Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

WSJ: Suudi-BAE rekabeti, ABD’nin İran planlarını baltalıyor

Yayınlanma

Körfez ülkeleri arasında uzun yıllardır müttefik olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasındaki ilişkilere 2019’dan beri gerilim hâkim. İki ülke arasında özellikle ekonomik çıkarların örtüşmemesi ve bu alanda yaşanan rekabet nedeniyle çekişmeler yaşanıyor.

Wall Street Journal’da yayınlanan analiz, iki ülke arasındaki ilişkilerin neden gerildiğini açıklamaya çalışırken mayıs ayında Biden yönetimi aracılığıyla yetkililerin masaya oturduğu bilgisini veriyor.  ABD’nin iki ülke arasında ilişkilerin gerilmesinden rahatsızlık duyduğu ve bu gerginliğin ABD planlarını engellediğini belirten analize göre şimdilik ufukta barış sağlanma ihtimali gözükmüyor. Ancak bölgede normalleşme girişimlerine öncülük eden Riyad’ın BAE’ye karşı temkinli bir politika izleyeceği ve ilişkileri daha da germekten imtina edeceği düşünülüyor.

Summer Said, Dion Nissenbaum, Stephen Kalin ve Saleh al-Batati’nin kaleme aldığı analizi dikkatinize sunuyoruz:

***

Düşmanların En İyisi: Suudi Veliaht Prensi, BAE Başkanı ile Çatışıyor

Suudi lider, ABD’nin gücünün azaldığı Körfez’e hâkim olmak için rekabet ederken eski akıl hocasından uzaklaştı.

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman aralık ayında Riyad’da yerel gazetecileri kayıt dışı nadir bir brifing için topladı ve çarpıcı bir mesaj verdi. Ülkenin onlarca yıllık müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri için, “Bizi sırtımızdan bıçakladı” dedi.

Toplantıya katılanlara göre, gruba “Ne yapabileceğimi görecekler” dedi.

37 yaşındaki Muhammed ile bir zamanlar mentoru olan BAE Başkanı Şeyh Muhammed bin Zayid en-Nehyan arasında, Orta Doğu ve küresel petrol piyasalarında jeopolitik ve ekonomik güç rekabetini yansıtan bir çatlak meydana geldi. İki kraliyet üyesi, Arap dünyasının zirvesine çıkmak için neredeyse on yıl harcamış olsalar da şimdi ABD’nin rolünün azaldığı bir Orta Doğu’da kimin söz sahibi olduğu konusunda anlaşmazlık yaşıyorlar.

ABD’li yetkililer Körfez’deki rekabetin İran’a karşı birleşik bir güvenlik ittifakı oluşturmayı, Yemen’de sekiz yıldır süren savaşı sona erdirmeyi ve İsrail’in Müslüman ülkelerle diplomatik ilişkileri genişletmeyi zorlaştıracağından endişe ettiklerini söyledi.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili, “Bunlar bölgede kilit oyuncular olmak isteyen, son derece hırslı iki insan” dedi. “Belli bir düzeyde hâlâ iş birliği yapıyorlar. Şimdi ikisi de diğerinin aynı tahtta olmasından rahatsız görünüyor. Genel olarak, birbirlerinin boğazına sarılmaları bizim için yararlı değil.”

Bir zamanlar yakın olan iki adam -Suudi MBS ve 62 yaşındaki BAE Başkanı MBZ olarak biliniyor- kendilerine yakın kişilerin söylediğine göre altı aydan uzun bir süredir konuşmadılar ve özel anlaşmazlıkları açığa çıktı.

BAE ve Suudi Arabistan’ın Yemen’deki çatışmayı sona erdirme çabalarını baltalayan farklı çıkarları var ve BAE’nin, Suudi Arabistan’ın küresel petrol fiyatını yükseltme baskısından duyduğu hayal kırıklığı Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nde yeni çatlaklar yaratıyor.

İki ülke aynı zamanda giderek daha fazla ekonomik rakip haline geliyor. MBS’nin Suudi Arabistan’ın petrole olan ekonomik bağımlılığını sona erdirme planlarının bir parçası olarak şirketleri, bölgesel merkezlerini, Batılıların tercih ettiği daha kozmopolit bir şehir olan BAE’nin Dubai’sinden Suudi başkenti Riyad’a taşımaya teşvik ediyor. Ayrıca teknoloji merkezleri kurmak, daha fazla turist çekmek ve BAE’nin Orta Doğu’nun ticaret merkezi konumuna rakip olacak lojistik merkezler geliştirmek için planlar yapıyor. Mart ayında, Dubai’nin üst düzey Emirates’i ile rekabet edecek ikinci bir ulusal havayolu şirketinin kurulduğunu duyurdu.

Yumuşak güç alanında, Suudilerin 2021’de İngiltere’nin futbol kulübü Newcastle’ı satın alması ve küresel süperstar oyunculara yatırım yapması, Abu Dabi’nin yönetici ailesinin önde gelen bir üyesinin sahibi olduğu Manchester City’nin İngiltere ve Avrupa futbol şampiyonluklarını kazanmasının hemen ardından gerçekleşti.

Körfez yetkililerine göre Birleşik Arap Emirlikleri Başkanı MBZ, BAE yetkililerinin bazı ciddi yanlış adımlar attığına inandığı bir Suudi kraliyet ailesi tarafından gölgede bırakılmaktan rahatsız.

İran ile Anlaşma

Hükümet adına konuşan bir BAE yetkilisi The Wall Street Journal’a verdiği demeçte ilişkilerin gerildiği iddialarının “kategorik olarak yanlış ve dayanaktan yoksun” olduğunu söylerken, bir Suudi yetkili de bu fikrin “kesinlikle doğru olmadığını” belirtti.

Suudi yetkili, “BAE, Suudi Arabistan’ın yakın bir bölgesel ortağıdır ve politikalarımız karşılıklı çıkarları ilgilendiren çok çeşitli konularda birbirine yaklaşmaktadır” dedi. Yetkili, iki ülkenin diğer Körfez komşularıyla siyasi, güvenlik ve ekonomik koordinasyon konularında birlikte çalıştığını söyledi.

BAE’li yetkili “stratejik ortaklıklarının bölgesel refah, güvenlik ve istikrar için aynı hedef ve vizyona dayandığını” söyledi.

Aralık ayında Yemen politikası ve OPEC limitleri konusundaki görüş ayrılıklarının yoğunlaşmasının ardından MBS gazetecileri toplantıya çağırdı. Oradaki kişiler Suudi liderin BAE’ye bir talep listesi gönderdiğini söyledi. MBS, küçük Körfez ülkesinin hizaya gelmemesi halinde Suudi Arabistan’ın, Riyad’ın üç yıldan uzun bir süre diplomatik ilişkileri kestiği ve Abu Dabi’nin yardımıyla ekonomik boykot uyguladığı 2017’de Katar’a karşı yaptığı gibi cezalandırıcı adımlar atmaya hazır olduğu uyarısında bulundu.

