DÜNYA BASINI
Almanya’nın Siyonizm sevdası nereden geliyor?
Yayınlanma
Çevirmenin notu: 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonunun ardından başlayan son Gazze savaşı, Avrupa’da, ama özellikle de Almanya’da, devletlerin İsrail’e yönelik kayıtsız-şartsız destek ilanlarıyla devam ediyor. Alman devleti, İsrail’in güvenliği ile kendi güvenliğini bir ve aynı şey saydığını defalarca bildirdi, toplumda Filistin’e yönelik sempatiyi zor yoluyla bastırmaya çalıştı, hatta İsrail hükümetine eleştirel bakan Yahudi aydınları bile susturdu. Ülkenin Nazi geçmişi nedeniyle duyulan ‘kolektif utanç’, Almanya’nın şedit İsrail yandaşlığını açıklamada kullanılan en kolaycı argümandır. Soğuk Savaş’ta hem Alman devletinin, hem de Avrupa’da kapitalizmin hamisi ABD’nin Nazileri istihdam etme konusunda hiç de utanç duymadıkları iyice belgelenmiş durumdadır. London Review of Books için yazan Pankaj Mishra, Alman ‘filosemitizminin’ kurnazca düzenlenmiş/inşa edilmiş bir söylem olduğunu, Avro-Atlantik emperyalizmi ile İsrail arasındaki ‘mübadele stratejilerinin’ unsurlarından biri olduğunu tespit ediyor: öyle bir ‘Yahudi sevgisi’ ki, Siyonizmi eleştiren Yahudiler bile ‘antisemitik’ olarak damgalanıp marjinalleştirilebiliyor. Nazi eskilerini Federal Almanya’da bakan yapan Konrad Adenauer’in Fransa-İngiltere-İsrail üçlüsünün Nasırcı Mısır’a saldırısını desteklemesi ve Nasır’ın suretinde ‘Nil’in Hitler’ini’ bulması, filosemitik kurnazlıkla antisemitik barbarlığın birbirini tamamlayan iki strateji olduğu konusundaki şüpheleri dağıtıyor. Günümüzde Almanya’nın Siyonizme yönelik desteği ve abartılı filosemitizmi de yerleşimci kolonyalist bir projeyi destekleyerek hem dış politika tercihlerini meşrulaştırmaya, hem de içeride militarist-milliyetçi bir propagandaya imkan sağlamaktadır. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Bellek hatası
Pankaj Mishra
London Review of Books
Cilt: 46, No: 1, 4 Ocak 2024
Mart 1960’ta Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer, İsrailli mevkidaşı David Ben-Gurion ile New York’ta bir araya geldi. Sekiz yıl önce Almanya, İsrail’e milyonlarca mark tazminat ödemeyi kabul etmişti, fakat iki ülke henüz diplomatik ilişkiler kurmamıştı. Adenauer’in görüşmelerinde kullandığı dil açıktı: İsrail, diyordu, “Batının kalesidir,” ve “Size şimdiden söyleyebilirim ki size yardım edeceğiz, sizi yalnız bırakmayacağız.” Altmış yıl sonra, İsrail’in güvenliği, Angela Merkel’in 2008’de söylediği gibi, Almanya’nın Staatsräson’udur [devlet aklı]. Bu ifade, 7 Ekim’den bu yana geçen haftalarda Alman liderler tarafından defalarca, açıklıktan ziyade hararetle dile getirildi. Yahudi devletiyle dayanışma, Almanya’nın cürüm geçmişinin anılmasını kolektif kimliğinin temeli haline getiren tek ülke olarak gururlu imajını parlattı. Fakat 1960’ta Adenauer, Ben-Gurion’la görüştüğünde, ülkenin Batılı işgalcileri tarafından 1945’te kararlaştırılan Nazilerden arındırma sürecinin sistematik olarak tersine çevrilmesine başkanlık ediyor ve Yahudiliğin eşi benzeri görülmemiş dehşetinin bastırılmasına yardımcı oluyordu. Adenauer’e göre Alman halkı da Hitler’in kurbanıydı. Dahası, Nazi yönetimi altındaki Almanların çoğunun ‘ellerinden geldiğince Yahudi vatandaşlarına sevinçle yardım ettiğini’ söylüyordu.
