Dünya Basını
“Bakü’nün şartlarında barışın amacı Rusya’yı bölgeden çıkarmak”

Aşağıdaki epeyce uzun yazı, 3 Temmuz’da Rusya Dışişleri Bakanlığı resmi yayın organı Mejdunarodnaya Jizn’de (resmi İngilizce adı International Affairs), “Rusya Dışişleri Bakanlığı emekli kıdemli müsteşarı” Aleksandr Ananyev imzasıyla yayınlandı.
Yazı üzerine pek az yorumda bulunacağım; ancak gene de, benim 14 Haziran’da Harici’de yayınlanan yazımla (Ankara ne kadar istiyor, Erivan ne kadar verebilir?) neredeyse tamamen örtüştüğünü belirtmeden geçemeyeceğim. Orada şöyle demiştim:
“… burjuva şovenizmine dayanan devlet ideolojisinin artık çok daha az sosyal karşılık bulduğu Ermenistan’da (bizdeki eski bir tartışmaya atıfla) omurgasız ‘ver kurtulcular’ güç kazandılar; dolayısıyla, Karabağ’ın de facto ve de jure olarak Azerbaycan’a geçeceği neredeyse kesin.”
Aynı yerde, “Ankara’nın esas amacının… Rusya’nın bölgeden uzaklaştırılması” olduğu düşüncesinin Rusya’da yaygınlık kazandığını, bunun “Rusya’nın olası endişelerini yansıttığını” vurgulamış ve “Paşinyan hükümetinin veremeyeceği hiçbir şey olmadığının” altını çizmiştim. Ne var ki:
“Rusya birliklerinin, sınır muhafızlarının ve Rusya üssünün çıkarılması ise… muhtemelen Ermenistan’da batı yanlılarının en çok istediği şey. Ancak sorun şurada: bu durumda Rusya barış gücünün çekilmesiyle Laçin koridoru doğrudan Azerbaycan kontrolüne girer; güney koridoru fiilen Azerbaycan tarafından ilhak edilmiş olur; Dağlık Karabağ için Sovyet özerkliği hayal olur ve Azerbaycan’ın sıradan bir vilayeti haline gelir ve bütün bunlar, sadece Rusya’nın Kafkaslar güvenliğini ortadan kaldırmakla kalmaz, sadece İran’ın kuzey güvenliğini (üstelik de Azerbaycan ile İsrail arasındaki ilişkiler iyice derinleşirken) ortadan kaldırmakla da kalmaz, aynı zamanda Rusya’da bir iç güvenlik sorunu da yaratır. Bu, ikinci Karabağ savaşının sona ermesi sürecinde Putin’in üzerine basarak defalarca söylediği şeydir: Rusya’da 2 milyonun üzerinde Azerbaycanlı ve 2,5 milyon kadar Ermeni yaşıyor. Dolayısıyla güney Kafkasların güvenliği, Rusya’nın iç güvenliğinin ayrılmaz parçasıdır.”
Aşağıdaki neredeyse eksiksiz olarak çevirdiğim yazının bu gözlemlere dayanarak dikkatle incelenmesi gerek.
* * *
Ermeni kimliği bağlamında Dağlık Karabağ
Aleksandr Ananyev
Dağlık Karabağ problemi durduk yere doğmadı. Sovyet iktidarı döneminde bu bölgedeki nüfusun temel bileşeninin Ermeniler olduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Ama o sırada bölgenin Azerbaycan bünyesinde olduğunu inkâr etmek de mümkün değildir. Bundan sonraki olaylar ve çarpışmalar herkesçe biliniyor; devam edegelen cepheleşme de halen üzücü sonuçlar doğuruyor.
22 Mayıs’ta Ermenilerin büyük çoğunluğu Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın (Erivan’da basın konferansında) Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’ın bir parçası olduğunu kabul etmeye hazır olduğu şeklindeki açıklamasıyla şok yaşadılar. Bu açıklamanın ardından tarihi hafızanın dönüştürülmesi ve milli sembollerin, yani ülkenin arması ve milli marşının revize edilmesi çağrısında bulundu.
Karabağ virajı
SSCB’nin tam da Dağlık Karabağ Özerk Oblasti’nin Ermenistan’a verilmesi hareketiyle başlayan dağılmasından sonra Üçüncü Ermenistan Cumhuriyeti’nin temellerini üç unsur meydana getiriyordu: bağımsızlık, Artsah (Karabağ’ın Ermenice adı) ve zafer. Ermenistan’ın Bağımsızlığı Deklarasyonu’nun girişinde “Ermeni SSC ve Dağlık Karabağ’ın birleşmesinin” zarureti açıkça belirtilir.
1990’ların başında Karabağ için verilen savaşta Azerbaycan’a karşı kazanılan zafer Ermeniler için sadece belirli toprak parçalarının ele geçirilmesiyle askeri bir zafer değil, devlet meydana getiren bir olay, bütün milli ideolojinin köşe taşı, çağdaş Ermeniliğin temeliydi.
Paşinyan’ın Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’ın parçası olduğunu tanımaya hazır olunduğu açıklamasından sonra, oradaki Ermeni nüfusunun güvenliğinin temin edilmesi şerhi düşülmüş olsa da, bu kendinden menkul cumhuriyetin statüsü meselesi görüşme gündeminden düştü. Karabağ Ermenilerinin garantilerine gelince, Azerbaycan Dışişleri Bakanı Ceyhun Bayramov 23 Haziran’da Reuters’e verdiği mülakatta barış görüşmelerinin yeni turu arifesinde Ermenistan’ın şartını geri çevirdi. Bakü, böyle bir garantiye gerek olmadığını, güvenliğin temini talebinin de Azerbaycan’ın içişlerine müdahale anlamı taşıdığını düşünüyor.
Son kamuoyu yoklamaları ne diyor?
Artsah’ın güvenliğine ilişkin yıllar boyunca geliştirilen öncelikler, Ermenilerin büyük çoğunluğunun bilinçaltında kalmaya devam ediyor. Kamuoyunu inceleyen batılı servislerin bile sonuçlarını gizleyemediği kamuoyu yoklamaları bunu gösteriyor. Yakın zamanda yapılan bir yoklamaya göre (Gallup International Association Ermenistan temsilciliği tarafından 27-31 Mayıs arasında yapılmış) deneklerin sadece yüzde 9,2’si, Paşinyan’ın “Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesi de içinde 86.000 kilometrekarelik toprak bütünlüğünü tanıma” açıklamasını az çok kabul edilebilir buluyor. Deneklerin yüzde 86,4’ü “Dağlık Karabağ Ermenilerinin milli azınlık olarak Azerbaycan bünyesinde varolmasını” imkânsız görüyor. “AB gözlem misyonunun Ermenistan’da bulunmasını” olumlu değerlendirenlerin oranı, Paşinyan’ın güvenlik problemlerini Avrupa misyonunun yardımıyla çözmeyi vaat ettiği ocak ayıyla karşılaştırıldığına yarı yarıya azalarak yüzde 68,4’ten 34,2’ye düşmüş.
Beş yıl önce başlayan Rusya yanlısı oryantasyondan çıkıp geçici güvenlik garantileri arayışı sürecinin perspektifsizliği, batılı siyasetçilerin Azerbaycan yönetimini güvenilir bir ortak olarak andıkları bugün, aşikâr hale geliyor. Ermenistan liderliğinin Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan bünyesinde dahi herhangi bir statüsünü savunmaktan vazgeçişi kaçınılmaz olarak itibarının düşmesine yol açtı. Yukarıda andığımız kamuoyu yoklamasına göre Başbakan Nikol Paşinyan’ın faaliyetini potansiyel seçmenlerin sadece yüzde 18,8’i bütün olarak olumlu değerlendiriyor; oysa 2021 kasımında bunların oranı yüzde 38,1, 2019 mayısında 84,2, 2018 eylülünde ise yüzde 91,6’ydı. Deneklerin neredeyse üçte ikisi “erken genel seçimler yapılması ve yeni bir hükümet kurulmasını” destekliyor.
Yoklamanın sonuçlarına göre Ermenistan sivil toplumu Paşinyan’ı iktidara getiren “kadife devrime” bakışını kökten değiştirmiş durumda. Deneklerin sadece yüzde 1,5’i bunu zafer sayıyor. 5 yıl önce 2018 baharındaki olaylara katıldığı için gurur duyanların oranı yüzde 91 iken bugün sadece yüzde 37 olaylara katıldığını kabul ediyor. Başka bir deyişle ülkedeki durum öylesine olumsuz ki “kadife devrime” katıldığını bugün yalnızca ona gerçekten de katılmamış olanlar değil katılmış olanlar da inkâr ediyor ve katıldığını unutmayı, sorumluluktan sıyrılmayı tercih ediyor. O sırada protestocuların eylemlerini (“yolların, kavşakların ve trafiğin göstericiler tarafından kapatılması”) sadece yüzde 8 kınıyordu. Bugünse deneklerin yüzde 50,8’i bunun neye yol açtığını görerek kınıyor. 5 yıl geçtikten sonra “devrimden” beklentilerin ne kadar karşılandığı sorusuna deneklerin sadece yüzde 3,8’i beklentilerinin tamamen karşılandığı, yüzde 52,1 ise beklentilerinin hiçbir şekilde karşılanmadığı cevabını veriyor. 2018 eylülünde deneklerin yüzde 78,6’sı “kadife devrimin” sonuçlarından bütün olarak memnunken bugün bunların oranı sadece yüzde 25,3. Ermenistan’ın Dağlık Karabağ yüzünden Azerbaycan ile çatışmadaki yenilgisine rağmen 2021 erken parlamento seçimlerinde Paşinyan’ın partisinin zaferini sağlayan da bunlardı.
Kafkas Enstitüsü Başkanı Aleksandr İskandaryan 2021’deki durumu analiz ederken şu açıklamada bulunmuş: “Sosyologlar ‘Yurttaş Sözleşmesi’nin (Paşinyan’ın liderliğini yaptığı parti) arkasında seçmenlerin yaklaşık dörtte birinin bulunduğunu tahmin ediyorlardı. Bu genel olarak doğrulandı: sandığa giden seçmenlerin yaklaşık yarısı Paşinyan’ın partisine oy verdi. Seçmenlerin yaklaşık yarısının gitmemiş olması ise başka bir mesele.”
Ermenistan’da yapılan bir başka kamuoyu araştırmasının sonuçlarına göre (araştırma 1 Mayıs’ta ABD’de International Republican Institute tarafından yayınlandı) “bu pazar seçim olsaydı” seçmenlerin sadece yüzde 21’i Yurttaş Sözleşmesi’ne oy verecekti. Ancak deneklerin yüzde 30’u oy kullanmayacağını söyledi. Yüzde 12 pusulayı yırtacağını söyledi; yüzde 20 ise bu soruya cevap vermemekle birlikte en genelde sandığa gitmeyecekti. Bu yüzden iktidar partisinin ve liderinin toplumdaki düşük itibarı ve “çekirdek” seçmen hesabından seçimlerde zafer kazanmalarına engel değil.
Paşinyan’ın “çekirdek” seçmeni
Geçtiğimiz günlerde hayata veda eden Aleksandr Amaryan, iktidar yanlısı seçmeni örgütleme rolünü batının finanse ettiği STÖ’lerin oynadığını düşünüyordu. En mütevazı tahminlere göre bu tür örgütlerin sayısı iki bini buluyor (Rusya karşıtı faaliyetleri amaçlayan Soros ağı gibi). Nikol Paşinyan’ın partisini pek çok tarikatın üyeleri de aktif şekilde destekliyorlar (Yehova Şahitleri, Hayat Sözü, Pentikostlar, Horan, Mormonlar, Evanjelist Kilise, İsa Mesih’in Kıyamet Şahitleri Kilisesi, vb.). Bunlar ABD büyükelçiliğiyle sıkı bir işbirliği içindeler; LGBT aktivistleri ve diğerleri de kolaylıkla manipüle edilebilen gruplardan.
“Çoğunlukla aynı finans kaynağına sahip olan bütün bu STÖ’ler, tarikatlar ve gruplar Ermenistan’daki seçimlere aktif şekilde katılıyor, batılı sponsorların ürünü olan siyasi kuvvetlere disiplinli bir şekilde oy veriyorlar.”
Amaryan’ın görüşüne göre belirtilen bu gruplar 2021 haziranında iktidar partisine oy veren 687 bin seçmenin önemli bir bölümünü teşkil ediyorlardı.
Amaryan, tarikat veya cemaat üyelerinin Facebook’ta dar iletişim çemberleri oluşturduğunu düşünüyordu; insanlar burada sadece kendileri gibi olanlarla görüşüyor, inançlarını sarsabilecek argümanları duymuyorlar. İnsanların beyinleri yıkanıyor, ardından bunlar artık ideolojik bir temelde inanıyor ve etraflarında olan biteni görmezden geliyorlar. “Ne kadar kötüyse o kadar iyi” mantığı bunlar için bütünüyle kabul edilebilir bir mantık. Bunların oyu, parlamento seçimlerinde Paşinyan’ın partisine oy veren yüzde 25 içinde önemli bir dilim oluşturabiliyor; böylece alternatif bir tutuma sahip seçmenlerin oranının düşük olması yüzünden Paşinyan’ın partisi ezici çoğunluğa ulaşabiliyor. Dolayısıyla, seçmenlerin azınlığını oluşturan ve ustaca manipüle edilmiş bir yurttaş grubu bütün ülkenin kaderini tayin ediyor.
“Eskimiş” anlatıların silinmesi
Ancak “kadife devrimin” sponsorları için bu yeterli değil. Bunlar, bu başarının geçici bir nitelik taşıdığını biliyorlar. Kamuoyu yoklamaları halkın yakın tarihe dair görüşlerini geleneksel değerler açısından değiştirmeye başladığını gösteriyor. Paşinyan’ın sivil toplum bilincini dönüştürmeye yönelik atraksiyonları da belli ki bununla bağlantılı.
Ermenistan başbakanı daha nisan ayında parlamentonun olağanüstü bir oturumunda yeni bir yurtseverlik devlet modeli yaratılmasının zaruri olduğunu açıklamıştı. Paşinyan, Ermenistan Cumhuriyeti’nin ve/veya Ermeni devletliliğinin hiçbir zaman geleneksel Ermeni yurtseverlik modelinin birincil öznesi olmadığını da söylemişti. İki ay sonra, 15 Haziran’daki Milli Meclis toplantısında bu modelin resmileştirilmesine ve “eskimiş” anlatıların insanların zihninden silinmesine girişti, merkezinde Ağrı Dağı’nın olduğu ülke armasının da milli marşın da bugünkü Ermenistan’la “hiçbir ortak yanı olmadığını” söyledi. Ermenilerin büyük bölümü başbakanın sözlerini Ermeni halkının kurumsal hafızasını değiştirmeyi hedefleyen bir deneme balonu olarak gördüler. Paşinyan’ın partideki silah arkadaşları da başbakanın retoriğinin milli kimliği değiştirmeyi hedeflediğini reddetmiyorlar.
Şunu da belirtmek gerek: başbakanın söz konusu açıklaması esasen, eski ABD başkanı milli güvenlik danışmanı John Bolton’un önerilerine de denk düşüyor. Bolton 2018’de Erivan ziyaretinde Ermeni toplumunun Rusya yanlısı oryantasyonunu kastederek Ermenistan halkının “tarihi şablonlarla zincirlenmemesi” gerektiğini söylemişti.
Yakın tarihin revizyonu
Böylece 20 Haziran’da 44 günlük savaşı meydana getiren şartların soruşturulması komisyonunun oturumunda Nikol Paşinyan yakın tarihe dair kendi anlatısını ve değerlendirmesini serimlemeye girişti. Bu defa tarihi muzaffer olan değil mağlup olan yazıyor.
Daha önce olduğu gibi Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığı görüşmeleri sürecindeki başarısızlığın ve 44 günlük savaşın bütün sorumluluğunu seleflerine yükledi. Keza, Rusya’ya da, Azerbaycan’ın yeni talepleri karşısında ateşkesi sağlayamamış olduğu için dolaylı olarak sitemde bulundu. [Bu, Ermenistan tarafının askeri yenilgiden önce siyasi çöküşünü simgeliyordu. Bak. Ermenistan 20 Ekim’de elverişle şartlarda ateşkesi kabul etmedi ve İkinci Karabağ Savaşı sırasında yazdığım diğer yazılarım. — H.Y.] Bunu yaparken Rusya Devlet Başkanı Putin’in 19 Ekim 2020’de açıklama imzalamayı reddedenin Ermeni tarafı olduğu şeklindeki sözlerini de adeta yalanladı. Aslında, Ermeni ordusu yenilgi üstüne yenilgi yaşarken Paşinyan Azerbaycan tarafının tekliflerini kabul etmeyerek kendisini çok daha olumsuz şartlara mahkûm etmişti. …
Paşinyan’ın olguları Ermenistan’da iç siyasi süreçler üzerinde etkide bulunmak amacıyla çarpıttığını Rusya Dışişleri Sözcüsü Zaharova da brifingi sırasında belirtti. Zaharova’ya göre, Paşinyan hem Fransa hem de ABD’nin benzer adımlar attığını söylemiş olsalar da: “Olguların tespit ettiği hakikat şudur: 2020 güzünde Dağlık Karabağ’da ateşkesi sağlayan ve bölgede barışı tesis eden Rusya’dır.”
Mariya Zaharova, batını görüşmeci taraflar üzerinde baskısını yorumlarken şöyle dedi: Kimi yayın organlarının [ABD’nin Dağlık Karabağ yetkililerinden Azerbaycan’la üçüncü bir ülkede görüşmeler yürütmesini istediği ve aksi takdirde Bakü’nün Artsah’a karşı güce dayanan bir harekât gerçekleştireceği şeklindeki — yazarın notu] haberleri inandırıcıdır.” Zaharova, Karabağ halkını Bakü ile Erivan arasındaki siyasi ihtilafların rehinesi haline getirmeme çağrısında da bulundu. Hatırlamak gerek: ABD’nin talebi, daha geçen yıl eylül ayında “gölge CIA” Stratfor Worldview internet sitesinde yazılan senaryoya uygun: “Azerbaycan elindeki avantajları kullanarak, Erivan’ı, Bakü’nün şartlarında bir barış anlaşması imzalaması için ikna etmeye çalışacak. Azerbaycan üstünlüğünü sergilemek için Karabağ’daki Ermenilere karşı sınırlı askeri harekât yürütebilir.” Stratfor analistleri, batının Erivan’ı Bakü’nün şartlarında barış anlaşması imzalamayı ısrarla zorlamasını şöyle açıklıyorlar: “Barış anlaşmasının imzalanması hem Ermenistan’ı hem Azerbaycan’ı Türkiye ve Avrupa Birliği ile ilişkileri derinleştirmeye itecektir. Barış anlaşması Karabağ’daki Rusya barışgücünün geleceğini de belirsiz kılabilir.”
Sonuç
Demek ki kolektif batıyı en az endişelendiren şey Karabağ’daki 120 bin Ermeni’nin kaderi. Batı için en önemlisi Rusya’nın Güney Kafkaslardaki etkisini barış gücünü çıkartarak daraltmak, Ermenistan ile Türkiye arasındaki bir barış anlaşmasının imzalanmasından sonra da Ermenistan Cumhuriyeti topraklarındaki Rusya’ya ait 102’inci ordu üssünün çıkartılmasına girişmek. Batı koalisyonu Romanya’dan Karadeniz üzerinden Kafkaslara kadar Rusya’nın sınırları boyunca tecrit yayını sürdürmeye çalışacak.
Bu süreçte Ermenistan başbakanına önemli bir rol düşüyor. Başbakan içeriden değerler sisteminin köşetaşlarına: orduya, dine, devletliliğe, tarihi hafızaya vb. darbeler indiriyor. Mevcut iktidar enformatif ve psikolojik provokasyonlar düzenliyor, sahte gündemler yayıyor. Paşinyan tarihi hafızayı zayıflatan ve sivil toplumun bağışıklığını baltalayan bir iç siyaset yürütüyor.
Gene de umut edilir ki batının hedeflerine erişmesi mümkün olmasın, zira Ermeni kimliği, manevi-kültürel miras ve Rusya ile bağlar meselesi iktidarda da olsa tek bir siyasi gücün arzularından daha derin ve daha geniş.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş5 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu3 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi6 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3