Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Yeni yılın hediyesi: Çok kutupluluk geri döndürülemez hale geldi

Yayınlanma

Çok kutupluluk on yılı aşkın bir süredir gündemde olan bir kavram ve jeopolitik tartışma konusu. Dünya, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası şekillenen ve ABD liderliğinde Kolektif Batı tarafından herkese dayatılan tek kutupluluk ile mi devam edecek (etmeye zorlanacak) ya da başta Rusya ve Çin gibi buna karşı çıkan güçlerin istediği çok kutupluluğa mı dönüşecek(ti)? Bu konuyu gündem olarak tartışmayı bile reddeden ABD ve Avrupalı ülkelerin Rusya’yı kışkırtmaları sonucunda patlak veren Ukrayna savaşının sonucunun belirleyici etkiye sahip olacağı açıktı; çünkü Batı’nın adeta kitle imha silahları gibi kullandığı medyanın pompaladığı analizlere (!) göre Moskova bir tuzağın içine çekilmişti ve sonuçta hem ekonomik hem de askeri olarak dizlerinin üzerine çökertilecekti. Rusya’nın askeri olarak yenilip Ukrayna topraklarından atılması büyük bir siyasi ve ekonomik ziyafeti de beraberinde getirecekti. Rusya’da ‘demokrasi’ isteyen halk sokak gösterileriyle Putin yönetimini alaşağı edecek; ülke Batılı güçler tarafından ‘demokratikleştirilecek’; Türkiye’nin yirmi katı büyüklüğündeki toprakları parçalara/bölgelere ayrılacak ve yeraltı/yerüstü kaynaklarına büyük ölçüde el konulacaktı. Yeltsin döneminde farklı yöntemlerle denenen bu ‘demokratikleş(tir)me’ projesi bu defa zorlayıcı yöntemlerle de takviye edilerek yeni sürümüyle denenecekti.

Öte yandan Rusya’nın dize getirilmesi Çin’e karşı büyük bir gövde gösterisine dönüştürülecek; önce Asya-Pasifik Havzasındaki ABD müttefikleriyle birlikte bu ülke denizden kuşatmaya alınacak; içerden etnik vd. kışkırtmalarla zayıflatılacaktı. Kolektif Batı açısından mesele Tayvan’ın bağımsızlığa gidişinin de ötesindeydi. Tayvan Çin’i kışkırtmak için kullanılacak kozlardan birisi olacaktı. Bu arada Çin’e karşı ekonomik, ticari ve finansal yaptırımlar tıpkı Rusya örneğine benzer bir şekilde yağmur gibi gelecek ve bir yandan bu ülkenin kalkınma çabaları yavaşlatılacak veya hatta durdurulacak; öte yandan da dünyadan izole edilerek zayıflatılması için sürekli baskı altında tutulacaktı. Batı’nın beklentileri/varsayımları böyle bir projede Çin’in bölgesel rakibi Hindistan’ın tam kadro Kolektif Batı’nın yanında olacağı yönündeydi.

MASA ÜSTÜ HESAPLARI ÇARŞIYA UYMADI

Tek kutuplu dünya düzenini ne pahasına olursa olsun sürdürmekten yana olan ve sürekli olarak savaş/gerginlik isteyen Amerikan Derin Devleti Ukrayna’da başarısız olurken, medyada kıyasıya sürdürülen enformasyon savaşında da dünyanın büyük bir bölgesinde güç kaybetti, geçtiğimiz 2023 yılı içerisinde. Aslında Rusya’nın ekonomik olarak çökmediği/çökmeyeceği, askeri alanda ortaya çıkan bir takım lojistik vs. eksiklikler ve aksaklıklara rağmen başta Amerika olmak üzere Kolektif Batı’nın müdahil olduğu Ukrayna savaşında yenilmediği/yenilmeyeceği çok açıktı. Fakat Batı medyası Rusya’nın ekonomik ve finansal olarak çökmekte olduğuna dair o kadar çok haber(!) pompalıyor ve analiz(!) yayınlıyordu ki, ortalama insanın Ukrayna ordu birliklerinin Moskova kapılarına dayandığını düşünmemesi için hiçbir sebep yoktu. Örneğin Türkiye’de de başta ana akım olmak üzere medyanın önemli bir kısmı Rusya’nın nasıl batmakta olduğunu anlatırken bu ülkede faaliyet gösteren Batılı köfteciler veya kahvecilerin çekilmesini bile ‘Putin’e ağır bir darbe daha’ başlıklarıyla verebiliyorlardı. Bu mantığa göre, Batılı köfteci veya kahveci zincirinin lüksüne alışmış olan Rus halkı onların gitmesini kendi konfor alanına yapılan bir saldırı olarak algılayacak ve Putin’in savaşı olarak görmesi beklenen Ukrayna Özel Operasyonu’na karşı çıkarak Kremlin yönetimini devirmeye çalışacaktı. Böyle bir ortamda zaman zaman Amerikan yayın kuruluşlarına isminin verilmemesi kaydıyla konuşan ve gerek Ukrayna’daki savaşın gerekse Rusya’ya dair medyada oluşturulan ezberin doğru olmadığını anlatmaya çalışanların söyledikleri rüzgarlı havada uçuşan tozlar gibi dağılıp gitti.

Geçtiğimizin yılın sonlarına doğru Rusya’nın savaşı kazandığı veya daha doğru bir ifadeyle Ukrayna’nın kaybettiği analizini yapan uzmanların görüşleri Batı medyasında yer almaya başlamış olsa da konunun genel kabul görür hale gelmesi 2023 yılında oldu. Ukrayna tarafının savunmasına büyük önem verdiği Bakhmut/Artemovsk mayıs ayında Rus kuvvetlerinin eline geçerken bu defa medyaya Kiev’in karşı taarruza hazırlandığı haberleri servis edildi. Haziran ayında başlayan karşı taarruz Rus kuvvetlerinin kurduğu savunma katmanları arasında eriyip giderken Ukrayna tarafı on binlerce kayıp verdi; ancak buna rağmen neredeyse hiçbir cephede ilerleme sağlayamadı. Başarısızlık hemen Ukrayna lideri Zelenski ve üst yönetimi üzerine atılırken savaşın aslında kaybedildiğini Batı basınının hep bir ağızdan yazmaya başlaması 2023 yılının son aylarını buldu. Hatta Vaşington’un Zelenski’yi Rusya ile müzakerelere ikna etmek istediğini de onların yazdıklarından öğrendik. Bu arada 2022 yılında dizlerinin üzerine çökeceği iddia edilen Rusya ekonomisi savaşa rağmen alınan finansal önlemlerle önce rublenin değer kaybının durdurulması ve eksi büyümenin asgari düzeyde tutulmasını sağlarken, bu gelişme 2023 yılında ciddi bir artı büyüme gerçekleştirdi. Uygulamaya koyduğu sayısız yaptırım paketleriyle Rusya’nın ekonomik çöküşünü sağlayacağı varsayımıyla hareket eden Avrupa ülkelerinin kendi ekonomik performansı tam anlamıyla hayal kırıklığı yarattı. Uğurladığımız 2023 yılı bunun da teyit edilmesini sağlamış oldu.

Kolektif Batı’nın aynı anda hem Rusya hem de Çin’i hedef tahtasına koyması; NATO bildirgelerine Rusya’ya ilaveten yükselen Çin’in de dünya barış ve güvenliği için tehdit oluşturduğu ve Asya-Pasifik’teki ‘müttefikler’ ile birlikte kuşatılması gerektiğine dair ABD yetkililerinin dile getirmekte birbirleriyle yarıştıkları görüşler ile Çin’e karşı Tayvan’ı bağımsızlık ilan ederek/ettirerek kışkırtacaklarının işaretini veren girişimler Pekin ile Moskova arasındaki ‘dostane’ ilişkileri adeta bir askeri ittifaka dönüştürdü. Ukrayna savaşının öncesinde yoğunlaşan ve savaşın başlamasının hemen ardından ittifak düzeyinde devam eden bu yakınlaşma geçtiğimiz ay Kaliforniya’da Biden ile Çin Lideri Şi arasında yapılan görüşmenin ardından da devam edecek gibi görünüyor; çünkü iki ülke arasındaki güven bunalımı artarak devam ediyor. Amerika’nın tek kutuplu dünya düzenini ve tartışmasız liderliğini kaybetmek istememesinden ve dünyanın her bölgesinde her istediğini dikte ettirmek ısrar ve inadından kaynaklanan bu sorunların sonuçları itibariyle en önemlisi olan Tayvan meselesi içinde bulunduğumuz ocak ayında yapılacak seçimlerle yeni bir boyut kazanacak gibi görünüyor. Her halükârda Japonya ve Filipinler başta olmak üzere bölgedeki yakın müttefikleriyle birlikte Çin’i Tayvan Boğazı’nın karşı tarafına hapsetmek isteyen ABD’nin girişimleri devam ederken Çin’in de karşı hamleleri kararlılıkla sürüyor. Amerika’nın Rusya ve Çin’i stratejik eşitler olarak görüp bu konuları müzakere/pazarlık etmekten kaçınmasından dolayı – ki, böyle bir durum aynı zamanda çok kutupluluğun tescili anlamına gelir – çatışma risklerinin hiç de az olmadığını ve olmayacağını belirgin bir şekilde gördük 2023 yılı içerisinde.

HAMAS-İSRAİL KRİZİ ÇOK KUTUPLULUĞU NASIL PERÇİNLEDİ?

Hamas’ın 7 Ekim günü gerçekleştirdiği ve bir defada İsrail’e tarihinin en çok kayıp verdirdiği saldırısının ardından Tel Aviv hükümetinin Gazze’de başlattığı ve bu satırlar yazılırken halen devam etmekte olan katliamlarının yarattığı uluslararası ortam pek çok açıdan çok kutupluluğun geriye döndürülemez bir biçimde yerleşmesine yardımcı oldu. Öyle ki İsrail’in yer yer soykırımsal görüntüler içeren toplu katliamları Batı Bloku dışındaki dünyanın büyük bir bölümünde tam bir infiale yol açarken, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Tel Aviv ile dayanışma gösterisinde olması, insanlığın büyük bir çoğunluğunun gözünde Gazze Kasabı haline gelen Netanyahu’nun söylediklerine ve yaptıklarına adeta alkış tutan görüntüleri Batı Bloku’nun bütün ahlaki iddialarını toptan değersizleştirdi.

Gazze’de durmak bilmeyen katliam görüntüleri ve Batılıların sürekli olarak İsrail’in kendini savunma hakkına vurgu yapan açıklamaları Amerikan ve/veya Avrupalı yetkililerin ‘kurallara dayalı dünya düzeni’, ‘evrensel değerler’, ‘insan hakları’, ‘demokrasi’, ‘demokratikleş(tir)me’ gibi aslında bütün insanlık için büyük öneme sahip olan; ancak Amerika ve Batı tarafından onlarca yıldır kendi stratejik ve taktiksel çıkarları için başka devletlere baskı aracı olarak kullanılan bütün bu kavram ve değerleri iyice sevimsiz hale getirdi. Pek tabiidir ki, bu kavramlar ve değerler bütün insanlığa mal olmuş içerikleriyle ve her ülke ve bölgedeki nüanslarıyla var olmaya devam edecektir; ancak bunların Batılıların kirli projelerinin parçası edilmesine artık Batılı kamuoyları bile muhtemelen inanmayacaktır. Ukrayna savaşında Rusya’nın çökmeyeceğinin ve çok kutupluluğun geri döndürülemez olduğunun anlaşılmasıyla birlikte Afrikalı liderlerin Batılı muhataplarına karşı kullandıkları egemen dili dikkate alacak olursak, Gazze katliamlarından sonra hiçbir ülkenin ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ ve/veya ‘demokratikleş(tir)me’ hikayelerini ciddiye almayacağı açık.

Yüksek ahlaki argümanlar olarak savunulan bu kavram ve değerlerin kaybının Batı’ya maliyetinin kendi kamuoylarını yeni savaşlara ikna etmekte zorlanmak şeklinde ortaya çıkacağını tahmin etmek yanıltıcı olmaz. Bugüne kadar bu kavramlar diğer devletleri istikrarsızlaştırmak için kullanılırken aynı zamanda doymak bilmeyen Amerikan silah endüstrisine kaynak fonlamak amacıyla da kullanılıyordu. Başta Amerika olmak üzere Batılı ülkelerin ekonomik açıdan durumlarının pek de parlak olmadığı çok kutuplu bir dünyada bu kavramları kullanarak İsrail’e sürekli destek vermeleri ve savaş kışkırtıcılığı yapmaları pek kolay olmayacaktır. Gerek Avrupa gerekse Amerikan kamuoyundan yükselen entelektüel itirazlar ve gösteriler zaten yönetimleri değiştirmeye eğilimli kitleleri daha da motive edecek gibi görünüyor.

Gazze Krizi’nin Batı’ya stratejik maliyeti de oldukça yüksek. Amerika, kendi ulusal çıkarlarına hizmet etmeyen ve sırf İsrail lobisinin dayatmalarından dolayı saplanıp kaldığı ve kazanma ihtimali olmayan Orta Doğu’daki savaşlarda kaynaklarını boşa harcarken başta Çin ve Rusya gibi tek kutuplu dünya düzenine kafa tutan ülkelere büyük hesaplaşmaya hazırlanmaları için çok değerli zaman ve fırsatlar armağan etmişti. Öyle ki, Amerika’nın Birinci Körfez Savaşı’ndan başlayıp, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’yi istikrarsızlaştıran savaşları o yıllarda bu devasa askeri güce özellikle denizde karşı koyacak kabiliyetlere sahip olmayan Pekin yönetimi için altın değerinde fırsatlar sunmuş oldu. Bu sayede Çin, bir yandan istikrarlı bir şekilde kalkınmasını gerçekleştirdi; öte yandan da askeri hazırlıklarını tamamladı. Bugün Tayvan üzerinden Amerika’nın Çin’i yıpratmak isteyeceği bir vekalet savaşı büyük ihtimalle Vaşington’un dünya liderliğinin sonunu getirmekle kalmayacak hatta belki de Amerika’yı kendi kıtasına hapsedecektir. Bu açıdan, her Filistinliyi öldürmek istercesine hareket eden ve siyasal programının başarı şansı olmayan İsrail’e Amerika’nın kayıtsız-şartsız destek vermeye, kaynak ve silah sağlamaya devam etmesi hem Çin hem de Rusya açısından oturdukları yerde büyük prestij ve avantaj elde etmek anlamına gelmeye devam edecektir. Nitekim son krizde de Moskova ve Pekin Orta Doğu barışına katkıda bulunan aktörler olarak öne çıkmış durumdalar. Çin’in İran ve Suudi Arabistan arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesini sağlayan başarılı diplomasisi, Rusya’nın öteden beri Arap ülkelerinin neredeyse hepsiyle yürüttüğü yakın ilişkilere şimdilerde ticaret, nükleer enerji, silah satışları gibi unsurları da ekleyerek sürdürdüğü mahirane siyaseti en çok kaynak tükettiği Orta Doğu bölgesinde bile Amerika’nın yanlışları üzerinden bu devletlerin büyük fırsatlar elde etmelerine imkân veriyor. Geçtiğimiz yılda bütün bu gidişat perçinlenmiş oldu.

RİSKLER VE BELİRSİZLİKLER

Dünya çok kutupluluğa evrilirken önümüzdeki en büyük risk Amerika’nın kışkırtacağı vekalet savaşları olarak karşımıza çıkıyor. Amerika’nın özellikle Tayvan’ı bağımsızlığa teşvik ederek Çin’i, zaten hukuken kendisine ait olan adayı bir operasyonla fiili kontrolü altına almaya kışkırtması sonuçları itibariyle çok kutupluluk üzerinde en büyük etki yaratacak vekalet savaşlarından birisi olacaktır. Kolektif Batı’nın dolaylı yenilgisiyle sonuçlanacak bir Tayvan savaşı Asya-Pasifik havzasının stratejik coğrafyasını Çin lehine köklü bir şekilde değiştirecektir. Başka bölgelerde de savaşlar olması muhtemel olmakla birlikte onların çoğu çok kutupluluğun doğası gereği patlak veren çatışmalar olabilir ve çok kutupluluk üzerindeki etkileri Tayvan vekalet savaşı kadar olamaz.

İçinde bulunduğumuz yılda yapılacak (Kasım 2024) Amerikan seçimlerini kimin kazanacağı konusu pek çok belirsizliğe yol açabileceği gibi, birçok belirsizliği de ortadan kaldırabilir. Örneğin Biden’ın tekrar kazanması halinde Ukrayna savaşından Tayvan’a uzanan belirsizlikler artarak devam edebilir. Veya Trump’ın gelmesi halinde ABD Ukrayna’ya desteğini keserek ve Rusya ile müzakere ederek oradaki belirsizliği ortadan kaldırabilir. Öte yandan Ukrayna’da belirsizlikleri ortadan kaldırması muhtemel bir Trump yönetiminin Tayvan ve genel olarak Çin konusunda nasıl bir politika ortaya koyacağını şimdiden tahmin etmek pek kolay değil; ancak özellikle içerde ekonomik yatırım ve kalkınmayı öncelemesi kuvvetle muhtemel bir Trump yönetiminin çok kutupluluğu önlemek için sürekli savaşlar çıkarması ihtimali yeni bir Biden yönetimine göre daha az. Amerika’nın Orta Doğu’daki kirli savaşlarını sürekli eleştiren Trump birinci döneminde belki de içerdeki sıkıntılarından dolayı aşırı derecede İsrail lobisine yakın durmuştu. Bu defa nasıl hareket edeceği, Türkiye ile başta ABD Derin Devlet projesi olan Kürdistan kurmak konusundaki anlaşmazlıkları nasıl çözeceği gibi sorulara şimdiden cevap vermek de kolay değil; ancak Biden gibi ırkçı derecede yeminli bir Türk ve Türkiye düşmanıyla kıyasladığında Trump’ın daha tercih edilir olabileceğini söylemek mümkün.

Bu arada Amerika’nın esas belini kıracak hamle olacak dolardan kaçış konusunda epeyce konuşma, proje ve değerlendirme olmakla birlikte bunların hangi somut uygulamaya dönüşeceği henüz belli değil. Dünya dengeleri üzerinde fevkalade olumlu sonuçları olan ve daha da olması beklenen BRICS oluşumunun dolardan kaçıştan, çatışma çözümlemesine kadar ne tür olumlu roller üstlenebileceğinin belki 2024 yılında da daha da netleşmesi beklenebilir.

Bir diğer risk ise nükleer silahlar olarak karşımızda durmaya devam ediyor. Rusya ve Çin gibi ülkelerin güçlü nükleer kapasiteye sahip olmaları Batı’nın dengelenmesi açısından çok önemli bir yere sahipken bu silahların kullanılması ihtimali oldukça ürkütücü.

Sonuç itibariyle şunları söyleyebiliriz. Çok kutupluluk artık durdurulması mümkün olmayan tarihi bir süreç. Son beş yüz yıllık Avrupa tarihi ortalama her yüz yılda bir güçlü ülkeler arasındaki en güçlünün değiştiğini ve dünya sisteminin asla tek kutupluluk esaslı olmadığı gösteriyor. Geçtiğimiz yıl – 2023 – güç dengelerindeki çok kutuplu değişimin perçinlendiği ve Batı dışı çok kutupluluğun doğuşunu tescilleyen en önemli yıl olarak hatırlanacak gibi duruyor.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English