlerin ve tecavüze uğradıktan sonra burnu kesilen bir kadının fotoğrafı vardı. [25]
Tibet’e daha önce gelen ziyaretçiler teokratik despotizm hakkında yorumlarda bulundular. Bir İngiliz olan Dr. A. L. Waddell, 1895’te halkın “keşişlerin dayanılmaz zulmü” ve halkı terörize etmek için uydurdukları şeytani hurafelere marız kaldığını yazmıştı. 1904 yılında Perceval Landon, Dalay Lama’nın yönetimini “baskı makinesi” olarak tanımladı. Aynı tarihlerde bir başka İngiliz gezgin, Yüzbaşı W. F. T. O’Connor, “büyük toprak sahiplerinin ve rahiplerin her birinin kendi egemenlik alanlarında, hiçbir itirazın olmadığı despotik bir güç kullandıklarını”, halkın ise “manastırcılığın ve rahip zanaatının en korkunç şekilde büyümesiyle baskı altında tutulduğu” gözlemini yapıyor. Tibetli yöneticiler “aşağılayıcı efsaneler icat etmiş ve halk arasında batıl inanç ruhunu teşvik ettiler”. 1937’de başka bir ziyaretçi olan Spencer Chapman şöyle yazıyor: “Lamaist keşiş zamanını halka hizmet etmek veya onları eğitmek için harcamaz. […] Yol kenarındaki dilenci keşiş için bir hiçtir. Bilgi manastırların kıskançlıkla korudukları ayrıcalıklarıdır ve manastırların nüfuzlarını ve zenginliklerini arttırmak için kullanılır”. [26] Her ne kadar aksini dilesek de feodal teokratik Tibet Budizmi, Batılı dindaşları tarafından coşkuyla beslenen romantik Shangri-La’dan çok uzaktı.
Sekülerleşme ve maneviyat
Çinli komünistler 1951’de ülkeye girdikten sonra Tibet’e ne oldu? O yıl yapılan anlaşma, Dalay Lama’nın yönetimi altında görünürde özyönetim öngörüyordu ancak Çin’e askeri kontrol ve dış ilişkileri yürütme konusunda münhasır hak tanıyordu. Çinlilere ayrıca “sosyal reformları teşvik etmek için” iç yönetimde doğrudan bir rol verildi. Yaptıkları ilk değişiklikler arasında tefeci faiz oranlarını düşürmek ve birkaç hastane ve yol inşa etmek vardı. Başlangıçta yavaş hareket ettiler ve yeniden yapılanmayı hayata geçirmek için çoğunlukla iknaya güvendiler. Hiçbir aristokrat ya da manastır mülküne el konulmadı ve feodal beyler atalarından bu yana kendilerine bağlı olan köylüler üzerinde hüküm sürmeye devam ettiler. Bir gözlemcinin iddiasına göre, “Batı’daki yaygın inanışın aksine Çinliler, Tibet kültürüne ve dinine saygı göstermeye özen gösterdiler”. [27]
Tibetli efendiler ve lamalar yüzyıllar boyunca Çinlilerin gelip gittiğini görmüş ve Generalissimo Çan Kayşek ve onun Çin’deki gerici Kuomintang yönetimiyle iyi ilişkilere sahip olmuşlardı. [28] Dalay Lama ve Pançen Lama’nın seçimini geçerli kılmak için Kuomintang hükümetinin onayı gerekiyordu. Şu anki 14. Dalay Lama Lhasa’ya ilk kez getirilirken ona yüzyıllardır süregelen geleneğe uygun olarak Çin birliklerinden oluşan silahlı bir eskort ve Çinli bir bakan eşlik ediyordu. 1950’lerin başında Tibetli efendiler ve lamaları üzen şey, bu son Çinlilerin komünist olmasıydı. Komünistlerin kolektivist eşitlikçi planlarını Tibet’e dayatmaya başlamalarının an meselesi olmasından korkuyorlardı.
Mesele 1956-57 yıllarında silahlı Tibetli çetelerin Çin Halk Kurtuluş Ordusu konvoylarını pusuya düşürmesiyle alevlendi. Ayaklanma, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’ndan (CIA) askeri eğitim, Nepal’deki destek kampları ve çok sayıda hava ikmali de dahil olmak üzere kapsamlı yardım aldı. [29] [30] Bu arada Amerika Birleşik Devletleri’nde, CIA tarafından finanse edilen bir paravan kuruluş olan Amerikan Özgür Asya Topluluğu, Dalay Lama’nın en büyük kardeşi Thubtan Norbu’nun aktif bir rol aldığı Tibet direnişini enerjik bir şekilde kamuoyuna duyurdu. Dalay Lama’nın ikinci en büyük kardeşi Gyalo Thondup, 1951 gibi erken bir tarihte CIA ile istihbarat operasyonu oluşturdu. Daha sonra bunu CIA tarafından eğitilmiş bir gerilla birliğine dönüştürdü ve bu birliğe katılanlar paraşütle Tibet’e geri döndü. [31]
CIA’in ülkeye soktuğu Tibetli komando ve casusların çoğu aristokrat ailelerin şefleri ya da şeflerin oğullarıydı. CIA’in bir raporuna göre bunların yüzde 90’ından bir daha haber alınamadı, yani büyük olasılıkla yakalanıp öldürüldüler. [30] Hugh Deane, “Pek çok lama, seçkin tabakanın sıradan mensupları ve Tibet ordusunun büyük bir kısmı ayaklanmaya katıldı ama esas olarak halk katılmayarak ayaklanmanın başarısız olmasını sağladı” diye yazıyor. [32] Tibet üzerine yazdıkları kitapta Ginsburg ve Mathos da benzer bir sonuca varıyor: “Tespit edilebildiği kadarıyla Lhasa’nın ve bitişiğindeki kırsal kesimin sıradan halkının büyük bir kısmı, hem ilk başlarda hem de ilerlediğinde Çinlilere karşı mücadeleye katılmadı”. [33] Nihayetinde direniş dağıldı.