Batı Almanya’nın İsrail’e karşı alicenaplığı, ulusal utanç ya da görevin ötesinde motivasyonlara ya da biyografisini yazan kişi tarafından ‘geç 19. yüzyıl sömürgecisi’ olarak tarif edilen, Cemal Abdül Nasır’ın Arap milliyetçiliğinden nefret eden ve 1956’da Mısır’a yapılan İngiliz-Fransız-İsrail saldırısından heyecan duyan bir şansölyenin önyargılarının ötesinde motivasyonlara sahipti. Soğuk Savaş yoğunlaştıkça Adenauer, ülkesinin daha fazla egemenliğe ve Batının iktisadi ve güvenlik ittifaklarında daha büyük bir role ihtiyacı olduğuna karar verdi; Almanya’nın batıya giden uzun yolu İsrail’den geçiyordu. Batı Almanya, 1960’tan sonra hızla hareket etti ve İsrail’in iktisadi modernleşmesinin ana kolaylaştırıcısı olmasının yanı sıra İsrail’in en önemli askeri donanım tedarikçisi haline geldi. Adenauer, emekliliğinden sonra İsrail’e para ve silah vermenin Almanya’nın ‘uluslararası konumunu’ yeniden tesis etmek için gerekli olduğunu açıklıyor ve “Yahudilerin bugün bile, özellikle Amerika’daki gücü hafife alınmamalıdır,” diye ekliyordu.
Primo Levi’nin dediği gibi, soykırımcı antisemitizminin tam olarak bilinmesinden sadece birkaç yıl sonra Almanya’nın rehabilitasyonunu hızlandıran ‘ilkesiz siyasi oyunbazlık’ böyleydi. Eski antisemitik klişelerde yuvalanan, fakat şimdi Yahudilerin duygusal imgeleriyle birleşen stratejik bir filosemitizm, savaş sonrası Almanya’da gelişti. Romancı Manès Sperber bundan iğrenenlerden biriydi. “Filosemitizminiz beni üzüyor,” diye yazıyordu bir meslektaşına, “saçma bir yanlış anlaşılmaya dayanan bir iltifat gibi beni aşağılıyor … Biz Yahudileri tehlikeli bir şekilde abartıyorsunuz ve tüm halkımızı sevmekte ısrar ediyorsunuz. Bunu talep etmiyorum, bizim ya da başka insanların bu şekilde sevilmesini istemiyorum.” Germany and Israel: Whitewashing and Statebuilding’de [Almanya ve İsrail: Aklayıcılık ve Devlet İnşası] (2020) Daniel Marwecki, İsrail’in Yahudi gücünün yeni bir cisimleşmesi olarak görülmesinin uyuyan Alman fantezilerini nasıl uyandırdığını anlatıyor. 1961’de Kudüs’teki [Adolf] Eichmann davasına katılan Batı Alman delegasyonu tarafından hazırlanan bir raporda, ‘uzun boylu, genellikle sarışın ve mavi gözlü, özgür ve hareketlerinde kendi kararını veren, iyi tanımlanmış yüzleri olan’ ve ‘Yahudi olarak görülmeye alışkın özelliklerin neredeyse hiçbirini’ sergilemeyen ‘İsrail gençliğinin yeni ve çok avantajlı tipine’ hayret edildi. İsrail’in 1967 savaşındaki başarılarını yorumlayan Die Welt, Almanların Yahudi halkı hakkındaki ‘kepazeliklerinden’, ‘ulusal duygulardan yoksun; asla savaşa hazır olmama, her zaman başkasının savaş çabalarından yararlanmaya hevesli’ olduklarına dair inançtan üzüntü duyuyordu. Yahudiler aslında ‘küçük, cesur, kahraman, dahi insanlar’dı. Die Welt’i yayınlayan Axel Springer, savaş sonrası emekliye ayrılmış Nazilerin başlıca işverenleri arasındaydı.
