Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Yeni Sağ’ın ‘dekolonyalist’ mantığı: Denize karşı kara emperyalizmi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda okuyacağınız makale, dünyada sadece kitleler arasında değil, entelektüeller arasında da taraftar sayısını artıran Yeni Sağ düşüncesindeki önemli bir temayı takip ediyor. ‘Tektipleştirici’ küreselci-neoliberal düzene karşı partikülarist, kültüralist, etnomilliyetçi ve ‘yerli kimliği’ne sahip çıkan entelektüellerin, nazizmin aşkın hukukçusu Carl Schmitt’ten devraldıkları ‘imperium, Reich’a karşı’ görüşünü mahir biçimde analiz ediyor ve Yeni Sağ’ın sözümona ‘antikolonyalizminin’, sömürgeciliğe karşı faaliyetleri ile tanınan Frantz Fanon gibi isimlerin düşünceleri ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını savunuyor. Yeni Sağ, küresel emperyalizmin çarpık ve geri(ci) bir karşıtını sunmaktadır; hiper-modern küreselciliğe karşı önerdikleri çözüm, modern-öncesi bir etnomilliyetçilikle imparatorlukların bir hercümercidir. Bu anlamda, iki dünya savaşı arasındaki Aydınlanma karşıtı ‘gerici modernizm’ ile faşist-nazist teorileri andırmaktadır. Felsefe ve siyaset ilişkisi ile ilgilenen okur, Yeni Sağ’ın düşünürleri de Benoist ile Dugin’in zihin dünyasındaki Martin Heidegger etkisini de fark edecektir.  Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Deniz ve kara

Miri Davidson
New Left Review
4 Nisan 2024

Aşırı sağ dekolonizasyon istiyor. Fransa’da aşırı sağcı entelektüeller Avrupa’yı rutin olarak küreselci elitler tarafından düzenlenen bir ‘göçmen kolonizasyonunun’ yerli kurbanı olarak gösteriyor. Büyük İkame [The Great Replacement] teorisyeni Renaud Camus, sömürgecilik karşıtı kanonu övmüş –”sömürgecilik karşıtı mücadelenin tüm önemli metinleri, özellikle de Frantz Fanon’unkiler, Fransa için takdire şayan bir şekilde geçerlidir”– ve yerli Avrupa’nın kendi FLN’sine ihtiyacı olduğunu iddia etmiştir. Benzer bir akıl yürütme tarzı, etnomilliyetçiliği radikal yerli eleştirisinin bir biçimi olarak sunmak için Latin Amerikalı sömürgecilik karşıtı teorisyenlerin fikirlerini kullanan Hindu üstünlükçüler arasında da görülmektedir; avukat ve yazar Sai Deepak bunu o kadar başarılı bir şekilde yapmıştır ki, sömürgecilik karşıtı teorisyen Walter Mignolo’yu bir destek yazısı yazmaya ikna etmeyi başarmıştır. Bu arada Rusya’da Putin, Rusya’nın ‘tek kutuplu hegemonyaya karşı sömürgecilik karşıtı hareket’teki öncü rolünü ilan ederken, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da ‘sömürgecilikten kurtulma sürecinin tamamlanması için Afrika’nın talepleriyle dayanışma içinde olma’sözü veriyordu.

Bu olgu, gerici söylemde yaygın olan tersine çevirme türlerinin ötesine geçmektedir. Sömürgecilik karşıtı bir perspektif, Avrupa Yeni Sağının önde gelen iki entelektüeli tarafından savunulmaktadır: Alain de Benoist ve Aleksander Dugin. De Benoist’nin durumunda bu, daha önceki sömürgeci bağlılıklarından büyük bir kopuşu içeriyordu. Cezayir Savaşı sırasında siyasi bilince ulaşan de Benoist, Fransız imparatorluğunun çöküşünü engellemeye çalışan beyaz milliyetçi gençlik örgütleri arasında kendini bulmuştur. OAS’yi cesaretinden dolayı övmüş ve ilk iki kitabını Güney Afrika ve Rodezya’da beyaz milliyetçiliğin uygulanmasına adamıştı ve apartheid altındaki Güney Afrika’yı ‘bizim de geldiğimiz Batı’nın son kalesi’ olarak tanımlamıştı. Fakat 1980’lere gelindiğinde de Benoist yön değiştirmiştir. Pagan bir tahayyülü benimseyerek ve beyaz milliyetçiliğe yaptığı açık atıfları bırakarak, düşüncesini kültürel çeşitliliğin savunusu etrafında şekillendirmeye başlamıştı.

Liberal çokkültürlülük ve kitlesel tüketimciliğin saldırısına karşı de Benoist artık Nouvelle Droite’nin [Yeni Sağ] ‘farklılık hakkını’ korumak için mücadele etmesi gerektiğini savunuyordu. Buradan, Üçüncü Dünya uluslarının kötü durumuyla gecikmiş bir akrabalık iddia etmek için kısa bir mesafe vardı. Charles Champetier ile birlikte kaleme aldıkları Manifesto for a European Renaissance [Avrupa Rönesansı için Manifesto] (2012) adlı eserlerinde, “Misyonerlerin, orduların ve tüccarların himayesinde gerçekleşen gezegenin Batılılaşması, tüm ötekilikleri silme arzusuyla beslenen emperyalist bir hareketi temsil etmektedir,” diye yazmıştı. Yazarlar, Nouvelle Droite’nin ‘yok olma tehdidi altındaki etnik grupları, dilleri ve bölgesel kültürleri eşit şekilde desteklediğini’ ve ‘Batı emperyalizmine karşı mücadele eden halkları desteklediğini’ ısrarla vurgulamışlardır. Bugün, antropolojik farklılığın korunması ve yerli kırılganlık duygusu Avrupa aşırı sağının ortak söylemleridir. Neo-faşist gençlik grubu Génération Identitaire’in [Kimlik Nesli] manifestosu, “Avrupa’nın Kızılderilileri olmayı reddediyoruz,” diyor.

De Benoist’nin yakın bir çalışma arkadaşı olan Dugin, bu sömürgecilik karşıtı ruhu kendi dünya görüşüne daha da derinlemesine entegre etmiştir. Neo-Avrasyacılık ya da Dördüncü Siyaset Teorisi olarak adlandırdığı düşünce sistemi, Lévi-Strauss gibi antropologlardan türetilen bir Avrupa-merkezcilik eleştirisi ile desteklenmektedir. Rusya’nın postkolonyal dünya ile çok şey paylaştığını iddia eder: Rusya da, ontolojik çeşitliliğe sahip bir dünyayı düz, homojen, de-partikülarize edilmiş bir kütleye zorlayan Batı liberalizmine özgü asimilasyon dürtüsünün kurbanıdır (Renaud Camus’nün ‘Farklılaşmamış İnsan Maddesi’ ya da Marine le Pen’in küreselciliğin ‘tatsız lapası’ olarak adlandırdığı şeyi düşünebiliriz). Dugin, bu evrenselleştirici gündemin aksine, her biri kendi ritmine göre hareket eden farklı medeniyetlerden oluşan bir ‘çoklu evrende’ yaşadığımızı ileri sürer. “Tek bir tarihsel süreç yoktur. Her halkın farklı bir ritimde ve bazen farklı yönlerde hareket eden kendi tarihsel modeli vardır.” Mignolo ve Anibal Quijano’nun dekoloniyal ekolüyle paralellikleri gözden kaçırmak zor. Her uygarlık kendine özgü bir epistemolojik çerçeveden yeşerir, fakat bu yeşerme ‘Modernitenin üniter epistemesi’ (Dugin’in sözleri, ama Mignolo’nun da olabilirdi) tarafından sekteye uğratılmıştır.

Modernleşme, Batılılaşma ve sömürgeleştirme “eşanlamlı bir dizidir”: her biri çoğul medeniyetlere dışsal bir kalkınma modeli dayatmayı içerir. Dugin’in savunduğu etnik-ulusal kimliklerin, sömürgeci farklılık üretiminin –sömürüyü ve çıkarımı farklılaştırdığı, kategorize ettiği ve organize ettiği ırksal rejimlerin– eserleri olduğu dikkate alınmıyor. Bu nedenle, geleneksel bir kültüre geri dönmeyi değil, dünya sistemini yeniden inşa etmeyi amaçlayan birçok antikolonyal hareketin özünde modern olan karakteri de dikkate alınmıyor. Fanon’un ifadesiyle, dekolonizasyon ne ‘mistik bir geçmiş lehine bugünden ve gelecekten’ vazgeçebilir ne de yazdığı dönemde ‘atomik ve ruhani parçalanma arasında salınan’ aşağılanmış bir Avrupa’nın ‘steril ayinlerine ve mide bulandırıcı taklitçiliğine’ dayanabilirdi. 

Dugin ve de Benoist bu tür çelişkilerden etkilenmez. Dugin, “Dördüncü Siyaset Teorisi, siyasi bilincin dekolonizasyonu için bir slogan haline geldi,” diyor ve bunun ilk pratik ifadesinin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali olduğunu belirtiyor. Bu, Batılı tasarımlar tarafından parçalanan kadim bir pan-Slav uygarlığı olan Avrasya’nın yeniden birleşmesi için uzun zamandır beklenen bir mücadele olarak anlaşılmaktadır; aynı zamanda Dugin’in Büyük Uyanış olarak adlandırdığı, liberal dünya düzenini yıkmak ve çok kutuplu bir dünyayı başlatmak için bin yıllık bir savaşın ilk aşamasıdır. Dugin bu savaşa katılacak dünya çapında bir hareketler koalisyonu öngörüyor: “Amerikalı protestocular bir kanat, Avrupalı popülistler diğer kanat olacak. Rusya genel olarak üçüncü kanat olacak; birçok kanadı olan melek gibi bir varlık olacak: bir Çin kanadı, bir İslam kanadı, bir Pakistan kanadı, bir Şii kanadı, bir Afrika kanadı ve bir Latin Amerika kanadı.” Peki Ukrayna’daki savaş bir emperyal savaş ya da Liz Fekete’nin deyimiyle bir ‘rakip emperyalizmler’ savaşı değil mi? Dugin de buna katılacaktır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, ‘emperyal rönesans’ının önemli bir adımıdır.

Emperyal rönesans ve dekolonizasyon dilini aynı nefeste konuşmak nasıl mümkün olabilir? Dugin ve de Benoist bu noktada temel kaynaklarını Carl Schmitt’ten alır. Jeopolitik üzerine yazılarında Schmitt, Anglo-Amerikan deniz imparatorluklarının ‘deniz gücünde’ belirli bir tür emperyal tahakküm tanımlar:  dağınık, bölgesel olmayan, yüzen, finansal, akışkan. Deniz gücü, teritoryal tutarlılıktan yoksun dağınık bir imparatorluk doğurur ve yeryüzünü yalnızca bir dizi trafik yolu olarak okuyan mekânsal-hukuksal bir çerçeve üretir. Bu emperyalizm aynı zamanda kendi epistemolojisini de üretir: Schmitt, “Yeryüzüne dağılmış, coğrafi olarak tutarsız bir dünya imparatorluğuna ait hukuksal düşünme biçimi, kendi doğası gereği evrenselci argümantasyona yönelir,” diye yazar. İnsan hakları gibi soyut evrenseller kisvesi altında bu imparatorluk “her şeye müdahale eder.” Schmitt’e göre bu “insancıllık kılıfı altında her şeye müdahale eden bir ideolojidir.”

Schmitt, deteritoryal imperium’un karşısına, meşru, teritoryal bir emperyalizm olarak gördüğü şeyi çıkarır. Bu, onun Grossraum ve Reich kavramlarına dayanır: Grossraum bir medeniyet bloğu olarak anlaşılabilirken, Reich onun manevi, lojistik ve ahlaki merkezidir. Schmitt’in yazdığı gibi, “her Reich, siyasi fikrinin yayıldığı ve yabancı müdahalelerle karşı karşıya kalmaması gereken bir Grossraum’a sahiptir.” Eğer imperium ‘boş, tarafsız, matematiksel-doğal bilimsel bir mekan anlayışına’ karşılık geliyorsa, Grossraum onu işgal eden belirli bir halktan ayrılamaz ‘somut’ bir anlayışı içerir. Schmitt’e göre bu teritoryal mekan kavramı “Yahudi ruhu için anlaşılmazdır.” De Benoist’nin ilan ettiği gibi: “Politika ve ticaret, katı ve sıvı, alan ve ağ, sınır ve nehir arasındaki ayrımı tanımlayan kara ve deniz, kara ve deniz güçleri arasındaki temel ayrım yeniden daha önemli hale gelecektir. Avrupa, ABD’nin deniz gücüne bağımlı olmaktan vazgeçmeli ve yeryüzünün kıtasal mantığı ile dayanışma içinde olmalıdır.” Toprak su tarafından, kalpgahlar [heartlands] liman kentleri tarafından, egemen otorite ulusötesi sermaye akışları tarafından sömürgeleştirilir.

Imperium ve Grossraum arasındaki bu karşıtlıkla Schmitt’in düşüncesi etkileyici bir yeniden düzenleme sağlar: bölgesel imparatorluk inşası belirli bir sömürge karşıtı duyguyla uyumlu hale gelir. Dugin ve de Benoist’nin son yazılarında, ‘sömürgeleştirme’ hor görülen bir deteritoryal meseleyken, ‘emperyalizm’ daha asil, teritoryal bir yayılma biçimine ayrılmıştır. Dolayısıyla sömürgecilik, siyasi ya da askeri tahakküm olgusundan ziyade ‘entelektüel köleleştirme durumu’, Dugin’in ifadesiyle, bir toprak ilhakı meselesinden ziyade ‘sömürgeci düşünce biçimlerine’ tabi olma biçimi anlamına gelmektedir. İhlal edilen zihinlerin, kelimelerin ve kategorilerin ‘egemenliğidir.’ Sömürgecilik, kimlikleri ortadan kaldırarak dünyaya hakim olur: artık kadın yoktur, (Giorgia Meloni’nin terminolojisini kullanırsak) sadece X Cinsiyeti vardır. Özünde ‘etnosidal’dir; kültürel silme ve demografik değiştirme başlıca araçlarıdır. “Askeri, idari, siyasi ve emperyalist sömürgeler, sömürgeleştirilenler için kesinlikle acı vericidir,” diyor Renaud Camus bize, “fakat fethedilen toprakların varlığına dokunan, ruhlarını ve bedenlerini dönüştüren demografik sömürgelerle karşılaştırıldığında bunlar hiçbir şeydir.”

Sömürgeleştirmenin anlamı (küresel ekonominin sömürgeci yapısından başka bir şey olmayan) değişen göç modellerine, değişen toplumsal cinsiyet normlarına ve homojenleştirici bir liberal kültüre atıfta bulunacak şekilde dönüştürüldüğünde, aşırı sağ kendilerini halk egemenliğinin ve halkların kendi kaderini tayin hakkının savunucuları olarak sunabilir. Ayrıca ulusötesi sermayenin tahribatına karşı hayali bir mücadele sahneleyebilirler. Bu düşünürler için sömürgecilikten arındırmak, bir tür kapitalizmi diğerinden ayırmak anlamına geliyor ki bu da aşırı sağ düşüncede yerleşik bir prosedür. Küreselci, köksüz, asalak, finansal kapitalizm (şimdi sömürgeci olarak hayal ediliyor) ırksal, ulusal, endüstriyel kapitalizmden (kendi kaderini tayin eden, hatta sömürgecilikten arındırılmış olarak hayal ediliyor) ayrılır. Böyle bir ayrımın hayali olduğunu söylemeye gerek yok: küresel sermaye birikim sistemleri, iç içe geçmiş gayri maddi spekülasyon ve dünyevi çıkarım süreçleriyle bu şekilde ayrıştırılamaz. Fakat ayrılmaz olanı ayırmak gerici düşünce için bir sorun teşkil etmiyor gibi görünüyor. Aslında, bu onun için hayati önemde olabilir. Çünkü bir kez hayali bir çatışkı [antinomy] inşa edildiğinde, kişi bunun nefret edilen tarafını reddedebilir ve bu şekilde kendi parçalanmış iç dünyası üzerinde hakimiyet kazanmış gibi görünebilir.

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Ukrayna’da madene hücum

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.


Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor

Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.

İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.

Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.

Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.

Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak

Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.

Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.

Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.

Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.

Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.

Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.

Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.

Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?

Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu

Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.

Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.

Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.

Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.

Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.

Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.

Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.

Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.

Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.

Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.

Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English