Avrupa
AB finans kurumlarından agresif ‘yeşil dönüşüm’ çağrısı

Avrupa Merkez Bankası (ECB), Avrupa Yatırım Bankası (EIB) ve Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) ‘temiz enerjiye doğru daha hızlı geçiş’ çağrısında bulunurken, ECB Başkanı Christine Lagarde ‘yeşil Sermaye Piyasaları Birliği’ ve AB tarafından ihraç edilen yeşil tahvilleri savundu.
Cuma günü IEA’in Paris’teki merkezinde üye devlet yetkilileri ve büyük Avrupalı şirketlerin temsilcileriyle ortak bir konferansta bir araya gelen kurum liderleri, sert uyarılarda bulundular.
“Baktığımız her yerde doğal afetlerin daha sık ve daha şiddetli hale geldiğini görüyoruz,” uyarısında bulunan Lagarde, bu yaz Kanada’da çıkan orman yangınlarının Fransa’nın toplam ormanlık alanlarına eşdeğer bir alanı yaktığını söyledi.
Lagarde’ın ECB’nin yeşil dönüşüme olan ilgisinin gerekçesi ise ‘çevresel felaketlerin fiyatlarda dalgalanmaya ve finansal istikrara yönelik risklere’ yol açabileceğiydi. Örneğin bu ayın başlarında ECB, bankalar için ‘iklim stres testi’nin sonuçlarını yayınladı ve ‘daha hızlı bir yeşil geçiş’in ‘banka istikrarı’ için daha iyi olacağını iddia etti.
Lagarde faiz politikasını ‘unuttu’
Bu hafta ECB, Avrupalı şirketlere enerji yatırımlarının önündeki en büyük engelleri sorduğu anketin sonuçlarını da yayınladı. “Firmalara göre, daha katı iklim standartları yatırım yapmak için iklim değişikliğinin fiziksel etkisinden daha güçlü bir teşvik sağlıyor,” diyen Lagarde, ‘ertelemenin ters etki yarattığını’ savundu.
EIB Başkanı Werner Hoyer de aynı yönde görüş bildirdi ve “Yeşil dönüşümü sulandırmak, duraklatmak ve hatta tersine çevirmekten bahsetmek sadece kafa karışıklığı yaratır ve yatırımları engeller,” iddiasında bulundu.
Lagarde’a göre, ‘yeşil’ yatırımların önündeki bir diğer engel de yüksek finansman maliyetleri. Lagarde, ECB’nin faiz artırma politikasının borçlanma ve finansman maliyetlerini artırmış olabileceğine ise konuşmasında değinmedi. ECB Başkanı bunun yerine, ‘Avrupa’da risk primini azaltacak ve finansman maliyetlerini düşürecek daha güçlü bir yeşil finans piyasası’ çağrısında bulundu.
Lagarde, “Firmaların yaklaşık %40’ı, devasa özel finansman havuzlarının ESG [çevresel, sosyal ve yönetişim] yatırımı aradığı bir dönemde, yatırımcıların yeşil yatırımları finanse etmeye istekli olmamasını çok önemli bir engel olarak görüyor,” dedi.
‘Yeşil Sermaye Piyasaları Birliği’ çağrısı
Lagarde bu eksikliği, AB’nin hâlâ bir Sermaye Piyasaları Birliğine (CMU) sahip olmamasına, bunun yerine çok sayıda ayrılmış ve dolayısıyla küçük sermaye piyasalarına sahip olmasına bağladı.
ECB Başkanı bir CMU’nun tüm sorunları çözmeyeceğini kabul ederken, ‘yeşil Sermaye Piyasaları Birliği’ fikrini ortaya attı.
Lagarde, “Avrupalı firmaların erişebildiği yatırımcı tabanını genişletmenin bir yolu olarak, yeşil bir CMU piyasasının ne anlama geleceğini ve neleri gerektireceğini düşünmeye değer olduğunu düşünüyorum,” diyerek ‘Avrupalılar tarafından ihraç edilen’ yeşil tahvillerin dikkate alınması çağrısında bulundu.
EURACTIV’in sorusu üzerine bir ECB sözcüsü, Lagarde’ın kastettiği şeyin, pandemi kurtarma fonu ‘Yeni Nesil AB’yi finanse etmek için çıkarılan AB borçlarına benzer bir ‘AB tarafından ihraç edilen yeşil tahvil’ olduğunu açıkladı.
EURACTIV, CMU’yu AB düzeyinde daha fazla borç ihracı ile ilişkilendiren argümanların son zamanlarda ECB’den daha fazla duyulur hale geldiğine dikkat çekiyor. Ağustos ayı sonunda ECB Yönetim Konseyi üyesi Fabio Panetta, CMU’nun tamamlanması çağrısında bulunarak Avrupa Güvenli Varlığı’nın (European Safe Asset) böyle bir çabanın önemli bir parçası olduğunu savundu.
AB düzeyinde borç anlamına da gelen Avrupa Güvenli Varlığı, bazı üye ülke hükümetlerinin karşı çıktığı AB’nin daha fazla mali entegrasyonu anlamına geleceği için tartışmalı bir konu.
Avrupa
Saygın Alman siyaset bilimci Ulrike Guérot nasıl ‘devlet düşmanı’ ilan edildi?

Editörün notu: İtalyan gazeteci ve yazar Thomas Fazi, Alman siyaset bilimci Ulrike Guérot’un yaşadığı siyasi zulmü mercek altına alıyor. Ulrike Guérot, Almanya’nın saygın akademisyenlerinden biriyken, Kovid-19 salgını önlemlerini ve Ukrayna’daki vekalet savaşını eleştirmesinin ardından hedef hâline geldi, medya tarafından karalandı ve sonunda intihal suçlamalarıyla üniversitedeki görevinden atıldı. Fazi, bu süreci Guérot’un itibarını sarsmak ve onu susturmak amacıyla yürütülen, siyasi güdümlü ve hatta istihbarat kurumlarının dâhil olabileceği planlı bir kampanya olarak değerlendiriyor. Fazi, Ulrike Guérot vakasının, Almanya ve genel olarak Batı toplumlarında artan otoriterleşmenin, ifade özgürlüğünün daraltılmasının ve muhalif seslere yönelik tahammülsüzlüğün endişe verici bir yansıması olduğuna işaret ediyor.