İsraillileri Aryan savaşçılar olarak görmek –Bild’e göre Moşe Dayan, Erwin Rommel gibiydi– bir çelişki değil, Alman ekonomik mucizesinden yararlanan bazı kişiler için zorunluluktu. Marwecki, Adenauer’in, Adolf Eichmann’ın ‘davasının İsrail tarafından ele alınışına bağlı’ olarak büyük bir borç verdiğini ve askeri teçhizat tedarikini yaptığını yazıyor: Mossad’ın, Ben-Gurion’la görüşmesinden sadece haftalar sonra Eichmann’ı keşfettiğini öğrendiğinde şok olmuştu (bir Alman Yahudi savcının, İsraillileri Eichmann’ın nerede olduğu hakkında gizlice bilgilendirdiğini bilmiyordu) ve Eichmann’ın ortaya çıkarabileceklerinden korkuyordu. En yakın sırdaşı Hans Globke’nin duruşmada Nürnberg ırk yasalarının bir temsilcisi olarak işaret edilmemesini sağlamak için olağanüstü çaba sarf etti. Alman Şansölyeliği ve Alman istihbaratının gizli dosyalarında birçok kirli ayrıntı kilitli kalmaya devam ediyor. Bettina Stangneth, Eichmann before Jerusalem’de [Kudüs’ten Önce Eichmann] (2014) arşivlerde, Adenauer’in Life dergisindeki bir makaleden Globke’ye yapılan bir referansı silmesi için CIA’e başvurduğunu gösterecek kadar çok şey buldu. Ayrıca, Adenauer’in talimatı üzerine hareket eden Rolf Vogel adlı bir gazeteci ve aracının, Kudüs’teki King David Otelinde Doğu Alman bir avukattan Globke hakkında potansiyel olarak suçlayıcı dosyalar çaldığı da biliniyor.
Adenauer’i rahatlatacak şekilde, yeni İsrailli müttefikleri Globke’yi korudular ve Marwecki’nin ‘Alman-İsrail ilişkilerine özgü mübadele yapısı’ olarak tanımladığı şeyi sürdürdüler: Yetersiz biçimde Nazilerden arındırılmış ve hâlâ derinden antisemitik bir Almanya’nın nakit ve silah karşılığında ahlaki olarak affedilmesi. Nasır (‘Nil’deki Hitler’) de dahil olmak üzere İsrail’in Arap düşmanlarını Nazizmin gerçek somutlaşmış halleri olarak tasvir etmek her iki ülkeye de uygundu. Eichmann davası, Almanya’daki Nazi desteğinin sürekliliğini küçümseyip Arap ülkelerindeki Nazi varlığını abartırken, en az bir gözlemciyi çileden çıkarmıştı: Hannah Arendt, Globke’nin ‘Yahudilerin Nazilerden gerçekte neler çektiğini tarihte anlatmaya eski Kudüs Müftüsü’nden daha fazla hakkı olduğunu’ yazıyordu. Ayrıca, Ben-Gurion’un Almanları ‘terbiyeli’ olarak temize çıkarırken, ‘iyi Araplar’dan hiç bahsetmediğini’ de not ediyordu.
Subcontractors of Guilt: Holocaust Memory and Muslim Belonging in Postwar Germany’de [Suçluluğun Taşeronları: Holokost Hafızası ve Savaş Sonrası Almanya’da Müslüman Aidiyeti] Esra Özyürek, aşırı sağın yükselişte olduğu şimdilerde, Alman siyasetçilerin, yetkililerin ve gazetecilerin, Müslümanları şeytanlaştırarak Almanya’yı temize çıkaran eski mekanizmayı nasıl çalıştırdıklarını anlatıyor. Aralık 2022’de Alman polisi, Federal Meclis’e saldırı planlayan yirmi binden fazla üyesi olan aşırılık yanlısı grup Reichsbürger’in [İmparatorluk Vatandaşı] darbe girişimini engelledi. Neo-Nazi bağlantıları olan Alternative für Deutschland [Almanya için Alternatif – AfD], kısmen Olaf Scholz liderliğindeki koalisyonun ekonomik kötü yönetimine yanıt olarak ülkenin en popüler ikinci partisi haline geldi. Özyürek’e göre, Bavyera Başbakan Yardımcısı Hubert Aiwanger gibi ana akım politikacıların bile açık antisemitizmine rağmen, ‘beyaz Hıristiyan kökenli Almanlar’ kendilerini ‘kurtuluş ve yeniden demokratikleşme hedeflerine ulaşmış’ olarak görüyorlar. ‘Almanya’nın genel toplumsal sorunu olan antisemitizm’, Arap göçmenlerden oluşan bir azınlığa yansıtılıyor ve bu azınlıklar daha sonra ‘ek eğitim ve disipline’ ihtiyaç duyan ‘en pişmanlık duymayan antisemitler’ olarak damgalanıyor.