Çinliler 1959’dan sonra her ne kadar yanlışlar yapmış ve yeni baskılar getirmiş olsalar da köleliği ve Tibet’in köle emeğine dayalı serflik sistemini ortadan kaldırdılar. Birçok ezici vergiyi ortadan kaldırdılar, iş projeleri başlattılar ve işsizliği ve dilenciliği büyük ölçüde azalttılar. Laik okullar kurarak manastırların eğitim tekelini kırdılar. Ve Lhasa’da içme suyu ve elektrik sistemleri inşa ettiler. [34]
Heinrich Harrer [daha sonra Hitler’in SS’lerinde çavuş olduğu ortaya çıktı] Tibet’teki tecrübeleri hakkında çok satan bir kitap yazdı ve bu kitap popüler bir Hollywood filmi haline getirildi. Çinlilere direnen Tibetlilerin “ağırlıklı olarak soylular, yarı soylular ve lamalardan oluştuğunu, yollarda ve köprülerde çalıştırılmak gibi en aşağılık işleri yapmak zorunda bırakılarak cezalandırıldıklarını, turistler gelmeden önce kenti temizlemek zorunda bırakılarak daha da aşağılandıklarını” bildirdi. Ayrıca dilenciler ve serseriler için ayrılmış bir kampta yaşamak zorunda bırakıldılar; tüm bunlar Harrer tarafından Çin işgalinin korkunç tabiatının kesin kanıtları olarak ele alınıyor. [35]
1961 yılına gelindiğinde Çinli işgal yetkilileri efendilerin ve lamaların sahip olduğu toprak mülklerini kamulaştırdı. Binlerce dönüm araziyi kiracı çiftçilere ve topraksız köylülere dağıtarak onları yüzlerce komün halinde yeniden örgütlediler. Bir zamanlar soyluların sahip olduğu sürüler, yoksul çobanlardan oluşan kolektiflere devredildi. Hayvancılıkta ıslah çalışmaları yapıldı, yeni sebze çeşitleri ve yeni buğday ve arpa türleri getirildi ve sulama iyileştirmeleri yapıldı; tüm bunların tarımsal üretimde artışa yol açtığı bildirildi. [36] [37]
Pek çok köylü her zamanki gibi dindar kaldı ve din adamlarına sadaka verdi. Ancak çocukken dini tarikatlara alınan keşişler artık manastır hayatından vazgeçmekte özgürdü ve özellikle genç olanlar olmak üzere binlercesi vazgeçti. Geriye kalan din adamları mütevazı devlet maaşları ve dua ayinlerinde, düğünlerde ve cenazelerde görev alarak elde ettikleri ekstra gelirlerle hayatlarını sürdürdüler. [38]
Hem Dalay Lama hem de yardımcısı ve en küçük kardeşi Tendzin Choegyal, “Çin işgalinin sonucu olarak 1,2 milyondan fazla Tibetlinin öldüğünü” iddia etti. [39] Çin baskısından altı yıl önce yapılan 1953 resmi nüfus sayımında Tibet’te ikamet eden tüm nüfus 1 milyon 274 bin olarak kaydedildi. [40] Diğer nüfus sayımları Tibet’teki nüfusu yaklaşık iki milyon olarak gösteriyor. Eğer Çinliler 1960’ların başında 1,2 milyon kişiyi öldürmüş olsalardı, Tibet’in neredeyse tamamı insansızlaştırılmış, ölüm kampları ve toplu mezarlarla dolu bir ölüm tarlasına dönüştürülmüş olurdu ki bu konuda elimizde hiçbir kanıt yok. Tibet’te çok az sayıda bulunan Çin kuvvetleri, tüm zamanlarını başka hiçbir şey yapmadan geçirmiş olsalar bile bu kadar insanı toplayıp, avlayıp yok edemezlerdi.
Çinli makamlar, ceza biçimi olarak kırbaçlama, sakatlama ve uzuv kesme uygulamalarına son verdiklerini iddia ediyor. Ancak kendileri de sürgündeki Tibetliler tarafından gaddarlıkla suçlanıyorlar. Yetkililer, özellikle dini inançlara yönelik zulmün hem Çin’de hem de Tibet’te had safhaya ulaştığı 1966-76 Kültür Devrimi sırasında “hatalar” yaptıklarını kabul ediyorlar. 1950’lerin sonundaki ayaklanmadan sonra binlerce Tibetli hapsedildi. Büyük İleri Atılım sırasında Tibet köylüsüne zorla kolektifleştirme ve tahıl tarımı dayatıldı, bu da bazen üretim üzerinde feci etkiler yarattı. 1970’lerin sonlarında Çin, kontrolleri gevşetmeye başladı ve “önceki yirmi yıl boyunca verilen zararın bir kısmını telafi etmeye çalıştı”. [41]
1980 yılında Çin hükümeti, Tibet’e daha fazla özerklik ve özyönetim vermek üzere tasarlandığı duyurulan reformları başlattı. Tibetlilerin artık özel arazilerini ekmelerine, hasat fazlalarını satmalarına, hangi ürünleri yetiştireceklerine kendileri karar vermelerine ve yak ve koyun beslemelerine izin verilecekti. Dış dünyayla iletişime yeniden izin verildi ve bazı Tibetlilerin Hindistan ve Nepal’deki sürgündeki akrabalarını ziyaret edebilmeleri için sınır kontrolleri gevşetildi. [42] 1980’lere gelindiğinde önde gelen lamaların çoğu Çin ile yurt dışındaki sürgün toplulukları arasında gidip gelmeye başladı, “Tibet’teki manastırlarını restore ederek Budizmin orada yeniden canlandırılmasına ön ayak oldular”. [43]
