Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Türk- Çin ilişkilerinde işbirliği alanları: Geç oldu güç olur mu?

Yayınlanma

Küresel çapta üretim ve buna bağlı olarak ortaya çıkan değerlerin Asya’ya doğru kaydığı gerçeği dünya üzerindeki tüm ülkelerin başta Çin olmak üzere bölge politikalarını revize etmesine yol açtı. Eski Başkan Barack Obama döneminde ABD bir “Hint-Pasifik” ülkesi olarak tanımlanırken, ulusal güvenlik belgelerinde Çin’e karşı tutum kademeli olarak iş birliğinden rekabete doğru evrildi. ABD’nin risklerin azaltılması, Çin’in ise “kuşatma” girişimi olarak yorumladığı politika uyarınca Washington yönetimi gümrük duvarlarını yükseltip teknoloji savaşına hız verirken bölge aktörleri ile ittifaklar kurma yolunu tercih etti. Bu tercihin çıktısı olarak AUKUS, QUAD gibi platformlara tanıklık edilirken, NATO’nun Asya’ya doğru genişlemesi ya da Asya’nın NATO’su gibi tartışmalar hız kazandı.

Geleneksel olarak ABD’nin inşa ettiği güvenlik mimarisi içinde yer alan Avrupa’nın Çin’in yükselişine tepkisi de rekabet ve işbirliği arasında salınım gösteriyor. Avrupa’nın özerkliğini savunan Fransa ve çeperde temsi edilen Macaristan gibi güçler daha itidalli bir yaklaşımı benimserken Berlin’de ibre ekonomik çıkarların korunması kaydıyla rekabeti göstermekte.

Çin’in yükselişine Küresel Güney ülkelerinin yaklaşımı ise bu zamana değin ABD ve onunla birlikte hareket edenlerin tersi istikametinde oldu. Sömürgeciliğe karşı mücadele neticesinde kurulmuş, Batılı ülkelerin kalkınma reçetelerini taklit etmek istemeyen, farklı tarihsel arka planlardan gelen ve farklı yönetim biçimlerine sahip ülkeler Çin’i fırsat penceresi olarak gördü. Zira ABD’nin baskılama politikası karşısında farklı coğrafyalardaki dostlarını artırmak isteyen Çin bu ülkelere daha cömert teklifler sunmakla kalmayacak aynı zamanda onlara Washington karşısında manevra alanı sağlayacaktı.

Çin ve Türk-İslam ilişkilerinde yeni aşama

Çok kutuplu dünya olarak tasvir edilen bu gerçekliğe uyum sağlayan bölgelerin başında Orta Doğu ve Ora Asya’nın geldiğini söylemek mümkün. Orta Doğu’da Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in 2022 yılında Suudi Arabistan’ı ziyareti ile ilki düzenlenen Çin-Arap Ülkeleri Zirvesi, bu sene onuncusu tertip edilen Çin-Arap Dışişleri Bakanları Forumu siyaseten kurumsallaşan işbirliğinin sembolü olarak okunurken, BRICS’in bölge ülkeleri ile genişlemesi artan ekonomik bağın boyutlarını özetliyor. Bununla birlikte artan siyasi itibarı ve ekonomik ağrılığı uyarınca bölgesel ihtilaflarda Çin’ “oyun kurucu” payesi verilmesi dikkat çekiyor. Suudi Arabistan ve İran arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasına 2023’te ev sahipliği yapan Çin’in ağırlığı Filistin başlığında da hissedilmekte. İslam İş Birliği Teşkilatı’na mensup ülkelerin dış işleri bakanları Filistin turunda ilk adres olarak Çin’i tercih ederken, Hamas ve el Fetih birleşme müzakereleri için Pekin’de masaya oturdu. İlk toplantıda iyi niyet beyanlarında bulunan Filistinli fraksiyonların toplantılarına Çin’de devam etme kararı aldığı biliniyor.

Çin ile ilişkilerin derinleştiği coğrafyalar arasında Orta Asya da özel konumunu koruyor. 2020 yılından bu yana dışişleri bakanları seviyesinde toplanan Çin, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan (C-C5) 2023 yılında işbirliğini devlet başkanları seviyesine çıkarmak için Tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktası olan Xi’an kentinde bir araya geldi. Çin’den Avrupa’ya uzanan ve içinde Türkiye’nin de yer aldığı Orta Asya merkezli Orta Koridor’a yapılacak yatırımların habercisi olan zirvede gündemde sadece ekonomi yoktu. Bölge ülkelerine 3,8 milyar dolar hibe verileceğini duyuran Çin tarafı aynı zamanda Orta Asya ile “ortak kaderi paylaşan topluluk” olduklarını vurgularken, 5 ülke Pekin’in dış politika anlatısına verdiği desteğin altını çizdi.

Türkiye geç mi kaldı?

Türkiye’nin başat çıkar alanları arasındaki coğrafyalar başta olmak üzere küresel çapta Çin’in artan ağırlığı Ankara’da tespit edilmekle birlikte politika geliştirme süreci görece daha yavaş ilerledi. Türkiye, 2019 yılında Çin’in merkezi rol oynadığı bölgeye dair “Yeniden Asya Açılımı” adı altında bir süreç başlatırken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu politikanın gerekliliğini “Tarihin sarkacı Asya’ya kaymıştır” sözleri ile açıklıyordu. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan, tıpkı diğer Küresel Güney ülkeleri gibi uluslararası sistemin yeteri kadar temsiliyet hakkı vermediğini “Dünya beşten büyüktür” sözleri ile formüle ederken, çok uluslu platformların küresel akut sorunların çözümünde yetersiz kaldığını söylemekten çekinmedi.

Türkiye’nin tespitlerinin küresel bir kabul haline gelen doğruluğuna karşın Ankara’nın attığı adımların kurumsal düzende bir ilerlemeye karşılık gelmediği aradan geçen zaman içerisinde ortaya çıktı. Böylesine bir tablonun oluşmasında Türkiye’nin Orta Doğu ve Orta Asya ülkelerinin aksine Batı dünyası ile kurduğu angajman kadar, ekonomiye indirgenmiş beklentiler ve Uygur başlığındaki ihtilaflar rol oynadı. Eski Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türk heyetinin Çin’in öngördüğü biçimde Uygur Özerk Bölgesi’ne gitmek istemediğini dile getirerek bu farklılığı 2022 yılının sonunda ifade etmişti. Bununla birlikte yine Türk medyasının Çin’e karşı yaptığı haberlerin birçoğunun Batı merkezli çevirilerden ibaret kalması, Türkiye’nin Çin’de Çin’in ise Türkiye’de yeteri kadar tanınmaması politika yapım sürecini etkileyen faktörler arasında yer aldı.

Bakan Fidan yeni bir denklem kurabilir mi?

Türkiye’nin başta Orta Doğu ve Orta Asya olmak üzere dünyanın kalkınmakta olan diğer ülkeleri gibi Çin ile ilişkilerini yeni gerçekliklere göre düzenlemek için hala vakti bulunuyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 3-5 Haziran’ı kapsayan ziyareti bu bağlamda Ankara’nın Çin’i ilgilendiren başlıklardaki pozisyonunu duyurması bakımından oldukça kıymetli bir başlangıç olarak kabul edilebilir.

Bakan Fidan, burada yaptığı açıklamada Ankara ve Pekin’in Filistin ve Ukrayna gibi ihtilaflı alanlar olmak üzere uluslararası ilişkilerin pek çok başlığında örtüştüğünü, Türkiye’nin Çin’in Asya ve Orta Doğu ülkeleri ile kurduğu yapıcı ilişkileri desteklediğini, Suudi Arabistan ve İran barışı gibi ara buluculuk rolünü ise takdirle karşıladığını ilan etti.

Bakan Fidan’ın belki de Çin için bu tespitlerden daha önemli olacak şekilde Washington ve Pekin arasındaki bilek güreşine dair “Egemen güçlerin önceki yüzyılda kurmuş oldukları pazarların daha adil, rekabet edilebilir pazar şartlarında yeniden el değiştiriyor olması kabul edilmesi gereken bir sonuçtur” ifadelerini kullandı. Bakan Fidan’ın küresel anlamda bir güç transferinin yaşandığı ve bunun barışçıl biçimde olması gerektiği yönündeki değerlendirmeleri kadar Çin’in egemenliğine ve toprak bütünlüğüne duyulan saygıyı yinelemesi de olumlu faktörler olarak kayıtlara geçti.

İşbirliği alanları neler?

Bakan Fidan’ın Türkiye’nin pozisyonu anlatması yeni dönem için ilişkilerin çerçevesini belirlerken Ankara ve Pekin arasında işbirliğini zorunlu dışsal gelişmelerin başında Filistin ve Ukrayna krizi ile ticaret yollarında ortaya çıkan risk ve fırsatlar geliyor.

Filistin başlığında kısa vadede ateşkes, uzun vadede 1967 sınırlarına dayanan Kudüs başkentli egemen Filistin devletinin kurulmasını savunan Türkiye ve Çin, bu çözümü olgunlaştırmak adına Filistinli fraksiyonların birleştirilmesinde aktif olarak rol alabilir. Türkiye ve Çin’in koordineli mi bilinmez ancak bu yönde paralel adım attıkları aşikar. Nitekim Fetih ile birleşme müzakereleri için Pekin’e giden Hamas heyeti bir gün önce İstanbul’dan uluslararası basına demeç vermiş ve tek çatı altında birleşmek istediklerini beyan etmişlerdi.

Türkiye ve Çin’in denklem değiştirici rol oynayabileceği krizler listesinde Ukrayna da yer alıyor. Krizin tarafları olan Rusya ve Ukrayna ile aynı anda diplomatik ilişkilerini devam ettirebilen Ankara ve Pekin yönetimleri yaptırım siyasetine karşı çıkma, Rusya’nın barış müzakerelerinde temsil edilmesi, ülkelerin egemenliklerine ve toprak bütünlüklerine saygı konusunda yakınsayan görüşlere sahip. Moskova, Kiev ve Avrupa başkentleri arasında 12 maddelik yol haritası ile mekik diplomasisi yapan Çin ve daha önce iki ülkeyi İstanbul’da barışın kıyısına kadar getirebilen Türkiye savaşan tarafların ama özellikle de Ukrayna’nın irade göstermesi durumunda kolaylaştırıcı rol oynayabilir.

Küresel ticaret rotalarında rüzgarın Türkiye’den yana esmesi de yeni dönemdeki iş birliği boyutları arasında öne çıkıyor. Nitekim Ukrayna krizi sonrasında Çin’den Avrupa’ya Rusya üzerinden uzanan Kuzey Koridoru popülaritesini kaybederken, İran’ın içinde bulunduğu Güney Koridoru jeopolitik gerilimlerin neticesinde daha kırılgan hale geldi. Buna karşılık Türkiye’nin merkezinde bulunduğu Orta Koridor ise Orta Asya ülkelerinin altyapı çalışmalarını büyük oranda tamamlaması ve gümrük prosedürlerini kolaylaştırması ile cazibesini artırdı. Kuzey Koridoruna oranla Çin ve Avrupa arasındaki mesafeyi 2 bin kilometre kısaltan Hazar geçişli Orta Koridor Türkiye’nin yeni dönemde gündeme getireceği başlıklar arasında kalmaya devam edecek. Bununla birlikte Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Kalkınma Yolu’nun da Kuşak ve Yol İnisiyatifi ile uyumlu hale getirilmesi beklentisini dile getirerek Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğünün altını çizdi. Kalkınma Yolu’nun Çin’e de fırsatlar sunacağını belirten Ankara, böylelikle küresel ticarette Batı’nın arzuladığı biçimde Çin’i dışlayan değil ortak haline getirmeyi amaçlayan tutumunu ilan etmiş oldu

İşbirliğinin adresi: BRICS, komiteler, uluslararası zirve ve liderler buluşması

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Çin ziyaretinde yaptığı konuşma Ankara’nın sıcak başlıklardaki pozisyonu ve sıralanan işbirliği alanları kadar net olmasa da kullanılabilecek platformlar hakkında da ipuçları sunuyor.

Bakan Fidan’ın Rusya’da düzenlenen BRICS toplantısına katılacağını ifade etmesi ekonomik ilişkilerin kurumsallaşmasında bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 yılındaki açıklamaları ile güdeme gelen BRICS,  son katılımlarla birlikte dünya ekonomisinin yüzde 31’ini temsil ederken, dünyanın en büyük 10 petrol üreticisinden 6’sını da bünyesinde barındırıyor. Zenginler kulübü olarak adlandırılan G7 karşısında her geçen gün ağrılık kazanan BRICS’in Türkiye’nin acil ihtiyaçlarının bir bölümüne Yeni Kalkınma Bankası gibi araçlarla karşılık verebilecek olması Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de görmezden gelemeyeceği gerçekler arasında. Nitekim Bakan Mehmet Şimşek, 2017 yılında yaptığı açıklamada BRICS’e dair “Onların vereceği projelerden yararlanmak için üye olunması gerekiyor. Sırf onun için şu anda ciddi ciddi üye olmayı değerlendiriyoruz” diye konuşmuştu.

Bakan Fidan’ın Çin gezisinde duyurduğu “hükümetler arası çalışma komitesi” de Ankara ve Pekin hattındaki kurumsallaşma bağlamında kayda değer ikinci adımı temsil ediyor. Bu komitenin başına Türkiye tarafında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in atanması devasa ticaret hacmindeki dengesizliklerin düzeltilmesi, nükleer ve yeni teknoloji alanındaki yatırımların artması, Orta Koridor’un daha fazla etkinleştirilmesi gibi çok sayıda başlıkta sonuç alınmasına yardımcı olacaktır.

Hükümetler arası çalışma komitesinin ilk toplantısını önümüzdeki aylarda düzenlemesi beklenirken, Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in Türkiye’yi ziyaret etmesi ihtimaller arasında. Dışişleri Bakanı Fidan Türkiye’nin davetini “Bu yıl Çin Devlet Başkanı Sayın Xi Jinping’i de ülkemizi ağırlamak istiyoruz. Cumhurbaşkanımızın davetini tekrar Çinli meslektaşımıza ilettim” sözleri ile duyurdu. Xi’nin davete icabet ederek Türkiye’yi ziyaret etmesi ikili ilişkiler kadar bölgesel düzen açısından da yeni bir sayfanın açılmasına hizmet edebilir.

Öte yandan Uygur başlığı Orta Doğu ve Orta Asya’ya nazaran daha geç kalınan taraflar arasındaki angajmanı güç hale getirebilir.  Bir süredir Türkiye ve Çin arasında sorun haline gelen “suç, suçlu, özgürlük ve bölücülük” gibi kavramlardaki anlaşmazlığın yanına Bakan Fidan’ın ziyareti ile Urumçi ve Kaşgar kentlerinin tanımlanması eklendi. Bakan Fidan temasları sırasında bu iki şehri Türk ve İslam şehirleri olarak tanımlarken, bu tez Çin tarafında kabul görmüyor. Pekin yönetiminin yayınladığı Beyaz Kitap’a göre bölge kadim Çin kültürünün devamı niteliğinde resmedilirken, Uygurların Türkler ile zaman içinde ayrıştıkları savunulmakta.

Bakan Fidan’ın Çin’den farklı bir tanımlamayı tercih etmesine şu ana değin resmi ya da gayri resmi (medya üzerinden) bir yanıt gelmese de rahatsızlık yaratması sürpriz olmayacaktır.

GÖRÜŞ

Ukrayna’da barış için iki çizgi mücadelesi: Batı ve Küresel Güney

Yayınlanma

Batı kamuoyunda Rusya-Ukrayna, Moskova’da ise Rusya-Kolektif Batı (ABD, AB, NATO) Savaşı olarak adlandırılan güç mücadelesi nasıl sona erecek? Bu konuda iki farklı çizgi mevcut. Bu çizginin ilkini temsil eden Batı dünyası son olarak İsviçre’nin Bürgenstock kasabasında 15-16 Haziran tarihlerinde resmi adıyla “Ukrayna’da Barış Zirvesi” düzenlendi.

Zirveye ihtilaflı tarafın yani Rusya’nın çağrılmaması Batı’nın Ukrayna’da barışa müzakereler ve tavizler yoluyla değil, rakip ülkenin tam mağlubiyeti ile ulaşmayı arzuladığını gösteriyor. Ukrayna’da Barış Zirvesi’nin hemen öncesinde Rusya’nın dondurulan mal varlıklarından elde edilecek gelirin Ukrayna’ya aktarılması ve Rusya’nın Ukrayna sahasından Batı’nın istihbarat ve mühimmat desteği ile vurulmasına verilen onay da bu nedenle tesadüf değil.

Önümüzdeki günlerde NATO toplantısından çıkacak Ukrayna’ya uzun vadeli ve kurumsal destek kararını göz önünde bulundurursak İsviçre’deki etkinliği “Ukrayna’da Barış Zirvesi” yerine “Rusya’yı Teslim Alma Girişimi” olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.

Rusya’ya diz çöktürmek: Teorik açıdan kusurlu, pratikte imkansız

Rusya’yı diz çöktürerek barışı tesis etme girişiminin teorik ve pratik açıdan çıkmazı bulunuyor. Batı dünyasında efsanevi bir siyasi zeka olarak kabul edilen eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger savaşlarda bir tarafı tam teslimiyet koşulları altında masaya oturtmanın gerçek bir barışı değil gelecekteki daha büyük savaşı hazırlayacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan yıkımın tohumlarının Birinci Dünya Savaşı’nda atıldığını hatırlamak bu nedenle isabetli olacaktır.

Batı’nın teorik olarak oldukça tehlikeli bu yaklaşımının pratikte de bir karşılığı bulunmuyor. Zira yaptırımlarla teslim alınması beklenen Rus ekonomisi uluslararası kurumları şaşırtacak derecede dayanıklılığını kanıtlarken, Rus ordusunun Ukrayna sahasındaki ilerlemesi devam ediyor.

Savaşı uzatan Barış Zirvesi

Batılıların “day dream (gündüz düşü)” dediği uyku ile uyanıklık arasındaki hayallerle tertip edilen Ukrayna’da Barış ya da doğru ifadesi ile Rusya’yı Teslim Alma Girişimi’nin nasıl sonuçlandığını anlamak içinse Putin’in açıklamalarına bakmak yeterli olacak. Rusya lideri Putin, G7 ve Barış Zirvesi’nin arasına denk gelecek şekilde yaptığı açıklamada Moskova’nın çatışmaların sona ermesi için yeni şartlarını kamuoyuna duyurdu. Buna göre; Rus ordusu kontrol sağladığı topraklardan çıkmayacağı gibi yeni kazanımlar elde edildiği takdirde barış müzakereleri yeni gerçeklikler ışığında güncellenecek.

Rusya, ABD’li New York Times gazetesinin açıkladığı belgelere bakılacak olursa 2022’de İstanbul’daki müzakerelerde toprak konusunda daha az talepkar olmasıyla dikkat çekiyordu. İstanbul’da barışın kıyısına kadar gelindiğini ancak bunun dış müdahaleler ile akamete uğratıldığını dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “NATO’ya bağlı ülkelerin içinde savaş devam etsin arzusunda olanlar var. Savaş devam etsin, Rusya daha zayıflasın diye” sözleri ile özetlemişti.

Gelinen noktada Batı’nın her barış konferansı düzenlediğinde savaşın biraz daha uzayacağını görmek sürpriz olmayacak. Böylesine bir tablonun Ukrayna’da Rusya için Afganistan benzeri bir “Sonsuz Savaş” arzulayan ABD’ye hizmet ettiğine ise şüphe yok. Washington yönetimi bu sayede stratejik özerklik arayan Avrupalı devletleri kendi yanında rahatlıklar hizalarken, asıl rakip olarak gördüğü Çin’i kuşatmak için de gerekli politik atmosferi inşa ediyor.

Küresel Güney’in itiraz ve planı

İsviçre’de düzenlenen zirveye katılmayan ya da katılıp da imza atmayan ülkelerin toplamı Ukrayna’da barış için farklı bir alternatifin olgunlaştığını gösteriyor. Rusya ve İran’ın davet edilmediği zirveye Çin ve Mısır temsilci göndermedi. Güney Afrika, Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ise zirvede yer aldığı halde sonuç bildirgesini imzalamadı. Bu ülkelerin toplamı BRICS olarak adlandırılırken daha geniş planda bakıldığında Küresel Güney’in de Batı’nın çözüm/çözümsüzlük planına ilgi göstermediği dikkat çekiyor. Nitekim Türkiye, Irak ve Katar dışında Orta Doğu ülkelerinin büyük kısmı bildirgeye destek vermezken, Orta Asya’nın tamamı, Latin Amerika ve Afrika’nın ezici çoğunluğu da oyunun dışında kalmayı tercih etti.

BRIICS ülkelerinin oluşturduğu alternatifin çatısını Çin ve Brezilya’nın duyurduğu 6 maddelik çözüm planı oluşturuyor. Planın Batı’dan farkı yaptırım siyasetine,  bloklaşmalara karşı olması ve Rusya ile Ukrayna’yı aynı anda masaya oturtma hedefi. Müzakerelerin nerede tertip edileceğine dair şu anda resmi bir öneri olmasa da Çin ve Suudi Arabistan’ın adı öne çıkıyor. Ukrayna krizinin yıldönümünde 12 maddelik yol haritası hazırlayan ve bunu Ukrayna ile Avrupa başkentlerinde müzakere eden Çin’e Rusya’nın initiyatif vermesi muhtemel. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, daha önce yaptığı açıklamada Çin’in organize edeceği bir sürece müdahil olacaklarını duyursa da Batı krizin tarafı olmakla suçladığı Pekin yönetiminin uhdesindeki müzakerelere sıcak bakmayacaktır. İsviçre’deki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının faturasını Çin’e kesen NATO Genel Sekreteri yaptırım sinyalleri verirken, Ukrayna lideri Zelenski daha düşük bir tonla uğradığı hayal kırıklığını “Biz Çin’in dostluğunu bekliyoruz” diyerek ifade etti.

Çin-Brezilya koordinasyonu ile ilan edilen ve yakın tarihli olmasına karşın 20’nin üzerinde destek verdiği çözüm sürecinde Suudi Arabistan da müzakerelere ev sahipliği yapabilir. Nitekim Suudi Arabistan, Ağustos 2023’te Ukrayna konulu bir zirveye ev sahipliği yapmış Rusya’nın katılmadığı zirvede Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi Başkanı Andriy Yermak tarafından temsil edilmişti. Rusya’nın müdahil olmadığı zirve bildirisine imza atmama kararı alan Suudi Arabistan son hamlesi ile Moskova nezdinde itibarını artırırken, Riyad yönetiminin elinde Batı’yı ikna etmek için bir dizi enstrümanı bulunuyor. Bunlar; Batı dünyası ile geleneksel ilişkileri, petrol kartı, Körfez liderliği, Filistin krizindeki özel konumu olarak sıralanabilir. Son yıllarda dış politikasını Çin açılımı ve İran barışı ile çeşitlendiren Suudi Arabistan’ın bir sonraki müzakerelerde adres olabileceğini İsviçre Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Güvenlik Dairesi Başkanı Gabriel Lüchinger da dile getirdi.

Ateşkes bir ihtimal kalıcı barış uzakta

Çin-Brezilya yol haritası ABD-NATO hattının savaşın devamı yöndeki politikalarına rağmen krizi dondurmayı başarabilir mi? Bunu ilerleyen aylarda öğrenmek mümkün olsa da uzun vadede kalıcı bir barışın tesis edilmesi zor gözüküyor. Zira bunun için öncelikli olarak Batı’nın “barışın diz çöktürene kadar savaşmaktan geçtiği”  yönündeki inancı terk etmesi ve savaşın nedenlerine odaklanması gerekli. Bu konuda Çin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişlemesini yanlış güvenlik mimarisi olarak tanımlarken, güvenliğin bölünmezliğine vurgu yapıyor. Bir ülkenin ya da ittifakın güvenliğinin bir diğer ülkenin meşru çıkarlarını tehdit etmemesi yönündeki yaklaşımı bugünlerde Asya’ya doğru genişleme çabasındaki NATO için elbette kabul edilebilir değil.

Öte yandan kalıcı barış istikametindeki diğer zorlu görev ise Çin’in tanımladığı şekliyle “karmaşık tarihsel arka plana” sahip Rusya-Ukrayna ilişkilerini yeniden nasıl kurgulanacağı. Çin de dâhil olmak üzere krize çözüm bulmak isteyen ülkeler Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü, egemenliğine ve sınırlarına vurgu yapsa da Moskova ve Kiev arasında özellikle deniz sınırları alanında referans kabul edilebilecek anlaşmalar artık güncelliğini korumuyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Faşizm – 2: Yeni ittifak yolları

Yayınlanma

Yazar

Sınıflar mücadelesi ezilen sınıflarla ezen sınıflar arasındaki mücadeleden ibaret değildir. Hatta çoğu zaman mücadelenin bu biçimi derinlerde yatar ve ancak tarihi olarak tayin edicidir; ama güncel siyasi mücadelelerde tali bir önem taşır. Ezilen sınıflar sınıf mücadelesi sahnesine doğrudan çıktıklarında, ancak o zaman temel bir önem kazanırlar; bunun dışındaki hemen bütün durumlarda sınıf mücadelesi esas itibariyle egemen sınıfların şu veya bu kesimlerinin arasındaki mücadele şeklinde sürer.

Bugün de öyle oluyor. Hâkim sınıflar arasındaki mücadelede halklar ancak dolaylı bir özne bile değil sadece nesnedir. İşçi sınıfının devrimci, hiç değilse ilerici bir varlık gösteremediği faşistleşme sürecinde halk, emperyalist tekellerin kendi aralarındaki mücadelede, küçük burjuva sağcılığının biçimlerinin tekellerin siyasi temsilcilerine kitle desteği sağladığı kadar önem taşır.

Görüngü muhtevanın yerine konulduğunda ortaya çıkan çarpık duruma bir kez daha dikkat çekmeliyiz.

Faşizm – 1: Görüngü ve muhteva

İlk bölüme, ABD’ye dönelim: genel kabule bakılırsa geleneksel küçük burjuva sağcılığına yaslanan Trump faşist, ve sırf bu yüzden onun karşısındaki diğer güçler antifaşist veya hiç değilse faşist-değil sayılıyor.

Emekçi sınıfları kapsayan atomizasyon, amorflaşma ve gericileşme Trump’ın destek kitlesinde geleneksel biçimleriyle görülüyor. Ama bugün baskın olan geleneksel olmayan biçimler. Bunlar esas itibariyle mevcut “liberal” iktidarların destek kitlesinde: woke ve iptal kültüründe, “aktivist” zibidiliğinde, muazzam ahlaki dejenerasyonda, kimlikçilikte, vb. ortaya çıkıyor. Neden böyle? Çünkü bu woke kültürü, zibidilik, dejenerasyon vb. düpedüz saldırgan yollardan örgütleniyor. “Ötekileştirme” üzerine bir araba laf ettikten sonra ötekileştirmenin daniskasını bunlar yapıyor; tıpkı hâkim İslami kültürün oruç tutmamayı oruç tutanlara saldırı, namaz kılmamayı namaz kılanlara saldırı, dini eğitime karşı çıkmayı dindarlığa saldırı sayması gibi, liberal etiketli zırvalar da transseksüellerin kadınlara saldırısına, kozmopolitlerin millicilere saldırısına, “aktivistlerin” sanata saldırısına, çokkültürlükçülerin kültürlere saldırısına, emperyalist şemsiye altında devlet hayali kuranların emperyalizmden bağımsızlıkçılara saldırısına vb. yol açıyor.

Üstelik ve daha önemlisi bütün bunlar geleneksel faşist görüngüler arasında değil diye bu akımlar kendilerini antifaşist gibi pazarlayabiliyor da.

Trump’ın destekçileri, esas itibariyle taşra kökenli orta ve küçük burjuvaziden oluşan sağcı örgütler. İşçi sınıfının deklase olan kesimleri de var. Bütün bu kesimler bir varoluş krizi yaşıyorlar ve durum gerçekten de klasik faşizmlerin yükselişindeki kitle tabanını hatırlatıyor.

Ancak küçük burjuva sağcılığının beklentileri, özlemleri, siyasi tasavvurları, rejimin tepesindeki faşist eğilimlerle her zaman örtüşmeyebilir ve hatta çoğu zaman da örtüşmez. Klasik faşizmlerin tarihinin öğrettiği şudur: tepedeki faşist rejim eğilimleri, tabandaki faşist çetelerle yıllarca farklı istikametlerde görünebilir; ancak küçük burjuvazinin varoluş krizinin derinleşmesi, burjuvazinin genel ideolojik krizi, tepede it dalaşı, sermaye birikimi modelinde değişiklik zarureti vb. gibi muhtelif sebepler, muhtelif varyasyonlarla, mali sermayenin (“sanayi ve banka sermayesinin kaynaşması”) “en terörcü…” kesiminin bu serseri hareketiyle ittifak kurmasına yol açar.

Bugün iki farklı türde faşist kitle hareketi var. Birincisi, klasik modele en çok yakınsayan; Trump, Le Pen, VB, AfD, Meloni, Wilders, vb. destekçilerinde görülen türden hareketler. Bu hareketler İtalya şimdilik istisna edilirse iktidarda temsil bulmuyor. Ama ikinci tür faşist kitle hareketi: wokeçuluk, iptal kültürü, ilerici şalına bürünmüş emperyalist işbirlikçiliği, iktidarda doğrudan temsil buluyor: Yeşiller, Macron; Britanya, İsveç, Finlandiya, Hollanda vb. elitinin neredeyse tamamı.

Sanayi sermayesi başka sermaye grupları karşısında rekabet gücünü kaybetme riskiyle karşılaştığında korumacı olur. Bu neredeyse aritmetik bir sabittir. Trump’ın korumacılığı bundan ibaret. Banka sermayesi (NBFI ve varlık fonları dahil) ise gücünü para-sermaye hareketinin tamamen serbest bırakılmasında bulur; böylece hayali sermaye birikimi ve sermaye ihracı azami sınırlarına varır. Demek ki iki farklı menfaat alanının sebep olduğu bir gerilim var ve banka sermayesi sanayi sermayesi üzerinde tam bir tahakküm kurduğunda bile bu gerilim devam eder.

Bir yandan kapitalizmde altüst oluş, hâkim sınıflar kompozisyonunda köklü bir değişim, dolayısıyla bölüşüm modelinin değişmesi; diğer yanda küçük burjuvazi gericileşirken işçi sınıfının deklase olması. Eşzamanlı iki gelişme: bunlar iç içe geçtiğinde, ancak o zaman bir faşistleşme sürecinden söz edilebilir. Bugün Avrupa’nın her yerinde ve ABD’de tam da bu oluyor; ve bu nedenle, “Trump’ın yükselişi faşistleşme süreci anlamına gelir” önermesi yanlıştır; tersine, faşistleşme süreci derinleşirken Trump yükseliyor. Süreci derinleştiren: bütün sermaye gruplarının en teröristi, militaristi, yayılmacısı, müdahalecisi olarak banka sermayesi (çünkü emperyalist sistemin başlıca alametifarikası sermaye ihracıdır) ve onunla kaynaşan, onunla aynı nitelikleri taşıyan, aslında muazzam hayali sermaye birikimiyle ondan da çok balon olan, onunla aynı küresel iktisadi, ideolojik, siyasi hedefleri güden bilişim sermayesidir.

Her faşistleşme sürecinde sermayenin fraksiyonları arasındaki çatışma, taraflardan birinin diğerini yok ettiği mutlak zaferiyle değil tarafların birinin baskın olduğu yeni bir kompozisyon halinde sentezlenmesiyle ortaya çıkar.

Batıda sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmanın çözümü için bir dizi yol öngörülebilir.

Birincisi, geleneksel sanayi sermayesinin zaferi ve keynesçiliğe yönelmesi olabilir. Ne var ki keynesçilik tam istihdamı idealize edilmiş bir görev olarak önüne koyar; bu, emekçi sınıfların bağımsız siyasi aktörler olarak ortaya çıktığı bir dönemin iktisat siyasetidir ve sınıf mücadelesindeki antagonizmayı yumuşatmayı amaçlar. Oysa bugün emekçi sınıflar burjuvazinin herhangi bir kesiminin taviz vermesini gerektirecek güçte bağımsız bir aktör değil; bu sınıflar otuz yıldır amorflaştırıldı, sınıf bilinçleri iğdiş edildi, yerine şu veya bu biçimiyle kimlikçilik geçirildi, sosyal haklarının büyük bir bölümü budandı ve budanıyor. Hâkim sınıfların bir kesiminin başka bir kesimine karşı mücadelesinde ortak antagonistik düşmanları olan emekçi sınıfları güçlendirecek bir siyasete yönelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Keynesçilik ancak büyük burjuvazinin dizginlenmesini isteyen küçük ve orta burjuvazinin siyaseti olabilir ve gerçekten de öyledir. Çok önemli bu; çünkü eğer halk saflarından büyük burjuvaziye karşı bir muhalefet ortaya çıkacaksa, tek yolu, halkın her kesiminin asgari ortak menfaatlerini öngören böyle bir iktisat siyasetidir ve ancak böyle bir siyaset, küçük burjuva sağcılığının faşist iktidarlar için kitle tabanı olmasının önüne geçebilir. Almanya’da Wagenknecht hareketi bunu simgeliyor ve iktidarın kanatlarını geriletmek için ciddi bir potansiyel ortaya koyuyor; bu eğilim Wagenknecht’in başarısı ölçüsünde bütün Avrupa’ya yayılacaktır.

İkinci yol banka ve bilişim sermayesinin öngördüğü yoldur: küresel oligarşi pekişmeli; emperyalist blok içinde hegemonya sorunu kesin ve nihai olarak çözülmeli; olası alternatif hegemonya merkezleri (başta Avrupa) dağıtılmalı; Avrupa’nın sanayi sermayesi mümkün olduğunca yoğun bir şekilde ABD’ye taşınmalı; bu sermaye neredeyse bütünüyle savaş sanayisine yönelmeli; tek başlı bir emperyalizm, bir Schwab distopyası. Bu savaş yoludur, çünkü sermayenin birikim modelindeki hiçbir köklü değişiklik savaşsız gerçekleşemez.

Üçüncü yol şimdi Trump’ın vazediyor göründüğü yoldur: dış ticarette korumacılık; büyük savaşlar yerine yerel gerilimler ve kontrollü çatışmalar; ABD’de banka ve bilişim sermayesi karşısında sanayi sermayesinin özerkliğinin güçlendirilmesi; finanslaşma öncesi duruma dönüş.

Bu çatışmanın tek çözümü iki hâkim sermaye grubundan birinin diğerini yok etmesi değil ancak ikisinin birden başka bir seviyede entegrasyonu olabilir ve öyle de olacak. İkinci ve üçüncü yol kesişecektir; Amerikan sanayi sermayesinin militarizasyonu hızlanacaktır; ABD için korumacılık dünya için serbest ticaret; ABD için iç barış dünya için savaşlar; memnuniyetsiz küçük ve orta burjuvazinin Amerikan hâkim sınıflarının menfaatleri için örgütlenmesi; stagnasyon tehdidinin ortadan kalkması; Avrupa sanayi sermayesine diz çöktürülmesi sürecinin tamamlanması.

Harika çözüm!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta aşırı sağ yükseliyor mu?

Yayınlanma

Doç. Dr. Dilek Yiğit

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz’da genel seçimler yapılacak. 2010 yılından bu yana ülkeyi yöneten ve 2014 İskoçya bağımsızlık referandumu, 2016 Avrupa Birliği (AB) referandumu, AB ile çekilme (Brexit) müzakereleri ve küresel pandemi gibi zorlu olaylar, süreçler ve bunların etkileri ile yüzleşen Muhafazakar Parti, liderlik koltuğuna oturan isimlerin sıklıkla değişmiş olmasının da açıkça gösterdiği gibi, seçimlere iktidar yorgunu olarak gidiyor. Muhafazakarlar tarafından hükümetin yaptığı neredeyse her şeyi eleştirmek suretiyle muhalefet yaptığı ileri sürülen İşçi Partisi ise “potansiyel hükümet” gibi görünüyor; zira seçimlere dair anket çalışmalarının sonuçlarına göre İşçi Partisi açık ara önde. Bu koşullarda kuvvetle muhtemel temmuz seçimleri sonucunda yirminci yüzyılın başından itibaren Britanya’yı en uzun süre yöneten parti olması nedeniyle “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan Muhafazakar Parti iktidarı son bulurken, 1997 seçim zaferini tekrarlayacak olan İşçi Partisi tek başına hükümet kurabilecek.

İktidarın bir kurulu düzen partisinden diğerine geçmesine sebep olacak ve koalisyon hükümeti kurulmasını da gerektirmeyecek temmuz seçimlerinin sonuçlarının, iktidarın Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi arasında el değiştirmesine alışık, koalisyon hükümetlerine ise pek alışık olmayan Britanyalılar için “olağanüstü” bir özelliği olmayacak. Ancak seçimlere dair anket çalışmaları, üzerinde düşünülmesi gereken ve bizlere “Kıta Avrupası’nda olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da aşırı sağ yükseliyor mu?” sorusunu sorduran bir bulguyu karşımıza çıkarıyor.