Almanya’da hem Yahudifobisi hem de İslamofobi, Hamas saldırısı, İsrail’in Gazze’ye yönelik yakıp yıkma hedefli saldırısı ve Alman hükümetinin Filistin’e yönelik kamuoyu destekli gösterilerine yönelik baskısının ardından arttı. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier kısa süre önce Almanya’da ‘Arap kökenli’ herkesi Yahudi nefretini reddetmeye ve Hamas’ı kınamaya çağırdı. Şansölye yardımcısı Robert Habeck, Müslümanlara daha açık bir uyarıda bulundu: Almanya’da ancak antisemitizmi reddederlerse hoşgörü göreceklerdi. Nazi selamına zaafı olan bir politikacı olan Aiwanger, Almanya’daki antisemitizmi ‘kontrolsüz göç’ ile suçlayan koroya katıldı. Özyürek’in de belirttiği gibi, Almanya’nın Müslüman azınlığını ‘antisemitizmin başlıca taşıyıcıları’ olarak suçlamak, ‘antisemitik suçların neredeyse yüzde 90’ının sağcı beyaz Almanlar tarafından işlendiği’ gerçeğini örtbas etmek anlamına geliyor.
Netanyahu da Almanya’nın savaş sonrası aklama çabalarından ders aldı. 2015 yılında Kudüs Baş Müftüsü’nün Hitler’i Yahudileri kovmak yerine öldürmeye ikna ettiğini iddia etti. Üç yıl sonra, Polonya’daki Hukuk ve Adalet Partisi’nin Polonya [Nazi] işbirlikçiliğine yapılan atıfları suç sayma yönündeki hareketini başlangıçta eleştirdikten sonra, bu tür referansları para cezasıyla cezalandıran yasayı onayladı. O zamandan beri Litvanya ve Macaristan’da Şoah revizyonizmini meşrulaştırdı ve her iki ülkeyi de antisemitizme karşı cesur mücadelelerinden dolayı övdü (Birçok eski Nazinin yargılanmasına yardımcı olan tarihçi Efraim Zuroff, bunu ‘Ku Klux Klan’ı Güney’deki ırksal ilişkileri iyileştirdiği için övmek’ ile kıyaslamıştı). Daha yakın zamanda Netanyahu, Elon Musk’ın Yahudi karşıtı bir komplo teorisini desteklemek için tweet atmasından birkaç gün sonra, Hamas’ın hedef aldığı kibbutzlardan birinde ona eşlik etti. 7 Ekim’den bu yana, Eichmann davasının senaryosunu okuyor gibiydi. ‘Batı medeniyetini’ kurtarmak için Gazze’deki ‘yeni Naziler’e karşı savaştığını düzenli olarak ilan ederken, Yahudi üstünlükçülerinden oluşan grubundaki diğerleri de destekleyici bir koro oluşturuyor. Gazze halkı ‘insanlık dışı’, ‘hayvan’, ‘Nazi’dir.