Orada bulunan kişilere göre gazetecilere “Katar’a yaptığımdan daha kötü olacak” dedi.

Aralık ayındaki toplantıdan bu yana MBS bir dizi diplomatik hamle yaptı ve Suudi suikast timinin 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesiyle tetiklenen siyasi izolasyonuna son verdi.

Suudi Arabistan’ın İran ile ilişkilerini düzeltmek için Çin’den yardım istedi ve ardından Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönmesini sağladı ki bu süreç birkaç yıl önce BAE tarafından başlatılmıştı. Ülke, Devlet Başkanı Beşar Esad’ın değişim için gösteri yapan Suriyeli sivillere yönelik acımasız baskılarının ardından 2011 yılında ihraç edilmişti.

MBS, BAE’nin 2020’de yaptığı gibi İsrail’i resmen tanıma konusunda ABD ile görüşmeler yürütüyor. MBS, BAE’nin karşı tarafı desteklediği Sudan’daki şiddeti bastırmak için diplomatik çabalara öncülük ediyor.

Her iki ülkeden yetkililere göre, Suudi Arabistan ve BAE gerilimi yumuşatmak amacıyla şikâyetlerini ve değişim taleplerini özetleyen bildiriler yayınladılar.

Suudi Arabistan’ın şikâyetlerine sivri bir yanıt veren MBZ, geçen yılın sonlarında Suudi yöneticiyi eylemlerinin iki ülke arasındaki bağları zayıflattığı konusunda özel olarak uyardı. Körfez yetkilileri, Suudi Veliaht Prensi’ni petrol politikalarında Rusya’ya fazla yaklaşmakla ve İran’la diplomatik anlaşma gibi riskli hamleleri BAE’ye danışmadan yapmakla suçladı.

MBZ, Çin lideri Xi Jinping’in Riyad ziyareti için MBS’nin çağrıda bulunduğu Arap zirvesine katılmadı ve mayıs ayında Arap Birliği’nin Suriye’nin gruba geri dönmesi için yaptığı oylamaya gelmedi. MBZ ocak ayında Birleşik Arap Emirlikleri’nde alelacele düzenlenen bölgesel bir zirvede Arap liderlerle bir araya geldiğinde MBS’nin kendisi yoktu.

Uluslararası Kriz Grubu’nun Orta Doğu ve Kuzey Afrika Programı’nda kıdemli danışman olan Dina Esfandiary, “Aralarındaki gerilim artıyor çünkü kısmen MBS, MBZ’nin gölgesinden çıkmak istiyor” dedi: “İşler daha da kötüye gidecek çünkü her iki ülke de dış politikalarında daha özgüvenli ve iddialı hale geliyor.”

Sahte ittifak

Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri kendilerini en yakın müttefikler olarak tanımlasalar da BAE’nin 1971’de İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasından önce bile zaman zaman gergin bir ilişkileri olmuştu.

BAE’nin kurucu babası Şeyh Zayid en-Nahyan, Suudilerin Arap yarımadasındaki hakimiyetinden rahatsızdı ve dönemin Suudi Kralı Faysal, çeşitli toprak anlaşmazlıklarında koz elde etmek için yıllarca Basra Körfezi’ndeki komşusunu tanımayı reddetti. 2009 yılında BAE, Riyad’da kurulması önerilen ortak bir Körfez merkez bankası planını suya düşürdü. Bugün de iki ülke arasında petrol zengini topraklar üzerinde bölgesel anlaşmazlıklar var.

İki ülke MBZ ve MBS’nin yükselişiyle daha da yakınlaştı. Emirlik asilzadesi, üvey kardeşi Devlet Başkanı Şeyh Halife bin Zayid’in felç geçirdiği 2014 yılında 54 yaşındayken ülkesinin fiili hükümdarı oldu. MBS, babası Kral Selman’ın 2015’te tahta geçmesinin ardından güç kazanırken, MBZ o zamanlar henüz 29 yaşında olan genç Suudi prensi yetiştirmeye başladı.

Journal’ın haberine göre, iki adam uçsuz bucaksız Suudi çölünde bir gecelik kamp gezisinden önce birbirlerini pek tanımıyorlardı. Geziye aşina olan kişilere göre, eğitimli şahinler ve küçük bir maiyetin eşlik ettiği, Körfez geleneğindeki başkanlık golf turuna kabaca eşdeğer olan bu gezi dostluklarında bir dönüm noktası oldu.

MBZ ve diğer üst düzey Emirlik yetkilileri, Trump yönetiminin o dönemde henüz veliaht prens yardımcısı olan MBS lehine lobi yapmasında kilit rol oynadı. MBZ, dönemin Başkanı Donald Trump’ın 2017’de Suudi Arabistan’a yaptığı ve MBS’yi güçlendiren gezinin düzenlenmesine yardımcı oldu. Suudi prens bir sonraki ay veliaht olmak için bir saray darbesi düzenledi ve ardından eleştirmenleri ve potansiyel rakiplerini ortadan kaldırmaya başladı.

Muhafazakâr krallığını dönüştürme ve dışa açma planını formüle ederken MBS, rehberlik için MBZ’ye başvurdu ve Emirliklerin on yıl önce benzer bir plan için kullandığı banka ve danışmanların bazılarından yararlandı.

MBS ve MBZ, Yemen’e müdahale eden, Mısır’da Abdülfettah Es-Sisi’nin darbeyle iktidara gelmesine yardım eden, bölünmüş ülkenin doğusundaki Libyalı savaşçıları silahlandıran ve İran ve İslamcılarla bağları nedeniyle Katar’ı boykot eden bir dış politika ittifakı kurdu.

Her iki adam da o zamandan beri ülkelerini bu müdahalelerden kurtarmaya çalışıyor. Körfez yetkililerine göre bugün MBS, BAE başkanının kendisini Suudi Arabistan’ın değil BAE’nin çıkarlarına hizmet eden feci çatışmalara sürüklediğini düşünüyor.

Washington merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ortadoğu Enstitüsü’nde misafir akademisyen olarak çalışan emekli bir Merkezi İstihbarat Teşkilatı subayı olan Douglas London, MBS’nin “onu sevmediğini ve ona gününü göstermek istediğini” söyledi. London, İran ve terörist gruplardan gelen tehditler azaldıkça aralarındaki gerilimin tırmanmasının muhtemel olduğunu söyledi. Yine de London, Suudi liderin ülkesini yönetmek için daha pratik bir yaklaşım geliştirdiği ve bu nedenle BAE’ye karşı aceleci adımlar atma ihtimalinin düşük olduğunu görüşünde.