2007 itibariyle Tibet Budizmi hâlâ yaygın olarak uygulanıyor ve resmi makamlar tarafından hoşgörüyle karşılanıyordu. Hac ziyaretlerine ve diğer standart ibadet biçimlerine ancak sınırlar dahilinde izin veriliyordu. Tüm rahip ve rahibeler dini konumlarını ayrılık ya da muhalefeti körüklemek için kullanmayacaklarına dair bir sadakat yemini imzalamak zorundaydı. Ve Dalay Lama’nın fotoğraflarını sergilemek yasa dışı ilan edildi. [44]
1990’larda Çin’in muazzam nüfusunun yüzde 95’inden fazlasını oluşturan etnik grup olan Hanlar, kayda değer sayılarda Tibet’e taşınmaya başladı. Lhasa ve Shigatse sokaklarında Han kolonizasyonunun izleri kolaylıkla görülebiliyor. Fabrikaları, dükkanların ve satış tezgahlarının çoğunu Çinliler işletiyor. Su arıtma tesislerine ve konutlara harcanması daha iyi olabilecek bütçelerle yüksek ofis binaları ve büyük alışveriş merkezleri inşa edildi. Tibet’teki Çinli kadrolar Tibetli komşularını sıklıkla geri kalmış ve tembel, iktisadi kalkınmaya ve “vatanseverlik eğitimine” muhtaç olarak görüyor. 1990’larda milliyetçi sempati beslediğinden şüphelenilen Tibet hükümeti çalışanları görevlerinden tasfiye edildi ve Dalay Lama’yı itibarsızlaştırmak için bir kez daha kampanyalar başlatıldı. Tibetli bazı şahısların ayrılıkçı faaliyetler yürüttükleri ve “siyasi bozgunculuk” yaptıkları gerekçesiyle tutuklandıkları, hapsedildikleri ve zorla çalıştırıldıkları bildirildi. Bazıları yeterli yiyecek, su ve battaniye olmadan idari gözaltında tutuldu, tehditlere, dayağa ve diğer kötü muamelelere maruz kaldı. [45]
Tibet tarihi, kültürü ve tabii ki dini okullarda göz ardı ediliyor. Tibetçeye çevrilmiş olsa da ders kitapları esas olarak Çin tarihi ve kültürüne odaklanıyor. Çin aile planlaması düzenlemeleri Tibetli aileler için üç çocuk yapmasına izin veriyor [Çin genelinde Han aileleri için yalnızca bir çocuk sınırı ve ilk çocuğu kız olan taşradaki Han ailelerine iki çocuk sınırı var]. Tibetli bir çift üç çocuk sınırını aşarsa, fazla çocuklar devlet destekli kreş, sağlık bakımı, barınma ve eğitimden mahrum bırakılabilir. Bu cezalar düzensiz olarak uygulanıyor ve bölgelere göre değişiyor. [45] Bu çocuk hizmetlerinin hiçbirinin Çin’in idareyi ele geçirmesinden önce Tibetlilere sunulmadığı belirtilmeli.
Zengin lamalar ve laik efendiler için komünist müdahale tam anlamıyla bir felaketti. Çoğu yurt dışına kaçtı, tıpkı kaçışında CIA’den yardım alan Dalay Lama’nın kendisi gibi. Bazıları yaşamak için çalışmak zorunda kalacaklarını dehşet şekilde öğrendi. Ancak birçoğu bu kaderden kurtuldu. Dışişleri Bakanlığı tarafından 1998 yılında yayımlanan belgelere göre, 1960’lar boyunca Tibetli sürgünler CIA’den el altından yılda 1,7 milyon dolar alıyordu. Bu hakikat kamuoyuna açıklandıktan sonra Dalay Lama’nın örgütü, Maocu devrimin altını oymak üzere Tibet’e silahlı sürgün birlikleri göndermek için 1960’lı yıllar boyunca CIA’den milyonlarca dolar aldığını itiraf eden bir bildiri yayımladı. Dalay Lama’nın CIA’den aldığı yıllık ödeme 186 bin dolardı. Hem onu hem de diğer Tibetli sürgünleri Hindu istihbaratı da finanse etti. Kendisinin ya da kardeşlerinin CIA için çalışıp çalışmadığını söylemeyi reddetti. Teşkilat da yorum yapmayı reddetti. [46]
1995 yılında Kuzey Carolina’da yayımlanan News & Observer of Raleigh gazetesi, Dalay Lama’nın gerici Cumhuriyetçi senatör Jesse Helms tarafından kucaklandığını gösteren renkli bir fotoğrafı “Budist, Dindar Sağın Kahramanını Esir Aldı” başlığıyla manşetine taşıdı. [47] Nisan 1999’da Dalay Lama, Margaret Thatcher, Papa 2. John Paul ve ilk George Bush ile birlikte Britanya’yı ziyaret etmekte olan Şili’nin eski faşist diktatörü ve uzun süredir CIA müşterisi olan Augusto Pinochet’nin serbest bırakılması için İngiliz hükümetine çağrıda bulundu. Dalay Lama, Pinochet’nin insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle yargılanmak üzere İspanya’ya gitmeye zorlanmamasını talep etti.