Batının hasar görmüş bir kalesinden gelen bu intikamcı söylem Avrupa ve Amerika’da yankılanıyor. Beyaz milliyetçiler uzun zamandır İsrail’le özdeşleştiler: etnik homojenlik dili, sarsılmaz toprak genişletme politikası, yargısız infazlar ve yıkımlarla uluslararası yasal, diplomatik ve etik protokolleri ihlal eden bir etno-ulus devlet. Bugün, Alfred Kazin’in 1988’de günlüğünde yazdığı ‘militan, gözüpek, hepinizi sikeyim İsrail’i’ olarak adlandırdığı şeyin aşırı bir tezahürü, aynı zamanda Anglo-Amerikan egemen sınıfları içindeki birçok varoluşsal kaygıyı hafifletici olarak hizmet ediyor. Our American Israel’de [Bizim Amerikan İsrail’imiz] (2018) Amy Kaplan, Amerikan elitinin korkularını ve fantezilerini İsrail’e nasıl yansıttığını anlatıyordu. Fakat Almanya’nın İsrail’le ilişkisini şekillendiren devletin dayattığı filosemitizm, başka bir evrişim sırasına ve vahşete aittir.
Hamas saldırısından kısa bir süre önce İsrail, Amerika’nın onayıyla, Almanya ile şimdiye kadarki en büyük silah anlaşmasını imzaladı. Financial Times, kasım ayı başlarında, Almanya’nın İsrail’e silah satışlarının 7 Ekim’den bu yana arttığını bildirdi: 2023 rakamı bir önceki yıla göre on kattan fazla. İsrail’in Gazze’deki evleri, mülteci kamplarını, okulları, hastaneleri, camileri ve kiliseleri bombalamaya başlaması ve İsrail bakanlarının etnik temizlik planlarını öne çıkarması üzerine Scholz, ulusal ortodoksluğu yineledi: “İsrail, insan haklarına ve uluslararası hukuka bağlı ve buna göre hareket eden bir ülkedir.” Netanyahu’nun ayrım gözetmeksizin öldürme ve yok etme kampanyası yoğunlaşırken, Luftwaffe’nin komutanı Ingo Gerhartz, İsrailli pilotların ‘titizliğini’ överek Tel Aviv’e gitti; ayrıca üniformalı olarak İsrail askerleri için kan bağışında bulunurken fotoğrafını çektirdi.
Almanya Sağlık Bakanı Karl Lauterbach, savaş sonrası Alman-İsrail simbiyozunun daha sinir bozucu bir örneğinde, İngiliz aşırı sağının sözcüsü Douglas Murray’in Nazilerin Hamas’tan daha iyi olduğunu iddia ettiği bir videoyu onaylayarak retweetledi. “İzleyin ve dinleyin,” diye retweet etti Hıristiyan Demokrat Birliği başkan yardımcısı ve Schleswig-Holstein eğitim bakanı Karin Prien. Der Spiegel’in eski katkıcı editörü Jan Fleischhauer, “Bu harika,” diye yazdı. “Gerçekten harika,” diye tekrarladı Alman Ekonomi Uzmanları Konseyi üyesi Veronika Grimm. 2021’de Deutsche Welle’deki beş Lübnanlı ve Filistinli gazeteciyi Yahudi karşıtı olarak ‘ifşa eden’ Süddeutsche Zeitung, aynı derecede dayanıksız kanıtlarla, Hintli şair ve sanat tarihçisi Ranjit Hoskote’yi Siyonizm’i Hindu milliyetçiliğiyle karşılaştırdığı için Yahudilere iftira atan biri olarak ifşa etti. Die Zeit, Alman okurlarını başka bir ahlaki öfkeye karşı uyardı: “Greta Thunberg açıkça Filistinlilere sempati duyuyor.” Adam Tooze, Samuel Moyn ve diğer akademisyenlerin Jürgen Habermas’ın İsrail’in eylemlerini destekleyen açıklamasını eleştiren bir açık mektup, Frankfurter Allgemeine Zeitung’daki bir editörün, Yahudilerin üniversitelerde postkolonyal çalışmalar biçiminde bir ‘düşmanı’ olduğunu iddia etmesine neden oldu. Der Spiegel, kapakta Scholz’un fotoğrafının yanı sıra “Yeniden büyük çapta sınır dışılara başlamamız gerekiyor,” iddiasını yayınladı.