Devlet düşmanı: Ulrike Guérot’un maruz kaldığı siyasi zulüm
Guérot, yıllarca Almanya’nın en saygın siyaset bilimcilerinden biriydi. Ancak salgınla mücadeleyi ve Ukrayna’daki vekalet savaşını eleştirmesinin ardından kendini halk düşmanı olarak buldu.
12 Mayıs 2025
Pek çok okur Ulrike Guérot’un adını hiç duymamış olabilir; ancak bu makalenin sonunda, onun Avrupa’da yakın tarihin en şaşırtıcı siyasi zulüm vakalarından birinin merkezinde yer aldığı düşünüldüğünde, bunun nasıl mümkün olduğunu merak edeceklerdir.
Daha birkaç yıl öncesine kadar Guérot, Almanya’nın ve Avrupa’nın en saygın siyaset bilimcilerinden ve AB’ye entegrasyon konusunda önde gelen seslerden biri olarak kabul ediliyordu. Son yirmi yıldır AB’nin geleceği üzerine yapılan tartışmaları takip eden herkes için Guérot ve onun “Avrupa Cumhuriyeti” hakkındaki fikirleriyle karşılaşmamış olmak neredeyse imkânsızdı. Üretken bir akademisyen ve kamu entelektüeli olarak, sık sık AB politikasının çeşitli yönleri hakkında konuşmaya davet edilirdi.
Guérot ile ilk kez 2018’de Helsinki’de, Avrupa Birliği hakkında canlı bir kamuoyu tartışmasına girdiğimizde tanıştım. Birliğin mevcut hâliyle eksiklikleri konusunda hemfikir olsak da çözüm konusunda keskin bir şekilde ayrışıyorduk: Ben AB’nin dağıtılmasını ve egemen ulus devletlere geri dönülmesini savunurken, Guérot birliğin radikal bir şekilde demokratikleştirilmesini savunuyordu. Guérot’un vizyonu ilham vericiydi ama aynı zamanda, özellikle akademik çevrelerde uzun süredir ana akımı temsil eden bir perspektif olan ilerici Avrupacılığın köklü geleneğine de tam olarak uyuyordu.
Sahiden de kariyerinin büyük bölümünde Guérot, Almanya’nın (ve Avrupa’nın) entelektüel-siyasi düzeninin tam teşekküllü bir üyesiydi. Doksanlı yıllarda, o zamanki Alman Hristiyan Demokrat Partisi dış ilişkiler sözcüsü Karl Lamers ve eski AB Komisyonu başkanı Jacques Delors gibi önde gelen siyasetçilerin himayesinde çalışmaya başladı.
2000’li yılların başlarından itibaren önce German Marshall Fund’ın dış politika direktörlüğü, ardından da Avrupa’nın en önemli transatlantik düşünce kuruluşlarından ikisi olan Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin direktörlüğü görevlerini üstlendi. 2013 yılında Guérot, Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un Fransa’ya yaptığı resmi ziyaretteki resmi heyette bile yer aldı.
2010’lu yılların ortalarına gelindiğinde, Berlin’deki European School of Governance’a bağlı European Democracy Lab’ı kurduğunda, Guérot Avrupa meseleleri konusunda önde gelen uzmanlardan biri olarak kendini kabul ettirmiş, Alman ve Avrupa gazetelerinde geniş çapta yayınlar yapmış ve kendi ülkesindeki tartışma programlarına sık sık katılır olmuştu.
Helsinki’deki karşılaşmamızın ardından Guérot ve ben zaman zaman Avrupa hakkında fikir alışverişinde bulunmaya devam ettik, ta ki salgın patlak verene kadar. 2020’de dünyayı saran çılgınlığı anlamlandırmaya çalışırken, kendimi uzun süredir çalışmalarımı tanımlayan AB’ye (dez)entegrasyon tartışmasından uzaklaşırken buldum.
Dahası, Kovid rejimine karşı son derece eleştirel bir duruş sergileyen soldan bir yazar olarak, bu deneyim bir zamanlar kendime ait gördüğüm siyasi toplulukla kesin bir kopuşu işaret ediyordu. Salgının aşırı kutuplaşmış atmosferinde, bir zamanlar Guérot gibi liberal ilericilerle diyaloğu mümkün kılan ana akım sol ile hâlâ paylaştığım ne kadar ortak zemin varsa hepsi tamamen ortadan kalktı. Gerçekten de, biraz mahcup bir şekilde itiraf etmeliyim ki, entelektüel ve akademik camiadaki hemen hemen tüm meslektaşlarının yaptığı gibi, Guérot’un da Kovid ortodoksluğuyla aynı çizgide olduğunu varsaymıştım.
İşte bu yüzden, iki yıl önce beklenmedik bir anda beni aradığında, anlatacağı hikâye karşısında şaşkına döndüm ve olayların tamamen benim radarımın dışında gelişmiş olmasından biraz utandım. Son konuşmamızdan bu yana Almanya’nın en çok karalanan figürlerinden biri hâline geldiğini; üniversitedeki görevinden alındığını, medya tarafından karalandığını, akademik çevre tarafından dışlandığını ve hatta devlet düşmanı olarak etiketlendiğini anlattı. Nutkum tutulmuştu. Ülkenin en saygın kamu entelektüellerinden birinin başına bu nasıl gelebilirdi?