OPEC anlaşmazlığı

Bu anlaşmazlık geçen yıl Ekim ayında, Rusya ile ittifak halinde olan 13 ülkeli petrol üretim grubu OPEC’in, Biden yönetimini şaşkına çeviren bir hamleyle üretimi azaltma kararı almasıyla su yüzüne çıktı. Birleşik Arap Emirlikleri kesintiye uydu, ancak özel olarak ABD yetkililerine ve medyaya Suudi Arabistan’ın kendisini bu karara katılmaya zorladığını söyledi.

Bu dinamik, Riyad’ın dünyanın en büyük ham petrol ihracatçısı olarak uzun süredir hâkim olduğu OPEC’teki politika konusunda Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında yıllardır devam eden çekişmeyi yansıtıyordu. Emirlikler petrol üretim kapasitelerini günde dört milyon varilin üzerine çıkardılar ve beş milyonun üzerine çıkma planları var, ancak OPEC politikası uyarınca yaklaşık üç milyondan fazla pompalamalarına izin verilmiyor ve bu da yüz milyarlarca dolarlık gelir kaybına mal oluyor.

Birleşik Arap Emirlikleri’nin petrol üretim kapasitesini artırması aynı zamanda üretim miktarını ve dolayısıyla küresel petrol fiyatlarını aşağı yukarı hareket ettirme potansiyelini de beraberinde getiriyor. Yakın zamana kadar sadece Suudi Arabistan bu tür bir piyasa gücüne sahipti.

Körfez ve ABD yetkililerine göre BAE’nin hayal kırıklığı ABD’li yetkililere OPEC’ten çekilmeye hazır olduklarını söylemelerine kadar vardı. ABD’li yetkililer bunu gerçek bir tehdit olarak değil Emirliklerin öfkesinin bir işareti olarak algıladıklarını söylediler. OPEC’in haziran ayındaki son toplantısında Birleşik Arap Emirlikleri’nin üretim tabanında mütevazı bir artışa izin verildi ve enerji bakanı Suudi mevkidaşıyla el ele çıktı.

İki lider arasındaki görüş ayrılıkları, Suudiler, Birleşik Arap Emirlikleri ve bir dizi Yemenli grubu, 2014 yılında başkent Sana da dahil ülkenin büyük bölümünü ele geçiren İran destekli Husi isyancılarla karşı karşıya getiren Yemen’deki savaşı sona erdirmek için yürütülen çabaları tehdit ediyor.

BAE, güneyde bir Yemen devletini kurmak isteyen Yemenli ayrılıkçı bir hareketi desteklemeye devam ediyor. Bu durum ülkeyi bir arada tutma çabalarını baltalayabilir. Husi güçlerini yenmek için birlikte çalışan Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri destekli savaşçılar, yıllar içinde zaman zaman silahlarını birbirlerine doğrulttular.

Aralık ayında BAE, Suudi destekli Yemen Cumhurbaşkanlığı Liderlik Konseyi ile Abu Dabi’ye Yemen’e ve kıyılarındaki sulara müdahale etme hakkı veren bir güvenlik anlaşması imzaladı. Suudi yetkililer bunu Yemen stratejilerine meydan okuma olarak değerlendirdi.

Suudi Arabistan’ın, krallıktan Hadramut bölgesi üzerinden Arap Denizi’ne doğru bir petrol boru hattı inşa etme ve bölgenin başkenti Mukalla’da bir deniz limanı kurma planları bulunuyor. Ancak, Hadramut’taki Emirlik destekli güçler bu planları tehdit ediyor.

Londra’daki bağımsız düşünce kuruluşu Chatham House’un Orta Doğu ve Kuzey Afrika programındaki analistler, rakip Yemen güçlerinin devam eden barış görüşmelerini tehdit edecek yeni çatışmalara hazırlandığı uyarısında bulundu. Analistler bir dizi Twitter paylaşımında “İki Körfez monarşisi bölgede genel olarak birbirlerine karşı daha fazla güç tasarlıyor ve daha agresif davranıyor” dedi: “Yemen sadece ilk ve en aktif cephe hattı.”

Yemenli yetkililer, Suudilerin Yemen’den şimdi çekilmesi halinde Husilerin kontrolündeki kuzey bölgesinin İran’la, güney bölgesinin de BAE’yle aynı safta yer alacağını ve Riyad’a savaştan geriye pek bir şey kalmayacağını söylüyor ve bu da Suudilerin endişelerini yansıtıyor.

Biden’ın hedefi

Suudi-Emirlik çekişmesi, Riyad ve Abu Dabi gibi dost Körfez başkentlerinin İran’a karşı birleşik bir cephe oluşturmasına yardımcı olmasını isteyen Biden yönetimini rahatsız ediyor. Yemen’de insani bir felakete yol açan savaşı sona erdirmek de bölgede ve petrol piyasalarında istikrar isteyen yönetimin temel dış politika hedeflerinden biri.

Ne MBS ne de MBZ, Ukrayna ve Çin gibi önemli konularda Washington ile mükemmel bir uyum içinde değil. ABD’li yetkililer, MBS gibi Pekin ve Moskova ile daha güçlü bağlar kuran MBZ’nin bu ülkelere ulaşmasından giderek daha fazla endişe duyuyor.

Biden göreve gelirken, MBS’nin kendisinin emretmediğini söylediği Kaşıkçı cinayeti nedeniyle krallığa parya devlet muamelesi yapma sözü vermişti. Bunun yerine Biden Temmuz 2022’de Suudi Arabistan’ı ziyaret ederek izolasyonun sona ermesine yardımcı oldu. Şimdi, krallıkla ilişki kurmakta tereddüt eden ABD şirketleri ikinci bir göz atıyor. Bu ilgi, Suudi hükümetinden sözleşme alan şirketlerin Dubai yerine Riyad’da üs kurmaları yıl sonu tarihi yaklaştıkça muhtemelen hızlanacaktır.

Konuyla ilgili bilgi sahibi kişiler, Biden yönetiminin 7 Mayıs’ta MBS ile bir zamanlar Suudi veliaht prensin sırdaşı olarak görülen Emirlik başkanının küçük kardeşi Şeyh Tahnoun bin Zayed arasında bir toplantıya aracılık ettiğini söyledi. Bu kişiler, Tahnoun’un ABD’den yardım alana kadar krallığa en az altı sefer yaptığını ancak MBS ile bir görüşme ayarlayamadığını belirtti.

Kişiler MBS’nin Tahnun’a, BAE’nin Yemen’de Suudilerin öncülük ettiği ateşkes görüşmelerini bozmamaları gerektiğini söylediğini ve BAE’ye taviz sözü verdiğini aktardı. Ancak daha sonra danışmanlarından BAE’ye yönelik herhangi bir politika değişikliğine gitmemelerini istedi.