New York Times’ın Aralık ayı başında geç de olsa bildirdiğine göre, “Alman yetkililer, bazıları on yıl öncesine dayanan sosyal medya paylaşımlarını ve açık mektupları tarıyor.” Devlet tarafından finanse edilen kültür kurumları uzun zamandır Filistinlilere en ufak bir sempati gösteren Küresel Güney kökenli sanatçı ve entelektüelleri cezalandırıyor, ödül ve davetleri geri çekiyor; Alman yetkililer artık Yahudi yazar, sanatçı ve aktivistleri bile disipline etmeye çalışıyor. Candice Breitz, Deborah Feldman ve Masha Gessen, Eyal Weizman’ın ifadesiyle ‘ailelerimizi katleden ve şimdi bize antisemit olduğumuzu söylemeye cüret eden faillerin çocukları ve torunları tarafından’ ‘ders verilen’ son kişiler.
O halde Almanya’nın çok övülen tarihsel bellek kültürüne ne demeli? Learning from the Germans [Almanlardan Öğrenmek] (2020) adlı kitabında Vergangenheitsbewältigung’u [Geçmişle başa çıkma mücadelesi] hayranlıkla anlatan Susan Neiman, şimdi fikrini değiştirdiğini söylüyor. Ekim ayında yazdığı yazıda, “Alman tarihsel hesaplaşması çığırından çıktı,” diyordu. “Bu filosemitik öfke … Almanya’daki Yahudilere saldırmak için kullanıldı.” Never Again: Germans and Genocide after the Holocaust [Bir Daha Asla: Holokost’tan sonra Almanlar ve Soykırım] Kamboçya, Ruanda ve Balkanlardaki kitle katliamlarına Alman tepkisini inceleyen Andrew Port, ‘Holokost’la takdire şayan bir şekilde hesaplaşmalarının, Almanları farkında olmadan duyarsızlaştırmış olabileceğini’ öne sürüyor. Atalarının kudurmuş ırkçılığını çok gerilerde bıraktıklarına dair inançları, paradoksal bir şekilde ırkçılığın farklı biçimlerinin utanmadan ifade edilmesine izin vermiş olabilir.
Bu durum, Almanya’da Filistinlilerin kaderine yönelik yaygın kayıtsızlığı ve İsrail’e yönelik her türlü eleştirinin bir tür bağnazlık olduğuna dair inancı (Almanya’nın İsrail’in ihlallerine karşı birçok BM kararını tarihsel olarak desteklemesini göz ardı eden bir tutum) açıklamak için bir yoldur. Port, Almanya’nın 20. yüzyılın ilk soykırımı olan 1904-1908 yılları arasında Güney-Batı Afrika’da Alman sömürgeciler tarafından gerçekleştirilen toplu katliamlar için tazminat ödemek bir yana, bunu tam olarak kabul etmedeki başarısızlığını tartışarak argümanını güçlendirebilirdi. Port ayrıca, Alman egemen sınıfının yakın zamana kadar tarihsel yanılsamalarını ifşa etmek için, örneğin imparatorluk dönemi gücü ve kendi kendine yeterlilik hayalleri kuran Brexitçilerden daha az fırsata sahip olması nedeniyle başarılı bir görünüm sergileyen Alman bellek kültürüne çok fazla kredi veriyor.
Gerçekte, Almanya’nın geçmişini kınayarak bugünkü imajını güçlendirmeye yönelik resmi girişimler ülke içinde büyük bir dirençle karşılaşmıştır. Der Spiegel’in kurucusu ve editörü ve eski Nazilerin bir başka ilk hamilerinden Rudolf Augstein, 1998 yılında Berlin’deki Holokost Anıtı’nın Amerikan ‘Doğu Yakası’ elitlerini tatmin etmek için tasarlandığını belirtmişti. Tarihsel bellek, siyasi ve kültürel kurumlar tarafından sabitlenemeyecek kadar değişkendir; kolektif bir ahlaki eğitimin nesiller boyunca istikrarlı, homojen bir tutum üretebileceği her zaman mantıksız görünmüştür. Neyin hatırlanıp neyin unutulacağını belirleyen çok fazla faktör vardır ve Alman ulusal bilinçaltı yüzyıllık gizlilik, suçlar ve örtbasların yükü altındadır. Hem Doğu hem de Batı Almanya’da yaşamış ender Yahudi yazarlardan biri olan Jurek Becker, 1994 yılında Weimar’da yaptığı konuşmada, birleşik Almanya’da şiddet yanlısı Neo-Nazizmin yeniden canlanmasından, Soğuk Savaşçılar tarafından şımartılan ve hatta kucaklanan Nazilerin Batı Almanya’da gelişmeye devam etmesini sorumlu tutmuştu:
Nazi geçmişine bakışın mümkün olduğunca ılımlı olmasını, acımasız olmamasını sağladılar ve mümkün olan yerlerde bunu önlemeye çalıştılar … Karşılıklı olarak birbirlerini desteklediler ve birbirlerine nüfuz sağladılar. Kendilerini görenlerin ilerlemesini engellediler. O günlerde her şeyin kötü olmadığını, kurunun yanında yaşı da yakamayacağımızı söylediler. Bir ara, faşizmin çağımızın gerçek suçu olan Bolşevizme bir cevap olduğunu iddia etme fikrine kapıldılar.