Guérot’un gözden düşüşü, Ekim 2020’de salgın tedbirlerini, artan ideolojik uyum iklimini ve buna eşlik eden kabul edilebilir görüşlerin endişe verici daralmasını —Kovid politikasını sorgulayan herkesin siyasi ve medya düzeni tarafından hızla düşmanlıkla karşılandığı bir ortamda— alenen eleştirmeye başlamasıyla başladı.
Guérot’un liberal-ilerici bakış açısıyla —belki biraz safça— sadece Habermasçı açık tartışma ilkelerini, yani kamuoyunun daha iyi olan argümanın gücünden doğması gerektiği inancını savunuyordu. Başlangıçta kendisi bile salgının başlattığı otoriter “yeni normalin” boyutunu —ya da salgın kısıtlamalarını sorgulayarak ve demokratik gerileme uyarısında bulunarak görünmez bir kırmızı çizgiyi aştığını— tam olarak fark etmemişti. Neredeyse bir gecede, kurumların, medyanın ve kamuoyunun geniş kesimlerinin gözünde, beğenilen bir düşünürden “sorunlu bir figüre” dönüştü.
Eleştirel yorumlar ve makalelerin ardından Guérot, yoğun medya incelemesinin ve sosyal medya öfkesinin hedefi hâline geldi. Makaleler artık onun argümanlarını tartışmıyor; onu “tartışmalı” olarak etiketleyip “komplo teorisyeni” diyerek göz ardı ederek kişisel olarak ona saldırıyorlardı. İlkeli duruşunun, 2020 yazında Berlin ve diğer şehirlerde büyük gösteriler düzenleyen ve siyasi-medya düzeni tarafından hızla “aşırı sağcı” olarak damgalanan kapanma karşıtı protestocular arasında giderek daha popüler hâle gelmesi, ona yönelik tepkiyi daha da derinleştirdi. Pek çok kişinin gözünde, hayat boyu ilerici olan Guérot artık “ilişkili olduğu çevreler nedeniyle faşistti”.
Bununla birlikte, 2021’in başlarında akademik itibarı hâlâ bozulmamış görünüyordu. 2021 baharında, Avrupa’nın siyasi meseleleri üzerine yıllarca süren akademik araştırmalarının taçlandırılması niteliğinde, prestijli Bonn Üniversitesi tarafından işe alındı. Kovid konusundaki duruşu etrafındaki tartışmalara rağmen Guérot, üniversitedeki meslektaşları tarafından sıcak karşılandı; meslektaşları, böylesine tanınmış ve başarılı bir ismi saflarına katmaktan bariz biçimde memnuniyet duyuyorlardı.
O yıl Noel tatili sırasında Guérot, salgın politikalarına yönelik eleştirilerini kaleme aldı. Sonuç, Mart 2022’de yayımlanan Wer schweigt, stimmt zu (Sessiz kalmak kabul etmek demektir) oldu. Hükümetin Kovid müdahalesinin orantısızlığını sert bir şekilde eleştiren ve acil bir toplumsal ve kamusal hesaplaşma çağrısında bulunan kitap, büyük bir başarı yakaladı. Haftalarca çok satanlar listesinde kaldı ve Guérot, resmi kamusal söylemde susturulmuş veya iftiraya uğramış Alman toplumunun geniş bir kesimine ses verdiği için teşekkür eden insanlardan mektup ve e-posta yağmuruna tutuldu.
Akademik dünya ise Guérot’ya karşı sert bir tavır aldı: Makaleler yazmak veya röportajlar vermek bir şeydi ama kendi deyimiyle, “demokrasiyi bir virüse feda etmeye ve sözde güvenlik için özgürlüklerini bahse yatırmaya istekli olanları” açıkça eleştiren bir kitabın tamamını, hem de çok satan bir kitabı yayımlamak bambaşka bir şeydi. Başka bir görünmez kırmızı çizgiyi daha aşmıştı. Önde gelen akademisyenler Twitter’da ona saldırdı. Konferans davetleri azalmaya başladı. Bonn Üniversitesi’ndeki görece yeni işyerinde bile öğrenciler ve meslektaşları ondan uzaklaşmaya veya aktif olarak ona karşı seferber olmaya başladı. Salgın, akademik dünya ile genel kamuoyu arasında giderek büyüyen bir uçurumu ortaya çıkarmıştı ve Guérot kendini ortada kalmış buldu.
Bu arada, kitap yayımlanmadan hemen önce Rusya Ukrayna’yı işgal etmiş, kamuoyu tartışmasını daha da zehirlemiş ve militarize etmişti. Kovid dönemini tanımlayan Maniheist düşünce ve ahlaki mutlakiyetçilik daha da yoğunlaştı. Ukrayna’yı desteklemek vatani bir turnusol kâğıdı hâline geldi; hükümet politikasının eleştirilmesi artık “kamu sağlığına tehdit” olarak görülmüyor, ihanete yakın olarak çerçeveleniyordu. Guérot bir kez daha kendini tüm bunların merkezinde buldu.
2022’nin ilk yarısında, o zamana kadar seyrekleşmiş birkaç TV programında barış, diyalog ve diplomasi çağrısında bulundu; bu çağrılar, programlardaki hepsi kategorik olarak savaş yanlısı kampta yer alan diğer konuklardan histerik tepkiler aldı. Guérot bir kez daha medyanın ilgi odağına itildi ve yine kendi seçmediği bir role, bu kez sözde “Putin savunucusu” rolüne büründürüldü. Bu durum, önde gelen siyasetçilerden de gelen, ona karşı yeni bir büyük saldırı dalgasını tetikledi. Sosyal medyadaki Guérot’a yönelik suçlamalar giderek artan bir şekilde Bonn Üniversitesi’ne de yöneltiliyordu; bu, sadece onu değil, aynı zamanda işverenini de kamuoyu önünde küçük düşürmeye yönelik açık bir girişimdi. Bonn’daki çeşitli fakülte ve öğrenci grupları Guérot aleyhine açıklamalar yayımladı.