Yirmi birinci yüzyılda ABD Kongresi, National Endowment for Democracy ve CIA’den daha saygın görünen diğer kanallar aracılığıyla Hindistan’daki Tibetlilere yılda 2 milyon dolar ve Tibetli sürgün camiasındaki “demokrasi faaliyetleri” için ek milyonlar tahsis etmeye devam etti. Dalay Lama bu paralara ek olarak finansör George Soros’tan da para aldı. [48]
Dalay Lama, CIA ve çeşitli gericilerle olan ilişkileri ne olursa olsun sık sık barış, sevgi ve şiddetsizlikten söz etti. Kaçtığında henüz 25 yaşında olan Dalay Lama, Tibet’in eski rejiminin suistimallerinden dolayı gerçekten de suçlanamaz. 1994 yılında verdiği bir röportajda, ülkesinde okullar ve yollar inşa edilmesini desteklediğini belirtti. Köylülere uygulanan corvée [zorla ücretsiz serf işçiliği] ve bazı vergilerin “son derece kötü” olduğunu söyledi. Ve insanların bazen nesilden nesile aktarılan eski borçlarla yükümlü tutulmasından hoşnut değildi. [49] Batı dünyasında yaşadığı yarım yüzyıl boyunca, eski Tibet2te pek bilinmeyen insan hakları ve din özgürlüğü gibi kavramları benimsemişti. Hatta Tibet için yazılı bir anayasa ve temsili bir meclis içeren bir demokrasi bile önermişti. [39]
1996 yılında Dalay Lama, sürgündeki cemaat üzerinde tedirgin edici bir etki yaratmış olması muhtemel bir bildiri yayımladı. Bildirinin bir kısmı şöyleydi: “Marksizm ahlaki ilkeler üzerine kuruludur, kapitalizm ise yalnızca kazanç ve karlılığa bakar. Marksizm üretim araçlarının adil kullanımını teşvik eder ve çalışan sınıfların kaderini ve sömürü kurbanlarını önemser. Bu nedenlerden dolayı sistem bana cazip geliyor ve kendimi yarı Marksist, yarı Budist olarak görüyorum”. [50]
Ancak “bolluk içinde yaşayanlara” da güven verici bir mesaj gönderdi: “Zengin olmak iyi bir şeydir… Bunlar hak eden amellerin meyveleridir, geçmişte cömert olduklarının kanıtıdır”. Yoksullara ise şu öğüdü verdi: “Mülk ve servet sahibi olanlara karşı öfkelenmek ve isyan etmek için iyi bir neden yoktur… Olumlu bir tutum geliştirmek daha iyidir”. [51]
2005 yılında Dalay Lama, diğer on Nobel Ödülü sahibi ile birlikte Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi uyarınca, dünyanın her yerinde çalışan insanların kendi çıkarlarını korumak için sendikalar kurma yönündeki “devredilemez ve temel insan hakkını” destekleyen ve geniş çapta duyurulan bir bildiriye imza attı. Bildiride, “Bu temel hak pek çok ülkede yeterince korunmamakta, bazılarında ise açıkça yasaklanmakta ya da acımasızca bastırılmaktadır” denildi. Burma, Çin, Kolombiya, Bosna ve diğer bir dizi ülke en kötü suçlular arasında gösterildi: “Amerika Birleşik Devletleri bile işçilerin sendika kurma ve toplu pazarlık yapma haklarını yeterince koruyamamaktadır. Milyonlarca ABD’li çalışan sendika kurmak için yasal korumadan yoksundur…” [52]
Dalay Lama ayrıca Tibetli rahibelerin eğitim almasını engelleyen kökleşmiş geleneksel engellerin kaldırılmasına da tam destek verdi. Sürgüne vardıklarında çok az rahibe okuma yazma biliyordu. Tibet’te faaliyetlerini gün boyu süren dua ve ilahilere adamışlardı. Fakat kuzey Hindistan’da artık Budist felsefesi okumaya ve eski Tibet’te yalnızca rahiplere açık olan teolojik çalışma ve tartışmalara katılmaya başladılar. [53]
Dalay Lama, 2005’in kasım ayında Stanford Üniversitesi’nde “Şiddetsizliğin Kalbi” konulu bir konuşma yaptı, ancak tüm şiddeti topluca kınamaktan kaçındı. İlerideki acıları azaltmak için yapılan şiddet eylemlerinin kınanmaması gerektiğini söyleyen Lama, İkinci Dünya Savaşı’nı demokrasiyi korumaya yönelik kıymetli bir çaba örneği olarak gösterdi. Peki ya Irak’ta dört yıl süren katliam ve kitlesel yıkım, dünyanın çoğu tarafından — hatta muhafazakâr bir papa tarafından bile — uluslararası hukukun açık ihlali ve insanlığa karşı bir suç olarak kınanan savaş? Dalay Lama kararsızdı: “Irak savaşına doğru ya da yanlış demek için henüz çok erken”. [54] Daha önce ABD’nin Yugoslavya’ya yönelik askeri müdahalesini ve daha sonra da Afganistan’a yönelik askeri müdahalesini desteklemişti. [55] [56] [57]
Feodal teokrasiden çıkış
Shangri-La efsanesine göre, eski Tibet’te insanlar manastır ve laik efendileriyle mutlu ve huzurlu bir ortak yaşam sürüyorlardı. Zengin lamalar ve yoksul keşişler, varlıklı toprak sahipleri ve yoksul serfler, derin bir ruhani ve barışçıl kültürün rahatlatıcı merhemiyle karşılıklı olarak birbirlerine bağlanmışlardı.
Bu, insana G. K. Chesterton ve Hilaire Belloc gibi son dönem muhafazakâr Katolikler tarafından sunulan idealize edilmiş feodal Avrupa imajını hatırlatıyor. Onlar için Orta Çağ Hıristiyan dünyası, kiliselerinin güvenli kollarında, lordlarının az çok iyi niyetli koruması altında yaşayan mutlu köylülerin dünyasıydı. [58] Yine belirli bir kültürü, karanlık maddi tarihinden arındırılmış, idealize edilmiş biçimiyle kabul etmeye davet ediliyoruz. Bu, onu kayırılan sınıf tarafından, ondan en çok istifade edenler tarafından sunulduğu şekliyle kabul etmek anlamına gelir. Tibet’in Shangri-La imgesi, Orta Çağ Avrupa’sının pastoral imgesinden daha fazla tarihsel gerçekliğe oturmuyor.
Tüm acımasız gerçeklikleriyle bakıldığında eski Tibet daha önceki bir kitapta ifade ettiğim görüşü, yani kültürün nötr olmaktan başka bir şey olmadığı görüşünü doğruluyor. Kültür, toplumun ayrıcalıklı bir kesimine geri kalanı için büyük bedeller ödeterek, bir dizi vahim adaletsizliğin meşrulaştırıcı kılıfı olarak işleyebilir. [59] Teokratik feodal Tibet’te egemen çıkarlar, geleneksel kültürü servetini ve iktidarını tahkim etmek için manipüle etti. Teokrasi, karşıt fikir ve eylemleri şeytani etkiyle bir tutuyordu. Derebeyinin üstünlüğü ve köylünün değersizliği genel varsayımını yaymıştı. Zenginler iyi bir yaşamı, yoksullar ise alçak bir varoluşu hak ediyor olarak kabul gördü, tüm bunlar geçmiş yaşamlardan biriken erdem ve erdemsizliğin karmik kalıntılarına dair öğretilerde kodlandı ve Tanrı’nın iradesinin bir parçası olarak sunuldu.
