Dünya Basını
Andrey Kortunov: Ermenistan muhalefetinin “Karabağ kartını” kullanma teşebbüsü hiçbir işe yaramayacak

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı ve başkentte 150 kadar kişinin gözaltına alındığı bir protesto gösterisi düzenlendi. Hareketin lideri Başpiskopos Bagrat Galstanyan, genel grev çağrısında bulunmuştu.
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) Akademik Direktörü Andrey Kortunov, Erivan ile Bakü arasında sınır belirleme konusunda atılan adımları ve Ermenistan’da oluşan muhalefeti yorumluyor.
Andrey Kortunov: Ermenistan muhalefetinin “Karabağ kartını” kullanma teşebbüsü hiçbir işe yaramayacak
Nana Hoştarya
22 Mayıs 2024
Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) Akademik Direktörü Andrey Kortunov, mülakatında Ermenistan’daki yeni muhalif protesto hareketinin “Karabağ kartını” kullanmasını ve bunun nereye varacağını yorumladı.
Andrey Vadimoviç, Erivan ile Bakü’nün sınır belirleme sürecini başlatmasının ardından Ermenistan’da Tavuş Başpiskoposu liderliğindeki muhalif protestolar devam ediyor. Yeni muhalefet lideri, Paşinyan’ın istifasını talep etmenin yanı sıra Karabağ konusunda da oldukça agresif açıklamalar yapıyor. “İntikam alacağız,” diyorlar. Dün Erivan’da ayrılıkçı Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin eski hükümetinin üyeleriyle bir araya geldi. Hükümet, geçen yıl eylül ayında kendini feshetmiş ve Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin varlığı sona ermiş olmasına rağmen, ayrılıkçılar bir gün önce Başpiskopos ile Karabağ’a dönüş konusunun görüşüldüğüne ve Karabağ’ın bağımsızlığının ilan edilmesi gerektiğine dair açıklamalar yaptılar. Protestolar ve bu tür beyanlar nereye varır?
Ermenistan’ın siyasi hayatı son 30 yıldır Karabağ ile yakından alakalı olduğu için mevcut durum öngörülebilirdi. Nikol Paşinyan’ın aksine, ondan önceki Ermeni liderlerin [Koçaryan, Sarkisyan] Karabağ’da doğduklarını ve Karabağ savaşının başlangıcıyla doğrudan ilişkili olduklarını biliyoruz, bunlar Ermeni Karabağ hareketinin liderleriydi. Ermenistan’ın ve Ermenilerin İkinci Karabağ Savaşı’ndaki şok edici mağlubiyeti, bölgedeki jeopolitik durumdaki müteakip değişim, Karabağ’ın tamamen kaybedilmesi ve bölgenin Ermenistan makamları tarafından resmen Azerbaycan toprağı olarak tanınmasının Ermenistan Cumhuriyeti’nin iç siyasi hayatını uzun süre etkileyeceği aşikâr. Bugün Ermenistan Cumhuriyeti’ndeki periyodik protesto dalgalarında gözlemlediğimiz şey, bir yandan Karabağ ve diğer kaybedilmiş topraklar konusundaki hayali acılar, diğer yandan da insanların Karabağ’la ilgili bu hüsranının bazı çıkarcı güçler tarafından suistimal edilmesi, yani “Karabağ kartının” geleneksel olarak kullanılması.
Burada kesinlikle bir dış etki var. Tarih, yurt dışındaki, yani Avrupa ve ABD’deki Ermeni diasporasının bazı gruplarının bazen Ermenistan’daki Ermenilerden bile daha radikal, daha kararlı olduğunu gösterdi.
Mevcut muhalif protesto dalgasının akıbetine konuşacak olursak, sokak eylemlerinin; insanlar sokağa çıkmaları, tutumlarını ve duygularını ifade etmelerinin Ermenistan’da bir tür yerleşik gelenek olduğu sır değil. Buna şaşırmamak lazım.