DÜNYA BASINI

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Atlantik’in iki yakasında yükselen sağ hareketlerde yeni olan ne? Meloni, Le Pen, Orbán, Geerts, Farage ve Trump gibi siyasetçiler “neoliberalizm sonrası muhafazakârlık” olarak adlandırılabilecek yeni bir “enternasyonal”in parçası olarak öne çıkıyorlar: Milli muhafazakârlık. “Milli egemenlik”e vurgu yapan bu hareketler ve isimler, aşağıda çevirisini verdiğimiz Londra Metropolitan Ünviersitesi’nden Angelos Chryssogelos’a göre, aslında “küreselleşmiş bir sistem içerisinde devletin değişen ve güçlenen rolünün bir yansıması” olarak görülmeli. Dolayısıyla bu yeni sağcılık türü, küreselleşmenin krizine aynı zamanda bir yanıttır da. Yazarın daha ilginç bir tespiti ise, bu milli kimliği “demarke edici” hareketlerin neoliberalizmi “teritoryalize” ederek “milli silolar” oluşturdukları. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Milli muhafazakârlık, muhafazakâr siyasetin yeni paradigması

Angelos Chryssogelos
LSE Blogs
29 Haziran 2024

Milli muhafazakârlık gibi hareketleri, kendilerini yeniden tanımlamaya çalışan muhafazakâr partilerin popülist, aşırı sağcı ve hatta aşırılık yanlısı bir fraksiyonu olarak görmek kolay. Fakat Angelos Chryssogelos, ulusal egemenliğe ve devletin kültürü şekillendirme gücüne odaklanan yeni küresel muhafazakâr siyaset paradigması olarak ciddiye alınması gerektiğini savunuyor.

Milli muhafazakârlık yeniden gündemde. Nisan ayında Brüksel’de yüksek profilli sağcı politikacıların katıldığı bir konferans Belçika polisi tarafından geçici olarak engellendi ve bu konferans Mayıs 2023’te Londra’da düzenlenen ilk konferansın devamı niteliğindeydi. Her iki toplantıya da Suella Braverman ve Nigel Farage gibi İngiliz siyasetçiler, Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve Polonya eski Başbakanı Mateusz Morawiecki’nin yanı sıra çok sayıda tanınmış entelektüel katıldı.
Birleşik Krallık’ta milli muhafazakârlık genellikle Suella Braverman gibi siyasetçilerin, yaklaşan genel seçimlerde neredeyse kesin bir yenilgiye uğrayacak olan Muhafazakâr Parti’ye liderlik etme hırslarının ideolojik aracı olarak görülüyor. Bu anlamda, Liz Truss’un popüler muhafazakârları gibi giderek parçalanan Muhafazakâr evrende sadece bir başka grup olarak anlaşılabilir.
Yine de milli muhafazakârlığın kişisel siyasi hırslar ve salt fırsatçılıktan çok daha fazlası olduğu görülüyor. Bu terim, yeni bir muhafazakârlık paradigması yaratma ve sağ siyaset pratiğini yeniden tanımlama çabası içinde olan siyasetçiler ve entelektüeller tarafından sürekli olarak geliştiriliyor.

Sınırların ötesinde milli muhafazakârlık

“NatCon” [Milli Muhafazakârlık’ın İngilizcesi National Conservatism’in kısaltması] aynı zamanda herhangi bir ülkenin seçim takviminin üzerinde işleyen gerçek bir ulusötesi olgudur. Avrupa’da milli muhafazakârlık, nisan ayındaki Brüksel konferansının resmi duyurusunda belirtildiği gibi, “Avrupa’da ulus-devleti koruma” çabası olarak markalanıyor ve destekçilerinin Avrupa ve Batı’nın bir bütün olarak kapsayıcı bir “medeniyet” görüşü içinde uluslararası işbirliğinin gerekliliğini fazlasıyla takdir ettiklerini ima ediyor.

Milli muhafazakârlık Avrupa’yı da aşıyor. İlk NatCon konferansı 2019’da Washington DC’de düzenlendi ve birçok yönden Trumpizmi uygulanabilir ve tutarlı bir ideolojik amentüde sistematik hale getirme çabası olarak işlev gördü. Amerikalı muhafazakâr talk show sunucusu ve yorumcu Tucker Carlson bu terimin hayranlarından. ABD ve Avrupa’nın merkez olduğu milli muhafazakârlık, dünyanın dört bir yanından aktörlere hitap etme potansiyeline sahip.

Tüm bu toplantılara rağmen, milli muhafazakârlığın net bir çerçevesi hâlâ çizilebilmiş değil. Muhafazakâr siyasette sıklıkla görüldüğü üzere, bu siyasetin savunucuları genellikle neye karşı çıktıkları konusunda –göç, çok kültürlülük ve liberalizmin “aşırılıkları”– neyi desteklediklerinden çok daha iyi anlaşıyorlar.

Muhaliflerinin çoğu onları “aşırı sağcı”, “popülist” ya da “aşırıcı” olarak adlandırmakta ısrar ediyor. Ancak Görkem Altınörs ve benim kısa süre önce savunduğumuz gibi, milli-muhafazakârlık (bizim anladığımız şekliyle kavramı destekçilerinin ideolojik etiketinden ayırmak için tire ile ayırıyoruz) gerçekten de farklı, kendi içinde tutarlı bir olgudur: egemenlik ve neoliberal ekonomiye odaklanan yeni bir muhafazakârlık paradigması. Milli-muhafazakârlık küresel bir olgudur ve ortaya çıkan sağcı politikacılar Avrupa, Amerika ve Asya’nın bazı bölgeleri ile Müslüman dünyasında ortak özellikler sergilemektedir. Ayrıca “popülizm”, “aşırı sağ” vb. yerine bir “muhafazakârlık” biçimi olarak anlaşılması daha doğrudur çünkü kendi siyasi sistemlerinin fiili yeni ana akım sağı haline gelmiş ya da gelme sürecinde olan güçleri tanımlamaktadır.

Neoliberalizmden sonra muhfazakârlık

İlk gözlemimiz, ana akım sağ siyasetin hakim paradigmasının dünya genelinde bir süredir değişmekte olduğudur. Soğuk Savaş ve küreselleşme döneminin büyük bir kısmında ana akım sağ partiler, küreselleşen bir pazarda neoliberal ekonomiye, bu uluslararası açık sistemin yönetilmesine yardımcı olan çok taraflı kurumlara ve milli kimlik gibi sosyal meselelere genellikle yüksek derecede pragmatizmle yaklaşan ılımlı muhafazakâr bir bakış açısını birleştiren bir görünüme sahipti.