Daha varlıklı lamalar sadece bir şeyi vaaz edip gizlice başka bir şeye inanan ikiyüzlüler miydi? Büyük olasılıkla kendileri için böylesine iyi sonuçlar getiren bu inançlara gerçekten bağlıydılar. Teolojilerinin maddi ayrıcalıklarını böylesine mükemmel bir şekilde desteklemesi, benimsedikleri inancın samimiyetini güçlendiriyordu.
Biz modern seküler dünyanın sakinlerinin, geleneksel anlamda ruhani toplumları karakterize eden mutluluk ve ıstırap, memnuniyet ve örf denklemlerini kavrayamadığımız söylenebilir. Bu muhtemelen doğru ve bazılarımızın neden bu tür toplumları idealize ettiğini açıklayabilir. Ancak yine de oyulmuş bir göz oyulmuş bir gözdür; kırbaç kırbaçtır; ve serflerin ve kölelerin öğütücü sömürüsü, kültürel ambalajı ne olursa olsun acımasız bir sınıf adaletsizliğidir. Her ikisi yan yana var olsa bile, manevi bağ ile insan esareti arasında bir fark söz konusu.
Pek çok sıradan Tibetli, Dalay Lama’nın ülkelerine geri dönmesini istiyor, ancak çok azının onun temsil ettiği toplumsal düzene geri dönülmesini istediği görülüyor. Washington Post’ta 1999 yılında yayımlanan bir haberde Dalay Lama’nın Tibet’te saygı görmeye devam ettiği kaydediliyor, ancak:
“[…] Tibetlilerin çok azı 1959’da kendisiyle birlikte kaçan ve yardımcılarının büyük kısmını oluşturan yozlaşmış aristokrat ailelerin geri dönmesini hoş karşılayacaktır. Örneğin pek çok Tibetli çiftçi, Çin’in toprak reformu sırasında kazandıkları toprakları ailelere teslim etmeye hevesli değil. Tibet’in eski köleleri de eski efendilerinin iktidara dönmesini istemediklerini söylüyorlar. Tibet Budizminin en kutsal yerlerinden biri olan Shigatse’ye her yıl yaptığı hac ziyareti için en iyi kıyafetlerini giyen 67 yaşındaki eski köle Wangchuk, ‘Bu hayatı zaten daha önce bir kez yaşadım’ dedi, Dalay Lama’ya taptığını söyledi ama ekledi: ‘Çin komünizminde hür olmayabilirim ama köle olduğum zamandan daha iyi durumdayım”. [60]
Dalay Lama’nın çocuklukta reenkarne olarak seçilen tek yüksek mevkideki lama olmadığı unutulmamalı. Bir veya daha fazla reenkarne lama veya tulku — tekrar tekrar yeniden doğmak üzere seçilmiş özel saflıkta bir ruhani hoca — çoğu büyük manastıra başkanlık ederken bulunabilir. Tulku sistemi Tibet Budizmine özgüdür. Çok sayıda Tibetli lama reenkarne tulku olduklarını iddia eder.
İlk tulku, ilk Dalay Lama’dan yaklaşık üç asır önce ortaya çıkan ve Karmapa olarak bilinen bir lama. Karmapa, Karma Kagyu olarak bilinen Tibet Budist geleneğinin lideri. Dalay Lama tarafından yönetilen Gelugpa mezhebinin yükselişi, Kagyu ile beş yüz yıl süren ve bugün Tibet sürgün camiası içinde kendini göstermeye devam eden politik-dinsel bir rekabete yol açtı. Bu durumu yaratan Kagyu mezhebinin son otuz beş yılda dünya çapında yaklaşık altı yüz yeni merkez açıp meşhurluk kazanarak büyümesi değil.
Erik Curren, tulku arayışının her zaman bazı Hollywood filmlerinde tasvir edildiği gibi tamamen ruhani bir şekilde yürütülmediğini hatırlatıyor: “Bazen manastır yetkilileri, manastıra daha fazla siyasi nüfuz kazandırmak için güçlü bir yerel soylu aileden bir çocuk istiyordu. Diğer zamanlarda ise, çocuğun yetiştirilmesini etkileyecek çok az kozu olan alt sınıftan bir aileden çocuk istiyorlardı”. Başka durumlarda ise “yerel bir savaş ağası, Çin imparatoru ve hatta Dalay Lama’nın Lhasa’daki hükümeti siyasi sebeplerle kendi tulku seçimini bir manastıra dayatmaya çalışmış olabilir”. [61]
Sürgündeki manastırı Hindistan’ın Sikkim eyaletindeki Rumtek’te bulunan 17. Karmapa’nın seçiminde de böyle bir durum yaşanmış olabilir. 1993 yılında Karma Kagyu geleneğine mensup rahiplerin kendi seçtikleri bir aday vardı. Dalay Lama, birkaç muhalif Karma Kagyu lideriyle birlikte [ve Çin hükümetinin desteğiyle!] başka bir çocuğu destekledi. Kagyu rahipleri, Dalay Lama’nın kendi mezhepleri için bir lider seçme teşebbüsünde bulunarak yetkisini aştığını ileri sürdüler: “Ne siyasi rolü ne de kendi Gelugpa geleneğinde bir lama olarak konumu, ona farklı bir geleneğin lideri olan Karmapa’yı seçme hakkı tanıyordu…” [62] Kagyu liderlerinden birinin ısrarla belirttiği gibi, “Dharma kendin için düşünmektir. Ne kadar saygı duyulan bir hoca olursa olsun, her konuda otomatik olarak bir hocayı takip etmek değildir. Budistler herkesten çok diğer insanların haklarına — insan haklarına ve din özgürlüklerine — saygı göstermelidir”. [63]
Bunu Tibet sürgün camiasında aralıklı isyanlar, gözdağı verme, fiziksel saldırılar, kara listeye alma, polis tacizi, davalar, resmi yolsuzluklar ve Karmapa’nın Rumtek’teki manastırının Gelugpa hizbinin destekçileri tarafından yağmalanması ve zarara uğratılması ile noktalanan on yıllık çatışma izledi. Tüm bunlar en azından bir Batılı dindarın sürgün yıllarının Tibet Budizminin ahlaki yozlaşmasını hızlandırıp hızlandırmadığını merak etmesine neden oldu. [64]