İyi konumdaki pek çok kişi, Batı Almanların Üçüncü Reich’taki suç ortaklığı anlayışını tehlikeye atmak için çalıştı. Adenauer’in savunma bakanı ve daha sonra Bavyera başbakanı olan, Doğu Avrupa’nın ‘kanlı topraklarında’ Wehrmacht gazisi Franz Josef Strauss, ‘geçmişi arkamızda bırakma görevinin’ en iyi İsrail ile yapılacak savunma anlaşmalarıyla başarılabileceğini düşünüyordu. ‘Alman askerinin elindeki Uzi’nin antisemitizme karşı her türlü broşürden daha iyi olduğunu’ iddia eden Ralf Vogel, şimdi bu geçmişi geride bırakma tarzının erken bir temsilcisi gibi görünüyor – Şoah’tan kurtulan ve Almanya’nın ilk kadın siyaset bilimi profesörü olan Eleonore Sterling’in 1965’te ‘gerçek bir anlayış, pişmanlık ve gelecekteki uyanıklık eyleminin’ yerini alan ‘işlevsel bir filosemitik tutum’ olarak adlandırdığı şey. Frank Stern’in The Whitewashing of the Yellow Badge [Sarı Rozetin Aklanması] (1992) adlı kitabındaki acımasız teşhisi bugün de geçerliliğini korumaktadır: Stern’e göre Alman filosemitizmi, yalnızca ‘dış politikadaki seçenekleri meşrulaştırmak’ için değil, aynı zamanda ‘iç huzurun antisemitik, anti-demokratik ve aşırı sağcı fenomenler tarafından tehdit edildiği zamanlarda ahlaki bir duruşu çağrıştırmak ve yansıtmak için’ kullanılan bir ‘siyasi araçtır.’
Bu, demokratik deformasyonları gizlemek için Staatsräson’un ilk kez kullanılışı değildir. Örneğin 2021 yılında Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına muhalefet etti. Aralık ayı ortasında, yirmi bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken, Die Welt hala ‘Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir’ iddiasında bulunuyordu. Alman liderler Avrupa’nın ortak ateşkes çağrılarını engellemeye devam ediyor. Weizman, ‘Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine Alman desteğinin himayesi altında rehabilite edilmeye ve canlandırılmaya başlandığını’ söylerken abartıyor gibi görünebilir. Fakat kötü geçmişinden ders çıkarmaya çalışan tek Avrupa toplumu, açıkça asıl dersini hatırlamakta zorlanıyor. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma göstererek sadece İsrail’e karşı ulusal sorumluluklarını yerine getirmekte başarısız olmuyorlar. Völkisch-otoriter ırkçılık ülke içinde yükselirken, Alman yetkililer dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını yerine getirememe riskiyle karşı karşıyadır: bir daha asla canice etnik milliyetçiliğin suç ortağı olmamak.
İlginizi Çekebilir
-
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
-
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
-
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
-
Hamas, rehine anlaşmasının savaşı sona erdirmesini istiyor
-
ABD’den Gazprom’un Sırbistan’daki en büyük şirketine yaptırım tehdidi
-
Trump, Biden’ın ATACMS kararını gözden geçirebilir
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
5 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
6 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt