Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Foreign Affairs: Washington, HTŞ’ye SDG’nin korunması karşılığında yatırım ve petrol vadedebilir

Yayınlanma

SDG-ABD

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale Washington’daki karar alıcılar ve üst düzey hükümet yetkilileri arasında sahip olduğu ağ sayesinde ABD dış politikasının şekillenmesinde aktif bir rol oynayan Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) yayın organı Foreign Affairs’te yayınlandı. Uzunca zamandır ABD’nin Suriye’den tamamen çekilmesi gerektiğini savunan Foreign Affairs, Esad yönetiminin devrilmesi sonrası HTŞ liderliğinde kurulan yeni hükümete bir “şans” verilmesi gerektiğini yazdı. Makaleye göre ABD’nin yapabileceği en iyi şey Suriye’den askerlerini çekmek olacak. Ancak bunu yaparken yeni hükümete belli şartlar koşması gerekiyor: “…öncelikle Washington’un Şara ve HTŞ’nin IŞİD’i kontrol altında tutacak kapasite ve iradeye sahip olduğuna ve yeni hükümetin Suriye’deki Kürtlerin güvenliğini ve katılımını garanti edeceğine, gerekirse bunu yapmak için Ankara ile arasına mesafe koyacağına dair güvenceye ihtiyacı var.”

***

Amerika’nın yeni Suriye’ye yardım etmesinin en iyi yolu

Washington, ABD askerlerini geri çekmek için gerekli koşulları yaratmalı

Steven Simon ve Joshua Landis

Beşar Esad rejiminin İslamcı grup Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) eliyle şok edici bir şekilde aniden düşmesi, 13 yıl süren iç savaş ve onlarca yıl süren baskıcı yönetimden mustarip Suriyelilerde sevinç yarattı. Ancak Şam’da yeni bir hükümet şekillenirken, Suriyeliler ve yabancı gözlemciler bu hükümetin ne kadar kapsayıcı, temsili ve İslamcı olabileceği konusunda endişeli. Ülkenin fiili lideri Ahmed eş-Şara eski bir El Kaide militanı olmasına rağmen terörü reddettiğini iddia ediyor. HTŞ’nin kendisi de ABD’de terör örgütü olarak tanımlanıyor. Suriye’deki etnik ve dini gruplar arasındaki çözülmemiş gerilimlerin Şara’nın ülkeyi birleştirme ve iktidarını sağlamlaştırma çabalarını engelleyebileceğine dair endişeler var.

ABD’nin yakın vadede yapacağı tercihler, yeni rejimin Suriye genelinde otoritesini tesis etme ve yeniden inşa etme yeteneğini etkileyecek. Washington, hükümet değişikliğine nasıl yanıt vereceğini düşünürken, Suriye’nin yeni liderlerine bir şans verilmesi için nedenler var. Bunlardan biri savaşın yıkıma uğrattığı ülkenin vahim durumu: Suriyelilerin yüzde 70’inden fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyor, Suriye’nin GSYH’si 2011’den bu yana 60 milyar dolardan 10 dolara düştü ve yeniden inşa maliyetinin 400 milyar dolar olacağı tahmin ediliyor. Aynı zamanda Şara yeni koşullara uyum sağlama becerisini de gösterdi. 2017’de Suriye’nin İdlib vilayetini ele geçirdikten sonra sıfırdan bir prototip devlet inşa etti, HTŞ’den birçok yabancı savaşçıyı sınır dışı ederek Suriye milliyetçisi bir gündemi benimsedi. Türkiye ve Katar’ın askeri ve mali desteğini kazanmak için önceki cihatçı hedeflerini terk etti; bu destek, HTŞ’nin sonunda Şam’a yürüyüşünü mümkün kıldı. Şara, ayrıca vilayetin küçük Hıristiyan ve Dürzi topluluklarına ulaştı ve kadınların eğitimini destekleyerek Batılı STK’lar ve hükümetlerden insani yardımın yolunu açtı.