Açık olan şu ki, Tibetli Budistlerin tamamı Dalay Lama’yı teolojik ve ruhani akıl hocaları olarak kabul etmiyor. Kendisinden “Tibet’in ruhani lideri” olarak bahsedilse de pek çok kişi bu unvanı formaliteden biraz daha fazlası olarak görüyor. Bu ona Tibet’in kendi dini ekolü dışındaki dört dini ekolü üzerinde yetki tanımıyor, “tıpkı ABD başkanına ‘hür dünyanın lideri’ demenin ona Fransa veya Almanya’yı yönetme konusunda herhangi bir rol vermemesi gibi”. [65]
Tibetli sürgünlerin tamamı eski Shangri-La teokrasisine hayran değil. Berkeley Kaliforniya’da bir Budist rahiple şifa yöntemleri üzerine çalışan Kim Lewis, rahibin binasında yaşayan ondan fazla Tibetli kadınla uzun uzun konuşma fırsatı buldu. Anavatanlarına geri dönme konusunda ne hissettiklerini sorduğunda aldığı yanıtlar oybirliğiyle olumsuzdu. Lewis, ilk başta bu isteksizliklerinin Çin işgaliyle ilgili olduğunu düşünmüş ama kadınlar hemen aksini söylemişler: “Dört ya da beş erkekle evlenmek zorunda kalmadıkları, neredeyse her zaman hamile olmadıkları ya da kocalarını terk ettikleri için cinsel yolla bulaşan hastalıklarla uğraşmadıkları için son derece minnettar olduklarını” söylediler. Genç kadınlar “eğitim almaktan çok memnundu, herhangi bir dinle kesinlikle alakaları olmasını istemiyorlardı ve Amerikalıların [Tibet konusunda] neden bu kadar saf olduklarını merak ediyorlardı”. [66]
Lewis’in görüştüğü kadınlar, büyükannelerinin onları “bilgelerin eşleri” olarak kullanan keşişlerle yaşadıkları çileli hikayeleri anlattılar. Büyükannelere, keşişlerle yatarak “aydınlanmaya giden yolu” kazandıkları söylenmişti, ne de olsa Buda’nın kendisi de aydınlanmaya ulaşmak için bir kadınla birlikte olmak zorundaydı.
Kadınlar ayrıca Gelugpa mezhebinde sözde ruhani ve perhizkar rahiplerin birbirleriyle yaptıkları “yaygın” seksten de bahsettiler. Anne olan kadınlar, acı bir şekilde Tibet’te manastırın küçük erkek çocuklarına el koymasından bahsettiler. Bir oğlan çocuğu annesi için ağladığında kendisine “Neden onun için ağlıyorsun, o senden vazgeçti, o sadece bir kadın” denildiğini iddia ettiler.
Kaliforniya’da siyasi sığınma hakkı verilen keşişler kamu yardımı için başvuruda bulundular. Kendisi de bir dönem adanmış olan Lewis, evrak işlerinde yardımcı olmuş. Keşişlerin Medicare ile birlikte devletten ayda 550 ila 700 dolar tutarında çek almaya devam ettiklerini gözlemliyor. Ayrıca keşişler güzel döşenmiş dairelerde kira ödemeden ikamet ediyorlar: “Hiçbir fatura ödemiyorlar, faks makineleri, ücretsiz cep ve ev telefonları ve kablolu TV ile birlikte kendilerine sağlanan bilgisayarlarda internete ücretsiz erişebiliyorlar”.
Ayrıca Amerikalı takipçilerinden gelen katkı ve aidatlarla birlikte tarikatlarından aylık ödeme alıyorlar. Bazı adanmışlar keşişler için market alışverişi yapmak, evlerini ve tuvaletlerini temizlemek gibi işleri hevesle yerine getiriyor. Lewis, aynı kutsal adamların “Amerikalıları ‘maddi şeylere olan takıntıları’ nedeniyle eleştirmekte bir sakınca görmediklerini” belirtiyor. [67] Tibet’teki eski feodal teokrasinin sona ermesini memnuniyetle karşılamak, bu ülkedeki Çin yönetimiyle ilgili her şeyi alkışlamak anlamına gelmez. Bu husus bugünün Batı’daki Shangri-La inananları tarafından nadiren anlaşılıyor. Bunun tersi de doğru: Çin işgalini kınamak, eski feodal rejimi romantikleştirmemiz gerektiği anlamına gelmez. Tibetliler mükemmelleştirilmiş ruhaniler ya da masum siyasi semboller olarak değil, gerçek insanlar olarak algılanmayı hak ediyorlar. Tibet’e giden muhalif Çinli gezgin Ma Jian [şu anda Britanya’da yaşıyor] “Onları idealize etmek, insan olduklarını inkâr etmektir” diyor. [68]
Batı’daki Budist takipçileri arasındaki yaygın şikâyet, Tibet’in dini kültürünün Çin işgali tarafından zarar gördüğü. Bir dereceye kadar durum böyle görünüyor. Manastırların çoğu kapalı ve teokrasinin çoğu tarihe karışmış gibi görünüyor. Çin yönetiminin iyileştirme mi yoksa felaket mi getirdiği buradaki temel mesele değil. Asıl soru eski Tibet’in nasıl bir ülke olduğu. İtiraz ettiğim şey, işgal öncesi kültürün sözüm ona bozulmamış ruhani doğası. Eski Tibet hakkındaki mitolojiyi benimsemek zorunda kalmadan yeni bir Tibet için dini özgürlük ve bağımsızlığı savunabiliriz. Tibet feodalizmi Budizme bürünmüştü ama bu ikisi aynı kefeye konulmamalı. Özünde eski Tibet bir Kayıp Cennet değildi. Shangri-La’dan çok uzakta, aşırı ayrıcalıklı ve yoksul, gerici ve baskıcı bir teokrasiydi.