Anketlerden çıkan bu bulguya değinmeden evvel, Birleşik Krallık’ın aşırı sağ partilerin yükselişe geçtiği Kıta Avrupası’ndan farklı bir tablo sunduğunu belirtmek gerekir. Aşırı sağ partilerin Batı Avrupa’da siyaset sahnesine dönmeye başladığı yıllarda Birleşik Krallık’ta  aşırı sağ gruplar bir araya gelerek 1967 yılında National Front adında bir parti kurdular. Parti yerel seçimlerde kısmi başarılar göstermiş olsa da, genel seçimlerde herhangi bir başarı gösteremedi. National Front içinde yaşanan görüş ayrılıklarını ve bölünmeleri müteakiben kurulan British National Party de seçimlerde başarılı olamadı. Birleşik Krallık’ın aşırı sağ parti ailesine 1993 yılında UKIP (United Kingdom Independence Party) katıldı. UKIP AB karşıtlığını siyasi söyleminin merkezine alarak ve Britanyalılar arasında artan Avrupa şüpheciliğinden de beslenerek Muhafazakar Parti üzerinde oluşturduğu baskı nedeniyle AB referandumuna giden süreci hızlandırmış olduğu gerekçesi ile Birleşik Krallık tarihinin en başarılı “tek konu partisi” olarak nitelendirilmektedir, ancak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde dikkate değer başarılar göstermiş olsa da, UKIP’in, 2015 genel seçimleri hariç, genel seçimlerde herhangi bir başarısı olmamıştır.

Dolayısıyla Birleşik Krallık’ın aşırı sağ partilerinin, Kıta Avrupası’nda seçim başarıları gösteren aşırı sağ partiler ile mukayese edildiklerinde “başarısız”  kaldıklarını söyleyebiliriz. Birleşik Krallık da aşırı sağ partilerin siyaseten etkili olmadığı ve olamayacağı bir ülke  imajı sergilemektedir. Hal böyle iken bizlere “Birleşik Krallık’ta aşırı sağ yükseliyor mu?” sorusunu sorduran seçim anketi bulgusu, Birleşik Krallık’ın söz konusu imajının sürdürülebilirliği açısından da önemlidir.

Nedir bu bulgu? Seçim anketlerine (Statista, Yougov) göre Reform UK partisi oylarını hızla artırarak seçimlere girmektedir ve kuvvetle muhtemel seçimlerden üçüncü parti olarak çıkacaktır. AB referandumundan çıkan karar uyarınca Birleşik Krallık hükümeti ile AB arasında çekilme müzakereleri yürütülürken, siyasi yelpazenin her yönünden Avrupa şüphecilerinin bir araya gelmesiyle, Brexit’in Birliğe taviz verilmeksizin, gerekirse taraflar arasında herhangi bir anlaşma yapılmadan gerçekleştirilmesi gerektiği söylemiyle 2018 yılının sonunda Brexit Party kurulmuştu. Kurulduktan kısa bir süre sonra 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde 29 sandalye kazanma başarısı gösteren Brexit Party, Birleşik Krallık AB’den çekildikten sonra ismini Reform UK olarak değiştirdi. Reform UK Brexit Party adı altında iken aşırı sağın iki temel özelliği olan “Avrupa şüpheciliği” ve “göç karşıtlığı” üzerinden siyaset yaptığından, yani Kıta Avrupası’ndaki aşırı sağ partiler ile ortak noktaları olduğundan, aşırı sağ olarak nitelendirilmişti ama Reform UK yönetimi partileri için “aşırı sağ” kavramının kullanılmasına tepki göstermektedirler.

Birleşik Krallık AB’den çekildikten sonra Avrupa şüpheciliğinin Britanya için bir anlamı kalmadığından, Reform UK, söyleminin merkezine göç karşıtlığını aldı. Bu açıdan Reform UK’nin, Britanya’da aşırı sağ parti ailesine mensup diğer partiler gibi “tek konu partisi” olarak eleştirilme riski vardı ama Reform UK sadece göç meselesi üzerinden siyaset yapan “tek konu partisi” olmadığını, genel seçimlere giderken “Let’s make Britain great” başlığı altında kamu sektöründe, kurumlarda ve ekonomide reform önerilerinde bulunarak göstermeye çalışmaktadır.

Reform UK’nin anketlerde öngörüldüğü şekilde seçimlerden üçüncü parti olarak çıkması iki partili sistem olarak bilinen ve Muhafazakar Parti ile İşçi Partisi’nin domine ettiği Britanya  siyaseti için çok fazla anlam ifade etmeyebilir. Diğer taraftan  partinin bu seçim sonucu, iki partili sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan  ve küçük partilerin parlamentoda temsilinin önünü kesen tek isimli tek turlu seçim sistemine rağmen, büyük bir başarı olarak okunabilir. Eğer bir başarı olarak okunacak ise, bu Muhafazakar Parti’yi ve İşçi Partisi’ni farklı kanallardan etkileme potansiyeli taşımaktadır.

Aşırı sağ partilerin şimdiye kadar genel seçim başarısı gösteremediği Britanya’da Reform UK’nin başarısı Muhafazakar Parti’yi, seçmenini Reform UK’ye kaptırdığını düşünmeye sevk ederek partinin siyasi yelpazede aşırı sağa kayma ihtimalini yaratabilir. Üstelik Muhafazakar Parti zaten aşırı sağa kaymakla ya da aşırı sağı normalleştirmekle eleştirilmektedir. Reform UK’nin başarısı iktidardaki İşçi Partisi’ni ise kendisine yönelik asıl muhalefetin aşırı sağ ideolojiden geldiğini  düşünmeye sevk ederek aşırı sağ politikalar uygulamaya yönlendirebilir; üstelik İşçi Partisi de halihazırda Muhafazakar Parti gibi sağa kaymakla eleştirilmektedir.

Sonuçta temmuz seçimlerine dair anket öngörüleri gerçekleştiği taktirde Reform UK aldığı seçim sonucuyla, sonrasında ise İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’yi etkileme kapasitesine bağlı olarak Birleşik Krallık’ta aşırı sağın yükselişinin ifadesi olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English