Bu muhafazakâr paradigmanın son on yılda geri çekilmekte olduğu açıktır. Bu geri çekilmenin dünya çapında gerçekleşiyor olması, bizi bu değişimin sistemik bir açıklamasını aramaya sevk etti. Bu durumun, uzun süredir büyük çelişkiler ve dışsallıklarla karşı karşıya olan küreselleşmiş bir sistem içerisinde devletin değişen ve güçlenen rolünün bir yansıması olduğunu savunuyoruz.

Yirmi yıldan uzun bir süre önce başlayan süreçte, küreselleşmenin birbirini izleyen krizleri –2000’lerin “terörle savaşı”, 2010’ların “küresel mali krizi” ve bugün Çin’in yükselişiyle tanımlanan değişen jeopolitik düzen– hem devletten açık neoliberal küreselleşmiş ekonominin birçok şiarını terk etmesine yönelik yeni talepler hem de bu adaptasyonu huzursuz yerli halklara karşı meşrulaştırma ihtiyacı yarattı. Milli-muhafazakârlığın yükselişi, hem sağcı politikacıların siyasi güç kazanma veya sürdürme çabalarını hem de küreselleşmenin krizlerine uyum sağlayan devlet iktidarı için yeni bir meşrulaştırıcı ideolojiyi temsil etmektedir.

Milli-muhafazakarlık, popülizm sonrası bir olgu olarak anlaşılabilir. Geçtiğimiz on yılın popülist kırılmaları, siyasi sistemlerde ana akım sağın yerini ve rolünü temelde yeni bir aktör biçiminin işgal etmeye başladığı yeni bir dengeyi beraberinde getirmiştir. Bazı durumlarda, özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta, popülist aktörler eskiden (neo)liberal olan ana akım muhafazakâr partileri içeriden ele geçirmiş ya da bu partilerin yönünü temelden etkilemiştir. Diğer ülkelerde ise bu aktörler daha önce merkez sağda baskın olan partileri tamamen yerinden etmiş ve parti sistemlerinin muhafazakâr gücü olarak rollerini gasp etmiştir.

Birleşik Krallık’ta bizim anladığımız anlamda ilk tutarlı milli-muhafazakâr projeler Brexit sonrası başbakanlar Theresa May ve Boris Johnson’ın platformlarıydı. Her ikisi de 2016 AB referandumunun sonucunu, “halkın” sınırları ve egemenliği güçlendirme çağrısı olarak yorumlarken, toplumun geniş kesimlerini “geride bıraktığı” düşünülen bir milli siyasi ekonomiyi yeniden dengelemeye çalıştı. Uluslararası piyasalarda serbest ticaret yapan bir “Küresel Britanya”yı teşvik etme hedefiyle huzursuz bir şekilde bir arada var olan muğlak yerel “seviye atlama” vaadi, Brexit dönemindeki bu dönüşmüş muhafazakârların milli-muhafazakâr özünü yakaladı.

Genel olarak aynı politika tercihlerini benimsemekten uzak olan milli-muhafazakâr hareketler, genellikle birbiriyle çelişen politika pozisyonlarını bir araya getiren ortak bir söylemsel ve retorik bakış açısıyla karakterize ediliyor. Çoğu gözlemcinin göç konusuna odaklanmasının aksine, ABD ve Birleşik Krallık’tan Macaristan ve Polonya’ya, Türkiye ve Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar Küresel Kuzey ve Güney’deki milli-muhafazakârların, öncelikle iktisadi ve kültürel anlamda milli egemenlik ve devlet otoritesine öncelik veren bir söylemle karakterize edildiğine inanıyoruz. Milli-muhafazakârlar, toplumlarına yeni bir hiyerarşik ve otoriter ruh aşılamak için din ve aile değerleri gibi geleneksel fikirleri yeniden keşfederler. Uluslararası alanda, genellikle uluslararası kurumlara ve “küreselci elitlere” karşı iddialı ve düşmanca bir dış politika duruşu sergilerler.

Neoliberalizmin sermaye birikimi ve yatırım çekiciliğine ilişkin temel varsayımlarına meydan okumasa da, milli-muhafazakârlık devletin ekonomiyi devlet güvenliği, milli egemenlik veya etnik ve kültürel tercih hedefleri doğrultusunda yönlendirmede çok daha büyük bir rolü olduğunu düşünmektedir. Britanya’da bu durum, örneğin göçü azaltma hedefi (2016’dan sonra tüm Muhafazakâr liderler tarafından açıkça benimsenmiştir) ile savaş sonrası refah devleti yapılanmasını yeniden kurma vaatleri arasında bağlantı kurma girişiminde görülebilir. Aynı zamanda bu radikalleşmiş muhafazakârlar, küresel ilerici “müesses nizamın” temsilcileri tarafından ele geçirilen yerel ve uluslararası kurumlara karşı milli yenilenme ve kültürel egemenlik projelerinin bir parçası olarak meşrulaştırabilirlerse, vergi indirimleri (ABD’de Donald Trump ve Birleşik Krallık’ta Liz Truss’un yaptığı gibi) veya yoğun çevresel ekstraksiyonlar (Amazon’da Jair Bolsonaro’nun yaptığı gibi) gibi neoliberal politikaları da aynı şekilde takip edebilirler.

Jeopolitik gerilimlerin ve jeoekonomik rekabetin arttığı bir bağlamda, milli-muhafazakârlık aslında neoliberalizmi teritoryalize etmekte ve yeni muhafazakâr ve geleneksel değerlerle disipline edilmiş ve sürekli olarak yerel ve uluslararası elitlere ve etnik ve ırksal ötekilere karşı harekete geçirilen toplumlar tarafından desteklenen yeni milli silolar içinde korumaktadır. Kısacası, milli-muhafazakârlık küreselleşme ve liberalleşme sonrası dönemin yeni sağ paradigması olarak ortaya çıkmaktadır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bolivya’nın lityumu ABD’nin hedefinde

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin on yıllardır “arka bahçesi” olarak gördüğü Güney Amerika ülkeleri, dünya lityum rezervlerinin önemli bir kısmını elinde tutuyor. Bu rezervlerin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan üç ülke var. Bolivya, Arjantin ve Şili ile birlikte “lityum üçgeni”ndeki ülkelerden biri. İçlerinde en büyük rezerv payı onun. Elektronik aletlerin yeniden çalıştırılmasını sağlayan batarya teknolojisinde ihtiyaç duyulan lityum, “yeşil dönüşüm” ve elektrikli otomobillerin yaygınlaşmasıyla birlikte emperyalizmin gözünde “21. yüzyıl petrolü” haline geldi. Bu cevher sermaye sınıfının büyüme iştahına öylesine hitap ediyor ki bu üçgende meydana gelen siyasi, sosyal ve askeri tüm hareketliliklerin gerisinde bir “lityum darbesi” olduğu artık herkesin malumu. Ülkedeki kamulaştırma sürecini stratejik hidrokarbon sektöründeki şirketlere ve lityum üretimine yayan Bolivya’nın halkçı lideri Morales tam da bu yüzden hedefti. Nitekim Bolivya’da Kasım 2019’da yapılan ABD destekli darbenin ardından ülkedeki lityum üretimini kamulaştırma süreci hemen durmuş, lityum pili kullanan Tesla başta olmak üzere çokuluslu şirketlerin hisseleri yükselişe geçmişti. Bolivya’daki son darbe girişimi sırasında da bu büyük lityum rezervleri dünya kamuoyunun tekrar gündemine girdi.


Bolivya lityumu ABD’nin hedefinde, ancak kamulaştırmalar hükümet kontrolünü garantiye alıyor

Lorenzo Santiago
Brasil de Fato
28 Haziran 2024

Çeviren: Leman Meral Ünal 

Amerika Birleşik Devletleri ile Bolivya 23 Haziran’da Dallas’ta düzenlenen Amerika Kupası’nın ilk turu kapsamında bir futbol maçında karşı karşıya geldi. Ancak iki ülke sadece futbol sahasında değil, ABD endüstrisi için muazzam derecede önemli bir kaynak için de rekabet ediyor: Lityum.

Bolivya dünyanın en büyük lityum rezervlerine sahip. Yaklaşık 23 milyon ton rezerv ülkenin güneyinde bulunuyor. Ülkenin “Uyuni” olarak bilinen tuz düzlüğü, Arjantin (17 milyon ton) ve Şili (9,3 milyon ton) ile birlikte büyük bir rezerv üçgeni oluşturuyor.

Son yıllarda, elektrikli otomobil üretimindeki gözle görülür büyümenin ardından lityuma olan talep hızla arttı. Otomobil sektörü, elektrikli araçlar için yüksek performanslı bataryalar üretebilmek amacıyla bu cevhere ciddi şekilde ihtiyaç duyuyor. Sonuç olarak, 13 yıl içinde muazzam bir fiyat artışı yaşanmış ve 2010 yılında karbonatın tonu 5 bin ABD dolarından 2022 yılında 80 bin ABD dolarına çıkmıştı. Uzmanların Çin’de elektrikli otomobil satışlarının düşeceği yönündeki beklentisi gerçekleşmiş, 2023 yılında fiyatlar 23 bin ABD dolarına kadar düşmüştü.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Rusya’nın rekabetinden kaçınmak için Bolivya’nın lityum üretimini kontrol etme arzusunda. Bu durum Mart 2023’te ABD Temsilciler Meclisi’nde düzenlenen bir oturumda daha da belirgin hale geldi. ABD Güney Komutanlığı (U.S Southern Command) Başkanı Laura Richardson, lityum üçgeninin ABD nezdinde “arka bahçeleri üzerindeki bir ulusal güvenlik meselesi” olarak ele alındığını dile getiriyor.

Profesör Paulo Niccoli Ramirez bu durumu daha önce O Golpe de 2019 na Bolívia: Imperialismo contra Evo Morales (Bolivya’da 2019 Darbesi: Evo Morales’e karşı Emperyalizm, kaba bir çeviriyle) ismini verdiği çalışmasında ortaya koymuştu. Ona göre, ABD 2019’da dönemin Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’e karşı yapılan darbede doğrudan rol oynarken ana hedefi lityumdu.

Bolivya hükümeti ise bu cevheri devlet üretiminde tutmak ve devlet eliyle işletebilmek için gerekli teknolojiye sahip ülkelerle stratejik ortaklıklar kurmak gibi çeşitli stratejiler benimsedi.

Bolivya, lityum üretiminde ulusal egemenliği önceliklendiren ve üretim aşamalarında baştan sona -devlete ait- Yacimientos de Litio Bolivianos (İspanyolca kısaltması YLB) şirketinin tam katılımını sağlayan 928 sayılı yasayı oluşturdu. Ayrıca ham lityumu temizlemek için çok daha az su kullanan ve çevreyi daha az kirleten Doğrudan Lityum Ekstraksiyonu (EDL) adlı bir teknolojiyi uygulamaya koydu.

Hükümet bu hamlelerle zaman içinde ülkenin lityum çıkarmak için gereken ekipmanı üretecek bir “know-how”a sahip olmasını amaçlıyordu.

Lityum üretim zincirini sanayileştirme planının bir parçası olarak ülke, bu kimyasal bileşiğin yıllık üretim kapasitesini artırmak için 2023 yılında Çin ile bir ortaklık imzaladı. Contemporary Amperex Technology Limited (CATL), Brunp ve China Molybdenum Company Limited (CMOC) gibi Çin kökenli şirketleri içeren CBC konsorsiyumu, Bolivya’nın Coipasa ve Uyuni tuz düzlüklerinde iki lityum karbonat üretim tesisi kurmaktan sorumlular.

Rus devlet şirketi Rosatom’un bir kolu olan Uranium One Group isimli şirket de ülkede birtakım testler yapmak ve pilot projeler gerçekleştirmek için Bolivya hükümetinin koşullarını kabul eden bir tasarıya imza attı.

Buna göre, her bir tesisin 1 milyar ABD dolarından fazla bir yatırımla yılda maksimum 25 bin ton lityum karbonat üretmesi bekleniyor. YLB’nin hesaplamalarına göre Bolivya 2022 yılında bu mineralden sadece 600 ton kadar üretebilmişti.

Bolivyalı ekonomist Martin Moreira’ya göre mevcut senaryoda belki de en iyisi, bu Güney Amerika ülkesinin kendi üretimi üzerinde kontrol sahibi olması ve bu bağlamda ABD ile ilişkilerin olumlu bir seyir izlememesi:

“Her şeyden önce ulusal egemenliğimizi korumalıyız. ABD ile iş tutturmak egemenliğin kaybedilmesi ve belirli koşulların kabul edilmesi anlamına geliyor. ABD’nin dayattığı koşullarla benzer koşulları benimseyen şirketlerle müzakere etmemeye çalışıyoruz, ancak stratejik maden kaynaklarının işletilmesine ilişkin ülke koşullarını kabul eden ve YLB’nin rehberlik edeceği bir şirket olarak serbest yönetimini kısıtlamayan yatırımcılarla müzakere edebiliriz. Buradaki amaç, diğer ülkelerden şirketlerin bu stratejik Bolivya şirketine yanıt vermesidir.” [Brasil de Fato’ya verdiği demeçten.]