Son olarak, Tibet’in geleceği Çin’in gelişmekte olan serbest piyasa cenneti içinde bir yerde konumlanacaksa, bunun Tibetliler için iyiye işaret olmadığını söyleyelim. Çin yüzde 8’lik göz kamaştırıcı bir ekonomik büyüme oranına sahip ve dünyanın en büyük endüstriyel güçlerinden biri olarak öne çıkıyor. Fakat ekonomik büyümeyle birlikte zengin ile yoksul arasında giderek derinleşen bir uçurum oluştu. Çinlilerin çoğu yoksulluk sınırına yakın ya da çok altında yaşarken yeni palazlanan ufak bir grup kapitalist, şaibeli memurlarla işbirliği yaparak büyük kazançlar elde ediyor. Bölgesel bürokratlar, halktan zorla rüşvet alarak ve yerel hazineleri yağmalayarak ülkeyi kurutuyor. Açgözlü müteahhitler ve rüşvetçi memurların kentlerde ve taşrada halkın zararına arazi gaspı neredeyse her gün yaşanan bir hadise. Ülke genelinde on binlerce halk protestosu ve karışıklık patlak verdi, bunlar genellikle gaddar polis gücüyle karşılandı. Yolsuzluk o kadar yaygın ve o kadar çok yere ulaşmış durumda ki normalde kayıtsız olan ülke liderliği bile bunu fark etmek zorunda kaldı ve 2006’nın sonlarında harekete geçti.
Çin’de şirketlerin hakimiyetindeki “iş bölgelerinde” sendikalaşmaya çalışan işçiler işlerini kaybetme ya da dövülme ve hapsedilme riskiyle karşı karşıya. Milyonlarca iş bölgesi işçisi günde on iki saat asgari ücretle çalışıyor. Sağlık sisteminin özelleştirilmesiyle birlikte milyonlarca kişi için ücretsiz ya da uygun fiyatlı tıbbi tedavi artık mümkün değil. Erkekler iş aramak için kentlere akın ederken kadınlar, çocuklar ve yaşlılarla dolu giderek yoksullaşan bir kırsal kesim bıraktılar. İntihar oranı, özellikle kadınlar arasında dramatik biçimde arttı. [69]
Çin’in doğal çevresi ne yazık ki kirlenmiş durumda. Dillere destan nehirlerinin çoğu ve birçok göl, milyarlarca ton endüstriyel emisyon ve arıtılmamış insan atığı nedeniyle öldü ve durum, geniş çaplı balık ölümlerine yol açtı. Pestisitler ve herbisitler de dahil olmak üzere zehirli atık sular yeraltı sularına ya da doğrudan sulama kanallarına sızıyor. Su yolları boyunca yer alan köylerde kanser oranları bin kat arttı. Yüz milyonlarca kent sakini, endüstriyel büyüme ve son zamanlarda milyonlarca otomobilin eklenmesiyle kirlenen, tehlikeli derecede sağlıksız olarak değerlendirilen havayı soluyor. Her yıl tahminen 400 bin insan hava kirliliği nedeniyle erken ölüyor. Hükümete bağlı çevre teşkilatlarının havayı kirletenleri durdurmak için hiçbir yaptırım gücü yok ve hükümet, genellikle bu tür sorunları görmezden geliyor ya da inkâr ediyor, bunun yerine endüstriyel büyümeye odaklanıyor. [44]
Çin’in kendi bilim kuruluşları, sera gazları engellenmediği takdirde, ülkenin önümüzdeki yıllarda büyük ürün kıtlıklarının yanı sıra feci gıda ve su kıtlıklarıyla karşı karşıya kalacağını bildiriyor. 2006-2007 yıllarında şiddetli kuraklık Çin’in güneybatısını etkisi altına almaya başlamıştı. [70]
Eğer Çin hızlı serbest piyasa kalkınmasının büyük başarı öyküsü ise ve Tibet’in geleceği için bir model ve ilham kaynağı olacaksa, o zaman eski feodal Tibet, hakikaten de olduğundan çok daha iyi görünmeye başlayabilir.
Kaynakça
- Mick Brown, The Dance of 17 Lives(Bloomsbury 2004).
- Erik D. Curren, Buddha’s Not Smiling: Uncovering Corruption at the Heart of Tibetan Buddhism Today(Alaya Press 2005)
- Stuart Gelder and Roma Gelder, The Timely Rain: Travels in New Tibet(Monthly Review Press, 1964).
- Melvyn C. Goldstein, A History of Modern Tibet 1913-1951(Berkeley: University of California Press, 1989).
- Melvyn C. Goldstein, The Snow Lion and the Dragon: China, Tibet, and the Dalai Lama(University of California Press, 1995).
- Felix Greene, A Curtain of Ignorance(Garden City, N.Y.: Doubleday, 1961).
- Tom Grunfeld, The Making of Modern Tibetrev. ed. (Armonk, N.Y. and London: 1996).
- Heinrich Harrer, Return to Tibet(New York: Schocken, 1985).
- Pradyumna P. Karan, The Changing Face of Tibet: The Impact of Chinese Communist Ideology on the Landscape(Lexington, Kentucky: University Press of Kentucky, 1976).
- Donald Lopez Jr., Prisoners of Shangri-La: Tibetan Buddhism and the West(Chicago and London: Chicago University Press, 1998).
- Gaby Naher, Wrestling the Dragon (Rider 2004).
- Anna Louise Strong, Tibetan Interviews(Peking: New World Press, 1959).
- Lea Terhune, Karmapa of Tibet: The Politics of Reincarnation (Wisdom Publications, 2004)
- Shashi Kei, 2019. “Why are Tibetans leaving India when the Dalai Lama is still there?”, Medium. https://medium.com/@kei_shashi/why-are-tibetans-leaving-india-when-the-dalai-lama-is-still-there-52d8e6fa0307
- Mark Juergensmeyer, Terror in the Mind of God, (University of California Press, 2000).
- Kyong-Hwa Seok, “Korean Monk Gangs Battle for Temple Turf,” San Francisco Examiner, 3 Aralık 1998.