Bugün Ermenistan’daki gerçek siyasi güç dengesini değerlendirecek olursak da bu durum görevdeki Başbakan Nikol Paşinyan’ın ikna edici bir zafer kazandığı parlamento seçimleri sırasında ortaya çıkmıştı.
Paşinyan’ın iktidardaki görevi sırasında ülke için tekrarlanan kritik durumlara rağmen, muhalefetin periyodik öfke patlamalarına rağmen, hiç kimsenin onu devirmeyi başaramadığını da belirtmek lazım. Buradan şu sonuç çıkıyor; muhalefetin periyodik öfke patlamaları ülkedeki siyasi güç dengesini değiştiremedi. Bugün muhalefet başka bir taktiğe yöneldi; kiliseyi temsil eden yeni bir karizmatik şahsiyet protesto hareketinin yeni lideri olarak seçildi. Bir başpiskopos siyasi güç dengesini değiştirebilir mi? Görünüşe göre muhalefet, Robert Koçaryan ve Serj Sarkisyan gibi ülkenin eski liderleri halihazırda toplumun kayda değer bir kısmı için olumsuz bir çağrışıma sahipken, yeni bir “taze” sima çıkarmaya karar verdi. Protestoların çehresini değiştirmek lazımdı. Bu mantıklı bir hamle ve şu ana kadar sadece bu hamlenin ülkedeki siyasi durumu nasıl etkileyeceğini gözlemleyebiliyoruz. Şu ana kadar mevcut hükümeti ciddi şekilde tehdit eden bir eğilim yok.
Karabağ Ermenilerinin intikamcı açıklamaları hakkında konuşacak olursak, Ermenistan’ın tarihinin bu sayfasını çevirmesi ve yeni bir sayfa açması gerektiğini defalarca dile getirdim. Bunu yapmanın o kadar kolay olmadığı, bu konuda psikolojik ve siyasi zorluklar olduğu bariz.
Muhalefet Paşinyan’ı aniden devirse bile Karabağ’ı tekrar kontrolü altına almayı nasıl aklına getirebilir ki? Bu mümkün değil. Karabağ’ın tamamen geri verilmesi ya da bağımsızlığının ilan edilmesi yönündeki mevcut çağrılardan da hayırlı bir şey çıkmayacaktır. Bugünkü durumda, Ermenistan’daki herhangi bir siyasi gücün, çözümü sıradan insanlar için burada ve şimdi önemli olan gerçek sorunları gündeme getirmesi gerekiyor. Maksimalist tutum ve muhalefetin “Karabağ kartını” çekmesi doğru olmaz. Bundan olumlu sonuçlar çıkabileceğini zannetmiyorum.
Ermenistan, eğer ilerlemek ve barış içinde yaşamak istiyorsa, Azerbaycan ile yaşanan mevcut durumun gerçeklerini kabul etmeli. Fakat protestoların da gösterdiği gibi, Karabağ meselesinin yeniden ele alınması gerektiğine inanan ve halihazırda kapalı olan Karabağ konusunu kendi amaçları için kullanmaya çalışanlar var. Bu, resmi olarak sona erdikten sonra bile ardında bir tortu bırakan uzun ve sancılı bir çatışmanın ardından yaşanan beklendik bir durum.
Geçtiğimiz sonbaharda Karabağ’ın tamamının Azerbaycan’ın kontrolüne geçmesinin bir sonucu olarak Karabağ’dan Ermenistan’a göç eden Ermenilerin hoşnutsuz olmak için kendi gerekçeleri olabilir. Fakat burası Azerbaycan toprağıdır ve kimse bu gerçeği değiştirmemiştir. Ancak Ermeni nüfusun hayali acılar yaşadığı hakikati, ele alınması gereken ciddi bir konudur, tutarlı bir şekilde ve Azerbaycan tarafıyla temas halinde ele alınmalıdır. Azerbaycan makamları, prensip olarak Ermenilerin Karabağ’a geri dönebileceğini defalarca ifade ettiler ve aslında hiç kimse onları oradan kovmadı. Ermenilerin haklarının, kültürel ve dini faktörlerinin teminat altına alınarak Karabağ’a geri dönmesi önemli bir konudur ve çözümü hem Erivan’ın hem de Bakü’nün çıkarınadır. Ve burada ilerleme kaydedilebilir. Esasında sorunun pratikte çözümü kolay değil, zira yıllar süren çatışmalar nedeniyle insanlar birbirlerine karşı güvensizlik, korku ve nefret geliştirdiler. Ve bu bir anda ortadan kalkmayacaktır. Halkların yakınlaşması, sahada sürekli ve özenli bir çalışma gerektiriyor.
Orada yaşayan Azerilerin Ermenistan’a geri dönüşü konusunda da çalışmalıyız ve Bakü de bu konuya eğilmekte haklı.
İnanıyorum ki her iki taraftan da az sayıda da olsa insanlar geri dönmeye başladığında, bu bir şeylerin değişmeye başladığının ve sorunun çözüme kavuştuğunun işareti olacaktır.
Bu arada, Ermenistan makamları Karabağ ayrılıkçılarının ülke topraklarında siyasi faaliyet yürütme teşebbüslerinin bastırılacağını ve bunun Ermenistan devletinin altına bomba koyma girişimi olduğunu defalarca ifade ettiler. Ve ayrılıkçıları “sürgündeki hükümet” olarak sunmak isteyenler var…
Eski Dağlık Karabağ yetkililerinin bu tür eylemleri Paşinyan’ın kendisine yönelik olduğu için tepki anlaşılabilir. Ne de olsa Karabağ’ı Azerbaycan toprağı olarak tanıyan oydu. Ve bu anayasaya aykırı bir tehdit, parlamento dışı yöntemlerle ülkedeki siyasi durumu etkileme teşebbüs. Fakat aynı zamanda ülkede ciddi sorunlar olduğu inkâr edilemez. Ve bu bağlamda, belki de ülkenin akıbeti hakkında bir tür tartışma gerekli. Muhalefet güçlerinin, kimi temsil ederlerse etsinler, kendi ülkelerine karşı yapıcı ve mantıklı bir tutum takınmaları iyi olur. Zira her şey radikal popülist taleplere indirgenmeye devam ederse, bu sadece muhalefetin itibarını zedeleyecek ve bir güç hakikatle ya da gelecekle hiçbir ilgisi olmayan böylesine radikal bir tutum alırsa, diğer konularda onu dinlemenin bir anlamı olmadığı izlenimini yaratacaktır. Gündemini genişletmek, umutlarını ve taleplerini mevcut gerçeklerle ilişkilendirmeye çalışmak muhalefetin yararına olur.
Ve gördük ki halk da Paşinyan’dan önceki yetkililer tarafından izlenen politikaya geri dönmek istemiyor. Dolayısıyla bugün de benzer bir gündemi zorlarsak, bundan iyi bir şey çıkması pek mümkün değil.
Bakü ile Erivan sınırı çizmeye başlamakla kalmadılar, hatta sahada sınırın küçük bir bölümünü tamamladılar. Ermeni tarafı da bu süreci tamamen tamamlanıncaya kadar sürdürmeye hazır olduğunu söylüyor. Buna ek olarak, Azerbaycan’a yönelik eleştiriler, daha önce düzenli olmasına rağmen, Erivan’ın Azerbaycan’a yönelik söyleminden aniden kayboldu…
Bugün şahit olduklarımızın, sınırın belirlenmesi ve sınırların çizilmeye başlanmasının, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki doğrudan müzakerelerin ve bunların etkinliğinin barış sürecinde kayda değer kazanımlar olduğuna inanıyorum. Sınıra gitmiştim, terk edilmiş köyler, yıkılmış binalar gördüm. En hafif tabirle tablo hiç de tozpembe değil. Barış süreci ne kadar hızlı ve kapsamlı ilerlerse her iki taraf için de o kadar iyi olacaktır. Aynı zamanda uçuk beklentilere girilmemesi de çok önemli. Taraflar arasında hala pek çok alanda anlaşmazlıklar var ve Bakü ile Erivan’ın bir uzlaşmaya varması, her iki tarafça da adil olarak algılanacak çözümlere ulaşması çok arzu edilen bir durum olacaktır. Bunu yapmanın kolay olmadığı aşikâr, her zaman memnuniyetsiz insanlar olacaktır ama doğru denen şeyi yapmak gerekir. Bu yönetişim sanatıdır, böylece her ülkede hoşnutsuzluk en aza indirilebilir. İki ülke arasındaki barış muazzam bir atılım olacak ve dünyadaki bir başka çatışmayı daha ortadan kaldıracaktır. Azerbaycan ile Ermenistan arasında yapıcı bir etkileşime, ülkelerin ve bölgenin kalkınmasına, bölgesel ve küresel iktisadi projelere katılıma kapı aralayacaktır.
Bakü ile Erivan’ın yakın vadede bir barış anlaşması imzalaması konusundaki gerçekçi olasılıklar beler? Yoksa süreç, bölge üzerindeki dış etki girişimleri de dahil olmak üzere çeşitli faktörler nedeniyle hala karmaşık mı?
Elbette zorlaştıran faktörler var. Ancak iki ülke arasında bir barış anlaşması imzalanmasının imkânsız olduğunu söyleyemem. Bakü ile Erivan doğru rotayı seçti. Her iki tarafın da, özellikle Ermeni tarafının, aldıkları kararların bu koşullar altında en iyisi olduğuna halklarını ikna etmeleri gerekecek.
Bakü ile Erivan arabulucular olmadan doğrudan müzakerelere başladı. Zira arabuluculuk ancak her iki taraf da buna ilgi duyduğunda mümkün olabilir. Ve her iki tarafa da eşit uzaklıkta bir güç olmalı. Aksi takdirde arabuluculuk etkisiz ve istenmeyen bir şey olarak algılanır. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki mevcut durumda bir arabulucu nasıl bir rol oynayabilir? Sınır çiziminden bahsedecek olursak, idari sınırı tanımlamak için belirli müzakereler devam ediyor. Bir arabulucu burada ne işe yarasın? Arabuluculuk gereksiz. Muhtemelen, Ermenistan liderliğinin mantığı açısından bakıldığında, dış aktörlerin arabuluculuğu Erivan’ın müzakere sürecindeki pozisyonunu güçlendirebilir.
Bildiğimiz üzere Ermenistan tarafı yakın zamana kadar düzenli olarak bir arabulucuya ihtiyaç olduğunu, Bakü ile olan anlaşmaların uluslararası bir mekanizma aracılığıyla güçlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Son zamanlarda Erivan aniden bu tür açıklamalar yapmayı bıraktı ve Bakü’nün ısrar ettiği şekilde, Azerbaycan ile doğrudan müzakereler yürütmeye başladı.
Azerbaycan’ın Fransa’nın katılımı gibi arabuluculuk formatlarını kabul etmediği aşikâr. Ermenistan buna karşı çıkabilir mi? Eğer kabul etmediyse, öyle bir sürpriz de gelmedi.
Dolayısıyla barış sürecindeki durum, müzakerelerde arabuluculuğun anlamlı olabileceği aşamayı çoktan geride bıraktı.
Azerbaycan altı aydır ABD’yi eleştiriyor, Bakü’ye karşı yaklaşımının adil olmadığından bahsediyor. Bunu gördük ve ABD Dışişleri Bakanı’nın arabuluculuğu boşa çıktı. Daha geçen gün İlham Aliyev, bugün Azerbaycan’a en çok ABD ve Fransa’nın baskı yaptığını söyledi. Yani barış sürecine de mi baskı yapıyorlar?
ABD’nin pozisyonu Fransa ile hemen hemen aynı. Yaşadığı ülkedeki politikacıları etkileyen bir Ermeni Diasporası var. Burada şaşırtıcı bir şey yok. Prensip olarak ABD’nin mevcut pozisyonundan bahsedecek olursak, bu Biden yönetiminin belirli ideolojik tutumlarını yansıtıyor. Ona göre dünya, demokrasiler ile otokrasiler arasında bir mücadele alanı olarak algılanıyor. Ve bu anlamda Azerbaycan, Washington tarafından bir otokrasi olarak sınıflandırılıyor. Dolayısıyla Biden yönetimi, Ermenistan-Azerbaycan sürecinde daha çok Ermenistan’ın yanında yer alıyor. Fakat bu yaklaşım 1992 yılında da geçerliydi. 1992’de, Birinci Karabağ Savaşı sırasında ABD, eski Sovyet cumhuriyetlerine yardım anlamına gelen “Özgürlük Destek Yasasını” kabul etmişti. Ancak Ermeni lobisinin baskısıyla bu yasada 907 sayılı değişiklik de kabul edildi. Bu değişiklik, “Başkan, Azerbaycan hükümetinin Ermenistan ve Dağlık Karabağ’a yönelik tüm ablukaları ve diğer saldırgan güç kullanımlarını sona erdirmek için kanıt niteliğinde adımlar attığını belirleyip Kongre’ye bildirene kadar” Azerbaycan Cumhuriyeti’ne yardım yapılamayacağı ifadesini içeriyor. Dolayısıyla genel manada ABD’nin bu yönde, Azerbaycan’a yönelik tarihsel olarak oturmuş bir yaklaşımından bahsedebiliriz.
Aynı zamanda bugün ne kadar Ermenistan ile Batı arasındaki hızlı yakınlaşmadan, Erivan ile Washington arasındaki etkileşimin derinleşmesinden konuşulursa konuşulsun ve Paşinyan, daha geçen gün Erivan’da CIA Başkan Yardımcısı ile görüşmüş olsun, Güney Kafkasya’nın ABD için stratejik bir öncelik olmadığını belirtmek isterim. ABD’nin bu bölgeye olan ilgisini belirleyen başlıca unsurlar İran ile yaşanan çatışma, ABD-Türkiye ilişkilerindeki sorunlar ve Rusya’yı kenara itme arzusu. Kanımca Biden, ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir krize neden olacak adımlar atmayacaktır ve bunun anlaşılması gerekir.
Evet, Batı bu durumdan istifade ederek Ermenistan üzerinden Güney Kafkasya’daki konumunu güçlendirmeye ve Rusya’yı bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor. Aynı zamanda bu sürecin sınırları var ve hiçbir şeyi abartmamalıyız.
Batı, Ermenistan için elinden geleni yapmayacak. Ermenistan, Avrupa Birliği’ne kabul edilmeyecek, ülkeye tam teşekküllü güvenlik garantileri verilmeyecek. İktisadi iş birliğinin genişletilmesi için bazı programların uygulanması mümkün. Elbette Batı’nın bölgedeki nüfuzunu arttırma girişimleri devam edecek. Fakat Batı’nın bölgenin jeopolitik haritasını tamamen yeniden çizmesi, en azından yakın gelecekte, özellikle de bu sonbaharda ABD Başkanının kim olacağını henüz bilmediğimiz için epey zor. Dolayısıyla şu an ABD ya da Avrupa Birliği’nin Transkafkasya’da büyük ölçekli stratejik kararlar alabileceği bir zamanda değiliz. Şimdi Ermenistan ile Ukrayna’ya dair periyodik karşılaştırmalar duyuyoruz. Batı’nın Ermenistan’ı Rusya’dan koparmaya ve mümkünse Güney Kafkasya bölgesinde bir tür ileri karakol haline getirmeye çalıştığı gerçeği son derece bariz ve kimse bunu saklamıyor.
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu6 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Avrupa6 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?