Washington açısından en önemli husus, ABD’nin Suriye’deki hedeflerinin büyük ölçüde gerçekleştirilmiş olmasıdır. Esad’ın yönetimi sona erdi. Rejimi destekleyen İran ve Rusya birlikleri ülkeden çekildi. Özellikle İran için Suriye’de dost bir hükümetin kaybedilmesi önemli bir darbe: Tahran, Lübnan’daki Hizbullah’a silah sevkiyatı için ana güzergahını ve dolayısıyla ciddi şekilde zayıflamış olan “direniş eksenini” yeniden inşa etme yolunu kaybetti. ABD güçleri ve Suriye’nin kuzeyinde üslenmiş bir Kürt militan grubu olan ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) de IŞİD olarak da bilinen Irak Şam İslam Devleti’ne ağır hasar verdi. Washington’un artık askeri varlığını sürdürmesi veya başlangıçta Esad rejimini işlevsiz hale getirmek için tasarlanan ağır yaptırımları uygulaması için acil bir ihtiyacı yok.

Suriye ve komşuları için en iyi sonuç, uzun vadeli bölgesel istikrarı destekleyen, diplomatik anlaşmaları müzakere edebilen ve uygulayabilen birliğini sağlamış, üniter ve bütünleşmiş bir devlet olacaktır. Bunun alternatifi ise zayıf, bölünmüş ve çatışmaya meyilli bir Suriye’dir ki bu da bölgede uzun vadeli ve giderek daha maliyetli bir ABD askeri varlığı gerektirecek, Türkiye (ABD müttefiki) için sorun yaratacak, Irak’taki hassas yeniden inşa sürecini tehlikeye atacak ve yeni bir Suriyeli göç dalgasına yol açacaktır. Bu senaryodan kaçınmak için ABD yeni Suriye hükümetine bir şans vermeli. ABD, birliklerini ülkeden çekerek Şam’ın kuzeydoğudaki tarım ve petrol zengini eyaletlerin kontrolünü yeniden kazanmasına izin vermeli. Ancak öncelikle Washington’un Şara ve HTŞ’nin IŞİD’i kontrol altında tutacak kapasite ve iradeye sahip olduğuna ve yeni hükümetin Suriye’deki Kürtlerin güvenliğini ve katılımını garanti edeceğine, gerekirse bunu yapmak için Ankara ile arasına mesafe koyacağına dair güvenceye ihtiyacı var. Washington, Suriye’de yabancı yatırıma izin verecek ve hükümetin uluslararası bankacılık sistemine erişimini sağlayacak yaptırımların kaldırılması taahhüdü de dahil elindeki kozları kullanarak Şara hükümetini ABD ordusunun ülkeden ayrılmasını kolaylaştırmak için işbirliği yapmanın kendi çıkarına olduğuna ikna edebilir.

Eve dönüş

ABD şu anda Suriye’de konuşlu bulunan yaklaşık 2.000 askerini geri çekmeyi planlamalı. Ülke iç savaşa sürüklenirken ABD birlikleri birçok amaca hizmet etti: İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’a ikmal yapmak için Suriye topraklarına erişimini engellediler, Esad rejiminin isyancıların elindeki petrol sahalarına erişimini kestiler, Türkiye veya vekillerinin SDG’ye yönelik saldırılarını caydırdılar ve Pentagon’un Aralık 2024’te yeniden teyit ettiği bir görev olan IŞİD’i yenmek için SDG ile birlikte çalıştılar. Bu çabalar aynı zamanda Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt bölgesinde yarı bağımsız bir devlet olan Rojava’nın kurulmasına da yardımcı oldu. Bu bölge, Deyrizor Valiliği ile birlikte, ABD güçlerinin 2019’dan beri kontrol ettiği Suriye’nin petrol ve gaz kuyularının çoğunu barındırıyor. Aynı zamanda burada yaklaşık 20.000 IŞİD savaşçısı ile 60.000 kadın ve çocuk gözaltı merkezlerinde tutuluyor. ABD’nin hedeflerinin çoğu gerçekleşti: İran’ın Suriye üzerinden Lübnan’a erişimi kesildi, Esad devrildi ve IŞİD halifeliği yok edildi. Sadece Suriye Kürtlerinin kaderi belirsizliğini koruyor.

ABD güçlerini Suriye’den çekmek, ABD’nin genel askeri duruşunu fazla değiştirmez, çünkü Suriye’deki mevcut konuşlanma, ABD’nin 614.000 aktif ve yedek asker ve deniz piyadesinin çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Eğer Washington, Suriye’nin zayıf ve bölünmüş kalmasını istiyorsa, 2.000 kişilik bir garnizon bunu sağlamak için ekonomik bir yaklaşım olarak görülebilir. Ancak, yeni Suriye hükümetinin mevcut insani krizi hafifletmesi, ülkenin sınırlarını kontrol etmesi ve yeniden inşa sürecine başlaması isteniyorsa, bu hükümetin arzularına aykırı bir şekilde asker bulundurmak ters etki yaratacaktır. Statükoyu korumak çekilmekten çok daha tehlikeli olabilir. Yeni hükümet ABD varlığının devamına karşı çıkarsa, Amerikan askerleri öldürülebilir ve Washington daha büyük bir konuşlanma yapmak zorunda kalabilir. Köşeye sıkışan Suriyeli yetkililer Türkiye ve hatta Rusya’dan yardım isteyebilir ve gerginlik tırmanabilir. Ancak Washington bunun yerine ABD askerlerinin çekilmesini içeren bir anlaşma yaparsa, yeni Suriye hükümetinden Suriyeli Kürtlerin güvenliği de dahil ABD’nin hedeflerini kolaylaştıracak tavizler koparabilir.

ABD’nin çekilmesi Suriye’nin ekonomik toparlanmasına da yardımcı olabilir. Bu süreç, petrol sahalarının kontrolünün yeni hükümete devredilmesini gerektirecek ve bu da üretimi artırarak ekonomik fayda sağlayacaktır. ABD, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni petrol üretimini artırma çabalarına dahil edebilir; bu adım hem gelecekteki müzakerelerde Washington’un yararına olacak hem de petrol sektöründe ve buna bağlı diğer sektörlerde istikrarlı istihdam sağlayarak Suriye ekonomisini dönüştürecek ve Ürdün, Lübnan ve Türkiye’deki mültecileri anavatanlarına dönmeye ikna edebilecektir.

Diplomatik düğüm

Suriyeli Kürtlerin kaderi, ABD güçlerinin müzakere yoluyla ülkeyi terk etmesinde potansiyel bir tıkanma noktası. Esad rejimi düştükten sonra Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt yönetimi hızla muhalefet bayrağını çekti ve Şara, Kürtlere ülkenin önemli bir parçası oldukları ve zulüm görmeyecekleri konusunda güvence verdi. Ancak HTŞ’nin Ankara ile olan bağları ve bazı Suriyeli Araplar ile Kürtler arasındaki devam eden düşmanlık göz önüne alındığında, yeni Suriye liderliğinin Türkiye’nin SDG’yi bastırmak ve Kürt bölgelerini tahrip etmek için toplu bir girişimine izin verebileceği yönünde haklı endişeler var. SDG’yi savunanlar, ABD’nin Suriye’deki Kürtleri terk etmesinin Washington’un itibarına silinmez bir ahlaki leke sürmekle kalmayacağını, aynı zamanda stratejik bir hata olacağını, müttefiklerin ABD’nin güvenilirliğine olan inancını zayıflatacağını, Türkiye’nin bölgesel hırslarını ve IŞİD’in kalıntılarını cesaretlendireceğini savunuyorlar.

ABD, SDG’yi Suriyeli Kürtler için en iyi seçeneğin, Şara’nın da teşvik ettiği gibi, yeni Suriye hükümetiyle bütünleşmek olduğuna ikna etmeli. ABD’li politika yapıcıların Ankara’yı da bu sonucu kabul etmeye ikna etmesi gerekecek. Türkiye, SDG’yi, onlarca yıldır Türkiye’ye karşı savaşan ve hem Türkiye hem de ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlanan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile bağlantılı bir terör örgütü olarak görüyor. Ankara, kuzey Suriye’deki bu gruplarla bağlantılı militanların güvenliğine tehdit oluşturduğunu savunuyor ve bu endişeler göz ardı edilemez: Türkiye bir NATO müttefiki olduğu için ABD desteği üzerinde hak iddia ediyor.

ABD liderleri yıllardır IŞİD’e karşı mücadelede kritik müttefikler olan Suriyeli Kürtler ile Türkiye arasındaki barışı korumak için mücadele ediyor. Başkan Donald Trump ilk döneminde Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgesine boyun eğdirme sözü vermiş, daha sonra bu kararından dönerek ABD’nin Kürtlerin özerkliğine olan bağlılığını yeniden teyit etmişti. Trump 2020’de ABD askerlerini Suriye’den çekmeye çalıştı ancak Pentagon ve Kongre üyelerinden gelen tepkiler karşısında başarısız oldu. Aralık 2024’te, HTŞ’nin Halep’e ilerlemesinin ardından Trump, Truth Social’da “ABD’nin [Suriye] ile hiçbir ilgisi olmamalı. Bu bizim savaşımız değil” diye yazdı. İç savaş artık sona erdiğine göre, Trump’ın ülkedeki ABD birliklerini geri çekmeyi destekleyeceği varsayılıyor.

Herhangi bir çekilme planında, yeni rejimin Kürtleri, Türkiye’nin saldırılarından koruma taahhüdü karşılığında Suriye Kürtlerinin toprak kazanımları ve ABD’nin petrol sahaları üzerindeki kontrolü bir pazarlık kozu olarak kullanılmalı. Örneğin SDG’nin Kürt nüfus merkezlerine çekilmesi ve Kürt bölgelerinde henüz kurulmamış olan Suriye ulusal ordusuyla işbirliği yapması iyi niyetin önemli bir işareti olabilir. ABD de Suriye’nin petrol sahalarının Şam hükümetine iadesini, Şara’nın Suriyeli Kürtleri Türk saldırılarından korumaya istekli olduğunu ve petrol sahalarını IŞİD saldırılarından koruyabileceğini göstermesi şartına bağlayabilir. Ankara’ya da yeni Suriye hükümetinin, muhtemelen çok taraflı bir izleme ve doğrulama çabasının yardımıyla, topraklarındaki militanların Türkiye’yi tehdit etmesini önleyebileceği güvencesi verilmeli.

Riske değer

ABD’nin Suriye’den sorunsuz bir şekilde çekilmesi için gerekli koşulları yaratmak hiç de kolay bir iş değil. Şara ve HTŞ’nin IŞİD’e karşı askeri mücadeleyi devralması ve Suriyeli Kürtlerle bir çözüme ulaşması gerekeceği gibi, Washington’un taleplerini karşılamak için güçlü komşuların tekliflerini ve Suriye içindeki aşırılık yanlısı grupların taleplerini geri çevirmesi de gerekebilir. Uygulanabilir bir anlaşmayı kolaylaştırmak için ABD’nin Şam’a 1979’dan bu yana Esad hanedanına uygulanan yaptırımları hafifletmesi gerekecek. Diktatörleri sıkıştırmayı amaçlayan ekonomik tedbirler, elektrik ve temiz suya, ulaşım ağına, sağlık hizmetlerine, eğitime, işleyen bir tarım sektörüne ve zamanında insani yardıma erişimi olmayan sıradan Suriyelileri cezalandırdı. Yaptırımlar yürürlükte kaldığı sürece, ekonomik kalkınma ve istihdam engellenmeye devam edecek, bu da Suriye’nin yeni hükümetinin başarı şansını azaltacak ve şiddet içeren kargaşa, dış müdahale ve ilave göç olasılığını artıracaktır.

Esad rejimine yönelik yaptırımlar, HTŞ’nin terör örgütü olarak tanımlanmasına dayanan HTŞ ve Şara’ya yönelik yaptırımlardan ayrı. Washington, bu yaptırımların yürürlükte kalması ya da yenilerinin uygulanması için ekonomik baskıyı savunanların kaçınılmaz çağrılarını duymazdan gelmeli hatta mevcut kısıtlamalardan feragat etmeli. Bu arada, hükümetin olası insan ve sivil hakları ihlallerine karşı ABD, Suriye’nin yeni liderleri üzerinde nüfuz sahibi olabilecek bölgedeki diğer ülkelerle birlikte çalışarak rejimin intikamcı şiddeti bastırmanın ve laik ve azınlık Suriyelilerin haklarına saygı göstermenin hayati önemini anlamasını sağlamalı. Yeni hükümet iktidarını sağlamlaştırırken bir miktar kargaşanın kaçınılmaz olduğunu kabul eden ABD, korkunç bir vahşet yaşanmaması halinde, eski yaptırımları yeniden yürürlüğe koymaktan veya yenilerini uygulamaktan kaçınacağı altı aylık bir mühlet tanımalı.

ABD’nin yeni Suriye’deki ana aktörler üzerinde önemli bir kozu var. Şara, yönetimini meşrulaştırmak, istikrar ve yeniden yapılanma için gerekli kaynakları temin etmek ve Şam’ın Suriye’de kendi çıkarlarını gözetmeye çalışabilecek diğer ülkeleri geri püskürtmesine yardımcı olmak için ABD desteğinin ne kadar faydalı olacağının farkında. ABD’nin Suriye hükümetine karşı çalışması halinde ülke, Türkiye ve İsrail’in askeri baskısına karşı savunmasız kalacak, kendi ürettiği petrole erişemeyecek, profesyonel bir orduyu silahlandırmakta ve beslemekte zorlanacak ve ayrılıkçı bir Kürt bölgesiyle karşı karşıya kalacak. Türkiye ise ABD güçlerinin Suriye’de kalması halinde Ankara’nın Washington’la ilişkilerinin gerilmeye ve Suriyeli Kürtlerin fiili özerkliğinin Türkiye’nin güvenlik hedeflerini engellemeye devam edeceğini biliyor. Suriyeli Kürtlere gelince, top ABD’nin sahasında, ancak Washington amacının Kürt bölgesini, sakinlerinin hak ve güvenliğine saygı duyan Şam’daki merkezi bir hükümetin yetkisi altına bırakmak olduğu açıkça belirtilmeli.

Washington, Suriye’nin yeni liderlerinin iş birliğini sağlamayı, Suriyeli Kürtleri Ankara’nın tepkisini çekmeden korumayı ve Suriye’deki ABD varlığını azaltırken IŞİD’in güçsüz kalmasını sağlayabilse bile bu, bölgesel bir yangını önlemeye yetmeyebilir. İsrail ve Türkiye’nin her ikisi de Suriye’de kendilerine nüfuz alanları yaratmayı umuyor. Son birkaç haftadır yaşanan kaos ortamında İsrail ordusu 1973’te ilan edilen ateşkes hattının Suriye tarafındaki toprakların bir bölümünü ele geçirdi bile. Türkiye ise iki ülkenin ortak sınırının Suriye tarafında uzun bir tampon bölgenin kontrolünü ele geçirdi. Bu hamlelerin bağlamı endişe verici: Erdoğan Eylül ayında BM Genel Kurulu’ndan Gazze’deki tutumu nedeniyle İsrail’e karşı güç kullanımına izin vermesini istedi. Yeni Suriyeli yetkililer Türkiye’ye ülkedeki, özellikle de Şam ile Golan Tepeleri arasındaki askeri üslere erişim izni verirse, ki bu bölgenin İsrail güçlerine ve topraklarına yakınlığı göz önüne alındığında İsrail’in tehdit olarak göreceği bir hamle olur, bu durumda İsrail ile Türkiye arasında bir çatışma ciddi bir olasılık haline gelebilir.

Ancak Washington, ABD ordusunun Suriye’den çekilmesini mümkün kılacak şartları müzakere ederek başka bir felaketten kaçınabilir: ABD askerlerinin Suriye’de kalmaya devam etmesi, yeni Suriye hükümetinin istikrara kavuşmasına yardımcı olacak tedbirlerin alınamaması ile birleştiğinde, Washington’un küresel stratejik kaygılarının merkezinde yer almayan bir ülkedeki ABD misyonunun giderek daha maliyetli hale gelmesine yol açabilir. Çekilme, ABD’yi ikincil bir güvenlik sorumluluğundan kurtarabilir; yeni Suriye hükümetini İran, Türkiye ve hatta Rusya’nın müdahalesini kendi başına savuşturması için güçlendirebilir ve İsrail ile Suriye arasında on yıllardır barışı sağlayan resmi ve gayri resmi düzenlemelerin yürürlükte kalmasına yardımcı olabilir. Petrol üretiminin kontrolünü Şam’a devretmek, yeni hükümetin önemli sayıda mülteciyi geri kabul edebilecek bir ekonomiyi yönetmesine de yardımcı olabilir. Sınırlı bir geçmişe sahip bir rejime güvenmek bir kumar. Ancak Washington’un bahsi tutmazsa, sonuç -ABD’nin çok az temas kurduğu ve çok az etkiye sahip olduğu bir Suriye- statükoya geri dönüş olur ve bu durum, ABD’nin şu anki durumundan pek de farklı olmayacak. On yılı aşkın bir süredir devam eden düzensizlikten ve Suriyeli sivillerin çektiği tarifsiz acılardan sonra bu riske değer.

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English