- Los Angeles Times, Şubat 25, 2006.
- Lopez, s. 205.
- Curren, s. 41.
- Gelders, s. 119, 123; Goldstein 1995, s. 6-16.
- Curren, s. 50.
- Stephen Bachelor, “Letting Daylight into Magic: The Life and Times of Dorje Shugden,” Tricycle: The Buddhist Review, 7, 1998.
- Tenzin Paljor Dhoring, A True History of the Dhoring Gazhi Family, s. 8.
- Karan, s. 64.
- Gary Wilson, Worker’s World, 6 Şubat 1997.
- Gelders, s. 62, s. 174.
- Lopez, s. 9.
- Melvyn C. Goldstein, William Siebenschuh, and Tashì-Tsering, The Struggle for Modern Tibet: The Autobiography of Tashì-Tsering(Armonk, N.Y.: M.E. Sharpe, 1997).
- Gelders, s. 110.
- Goldstein 1989, s. 5.
- Strong, s. 15, s. 19-21, s. 24.
- Strong, s. 25.
- Strong, s. 31.
- Gelders, s. 175-176; Strong, s. 25-26.
- “The earliest known footage of Tibet” (BBC, 2017-05-26). https://www.bbc.com/news/av/science-environment-40050597
- Gelders, s. 113.
- Grunfeld, s. 9, s. 7-33; Greene, s. 241-249; Goldstein 1989, s. 3-5; Lopez, N/A.
- Strong, s. 91-96.
- Gelders, s. 123-125.
- Goldstein 1995, s. 52.
- Harrer, s. 29.
- Kenneth Conboy ve James Morrison, The CIA’s Secret War in Tibet(Lawrence, Kansas: University of Kansas Press, 2002)
- William Leary, “Secret Mission to Tibet,” Air & Space, December 1997/Ocak 1998.
- Loren Coleman, Tom Slick and the Search for the Yeti(London: Faber and Faber, 1989).
- Hugh Deane, “The Cold War in Tibet,” CovertAction Quarterly(Winter 1987).
- George Ginsburg ve Michael Mathos, Communist China and Tibet(1964).
- Greene, s. 248; Grunfeld, N/A.
- Harrer, s. 54.
- Karan, s. 36-38, s. 41, s. 57-58.
- London Times, 4 Temmuz 1966.
- Gelders, N/A.
- Tendzin Choegyal, “The Truth about Tibet,” Imprimis(publication of Hillsdale College, Michigan), Nisan 1999.
- Karan, s. 52-53.
- Elaine Kurtenbach, Associated Pressreport, 12 Şubat 1998.
- Goldstein 1995, s. 47-48.
- Curren, s. 8.
- San Francisco Chronicle, 9 Ocak 2007.
- International Committee of Lawyers for Tibet, A Generation in Peril(Berkeley Calif.: 2001)
- Jim Mann, “CIA Gave Aid to Tibetan Exiles in 60s, Files Show,” Los Angeles Times, 15 Eylül 1998; New York Times, 1 Ekim, 1998.
- Lopez, s. 3.
- Heather Cottin, “George Soros, Imperial Wizard,” CovertAction Quarterly 74 (2002).
- Goldstein 1995, N/A.
- The Dalai Lama in Marianne Dresser (ed.), Beyond Dogma: Dialogues and Discourses(Berkeley, Calif.: North Atlantic Books, 1996).
- Nikolai Thyssen, “Oceaner af onkel Tom,” Dagbladet Information, 29 Aralık 2003, (Julius Wilm tarafından Dancadan çevrildi). http://www.information.dk/Indgang/VisArkiv.dna?pArtNo=20031229154141.txt
- “A Global Call for Human Rights in the Workplace,” New York Times, 6 Aralık 2005.
- San Francisco Chronicle, 14 Ocak 2007.
- San Francisco Chronicle, 5 Kasım 2005.
- Times of India, 13 Ekim 2000.
- Samantha Conti’s report, Reuters, 17 Haziran 1994.
- Amitabh Pal, “The Dalai Lama Interview,” Progressive, Ocak 2006.
- Gelders, s. 64.
- Michael Parenti, The Culture Struggle(Seven Stories, 2006).
- John Pomfret, “Tibet Caught in China’s Web,” Washington Post, 23 Temmuz 1999.
- Curren, s. 3.
- Curren, s. 13, s. 138.
- Curren, s. 21.
- Erik D. Curren, “Not So Easy to Say Who is Karmapa”, 22 Ağustos 2005. https://www.buddhistchannel.tv/index.php?id=22.1577,0,0,1,0.
- Kim Lewis, 14 Temmuz 2004.
- Kim Lewis, 15 Temmuz 2004.
- Ma Jian, Stick Out Your Tongue(Farrar, Straus & Giroux, 2006).
- PBS documentary, China from the Inside, Ocak 2007. https://www.pbs.org/kqed/chinainside/
- “China: Global Warming to Cause Food Shortages,” People’s Weekly World, 13 Ocak 2007.
İlginizi Çekebilir
-
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
-
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
-
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
-
Çin’in en büyük bankalarından biri, Rusya’ya yapılan yuan transferlerini engellemeye başladı
-
Batı yaptırımlarının ardından Rusya’da Çin malı otomobil satışları rekor kırdı
-
Marco Rubio’nun Çin hakkındaki görüşleri neler?
DÜNYA BASINI
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Yayınlanma
11 saat önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trLizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024
Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.
ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.
Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”
Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.
2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.
Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.
Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.
Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.
Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.
Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.
Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.
Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.
Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.
Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.
Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.
Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.
Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.
Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.
Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.
Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.
Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.
Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.
Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.
Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.
Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.
Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.
Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.
Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.
DÜNYA BASINI
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Yayınlanma
12 saat önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…
Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.
Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.
Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz
Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.
Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.
Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.
DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.
Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.
Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.
İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.
Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.
DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.
Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.
Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.
DÜNYA BASINI
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Yayınlanma
1 gün önce16/11/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı
Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)
“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.
Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?
Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.
Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…
Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.
Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…
Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.
Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…
Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.
Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.
Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.
Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?
Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.
Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…
Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…
Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.
Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.
Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?
Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.
Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?
Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.
Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?
Dmitriy Peskov:
Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA5 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA1 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi