Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Yunanistan’la Yeni Denklem?

Yayınlanma

Dr. Serhat Süha Çubukçuoğlu, Kıdemli Araştırmacı, Trends Research & Advisory

6 Şubat 2023 depremlerinden sonra Türkiye ve Yunanistan arasında esmeye başlayan ılımlı hava karşılıklı ziyaretler ve güven artırıcı önlemlerle belli bir mesafe kat etse de ara sıra Atina’dan gelen sert söylemler sürecin kırılganlığına ve görünenin aksine anlaşmazlık yaşanan konularda pek de kolay uzlaşma yolu bulunamayacağına işaret ediyor. Özellikle bu konularda sesini hep üst tondan duyduğumuz Yunan Savunma Bakanı Nikos Dendias şahin kanada yakın bir isim olarak Türkiye’nin iyi niyet ve kararlılıkla sürdürdüğü “sorunları birlikte ele alma” iradesini açıkça baltalamaya çalışmakta. Türkiye’yi saldırgan ve hukuk-tanımaz bir haydut devlet olarak lanse etmeye gayret gösterip Yunanistan’ı ise “kural temelli dünya düzenine bağlı”, uysal ama mağdur bir uç karakol, hukuka saygılı bir ülke şeklinde konumlandırma gayreti içinde.

23 Şubat 2024’te To Vima gazetesinde çıkan ve Yunanistan’da bile şaşkınlık yaratan habere göre Dendias “Ege’de 3 milin ötesindeki her şeyin Yunanistan’a ait olduğunu” iddia etti. Yine basına yansıdığı kadarıyla, Dendias 16 Nisan 2024’te “Yunanistan’ın çıkarları gerektirdiğinde karasularımızı 12 mile çıkaracağız” şeklinde bir demeçte bulundu. Bu açıklamaları 15-17 Nisan 2024 tarihlerinde Atina’da düzenlenen “Okyanusumuz” konferansında Yunanistan’ın Ege ve İyon denizlerinde iki deniz parkı ilan etme niyetini deklare etmesi takip etti. Gri bölgeler olarak da bilinen Ege’de Aidiyeti Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkları (EGAAYDAK) da kapsayan bu milli parklardan birisi deniz canlılarını ve doğayı koruma kılıfı altında Ege’de fiili olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilanına giden bir adım olma niteliği taşıyor. Zira Yunanistan’ın taraf olduğu 1983 tarihli Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (UNCLOS) 56. Madde, 1 Fıkra, (b) bendi MEB sahibi olan ilgili ülkeye deniz habitatının korunmasıyla muhafaza edilmesi yetki ve sorumluluğunu veriyor. Türk Dışişlerinden sert tepki gören bu adımıyla Yunanistan “denizlerin temizliği, canlıların korunması ve tabiatın muhafaza edilmesi yetkisi fiiliyatta bende olduğuna göre hukuken MEB de bende” diyebileceği bir pozisyona gelmenin ön zeminini hazırlıyor.

Yunanistan’ın bu tavrına karşı Türkiye’nin tutumu ne?

Yunanistan’dan gelen bu sert tavra karşılık mevcut ılımlı havayı olabildiğince sürdürmek adına Türkiye’den resmi adım gelmemesi bir yana 2023’e kadar Ege’de yapılagelen uçuşların askıya alındığı, Mavi Vatan tatbikatlarının iptal edildiği/isminin değiştirildiği ve Doğu Akdeniz’deki sismik arama-sondaj faaliyetlerinin sonlandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. 2019’da Libya’yla imzalanan deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasının kadük kalma riski mevcut. Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı karşı anlaşmadan sonra TPAO’nun ilgili alanda sismik arama izni talep etmesine rağmen bu doğrultuda Ankara’dan gelmiş bir adım yok. Her ne kadar Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Ercüment Tatlıoğlu Aralık 2023’te “Son yıllarda Mavi Vatan’a girmeye çalışan 35 yabancı gemiyi engelledik, bizi savaşın eşiğine getiren engellemeler yaptık” şeklinde bir açıklama yapmış olsa da Türkiye ilgili sahayı fiilen kullanmadığı, orada sismik-sondaj gemisiyle bayrak gösterip ekonomik kaynaklarına sahip çıkmadığı sürece buradaki egemenliğini zımnen tartışmaya açmış olmakta, ileride olası bir müzakere masasında bu hakkını pazarlık kozu olarak tutup şartlar gerektirirse vazgeçebileceği sinyalini vermektedir.

Realist bakış açısına göre uluslararası sistemde belirleyici faktör “güç”tür. Eğer gücünüzü iyi değerlendirmez, milli çıkarlarınızın tehdit altında olduğu durumda karşı tarafa “yatıştırma” (appeasement) siyaseti uygular ve alttan alırsanız ileride ağır bir bedel ödemek durumunda kalabilirsiniz. Tarih bunun acı örnekleriyle doludur: 19. yy’da İngiltere’nin ABD’ye karşı tavrını, Osmanlı’nın Balkan Savaşları öncesindeki durumunu ve II. Dünya Savaşı’na giden süreci bunların arasında sayabiliriz. Türkiye’nin hukuki argümanlar ve uluslararası normlar üzerinden yürüttüğü diplomatik süreci mutlaka güç unsurlarıyla desteklemesi, yeri geldiğinde karşı hamle yapması, en azından Yunan tarafından gelen tahrikkâr söylemlere karşı haklı duruşumuzu teyit etmesi, kafa karışıklığına sebebiyet verecek ikircikli tutumlardan kaçınması önem arz etmektedir. Türkiye gerek savunma sanayi ve platform altyapısını güçlendirmek gerekse enerjide dışa bağımlılığı azaltıp ekonomisini rayına oturtmak için zaman kazanmak istiyor olabilir, ama uluslararası ilişkiler boşluk kabul etmez. Sizin iyi niyetli yaklaşımınızı karşı taraf zafiyet olarak değerlendirip ön alıcı hamlelerde bulunabilir.

Resmî açıklamalar dışında bu konu üzerine Türk medyasında da zaman zaman yorumlara rastlıyoruz, ancak bunlar belli bir stratejik vizyonun parçası olmaktan ziyade tepkisel, gündelik, bazen de iç siyasete dönük mahiyette tezahür ediyor. Türkiye’nin başta ekonomi olmak üzere birçok sorunla boğuştuğu ve Yunanistan’ın gündemde çok alt sıralarda yer aldığı gerçeğinden hareketle, yaşanan gerilimi “havuz meselesi” şeklinde küçümseyen yorumlar de görüyoruz, Türkiye’nin önceliğinin Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu’da petrol aramak olduğunu belirten, Akdeniz’in sözünü dahi etmeyen açıklamalara da şahit oluyoruz. Bunların dışında dikkat çeken bir başka görüş de geçtiğimiz günlerde Harici’nin YouTube kanalına demeç veren Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu’dan geldi. Sayın Kibaroğlu, Genelkurmay Eski Başkanı Em. Org. (merhum) Necip Torumtay’la yaptığı bir konuşmaya atfen “Eğer Yunanistan Ege’de bir adım atarsa karşılığını Kıbrıs’ta bulur. Bizim ikinci vuruş yeteneğimiz Kıbrıs’tır” şeklinde görüş bildirdi. Bu tespite göre Yunanistan eğer coğrafi olarak kendini avantajlı gördüğü Ege’de bir genişlemeye gider, karasularını 6 milin üstüne çıkartır ya da MEB ilan eder, bu durum da çatışmaya evrilirse Türkiye KKTC’de bulunan barış gücüyle ileri harekâta geçerek adanın güney kısmını da kontrol altına alabilir.

Sayın Kibaroğlu’nun aktardığı görüşü günün koşulları içinde değerlendirirsek sağlam ve güvenilir olduğu kadar tartışmaya açık taraflarının da olduğunu görebiliriz. Yunanistan ileride girişmeyi tasarladığı 12 mil/MEB gibi hamlelerin hukuki olduğu kadar fiili altyapısını da hazırlamakla meşgul oladursun, Türkiye’nin buna vere(bile)ceği orantılılık ölçüsünde yanıtlar neler olabilir? Olası bir durumda 6 ile 12 mil arasındaki bölgeye askeri gemi göndermek/tatbikat yapmak, ya da balıkçı teknelerini gönderip avlanmak ilk adım olabilir. Lozan ve Paris Barış Antlaşmalarına göre askerden arındırılmış statüdeki Doğu Ege ve Menteşe Adaları (On İki Ada) bölgesini ablukaya almak, Türk hava sahasını Yunan havayollarına / boğazları Yunan bayraklı gemilere kapatmak, EGAAYDAK statüsünde ve fiilen Yunan işgalinde olan adacıkları boşaltması için Atina’ya ültimatom vermek, hatta bazılarına asker çıkarmak olabilir. Bütün bunlar uluslararası hukuka uygun “zorlayıcı diplomasi” adımlarıdır. Ancak olası bir çatışmada Ege’ye karşı yanıtı doğrudan Kıbrıs üzerinden vermek Türkiye’ye faydadan çok zarar getirebilir. Kaldı ki Yunanistan Doğu Ege ve Menteşe Adalarını antlaşmalara aykırı olarak silahlandırmasına bir gerekçe olarak Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a müdahalesini ve kendi adalarının da benzer bir tehdit altında olduğu savını ileri sürmektedir. “Ege’de bir hamleye karşı Kıbrıs’ın tamamını alırız” demek ve iki konuyu bu şekilde birbirine bağlamak, hele de bunu kamuoyu önünde açıklamak Yunanistan’ın “Türkiye’den gelen tehdit” tezine istemeyerek de olsa destek vermek ve ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Öte yandan Sayın Kibaroğlu’na göre Yunanistan zaten Türkiye’nin böyle bir cevap vereceğini bildiği ve “Helenizmin Kıbrıs’ın tamamını kaybetmesi ihtimalini kabul edemeyeceği” için Ege’de bir harekete girişmeyecektir. Buradan “Kıbrıs’taki Türk askeri varlığı Yunanistan için o kadar büyük caydırıcı bir unsurdur ki oradaki olası bir kaybı Ege’deki olası kazançlarını nötralize edebilecek boyuttadır” şeklinde bir çıkarım yapabiliriz.

Atina açısından bakarsak bu denklemin tam da böyle görünmediği kanaatindeyim. Bir kere uluslararası sistem ve dünyadaki güçler dengesi bakımından Türkiye’nin Kıbrıs Barış Harekâtını yaptığı 1974 yılından çok farklı bir yapı mevcut. İki kutuplu soğuk savaş döneminde o zamanın “Kıbrıs Cumhurbaşkanı” Makarios bağlantısızlar hareketi üzerinden Sovyetlere fazla yanaştığı için zaten bir süredir ABD’nin hedefindeydi (CIA’in suikast teşebbüslerini atlatamasa darbeyle devrilmesine bile gerek kalmayacaktı). ABD’nin dümen suyuna girmeyi reddettiği için Atina’daki Yunan cuntası eliyle 15 Temmuz 1974’te devrilerek yerine geçici olarak Nikos Sampson getirildi. Türkiye de hukuki haklarına dayanarak ve o aradaki otorite boşluğunu fırsat bilerek 20 Temmuz günü adaya operasyon başlattı. Bu birinci operasyona Watergate skandalı ile çalkalanan Washington yönetimi günün şartları gereği kısmen göz yumdu. ABD aslında kendince bir taşla üç kuş vurmuş oldu: Türkiye ve Yunanistan vasıtasıyla Makarios’a bir ders verdi, adada olası bir Sovyet üslenmesinin önüne geçti ve İsrail’in güvenliğini tahkim etti. Kısaca, Türkiye’nin harekâtına o dönemki jeopolitik dengeler gereği bir sempati vardı. Yunanistan’sa “saldırgan” ülke konumundaydı. Ama Rumların Kıbrıslı Türklere yaptığı katliamlar ve askeri zaruret gereği iş ikinci harekâta kalınca ABD başta olmak üzere bütün Batı dünyası baştaki ılımlı tutumunu bırakarak tamamen Türkiye aleyhine döndü, bizi haksız yere “işgalci” olarak niteledi – bu tavır halen de devam ediyor.

Bugünse özellikle Batı dünyasında bambaşka bir Türkiye ve Yunanistan algısı mevcut. 2004’te AB’ye üye olmuş sözde bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” var. AB, sevelim ya da sevmeyelim, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı – ihracatımızın %50si oraya gidiyor. Öte yandan AB üyelik perspektifimiz fiiliyatta çoktan kapanmış durumda. Yunanistan’sa AB üyeliğinin yanında adeta ABD’nin de 51. eyaleti gibi bir ileri üsse dönüşmüş halde. ABD yakın zaman önce Rumlara yönelik silah ambargosunu tümüyle kaldırdı. Keza Gazze savaşından beri ilişkilerimizin askıda olduğu İsrail de Güney Kıbrıs ve Yunanistan’a gelişmiş hava savunma sistemleri satıyor. 2016’dan beri Güney Kıbrıs-Yunanistan-İsrail ve Mısır arasında önce dörtlü ardından ABD ve Fransa’nın da katılımıyla beşli-altılı tatbikatlar yapılıyor, ismen zikredilmese de hedef ülke olarak Türkiye üzerine senaryolar oynanıyor. Kıbrıs’ta aktif vaziyetteki Dikelya ve Ağrotur üsleri gelişmiş istihbarat altyapısı sayesinde İngiltere’ye bütün Ortadoğu’yu dinleme/izleme imkânı sunuyor. İran’ın İsrail’e karşı yaptığı füze ve drone saldırısına karşılık veren Amerikan, İngiliz ve Fransız savaş uçaklarının bir kısmının bu üslerden havalandığı hatırlatalım.

Türkiye’nin Kıbrıs kozu ne kadar geçerli?

Türkiye askeri olarak elbette çok güçlü. Güney Kıbrıs’taki Yunan Alayı ve hatta Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) savaş deneyimi de olan Türk ordusuyla kıyaslanamayacak derecede küçük ve zayıf. Keza Yunanistan’ın olası bir savaşta Kıbrıs’ı lojistik-askerî açıdan takviye etmesi çok zor, bunun örneği 1974’te de görüldü. Türkiye Kıbrıs’ta durum üstünlüğünü elinde bulundursa da bütün bu verilerin ışığında Ege’de Yunanistan’la yaşaması olası bir çatışmada cepheyi Kıbrıs’a doğru genişleterek Güney’i kontrol altına alması AB, İngiltere, ABD ve İsrail’de büyük tepkiyle karşılanacak, askeri olmasa bile ekonomik olarak Türkiye’nin tecrit edilmesine, bir nevi “İranlaştırılmasına” bahane teşkil edecektir. Güney’in alınması demek Türkiye’nin İngiltere’yle (karadan) ve İsrail’le (denizden) komşu olması, ada çevresindeki bütün kaynaklara sahip olması demektir. Bu ülkelerin böyle bir jeopolitik depremi kabul edeceklerini peşinen varsaymak uygun bir yaklaşım tarzı değildir. Türkiye’nin ekonomik gücü, doğal kaynakları, askeri kapasitesi ve uluslararası sistemdeki etki yarıçapı bugün böyle bir baskıyı kaldırabilecek konumda değildir. Bir gün o güce inşallah ulaşırız, o noktada direnebilecek kararlılığı sergileyip her şeyi göze alarak Libya anlaşması örneğinde olduğu gibi bir baskınla Yunanistan’dan bile önce Ege ve Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan sınırları içinde MEB’imizi de ilan ederiz. Bu güce erişebilmek için, ABD hegemonyasının zayıfladığı ve çok kutupluluğa evrilen yeni dünya düzeninde Türkiye’nin paydaşlarını çoğaltması, AB üyeliği gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan ve her geçen gün Türkiye’yi daha da yalnızlaştıran bir hedefte enerjisini tüketmek yerine yükselen Asya, Afrika ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirmesi büyük önem arz etmektedir.

Ancak 2020’de AB İrini Misyonu’na bağlı bir Alman firkateyninin Rosalyna-A isimli bir Türk gemisine yaptığı baskına cevap ver(e)meyen, dönemin Alman başbakanı Angela Merkel’in AB yaptırımlarıyla tehdit etmesini müteakip sismik araştırma faaliyetlerine son veren, hatta daha 2019’ta Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtını ABD’den gelen baskıyla yarıda kesen Türkiye’nin Yunanistan’la olası bir çatışmada Güney Kıbrıs’ı alıp bunu elinde tutabileceğini düşünmek bugün için inanılması zor bir senaryodur. Türkiye orayı alsa dahi maruz kalacağı baskı ile kısa sürede geri çekilmeye zorlanacak ve elinde Ege’de kaybettikleriyle kalacaktır. Yunanistan Türkiye’nin Kıbrıs’taki üstünlüğünü Sayın Kibaroğlu’nun da tabiriyle “offset” etmeye yani dengelemeye çalışmaktadır. Kıbrıs çevresinde küresel ve bölgesel güçlerle yaptığı açık ya da gizli anlaşmalarla Türkiye’nin buradaki caydırıcılığını azaltmaya ve el yükseltmeye gayret etmektedir. Buna mukabil, Kıbrıs’taki varlığına dayanarak Türkiye’nin Ege’de Yunanistan’ı dengelediğini varsayması bazı geçerli sebepleri olsa da büyük resme bakıldığında çok sağlam bir argüman gibi görünmemektedir. Türkiye Batı bloğunu bu bölgede dengelemekte zorlandığı müddetçe Yunanistan’ın oldu-bittilerine karşı teyakkuzda olmak durumundadır.

Son kertede, Yunanistan’ı Ege’de maceraya girişmekten caydıracak olan Kıbrıs’taki Türk kara gücü değil, Anadolu’daki deniz ve hava gücüdür. Her şartta Türkiye’nin güçlü bir donanmaya ve hava kuvvetlerine sahip olması gerek Ege gerekse Doğu Akdeniz’de caydırıcılığını sergilemeye devam etmesi ve Yunanistan’a gerginliği arttıracak, moral üstünlüğü ele geçirecek fırsat vermemesi, tutarlı ve uzun vadeli bir politika izlemesi elzemdir. Aksi durum karşı tarafın eline koz verip cesaretlendirmekten başka bir netice yaratmayacaktır.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English