Ancak Guérot yılmadı. Aksine, Rusya-Ukrayna savaşı hakkında bir kitap üzerinde çalışmaya başladı ve bunu mümkün olan en kısa sürede yayımlamaya kararlıydı. Bu arada, 2022 yazında medyada ilk intihal suçlamaları ortaya çıkmaya başladı. Bunlar manşetlere taşınsa da aslında iki kitabındaki başka kaynaklardan dolaylı alıntılanmış veya kısmen alıntılanmış materyalleri içeren, nispeten küçük çaplı iddialardı. Hatta bazı durumlarda, kitabın sonraki baskılarında hataları kabul etmişti. Makalelerde tarif edilen örüntüler —dağınık dipnotlar, belirsiz kaynak kullanımı ve gevşekçe yeniden ifade edilmiş fikirler— aldatmaya değil, en kötü ihtimalle zaman kısıtlamalarından kaynaklanan gözden kaçırmalara işaret ediyordu.
Çok daha endişe verici olan, bazı Alman medya kuruluşlarının, ne kadar küçük olursa olsun herhangi bir hata veya tutarsızlığı ortaya çıkarma umutsuzluğuyla Guérot’un tüm eserlerini satır satır adli bir incelemeden geçirmek için kayda değer kaynaklar ayırmasıydı. Bu gazetecilik değildi; planlı bir imha operasyonuydu. Nitekim Bonn Üniversitesi, iddia edilen bilimsel suistimal nedeniyle Guérot hakkında neredeyse derhal bir soruşturma başlattı. Bu arada, bu karalama kampanyasının ardında, ona kin güden birkaç gazetecinin işinden daha büyük bir şeylerin döndüğünü düşündüren tuhaf şeyler olmaya başladı.
Örneğin, 4 Haziran’da Frankfurter Allgemeine Zeitung‘da çıkan ilk intihal suçlaması, daha 3 Haziran akşamı Guérot’un Wikipedia sayfasında linklenmişti. Ya birileri çok yakından takip ediyordu ya da bu, Guérot’un itibarını yok etmeye yönelik daha planlı bir kampanyanın —potansiyel olarak istihbarat ve güvenlik kurumları içindeki güçlü unsurları içeren bir kampanyanın— parçasıydı.
O zamanlar Guérot’un kendisi bu tür iddialara paranoyakça fanteziler diyerek güler geçerdi. Ta ki Ağustos 2022’nin başlarında, Almanya’nın istihbarat teşkilatı BND için çalışan eski bir arkadaşından beklenmedik bir telefon alana kadar. Arkadaşı bir görüşme teklif etti, fakat telefonunu evde bırakmasını tembihledi. Anlattıkları, doğrudan bir Frederick Forsyth romanından fırlamış gibiydi. Arkadaşı ona, “Dikkatli olmalısın Ulrike. Hedef alındın. Seni yok etmek istiyorlar,” dedi. Wikipedia sayfasındaki son düzenlemelerin, hepsi Atlantik’in diğer yakasında, Washington’da bulunan bir avuç IP adresine kadar takip edilebildiğini söyledi. Mesaj açıktı: Guérot’un aktivizmi, Almanya’da ve ötesinde, NATO çevrelerindeki üst düzey kişilerin dikkatini çekmişti.
Başlangıçta Guérot şüpheciydi. “Neden bu kadar güçlü kurumlar benim gibi birinden bu kadar korksun ki? Ne gücüm var ne de siyasi bir makamım,” diye sordu. Arkadaşı, “Karizman var Ulrike, insanlar sana hayranlık duyuyor ve saygı gösteriyor. Böyle zamanlarda, bu tam da kamuoyunu etkileyebilecek türden bir şeydir,” diye yanıtladı. Guérot toplantıdan şok içinde ayrıldı, ancak içinde bir şüphe kalmıştı, belki de arkadaşı abartmıştı. Sonuçta, istihbarat görevlilerinin her köşede komplo görmesi doğaldır. Fakat yaşananlar, kısa sürede onun son yanılsamalarını —ya da umutlarını— ortadan kaldıracaktı.
Eylül sonlarında, Rusya-Ukrayna savaşı hakkındaki kitabının taslağını teslim ettikten kısa bir süre sonra, Guérot’un prestijli NDR Kurgu Dışı Eser Ödülü için jüri üyesi olarak —aynı sabah kamuoyuna duyurulan— daveti saatler içinde aniden iptal edildi. Günler içinde Ulrike’nin, Milano, Brüksel ve Viyana’daki uzun zamandır planlanmış konferansları da dâhil olmak üzere takvimindeki kalan tüm konuşma etkinliklerinden davetleri geri çekildi. Açıkça görülüyordu ki, sadece Almanya’da değil, tüm Avrupa’da Guérot’u kamusal alaandan silmek için planlı bir çaba yürütülüyordu. Bir keresinde, etkinlik organizatörlerinden biri olan Avusturyalı bir iş derneğinin çalışanı, Guérot’ya özel olarak iptalin “üst makamdan gelen bir telefon” üzerine yapıldığını bildirdi.