2008’de lityum üretiminin millileştirilmesi ve 2017’de YLB’nin kurulması, bu alandaki yatırımların ve ihracatın Bolivya’nın kamu sektörüne yönlendirilmesini sağladı. Moreira’ya göre bu durum ülkenin yapısal sorunlarının pek çoğunu çözdü: “Millileştirmeler sayesinde Bolivya’nın altyapıdan sağlık ve eğitime kadar yapısal sorunlarının ağırlıklı bir kısmı çözüldü. Şimdi lityum, ülkeye yatırımı ve dövizi çekmek için bir fırsat.”

Peki diğer Güney Amerika ülkeleri lityum rezervleriyle ne yapıyor?

Bolivya’nın aksine Şili ve Arjantin lityumunda millileştirme yok. Şili’de 2022 yılında kurucu meclis üyelerinin bir kısmı ülkedeki bakır ve lityum madenciliğini düzenlemek, özel imtiyazları sona erdirmek ve bu faaliyetler üzerinde devlet hakimiyetini sağlamak için teklifler sunsa da Anayasa Konvansiyonu tarafından reddedildi. Bu teklifler ülkenin yeni Anayasasının ilk versiyonunun nihai metnine dahi giremedi. Ayrıca sunulan bir plebisitte de reddedildi.

Arjantin’de lityumun millileştirilmesi tartışmaları son yıllarda ivme kazanmış, maden varlıklarının eyaletlere ait olduğu bir ülkede devlet tarafından işletilen bir lityum şirketi kurulması yönünde öneriler tartışılmaya başlanmıştır. Ne var ki Arjantin Maden Girişimcileri Odası (CAEM), Arjantin Sanayi Birliği (UIA) ve Arjantin İnşaat Odası (Camarco) gibi kurumlar tarafından temsil edilen Arjantin sermaye sektörü bu girişime karşı çıkmıştı.

Peru’ya gelince, 880 bin ton lityum rezerviyle ABD Jeolojik Araştırmalar Kurumu’nun (ABD’nin doğal kaynaklardan sorumlu kurumu) listesindeki 13. ülke konumunda. Pedro Castillo’ya karşı yapılan 2022 yılındaki son darbeden iki ay kadar önce, [Peru Kongresi’nin sol tandanslı parlamento grubu olan] Bloque Magisterial de Concertación Nacional, Peru parlamentosuna ülkede lityum arama, araştırma ve sanayileştirme faaliyetlerinin kamulaştırılması için bir yasa tasarısı sunmuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı ile Rusya arasında yaklaşan gerilim

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Son yıllarda ABD’de ve özellikle de Rusya’da Hiroşima’ya atılan bombanın üçte biri ya da yarısı gücünde daha küçük nükleer silahların geliştirilmesi üzerinde duruluyor. Tahrip kapasitesindeki bu azalmanın maksadı, göründüğü kadarıyla, bir konvoyu ya da düşman kalesini yok etmek amacıyla nükleer silahların savaş alanında konuşlandırılmasını mümkün kılmak. Rus birlikleri taktik düzeyde konvansiyonel savaştan nükleer savaşa geçişi uzun süredir uyguluyor. Rusya ordusunun, Kaliningrad’ın nükleer silahlar kullanılarak başarıyla savunulduğu tatbikatları defalarca düzenlediği bilinen bir şey. NATO’da Rusya’ya karşı daha agresif olanlar Moskova’nın risk almayacağını iddia etse de bu iddianın kendisi de riskli, Moskova’nın tepkisinin ne olacağını kestirmek de mümkün değil.

Rusya Federasyonu’na karşı savaşı, SSCB’ye karşı yürütülen soğuk savaştan daha tehlikeli kılan bir başka faktör de nükleer bir kıyametten duyulan önceki korkunun büyük ölçüde buharlaşmış olması. Bunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olması, hiçbir zaman gerçekleşemeyeceği hissini besledi ama gerçekçi bir risk değerlendirmesi, bugün tehlikenin geçmişte olduğundan daha büyük olduğunu gösteriyor. Eski CIA analisti George Beebe yorumlamış.


Batı ile Rusya arasında yaklaşan gerilim

George Beebe

Time

1 Temmuz 2024

George Beebe, Quincy Institute for Responsible Statecraft’ta Grand Strategy programının direktörü. Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nda (CIA) eski Rusya analizi direktörü ve The Russia Trap: How Our Shadow War with Russia Could Spiral into Nuclear Catastrophe (Rusya Tuzağı: Rusya ile Gölge Savaşımız Nasıl Nükleer Felakete Dönüşebilir?) kitabının yazarı.

Washington’daki dünya algısını şekillendiren ya da yansıtan gazete sayfaları ve Kongre koridorlarındaki akımlardan yola çıkarak, Ukrayna konusunda ABD ile Rusya arasında doğrudan askeri çatışma riski konusunda alarm zillerini çalan felaket tellallarının yanıldığı ortaya çıktı. Rusya’nın pek çok uyarısına ve nükleer tehditlerine rağmen ABD, Ukrayna’ya gelişmiş topçu sistemleri, tanklar, savaş uçakları ve uzun menzilli füzeler tedarik etmeyi başardı; ne var ki bu durum ne varoluşsal bir çatışmaya dönüştü ne de Rusya’nın ciddi bir misillemesine neden oldu.

Washington’ın şahin korosu açısından Ukrayna’ya giderek daha ölümcül silahlar sağlanmasının faydaları, Batı’ya Rusya’nın doğrudan saldırısını kışkırtma riskinden ağır basıyor. Bu kesimler, ABD’nin, pek olası olmayan bir kıyamet korkusunun, Ukrayna’nın savunması için son derece gerekli yardımı engellemesine izin vermemesi gerektiğinde —özellikle de savaş alanındaki ivme Rusya lehine kayarken— ısrar ediyorlar. Bu nedenle Beyaz Saray’ın, Ukrayna’nın Amerikan silahlarını uluslararası alanda tanınan Rusya topraklarına yönelik saldırılarda kullanmasına yeşil ışık yakma kararı ve Amerikalı askeri müteahhitlerin Ukrayna’da sahada bulunması konusundaki tartışmaları dikkat çekiyor.

Bu mantıkta birkaç sorun var. Bunlardan ilki, Rusya’nın kırmızı çizgilerini [aşılması halinde ABD veya NATO’ya karşı misillemeye neden olacak sınırlar] hareket ettirilebilir olmaktan ziyade sabit olarak ele alması. Aslında, bu sınırların nerede çizildiği tek bir kişiye, Vladimir Putin’e bağlı. Rusya’nın neye tahammül etmesi gerektiğine dair değerlendirmeleri, savaş alanındaki dinamiklere, Batı’nın niyetlerine, Rusya içindeki duygu durumuna ve dünyanın geri kalanındaki olası tepkilere göre değişebilir.

Putin’in, Ukrayna’ya verilen askeri yardıma karşı Batı’ya doğrudan saldırıda bulunma konusunda oldukça isteksiz davrandığı doğru. Fakat Putin’in bugün tolere edebildiği şey, yarın bir casus belli [savaş nedeni] olabilir. Onun kırmızı çizgilerinin aslında nerede çizildiği, ancak aşıldığında ve ABD kendini Rusya’nın misillemesine yanıt vermek zorunda bulduğunda anlaşılacaktır.

İkinci sorun ise Moskova’nın, ABD’nin Ukrayna’ya sağladığı tek tek yardımların her birine nasıl tepki vereceğine odaklanırken, bu yaklaşımın Putin ve Kremlin’in hesaplamaları üzerindeki kümülatif etkiyi hafife alması. Rusyalı uzmanlar, ABD’nin nükleer savaş korkusunu kaybettiğine inanmış durumda; bu korku, Soğuk Savaş’ın büyük kısmında istikrarın temel unsuru kabul edilmiş ve iki süper gücü de diğerinin temel çıkarlarını tehdit edebilecek adımlar atmaktan caydırmıştı.

Şu anda Rusya’nın dış politika elitleri arasında tartışılan temel mesele, Amerika’nın nükleer tırmanma korkusunu nasıl yeniden tesis ederken kontrolden çıkabilecek doğrudan bir askeri çatışmadan kaçınılacağı. Moskova’daki bazı şahinler, Batı’yı kendine getirmek için savaş zamanı hedeflere taktik nükleer silah kullanmayı savunuyor. Daha ılımlı uzmanlar, televizyonlarda gösterilecek mantar bulutu görüntülerinin Batılı halkları askeri çatışmanın tehlikelerine uyandıracağını umarak nükleer bomba testi fikrini ortaya atıyorlar. Diğerleri ise Ukrayna’ya hedefleme bilgisi sağlamada rol oynayan bir Amerikan uydusuna saldırmayı ya da Karadeniz üzerindeki hava sahasından Ukrayna’yı izleyen bir Amerikan Global Hawk keşif uçağını düşürmeyi öneriyor. Bu adımların herhangi biri, Washington ile Moskova arasında endişe verici bir krize yol açabilir.

Rusya’daki bu iç tartışmaların temelinde, Kremlin’in yakında kesin bir sınır çizmemesi durumunda ABD ve NATO müttefiklerinin Ukrayna’nın cephaneliğine Moskova’nın nükleer kuvvetlerine dönük saldırıları tespit etme ve bunlara yanıt verme kabiliyetini tehdit eden daha gelişmiş silahlar ekleyeceği yönünde yaygın bir fikir birliği yatıyor. Batı’nın Ukrayna’ya artan müdahalesi algısı bile Rusya’nın tehlikeli bir tepkisini tetikleyebilir.

Bu endişeler, kuşkusuz Putin’in Kuzey Kore’yi ziyaret etme ve 1962’den Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar yürürlükte olan karşılıklı savunma anlaşmasını yeniden canlandırma kararında etkili oldu. Gezi sonrası basın mensuplarına yaptığı açıklamada Putin, “Ukrayna’ya silah tedarik ediyorlar ve diyorlar ki: Biz burada kontrol sahibi değiliz, dolayısıyla Ukrayna’nın onları nasıl kullandığı bizi ilgilendirmez. Neden biz de aynı tutumu benimsemeyelim ve birine bir şey tedarik edip sonrasında ne olacağına dair kontrolümüz olmadığını söylemeyelim? Bırakalım onlar düşünsün,” dedi.

Geçen hafta, Ukrayna’nın Amerikan yapımı misket bombalarının en az beş Rus tatilciyi öldürüp 100’den fazla kişiyi yaraladığı Kırım’daki Sivastopol limanına düzenlediği saldırının ardından Rusya makamları, bu tür bir saldırının yalnızca ABD’nin uydu rehberliği sayesinde mümkün olduğunu savundu. Dışişleri Bakanlığı, ABD’nin “çatışmanın tarafı haline geldiğini” resmen suçlamak için Moskova’daki ABD Büyükelçisini çağırdı ve “misilleme önlemlerinin kesinlikle alınacağını” vaat etti. Kremlin Sözcüsü, “ABD’nin doğrudan müdahil olması ve bunun sonucunda Rus sivillerin ölmesi, kesinlikle sonuçsuz kalmayacak,” açıklamasını yaptı.

Ruslar blöf mü yapıyor, yoksa kesin bir sınır çizmemelerinin sonuçlarından korkmalarının, doğrudan bir askeri çatışmayı tetikleme tehlikesinden ağır bastığı bir noktaya mı yaklaşıyorlar? “Bilemeyiz, bu yüzden Rusların eylemleri savaşçı söylemleriyle örtüşene kadar Amerikan askeri müteahhitlerini veya Fransız eğitmenlerini Ukrayna’da konuşlandırmaya devam etmeliyiz,” demek, ikili bir krizi yönetirken karşılaşacağımız çok gerçek sorunları göz ardı etmek olur.

1962’de Başkan John F. Kennedy ile Rus mevkidaşı Nikita Hroşçov’un Küba füze krizi sırasında meşhur “göz göze geldikleri” dönemin aksine, bugün ne Washington ne de Moskova benzer derecede endişe verici bir ihtimalle başa çıkmak için iyi bir konumda. O zamanlar Sovyet büyükelçisi, Oval Ofis’in düzenli bir konuğuydu ve Bobby Kennedy ile internet dedektiflerinin ve kablolu televizyonun gözünden uzak bir arka kanal diyaloğu yürütebiliyordu. Bugün, Washington’daki Rus büyükelçisi sıkı bir şekilde izlenen bir parya konumunda. Kriz diplomasisi, küçümsenen bir Putin ile halihazırda Gazze’deki krizi kontrol altına almaya çalışan ve dinamikleri Rusya ile uzlaşı arayışını teşvik etmeyen bir seçim kampanyası yürüten yaşlı bir Biden arasında yoğun bir angajman gerektirecek. ABD ile Rusya arasındaki karşılıklı güvensizlik zirve yapmış durumda. Bu koşullar altında, yanlış adımlar ve yanlış algılar, muhtemelen hiçbir tarafın çatışma istememesine rağmen ölümcül olabilir.

Tarihin dönüm noktaları genelde yalnızca geriye dönüp bakıldığında, bir dizi gelişme kesin bir sonuç doğurduktan sonra netleşir. Olaylar devam ederken ve biz hâlâ gidişatlarını etkileme yetisine sahipken böylesi dönüm noktalarını fark etmek oldukça zor olabilir. Bugün böyle bir ana doğru tökezliyor olabiliriz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English