Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Almanya’nın Siyonizm sevdası nereden geliyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonunun ardından başlayan son Gazze savaşı, Avrupa’da, ama özellikle de Almanya’da, devletlerin İsrail’e yönelik kayıtsız-şartsız destek ilanlarıyla devam ediyor. Alman devleti, İsrail’in güvenliği ile kendi güvenliğini bir ve aynı şey saydığını defalarca bildirdi, toplumda Filistin’e yönelik sempatiyi zor yoluyla bastırmaya çalıştı, hatta İsrail hükümetine eleştirel bakan Yahudi aydınları bile susturdu. Ülkenin Nazi geçmişi nedeniyle duyulan ‘kolektif utanç’, Almanya’nın şedit İsrail yandaşlığını açıklamada kullanılan en kolaycı argümandır. Soğuk Savaş’ta hem Alman devletinin, hem de Avrupa’da kapitalizmin hamisi ABD’nin Nazileri istihdam etme konusunda hiç de utanç duymadıkları iyice belgelenmiş durumdadır. London Review of Books için yazan Pankaj Mishra, Alman ‘filosemitizminin’ kurnazca düzenlenmiş/inşa edilmiş bir söylem olduğunu, Avro-Atlantik emperyalizmi ile İsrail arasındaki ‘mübadele stratejilerinin’ unsurlarından biri olduğunu tespit ediyor: öyle bir ‘Yahudi sevgisi’ ki, Siyonizmi eleştiren Yahudiler bile ‘antisemitik’ olarak damgalanıp marjinalleştirilebiliyor. Nazi eskilerini Federal Almanya’da bakan yapan Konrad Adenauer’in Fransa-İngiltere-İsrail üçlüsünün Nasırcı Mısır’a saldırısını desteklemesi ve Nasır’ın suretinde ‘Nil’in Hitler’ini’ bulması, filosemitik kurnazlıkla antisemitik barbarlığın birbirini tamamlayan iki strateji olduğu konusundaki şüpheleri dağıtıyor. Günümüzde Almanya’nın Siyonizme yönelik desteği ve abartılı filosemitizmi de yerleşimci kolonyalist bir projeyi destekleyerek hem dış politika tercihlerini meşrulaştırmaya, hem de içeride militarist-milliyetçi bir propagandaya imkan sağlamaktadır. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Bellek hatası

Pankaj Mishra
London Review of Books
Cilt: 46, No: 1, 4 Ocak 2024

Mart 1960’ta Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer, İsrailli mevkidaşı David Ben-Gurion ile New York’ta bir araya geldi. Sekiz yıl önce Almanya, İsrail’e milyonlarca mark tazminat ödemeyi kabul etmişti, fakat iki ülke henüz diplomatik ilişkiler kurmamıştı. Adenauer’in görüşmelerinde kullandığı dil açıktı: İsrail, diyordu, “Batının kalesidir,” ve “Size şimdiden söyleyebilirim ki size yardım edeceğiz, sizi yalnız bırakmayacağız.” Altmış yıl sonra, İsrail’in güvenliği, Angela Merkel’in 2008’de söylediği gibi, Almanya’nın Staatsräson’udur [devlet aklı]. Bu ifade, 7 Ekim’den bu yana geçen haftalarda Alman liderler tarafından defalarca, açıklıktan ziyade hararetle dile getirildi. Yahudi devletiyle dayanışma, Almanya’nın cürüm geçmişinin anılmasını kolektif kimliğinin temeli haline getiren tek ülke olarak gururlu imajını parlattı. Fakat 1960’ta Adenauer, Ben-Gurion’la görüştüğünde, ülkenin Batılı işgalcileri tarafından 1945’te kararlaştırılan Nazilerden arındırma sürecinin sistematik olarak tersine çevrilmesine başkanlık ediyor ve Yahudiliğin eşi benzeri görülmemiş dehşetinin bastırılmasına yardımcı oluyordu. Adenauer’e göre Alman halkı da Hitler’in kurbanıydı. Dahası, Nazi yönetimi altındaki Almanların çoğunun ‘ellerinden geldiğince Yahudi vatandaşlarına sevinçle yardım ettiğini’ söylüyordu. 

Batı Almanya’nın İsrail’e karşı alicenaplığı, ulusal utanç ya da görevin ötesinde motivasyonlara ya da biyografisini yazan kişi tarafından ‘geç 19. yüzyıl sömürgecisi’ olarak tarif edilen, Cemal Abdül Nasır’ın Arap milliyetçiliğinden nefret eden ve 1956’da Mısır’a yapılan İngiliz-Fransız-İsrail saldırısından heyecan duyan bir şansölyenin önyargılarının ötesinde motivasyonlara sahipti. Soğuk Savaş yoğunlaştıkça Adenauer, ülkesinin daha fazla egemenliğe ve Batının iktisadi ve güvenlik ittifaklarında daha büyük bir role ihtiyacı olduğuna karar verdi; Almanya’nın batıya giden uzun yolu İsrail’den geçiyordu. Batı Almanya, 1960’tan sonra hızla hareket etti ve İsrail’in iktisadi modernleşmesinin ana kolaylaştırıcısı olmasının yanı sıra İsrail’in en önemli askeri donanım tedarikçisi haline geldi. Adenauer, emekliliğinden sonra İsrail’e para ve silah vermenin Almanya’nın ‘uluslararası konumunu’ yeniden tesis etmek için gerekli olduğunu açıklıyor ve “Yahudilerin bugün bile, özellikle Amerika’daki gücü hafife alınmamalıdır,” diye ekliyordu.

Primo Levi’nin dediği gibi, soykırımcı antisemitizminin tam olarak bilinmesinden sadece birkaç yıl sonra Almanya’nın rehabilitasyonunu hızlandıran ‘ilkesiz siyasi oyunbazlık’ böyleydi. Eski antisemitik klişelerde yuvalanan, fakat şimdi Yahudilerin duygusal imgeleriyle birleşen stratejik bir filosemitizm, savaş sonrası Almanya’da gelişti. Romancı Manès Sperber bundan iğrenenlerden biriydi. “Filosemitizminiz beni üzüyor,” diye yazıyordu bir meslektaşına, “saçma bir yanlış anlaşılmaya dayanan bir iltifat gibi beni aşağılıyor … Biz Yahudileri tehlikeli bir şekilde abartıyorsunuz ve tüm halkımızı sevmekte ısrar ediyorsunuz. Bunu talep etmiyorum, bizim ya da başka insanların bu şekilde sevilmesini istemiyorum.” Germany and Israel: Whitewashing and Statebuilding’de [Almanya ve İsrail: Aklayıcılık ve Devlet İnşası] (2020) Daniel Marwecki, İsrail’in Yahudi gücünün yeni bir cisimleşmesi olarak görülmesinin uyuyan Alman fantezilerini nasıl uyandırdığını anlatıyor. 1961’de Kudüs’teki [Adolf] Eichmann davasına katılan Batı Alman delegasyonu tarafından hazırlanan bir raporda, ‘uzun boylu, genellikle sarışın ve mavi gözlü, özgür ve hareketlerinde kendi kararını veren, iyi tanımlanmış yüzleri olan’ ve ‘Yahudi olarak görülmeye alışkın özelliklerin neredeyse hiçbirini’ sergilemeyen ‘İsrail gençliğinin yeni ve çok avantajlı tipine’ hayret edildi. İsrail’in 1967 savaşındaki başarılarını yorumlayan Die Welt, Almanların Yahudi halkı hakkındaki ‘kepazeliklerinden’, ‘ulusal duygulardan yoksun; asla savaşa hazır olmama, her zaman başkasının savaş çabalarından yararlanmaya hevesli’ olduklarına dair inançtan üzüntü duyuyordu. Yahudiler aslında ‘küçük, cesur, kahraman, dahi insanlar’dı. Die Welt’i yayınlayan Axel Springer, savaş sonrası emekliye ayrılmış Nazilerin başlıca işverenleri arasındaydı.

İsraillileri Aryan savaşçılar olarak görmek –Bild’e göre Moşe Dayan, Erwin Rommel gibiydi– bir çelişki değil, Alman ekonomik mucizesinden yararlanan bazı kişiler için zorunluluktu. Marwecki, Adenauer’in, Adolf Eichmann’ın ‘davasının İsrail tarafından ele alınışına bağlı’ olarak büyük bir borç verdiğini ve askeri teçhizat tedarikini yaptığını yazıyor: Mossad’ın, Ben-Gurion’la görüşmesinden sadece haftalar sonra Eichmann’ı keşfettiğini öğrendiğinde şok olmuştu (bir Alman Yahudi savcının, İsraillileri Eichmann’ın nerede olduğu hakkında gizlice bilgilendirdiğini bilmiyordu) ve Eichmann’ın ortaya çıkarabileceklerinden korkuyordu. En yakın sırdaşı Hans Globke’nin duruşmada Nürnberg ırk yasalarının bir temsilcisi olarak işaret edilmemesini sağlamak için olağanüstü çaba sarf etti. Alman Şansölyeliği ve Alman istihbaratının gizli dosyalarında birçok kirli ayrıntı kilitli kalmaya devam ediyor. Bettina Stangneth, Eichmann before Jerusalem’de [Kudüs’ten Önce Eichmann] (2014) arşivlerde,  Adenauer’in Life dergisindeki bir makaleden Globke’ye yapılan bir referansı silmesi için CIA’e başvurduğunu gösterecek kadar çok şey buldu. Ayrıca, Adenauer’in talimatı üzerine hareket eden Rolf Vogel adlı bir gazeteci ve aracının, Kudüs’teki King David Otelinde Doğu Alman bir avukattan Globke hakkında potansiyel olarak suçlayıcı dosyalar çaldığı da biliniyor.

Adenauer’i rahatlatacak şekilde, yeni İsrailli müttefikleri Globke’yi korudular ve Marwecki’nin ‘Alman-İsrail ilişkilerine özgü mübadele yapısı’ olarak tanımladığı şeyi sürdürdüler: Yetersiz biçimde Nazilerden arındırılmış ve hâlâ derinden antisemitik bir Almanya’nın nakit ve silah karşılığında ahlaki olarak affedilmesi. Nasır (‘Nil’deki Hitler’) de dahil olmak üzere İsrail’in Arap düşmanlarını Nazizmin gerçek somutlaşmış halleri olarak tasvir etmek her iki ülkeye de uygundu. Eichmann davası, Almanya’daki Nazi desteğinin sürekliliğini küçümseyip Arap ülkelerindeki Nazi varlığını abartırken, en az bir gözlemciyi çileden çıkarmıştı: Hannah Arendt, Globke’nin ‘Yahudilerin Nazilerden gerçekte neler çektiğini tarihte anlatmaya eski Kudüs Müftüsü’nden daha fazla hakkı olduğunu’ yazıyordu. Ayrıca, Ben-Gurion’un Almanları ‘terbiyeli’ olarak temize çıkarırken, ‘iyi Araplar’dan hiç bahsetmediğini’ de not ediyordu.

Subcontractors of Guilt: Holocaust Memory and Muslim Belonging in Postwar Germany’de [Suçluluğun Taşeronları: Holokost Hafızası ve Savaş Sonrası Almanya’da Müslüman Aidiyeti] Esra Özyürek, aşırı sağın yükselişte olduğu şimdilerde, Alman siyasetçilerin, yetkililerin ve gazetecilerin, Müslümanları şeytanlaştırarak Almanya’yı temize çıkaran eski mekanizmayı nasıl çalıştırdıklarını anlatıyor. Aralık 2022’de Alman polisi, Federal Meclis’e saldırı planlayan yirmi binden fazla üyesi olan aşırılık yanlısı grup Reichsbürger’in [İmparatorluk Vatandaşı] darbe girişimini engelledi. Neo-Nazi bağlantıları olan Alternative für Deutschland [Almanya için Alternatif – AfD], kısmen Olaf Scholz liderliğindeki koalisyonun ekonomik kötü yönetimine yanıt olarak ülkenin en popüler ikinci partisi haline geldi. Özyürek’e göre, Bavyera Başbakan Yardımcısı Hubert Aiwanger gibi ana akım politikacıların bile açık antisemitizmine rağmen, ‘beyaz Hıristiyan kökenli Almanlar’ kendilerini ‘kurtuluş ve yeniden demokratikleşme hedeflerine ulaşmış’ olarak görüyorlar. ‘Almanya’nın genel toplumsal sorunu olan antisemitizm’, Arap göçmenlerden oluşan bir azınlığa yansıtılıyor ve bu azınlıklar daha sonra ‘ek eğitim ve disipline’ ihtiyaç duyan ‘en pişmanlık duymayan antisemitler’ olarak damgalanıyor.

Almanya’da hem Yahudifobisi hem de İslamofobi, Hamas saldırısı, İsrail’in Gazze’ye yönelik yakıp yıkma hedefli saldırısı ve Alman hükümetinin Filistin’e yönelik kamuoyu destekli gösterilerine yönelik baskısının ardından arttı. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier kısa süre önce Almanya’da ‘Arap kökenli’ herkesi Yahudi nefretini reddetmeye ve Hamas’ı kınamaya çağırdı. Şansölye yardımcısı Robert Habeck, Müslümanlara daha açık bir uyarıda bulundu: Almanya’da ancak antisemitizmi reddederlerse hoşgörü göreceklerdi. Nazi selamına zaafı olan bir politikacı olan Aiwanger, Almanya’daki antisemitizmi ‘kontrolsüz göç’ ile suçlayan koroya katıldı. Özyürek’in de belirttiği gibi, Almanya’nın Müslüman azınlığını ‘antisemitizmin başlıca taşıyıcıları’ olarak suçlamak, ‘antisemitik suçların neredeyse yüzde 90’ının sağcı beyaz Almanlar tarafından işlendiği’ gerçeğini örtbas etmek anlamına geliyor.

Netanyahu da Almanya’nın savaş sonrası aklama çabalarından ders aldı. 2015 yılında Kudüs Baş Müftüsü’nün Hitler’i Yahudileri kovmak yerine öldürmeye ikna ettiğini iddia etti. Üç yıl sonra, Polonya’daki Hukuk ve Adalet Partisi’nin Polonya [Nazi] işbirlikçiliğine yapılan atıfları suç sayma yönündeki hareketini başlangıçta eleştirdikten sonra, bu tür referansları para cezasıyla cezalandıran yasayı onayladı. O zamandan beri Litvanya ve Macaristan’da Şoah revizyonizmini meşrulaştırdı ve her iki ülkeyi de antisemitizme karşı cesur mücadelelerinden dolayı övdü (Birçok eski Nazinin yargılanmasına yardımcı olan tarihçi Efraim Zuroff, bunu ‘Ku Klux Klan’ı Güney’deki ırksal ilişkileri iyileştirdiği için övmek’ ile kıyaslamıştı). Daha yakın zamanda Netanyahu, Elon Musk’ın Yahudi karşıtı bir komplo teorisini desteklemek için tweet atmasından birkaç gün sonra, Hamas’ın hedef aldığı kibbutzlardan birinde ona eşlik etti. 7 Ekim’den bu yana, Eichmann davasının senaryosunu okuyor gibiydi. ‘Batı medeniyetini’ kurtarmak için Gazze’deki ‘yeni Naziler’e karşı savaştığını düzenli olarak ilan ederken, Yahudi üstünlükçülerinden oluşan grubundaki diğerleri de destekleyici bir koro oluşturuyor. Gazze halkı ‘insanlık dışı’, ‘hayvan’, ‘Nazi’dir.

Batının hasar görmüş bir kalesinden gelen bu intikamcı söylem Avrupa ve Amerika’da yankılanıyor. Beyaz milliyetçiler uzun zamandır İsrail’le özdeşleştiler: etnik homojenlik dili, sarsılmaz toprak genişletme politikası, yargısız infazlar ve yıkımlarla uluslararası yasal, diplomatik ve etik protokolleri ihlal eden bir etno-ulus devlet. Bugün, Alfred Kazin’in 1988’de günlüğünde yazdığı ‘militan, gözüpek, hepinizi sikeyim İsrail’i’ olarak adlandırdığı şeyin aşırı bir tezahürü, aynı zamanda Anglo-Amerikan egemen sınıfları içindeki birçok varoluşsal kaygıyı hafifletici olarak hizmet ediyor. Our American Israel’de [Bizim Amerikan İsrail’imiz] (2018) Amy Kaplan, Amerikan elitinin korkularını ve fantezilerini İsrail’e nasıl yansıttığını anlatıyordu. Fakat Almanya’nın İsrail’le ilişkisini şekillendiren devletin dayattığı filosemitizm, başka bir evrişim sırasına ve vahşete aittir.

Hamas saldırısından kısa bir süre önce İsrail, Amerika’nın onayıyla, Almanya ile şimdiye kadarki en büyük silah anlaşmasını imzaladı. Financial Times, kasım ayı başlarında, Almanya’nın İsrail’e silah satışlarının 7 Ekim’den bu yana arttığını bildirdi: 2023 rakamı bir önceki yıla göre on kattan fazla. İsrail’in Gazze’deki evleri, mülteci kamplarını, okulları, hastaneleri, camileri ve kiliseleri bombalamaya başlaması ve İsrail bakanlarının etnik temizlik planlarını öne çıkarması üzerine Scholz, ulusal ortodoksluğu yineledi: “İsrail, insan haklarına ve uluslararası hukuka bağlı ve buna göre hareket eden bir ülkedir.” Netanyahu’nun ayrım gözetmeksizin öldürme ve yok etme kampanyası yoğunlaşırken, Luftwaffe’nin komutanı Ingo Gerhartz, İsrailli pilotların ‘titizliğini’ överek Tel Aviv’e gitti; ayrıca üniformalı olarak İsrail askerleri için kan bağışında bulunurken fotoğrafını çektirdi.

Almanya Sağlık Bakanı Karl Lauterbach, savaş sonrası Alman-İsrail simbiyozunun daha sinir bozucu bir örneğinde, İngiliz aşırı sağının sözcüsü Douglas Murray’in Nazilerin Hamas’tan daha iyi olduğunu iddia ettiği bir videoyu onaylayarak retweetledi. “İzleyin ve dinleyin,” diye retweet etti Hıristiyan Demokrat Birliği başkan yardımcısı ve Schleswig-Holstein eğitim bakanı Karin Prien. Der Spiegel’in eski katkıcı editörü Jan Fleischhauer, “Bu harika,” diye yazdı. “Gerçekten harika,” diye tekrarladı Alman Ekonomi Uzmanları Konseyi üyesi Veronika Grimm. 2021’de Deutsche Welle’deki beş Lübnanlı ve Filistinli gazeteciyi Yahudi karşıtı olarak ‘ifşa eden’ Süddeutsche Zeitung, aynı derecede dayanıksız kanıtlarla, Hintli şair ve sanat tarihçisi Ranjit Hoskote’yi Siyonizm’i Hindu milliyetçiliğiyle karşılaştırdığı için Yahudilere iftira atan biri olarak ifşa etti. Die Zeit, Alman okurlarını başka bir ahlaki öfkeye karşı uyardı: “Greta Thunberg açıkça Filistinlilere sempati duyuyor.” Adam Tooze, Samuel Moyn ve diğer akademisyenlerin Jürgen Habermas’ın İsrail’in eylemlerini destekleyen açıklamasını eleştiren bir açık mektup, Frankfurter Allgemeine Zeitung’daki bir editörün, Yahudilerin üniversitelerde postkolonyal çalışmalar biçiminde bir ‘düşmanı’ olduğunu iddia etmesine neden oldu. Der Spiegel, kapakta Scholz’un fotoğrafının yanı sıra “Yeniden büyük çapta sınır dışılara başlamamız gerekiyor,” iddiasını yayınladı.

New York Times’ın Aralık ayı başında geç de olsa bildirdiğine göre, “Alman yetkililer, bazıları on yıl öncesine dayanan sosyal medya paylaşımlarını ve açık mektupları tarıyor.” Devlet tarafından finanse edilen kültür kurumları uzun zamandır Filistinlilere en ufak bir sempati gösteren Küresel Güney kökenli sanatçı ve entelektüelleri cezalandırıyor, ödül ve davetleri geri çekiyor; Alman yetkililer artık Yahudi yazar, sanatçı ve aktivistleri bile disipline etmeye çalışıyor. Candice Breitz, Deborah Feldman ve Masha Gessen, Eyal Weizman’ın ifadesiyle ‘ailelerimizi katleden ve şimdi bize antisemit olduğumuzu söylemeye cüret eden faillerin çocukları ve torunları tarafından’ ‘ders verilen’ son kişiler.

O halde Almanya’nın çok övülen tarihsel bellek kültürüne ne demeli? Learning from the Germans [Almanlardan Öğrenmek] (2020) adlı kitabında Vergangenheitsbewältigung’u [Geçmişle başa çıkma mücadelesi] hayranlıkla anlatan Susan Neiman, şimdi fikrini değiştirdiğini söylüyor. Ekim ayında yazdığı yazıda, “Alman tarihsel hesaplaşması çığırından çıktı,” diyordu. “Bu filosemitik öfke … Almanya’daki Yahudilere saldırmak için kullanıldı.” Never Again: Germans and Genocide after the Holocaust [Bir Daha Asla: Holokost’tan sonra Almanlar ve Soykırım] Kamboçya, Ruanda ve Balkanlardaki kitle katliamlarına Alman tepkisini inceleyen Andrew Port, ‘Holokost’la takdire şayan bir şekilde hesaplaşmalarının, Almanları farkında olmadan duyarsızlaştırmış olabileceğini’ öne sürüyor. Atalarının kudurmuş ırkçılığını çok gerilerde bıraktıklarına dair inançları, paradoksal bir şekilde ırkçılığın farklı biçimlerinin utanmadan ifade edilmesine izin vermiş olabilir.

Bu durum, Almanya’da Filistinlilerin kaderine yönelik yaygın kayıtsızlığı ve İsrail’e yönelik her türlü eleştirinin bir tür bağnazlık olduğuna dair inancı (Almanya’nın İsrail’in ihlallerine karşı birçok BM kararını tarihsel olarak desteklemesini göz ardı eden bir tutum) açıklamak için bir yoldur. Port, Almanya’nın 20. yüzyılın ilk soykırımı olan 1904-1908 yılları arasında Güney-Batı Afrika’da Alman sömürgeciler tarafından gerçekleştirilen toplu katliamlar için tazminat ödemek bir yana, bunu tam olarak kabul etmedeki başarısızlığını tartışarak argümanını güçlendirebilirdi. Port ayrıca, Alman egemen sınıfının yakın zamana kadar tarihsel yanılsamalarını ifşa etmek için, örneğin imparatorluk dönemi gücü ve kendi kendine yeterlilik hayalleri kuran Brexitçilerden daha az fırsata sahip olması nedeniyle başarılı bir görünüm sergileyen Alman bellek kültürüne çok fazla kredi veriyor.

Gerçekte, Almanya’nın geçmişini kınayarak bugünkü imajını güçlendirmeye yönelik resmi girişimler ülke içinde büyük bir dirençle karşılaşmıştır. Der Spiegel’in kurucusu ve editörü ve eski Nazilerin bir başka ilk hamilerinden Rudolf Augstein, 1998 yılında Berlin’deki Holokost Anıtı’nın Amerikan ‘Doğu Yakası’ elitlerini tatmin etmek için tasarlandığını belirtmişti. Tarihsel bellek, siyasi ve kültürel kurumlar tarafından sabitlenemeyecek kadar değişkendir; kolektif bir ahlaki eğitimin nesiller boyunca istikrarlı, homojen bir tutum üretebileceği her zaman mantıksız görünmüştür. Neyin hatırlanıp neyin unutulacağını belirleyen çok fazla faktör vardır ve Alman ulusal bilinçaltı yüzyıllık gizlilik, suçlar ve örtbasların yükü altındadır. Hem Doğu hem de Batı Almanya’da yaşamış ender Yahudi yazarlardan biri olan Jurek Becker, 1994 yılında Weimar’da yaptığı konuşmada, birleşik Almanya’da şiddet yanlısı Neo-Nazizmin yeniden canlanmasından, Soğuk Savaşçılar tarafından şımartılan ve hatta kucaklanan Nazilerin Batı Almanya’da gelişmeye devam etmesini sorumlu tutmuştu:

Nazi geçmişine bakışın mümkün olduğunca ılımlı olmasını, acımasız olmamasını sağladılar ve mümkün olan yerlerde bunu önlemeye çalıştılar … Karşılıklı olarak birbirlerini desteklediler ve birbirlerine nüfuz sağladılar. Kendilerini görenlerin ilerlemesini engellediler. O günlerde her şeyin kötü olmadığını, kurunun yanında yaşı da yakamayacağımızı söylediler. Bir ara, faşizmin çağımızın gerçek suçu olan Bolşevizme bir cevap olduğunu iddia etme fikrine kapıldılar.

İyi konumdaki pek çok kişi, Batı Almanların Üçüncü Reich’taki suç ortaklığı anlayışını tehlikeye atmak için çalıştı. Adenauer’in savunma bakanı ve daha sonra Bavyera başbakanı olan, Doğu Avrupa’nın ‘kanlı topraklarında’ Wehrmacht gazisi Franz Josef Strauss, ‘geçmişi arkamızda bırakma görevinin’ en iyi İsrail ile yapılacak savunma anlaşmalarıyla başarılabileceğini düşünüyordu. ‘Alman askerinin elindeki Uzi’nin antisemitizme karşı her türlü broşürden daha iyi olduğunu’ iddia eden Ralf Vogel, şimdi bu geçmişi geride bırakma tarzının erken bir temsilcisi gibi görünüyor – Şoah’tan kurtulan ve Almanya’nın ilk kadın siyaset bilimi profesörü olan Eleonore Sterling’in 1965’te ‘gerçek bir anlayış, pişmanlık ve gelecekteki uyanıklık eyleminin’ yerini alan ‘işlevsel bir filosemitik tutum’ olarak adlandırdığı şey. Frank Stern’in The Whitewashing of the Yellow Badge [Sarı Rozetin Aklanması] (1992) adlı kitabındaki acımasız teşhisi bugün de geçerliliğini korumaktadır: Stern’e göre Alman filosemitizmi, yalnızca ‘dış politikadaki seçenekleri meşrulaştırmak’ için değil, aynı zamanda ‘iç huzurun antisemitik, anti-demokratik ve aşırı sağcı fenomenler tarafından tehdit edildiği zamanlarda ahlaki bir duruşu çağrıştırmak ve yansıtmak için’ kullanılan bir ‘siyasi araçtır.’

Bu, demokratik deformasyonları gizlemek için Staatsräson’un ilk kez kullanılışı değildir. Örneğin 2021 yılında Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına muhalefet etti. Aralık ayı ortasında, yirmi bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken, Die Welt hala ‘Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir’ iddiasında bulunuyordu. Alman liderler Avrupa’nın ortak ateşkes çağrılarını engellemeye devam ediyor. Weizman, ‘Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine Alman desteğinin himayesi altında rehabilite edilmeye ve canlandırılmaya başlandığını’ söylerken abartıyor gibi görünebilir. Fakat kötü geçmişinden ders çıkarmaya çalışan tek Avrupa toplumu, açıkça asıl dersini hatırlamakta zorlanıyor. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma göstererek sadece İsrail’e karşı ulusal sorumluluklarını yerine getirmekte başarısız olmuyorlar. Völkisch-otoriter ırkçılık ülke içinde yükselirken, Alman yetkililer dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını yerine getirememe riskiyle karşı karşıyadır: bir daha asla canice etnik milliyetçiliğin suç ortağı olmamak.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English