Guérot artık arkadaşının doğruyu söylediği korkunç olasılıkla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Düşmanları etrafındaki her şeyi yakıp yıkıyordu. Kendisi de hafiften paranoyaklaşarak, bu ani iptal dalgasının, sadece günler sonra raflardaki yerini alan yeni kitabının çıkışıyla kasıtlı olarak aynı zamana denk getirilip getirilmediğini merak etmeden duramadı. Hauke Ritz ile birlikte yazdığı Endspiel Europa (Avrupa’nın Son Oyunu), Ukrayna savaşını, kısmen ABD’nin Ukrayna’ya müdahalesiyle provoke edilmiş, NATO ve Rusya arasında bir vekalet savaşı olarak bağlamsallaştırıyordu. Bu görüş bugün Donald Trump’ın kendisi tarafından bile giderek daha fazla kabul görse de kitap çıktığı zaman Almanya’da lanetlenmiş bir görüştü (ve büyük ölçüde bugün hâlâ öyle).
Kovid metninde olduğu gibi, kitabın yayımlanması Guérot’ya karşı yeni bir kamuoyu karalama dalgasını tetikledi, bu kez daha önce karşılaştığı her şeyden daha yoğun ve agresif bir dalgaydı bu. NATO’yu karşısına alarak Guérot muhtemelen son kırmızı çizgiyi aşmıştı. Kendi üniversitesi, ikisini de açıkça belirtmeden hem Guérot’dan hem de kitabından uzaklaştığını belirten bir kamuoyu açıklaması yayımladı. Kısa bir süre sonra Guérot hastalık iznine ayrıldı: 2021’in sonlarından bu yana hakkında yazılan 200’e yakın kötü niyetli makale ile iki yıl süren amansız saldırılar ve artan psikolojik baskı onu yıpratmıştı. Kampanyanın amacına ulaştığı söylenebilirdi: Guérot, duygusal ve psikolojik olarak çökmüştü. Bu noktada arkadaşlarının çoğu da ondan uzaklaşmıştı. Ve yine de, son iptal eylemi henüz gelmemişti.
Sadece birkaç ay sonra, Şubat 2023’te Guérot’ya, bu tür durumlarda alışılageldiği üzere bir uyarı bildirimi veya olası hataları düzeltme şansı verilmeden, Bonn Üniversitesi’nden intihal gerekçesiyle atıldığı bildirildi. Farkında olduğu ön soruşturmalar vardı ama hastalık izni nedeniyle kendini layıkıyla savunamamıştı. Karar emsalsizdi: Savaş sonrası Almanya’da daha önce hiçbir profesör sadece intihal nedeniyle görevden alınmamıştı. Durumu daha da absürt hâle getiren ise iddia edilen ihlallerin niteliğiydi; akademik tezler bile olmayan, genel bir kitleye yönelik polemik denemeler olan eserlerde, bir düzine sayfaya yayılmış ve toplam içeriğin kabaca yüzde 1’ine tekabül eden küçük atıf hataları söz konusuydu.
Bunun, Guérot’un akademik nitelikleri veya bilimsel dürüstlüğü ile hiçbir ilgisi olmayan, siyasi güdümlü bir karar olduğundan şüphe edilemez. Bir Alman yorumcunun belirttiği gibi: “Suçlamaların —kısmen doğru olsa bile— sadece bir bahane olarak hizmet ettiği açık değil mi? Özünde bu, muhtemelen başkalarını da caydırmak gibi ek bir amaçla, rahatsız edici bir figürü cezalandırmakla ilgiliydi.” Üniversitenin bilimsel suistimal şüphesi durumları için ombudsmanı olan anayasa hukukçusu Prof. Dr. Klaus F. Gärditz’in salgın sırasında hükümetin uyguladığı tedbirlerin sesli bir destekçisi olduğu —ve dolayısıyla Guérot’un pozisyonlarına karşı açıkça önyargılı olduğu— düşünüldüğünde bu durum daha da belirginleşiyor.
Fakat bu hikâyede herhangi bir bireye odaklanmak yanıltıcı olur, zira Guérot’un gözden düşüşünü bu kadar çarpıcı kılan şey, medya, üniversite ve —eğer arkadaşına inanılacak olursa— NATO istihbarat aygıtının unsurları da dâhil olmak üzere birden fazla aktör arasındaki bariz koordinasyondur. Gerçekten de, olayların dizisine bakıldığında, medyanın körüklediği “intihal skandalının”, akademik suistimal kisvesi altında bir işten çıkarma için zemin hazırlayan daha geniş bir stratejinin parçası olup olmadığını merak etmemek elde değil.
Bunları yazarken ironinin; bizzat bu tür teorileri desteklediği iddiasıyla itibarı sarsılan birini savunurken, Guérot’un düşüşünü bazılarının “komplo teorisi” olarak adlandırabileceği bir şeyi öne sürerek anlamlandırmaya çalıştığımın fazlasıyla farkındayım. Ancak tam da bu nedenle, ona ve entelektüel dürüstlüğe, ana akım çevrelerde nasıl karşılanacağına bakılmaksızın, kanıtların bizi nereye götürürse götürsün takip etme borcumuz var.
Ve bunun sadece bir cadı avı değil, siyasi bir zulüm vakası olduğuna —Guérot’un, statükoya tehdit oluşturan etkili bir kamu entelektüeli olduğu için Alman devletinin unsurları da dâhil olmak üzere güçlü güçler tarafından hedef alındığına— inanmak için iyi nedenler var. Bunun için sadece iptal edilmesi değil, yok edilmesi gerekiyordu. İki yıl boyunca Guérot’un on yıllardır inşa ettiği her şey; itibarı, güvenilirliği, arkadaşlıkları ve nihayetinde konumu —geçim kaynağıyla birlikte— sistematik olarak elinden alındı. Hatta cezasının bu kadar ağır olmasının nedeninin, hayatının büyük bölümünde düzenin bir parçası olması ve en büyük sapkınlığı işleyerek, yani kendisi için düşünerek ona ihanet ettiği şeklinde görülmesi olduğu bile iddia edilebilir.
Onun davası, Alman toplumunun ve daha genel olarak Batı toplumlarının otoriter sürüklenişinin —muhalefetin artık tartışılmadığı, cezalandırıldığı, hatta bir zamanlar neredeyse dokunulmaz olan kadrolu profesörlerin bile peşine düşülecek kadar ileri gidildiği— ürkütücü bir kanıtı olarak duruyor. Bu, Batı liberal demokrasisinin gerçek durumu hakkındaki kalan tüm yanılsamaları paramparça etmesi gereken bir hikâye. Fakat sonuçta, Guérot’ya yapılan muamele karşısında dehşete düşmek için bir komplo kanıtına ihtiyaç yok. Eğer olaya karışan her aktör gerçekten bağımsız hareket ediyorsa, resim —muhalefete ve çelişkiye karşı o kadar hoşgörüsüz bir düzenin, nerede ortaya çıkarsa çıksın içgüdüsel olarak onu ezmeye yöneldiği bir resim— tartışmasız daha da endişe verici.
Hakikaten de, yakın zamanda yapılan bir çalışma, Almanya’da ana akım anlatılara aykırı görüşler ifade ettikleri için —ya da yazarların kendi deyimiyle, “ideolojik itaatsizlik” nedeniyle— profesörlerin işten çıkarılmasında keskin bir artış olduğunu vurguladı. Bu, kadrolu akademik pozisyonların önceki neredeyse dokunulmazlığına kıyasla önemli bir değişiklik. Elbette bu baskı sadece akademik dünyayla sınırlı değil, Almanya’da yerleşen Stasi benzeri daha geniş bir baskı ve zulüm modelinin parçası. Son yıllarda, bilim insanları, doktorlar, avukatlar, hâkimler, memurlar ve sıradan vatandaşlar da dâhil olmak üzere toplumun geniş bir kesiminden insanlar, çağımızın belirleyici iki krizi olan Kovid-19 salgını ve Ukrayna’daki savaş hakkında muhalif görüşler ifade ettikleri için karalandı, işten atıldı, susturuldu veya hatta yargılandı.
Salgın politikalarının orantılılığı ve bilimsel temeli hakkında erken dönemde sorular soran Wolfgang Wodarg ve Sucharit Bhakdi gibi doktorlar kamuoyu önünde karalandı ve kurumsal (ve bazen hukuki) baskıya maruz kaldı. Sigorta yöneticisi Andreas Schöfbeck, aşıların güvenlik profilini sorgulayan verileri yayımladıktan sonra işini kaybetti. Lisa Fitz ve Eva Herzig gibi sanatçılar ve gösteri dünyasından isimler, eleştirel görüşler dile getirdikleri için performanslarının iptal edildiğini ve sözleşmelerinin feshedildiğini gördü. Tanınmış gazeteci Gabriele Krone-Schmalz ve araştırmacı gazeteci Patrick Baab, Ukrayna ihtilafına diplomatik çözümler önerdikleri için saldırıya uğradı ve mesleki olarak dışlandı.
Hâkimler ve avukatlar bile esirgenmedi. Aile mahkemesi hâkimi Christian Dettmar, okullardaki Kovid tedbirleri aleyhine karar verdikten sonra yasal işlemle karşılaştı. CJ Hopkins gibi yazarlar (davası hakkında burada yazdım), Simon Rosenthal gibi sanatçılar ve kapanma karşıtı Querdenken hareketinin kurucusu Michael Ballweg gibi siyasi aktivistler de giderek daha siyasi görünen bahanelerle yargılandı veya gözaltına alındı.
Bu baskı modelinin azalacağına dair pek işaret yok. Aslında, Friedrich Merz’in liderliği altında yoğunlaşmaya hazır görünüyor. Katı Atlantikçiliği ve Rusya’ya karşı saldırgan duruşuyla tanınan Almanya’nın yeni Şansölyesi, Almanya’yı NATO içinde lider bir askeri güç olarak konumlandırma arzusunu gizlemedi. Söylemi, sadece yeniden silahlanmayı değil, aynı zamanda iç cephede ideolojik uyumu da talep eden daha da çatışmacı bir dış politikaya doğru bir eksen kaymasını öneriyor. Bu bağlamda, muhalefetin giderek artan bir şekilde ulusal güvenliğe tehdit olarak çerçevelenmesi beklenebilir.
Ancak Guérot’un —ve onun gibi diğer çağdaş muhaliflerin— hikâyesi sadece bir baskı hikâyesi değil. Aynı zamanda bir direniş ve dayanma hikâyesidir. Kendi itirafıyla, çok karanlık bir yere sürüklenmiş ve kırılma noktasına çok yaklaşmış, ancak mücadele etme gücünü bulmuştu. Bu güç, kısmen, AfD ve BSW gibi “popülist” alternatifler lehine yerleşik partileri reddeden ülke çapındaki milyonlarca insandan, yani yeni Alman direnişi olarak adlandırılabilecek kesimden aldığı büyük destekten geldi. Gerçekten de Guérot şu anda görevden alınmasına karşı hukuk sistemi aracılığıyla mücadele ediyor.
Bir sonraki duruşma 16 Mayıs’ta Bonn İş Mahkemesi’nde yapılacak. Yargıçların, Guérot’un işten çıkarılmasının siyasi güdümlü olduğunu ve meşru bir temeli bulunmadığını, yani uzun zamandır aşikâr olan şeyi nihayet kabul edeceklerini ummaktan başka çare yok. Lehine verilecek bir karar, maruz kaldığı her şeyden sonra bir nebze adalet sunmakla kalmayacak, aynı zamanda Almanya’da bağımsız bir yargının hâlâ işlediğine ve ülkenin demokratik temellerinin henüz tamamen aşınmadığına dair hayati bir sinyal de gönderecektir.
Avrupa
AfD’ye karşı Almanya genelinde protesto dalgası

Almanya’nın 60’tan fazla şehrinde 11 Mayıs’ta binlerce kişi, sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin yasaklanması talebiyle gösteriler düzenledi. Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (BfV) partiyi “aşırı sağcı” olarak nitelemesinin ardından düzenlenen eylemlerde, AfD’nin demokratik düzene tehdit oluşturduğu vurgulandı.
Almanya’nın 60’tan fazla kentinde 11 Mayıs’ta binlerce kişi, sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin yasaklanması talebiyle kitlesel gösteriler düzenledi.
Tagesspiegel‘in haberine göre, başkent Berlin’deki Brandenburg Kapısı önünde düzenlenen ana eylemlerden birine polis verilerine göre yaklaşık 4 bin, organizatörlere göre ise 7,5 bine yakın kişi katıldı.
Haberde, protestoların Münih’te (yaklaşık 3 bin katılımcı), Essen’de (yaklaşık 2,5 bin katılımcı), Hamburg, Frankfurt ve Köln gibi şehirlerde de gerçekleştiği belirtildi.
Katılımcılar, partinin yasaklanması için derhal sürecin başlatılması çağrısında bulundu. Mitinge katılanlardan biri, “Hükümetten AfD’yi derhal yasaklamasını talep etmiyoruz. Bunun Anayasa Mahkemesi’nin yetkisinde olduğunu anlıyoruz. Ancak süreci başlatmak için daha kaç sinyal gerekiyor?” dedi.
Almanya’da şubat ayında yapılan parlamento seçimlerinde AfD, seçmenlerin yüzde 20,8’inin desteğini alarak ikinci sırada yer almıştı.
Oylamada Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) ittifakı yüzde 28,6 oy oranıyla birinci olmuştu. İttifakın liderliğini Şansölye Friedrich Merz yürütüyor.
Organizatörler, AfD’nin demokratik düzene ve insan haklarına tehdit oluşturduğunu belirtti. Katılımcıların taşıdığı pankartlarda “Irkçılık alternatif değildir”, “Faşizme yeter”, “Nefret bir fikir değildir” gibi sloganlar yer aldı.
Eylemler, Almanya Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (BfV) bu ayın başlarında partiyi aşırı sağcı olarak nitelendirmesinin ardından geldi.
BfV, AfD ideolojisinde demokratik düzenin temelleriyle çelişen etnik bir halk anlayışının hakim olduğunu değerlendiriyor.
Daha sonra BfV, Köln mahkemesi tarafından karar verilene kadar partiyle ilgili olarak “onaylanmış aşırı sağcı örgüt” ifadesini kullanmaktan geçici olarak vazgeçmeyi kabul etti.
Yargılama süreci tamamlanana kadar AfD, yeniden “aşırılık yanlısı olduğundan şüphelenilen” örgüt statüsünü aldı.
Bu kararı yorumlayan Almanya Şansölyesi Friedrich Merz, partinin olası yasağı konusunda aceleci adımlardan kaçınılması çağrısında bulundu.
Eleştiriler Almanya dışından da geldi. ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance, AfD’nin ülkedeki en popüler parti olduğunu ve özellikle doğu eyaletlerinde özel destek gördüğünü belirtti.
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır
Avrupa
Avrupa sağı Milano’da ‘tersine göç’ için buluşacak

Avrupa’nın dört bir yanından aşırı sağcı liderler, vatandaşlık, doğum yeri veya yasal statüye bakılmaksızın beyaz olmayan göçmenleri ve onların torunlarını sınır dışı etmeyi amaçlayan sert bir plan olan “tersine göç”ü desteklemek için önümüzdeki hafta Milano yakınlarında bir araya gelecek.
Gizlilik içinde düzenlenen zirvenin amacı, “kavramı tanımlamak, anlamak ve Batı siyasi sistemlerinde tersine göçü uygulamak” olarak belirtiliyor.
Zirveyi düzenleyenler, kitlesel sınır dışı etmelerin “kaçınılmaz” olduğunu savunan Avrupa’nın dört bir yanından aşırı sağcı isimlerin oluşturduğu bir şebeke.
Başlıca konuşmacılar arasında, 2022’de Alman haber sitesi Correctiv’in, Almanya için Alternatif (AfD) üyeleri ve diğer aşırılık yanlılarına tersine göç planını sunduğu gizli bir toplantıyı ifşa etmesiyle ün kazanan Avusturyalı sağcı aktivist Martin Sellner yer alıyor.
Sızıntı, Almanya’nın son zamanlarda gördüğü en büyük protesto dalgalarından birini tetiklemiş ve yüz binlerce kişi AfD’yi kınamak için ülke çapında şehirlerde toplanmıştı.
WELT: AfD, milyonlarca göçmenin geri gönderilmesinin tartışıldığı toplantıya katıldı
‘VIP’ biletlerin fiyatı 250 avrodan başlıyor
Sellner’e, Reconquête! partisiyle bağlantılı eski Fransız milletvekili Jean-Yves Le Gallou ve Portekizli milliyetçi aktivist Afonso Gonçalves eşlik edecek.
Birkaç yıl önce Politico’nun sahibinin doğum günü partisinde Elon Musk’ın partneri olan Hollandalı aşırı sağcı influencer Eva Vlaardingerbroek’in de buluşmada önemli bir rol oynaması bekleniyor.
Geçen yıl “ırkçı, nefret dolu, Nazi ve inkârcı konuşma” yaptığı gerekçesiyle mahkum edilen ve on yıl boyunca kamu görevinden men edilen Belçikalı eski milletvekili Dries Van Langenhove de konuk listesinde yer alıyor.
Organizatörler, VIP erişim için 250 avroya kadar çıkan biletlerin şimdiden tükendiğini açıkladı. Etkinliğe yaklaşık 400 kişinin katılması bekleniyor.
AfD’ye yeni ‘radikal sağ toplantı’ suçlaması: Eski CDU senatörünün evinde görüşme
Geleneksel sağı ‘fazla liberal’ buluyorlar
Bir zamanlar yalnızca fısıltıyla konuşulan bir terim olan “tersine göç”, yavaş yavaş Avrupa’nın siyasi sözlüğüne girmiş bulunuyor.
Organizatörler, X’te yaptıkları çevrimiçi sohbette, bu toplantının terimi “ana akım” haline getirmek için çok önemli olduğunu söylediler.
Yetkililer, hedeflerinin “bu politikanın arkasında bir politika ve uygulama oluşturmak” olduğunu da eklediler.
Diğer organizatörler, zirvenin daha geleneksel sağcı toplantıların bıraktığı boşluğu doldurduğunu söyleyerek, “O etkinlikler çok liberal. Bizim ihtiyacımız olan şey, tersine göçü siyasi bir proje olarak tanımlamak için kimlikçi sağın, ‘saf’ sağın bir yuvası,” dediler.
Etkinliği ‘barışçıl’ olarak nitelendiren organizatörler, bunu ‘demokratik bir tartışma ve ifade özgürlüğünün kullanılması’ olarak tanımladılar.
Organizatörler, Avrupa siyasi partilerinin temsilcilerinin katılacağı “teknik sunumlar” ve yuvarlak masa toplantıları vaat ettiler, ama henüz resmi bir gündem açıklanmadı, bu da gizlilik havasını artırmış görünüyor.
Bir organizatör, “Yasaklamayacaklar” diyerek kendinden emin bir şekilde konuştu ve etkinliğin “güvenli olacağını ve güvenlik önlemlerinin alınacağını” garanti etti.
Alman medyası: AfD, göçmenleri gönderme toplantısının katılımcısına para ödüyordu
İtalya’da Salvini’nin Lega partisi ne yapacak?
İtalya’nın “aşırı sağcı” liderleri etkinlikten uzak duruyor fakat etkinliği reddetmiyor.
Lega lideri ve Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini, zirveyle ilgili endişeleri “Herkesin ifade özgürlüğüne inanıyorum,” diyerek geçiştirdi.
Fakat Salvini’nin Lega partisinin üyeleri daha da ileri gitti. Lega’nın Milano bölge meclisi grup başkanı Alessandro Corbetta, büyük çaplı sınır dışı etme fikrini açıkça destekledi.
Corbetta, “Entegrasyon sağlayamayanlar, suçlular ve belgesiz göçmenler için toplu geri gönderme organize etme” çabalarının “İtalya ve Avrupa genelinde daha fazla güvenlik ve daha iyi bir yaşam kalitesi” sağlayacağını öne sürdü.
Etkinlikle ilgili tekrar sorulan bir soruya Salvini, “Bu ne tür bir konferans bilmiyorum. Ama aşırı solun mitingleri yasaklanmıyorsa, diğerlerinin neden yasaklanmasını gerektirdiğini anlamıyorum,” diye yanıt verdi.
Salvini’nin kayıtsız tavrına rağmen, Lega partisi son zamanlarda “tersine göç” terimini giderek daha fazla benimsemeye başladı. Zirvenin organizatörlerinden biri de buna işaret ederek, “Bu terimi giderek daha fazla kullanıyorlar, bu da bu kelimenin ana akım siyasi söylemde ne kadar merkezi bir yer edindiğini gösteriyor,” dedi.
Scholz’dan AfD’ye ‘gizli toplantı’ tepkisi: Yasaklama çağrıları artıyor
Etkinliğin yeri şimdilik gizli tutuluyor
Milano’da düzenleneceği duyurulmasına rağmen, bazı unsurlar bunun aksini gösteriyor.
Organizatörler henüz kesin yeri açıklamadı ve X’te yayınlanan canlı yayında konuşmacılar, katılımcıların otel rezervasyonlarını nerede yapmaları gerektiği konusunda belirsiz ipuçları verdi; bunların hiçbiri Milano’da değildi.
Milano’da düzenleneceği iddia edilen yer, yerel STK’lar ve antifaşist gruplardan sert tepkiler aldı. Bu gruplar, bunun şehrin direniş tarihine bir hakaret olduğunu söylüyor.
Milano’nun sosyal demokrat belediye başkanı Beppe Sala, geçen ay polis ve şehir valisine etkinliği tamamen engellemeleri için çağrıda bulunduğunu doğruladı.
Sala, bir STK’ya yazdığı mektupta, “Göç gibi karmaşık konuların bu zirvenin tonu ve formatıyla ele alınamayacağına ve alınmaması gerektiğine inanıyorum. Bu tür etkinlikler sadece nefreti ve insanlık dışı muameleyi körükler,” dedi.
Etkinliğin organizatörlerinden biri, X’te Sala’ya alaycı bir şekilde teşekkür ederek, “Bunu mümkün kıldığın için teşekkürler, Beppe Sala,” dedi.
Bu arada, Milano’dan yaklaşık bir saat uzaklıktaki Varese Valiliği’nden yapılan açıklamada, zirvenin gerçek yeri ima edildi ve “etkinliğin medya ilgisi” nedeniyle “kapsamlı bir güvenlik ve gözetim planı” duyuruldu.
Şu anda, etkinlik mekanı resmi olarak açıklanmadı. Fakat protesto grupları, aşırı sağın gelip gelmemesine bakılmaksızın Milano sokaklarına dökülmek için hazırlık yapıyor.
AfD, gizli toplantıya katılan danışman Hartwig’in görevine son verdi
-
Görüş1 hafta önce
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?
-
Görüş2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Rusya5 gün önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Dünya Basını2 hafta önce
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek
-
Görüş5 gün önce
Kim kazandı?
-
Dünya Basını2 hafta önce
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı
-
Ortadoğu2 hafta önce
Netanyahu: Beşar Esad yardımımızla düştü