Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Almanya’nın Siyonizm sevdası nereden geliyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonunun ardından başlayan son Gazze savaşı, Avrupa’da, ama özellikle de Almanya’da, devletlerin İsrail’e yönelik kayıtsız-şartsız destek ilanlarıyla devam ediyor. Alman devleti, İsrail’in güvenliği ile kendi güvenliğini bir ve aynı şey saydığını defalarca bildirdi, toplumda Filistin’e yönelik sempatiyi zor yoluyla bastırmaya çalıştı, hatta İsrail hükümetine eleştirel bakan Yahudi aydınları bile susturdu. Ülkenin Nazi geçmişi nedeniyle duyulan ‘kolektif utanç’, Almanya’nın şedit İsrail yandaşlığını açıklamada kullanılan en kolaycı argümandır. Soğuk Savaş’ta hem Alman devletinin, hem de Avrupa’da kapitalizmin hamisi ABD’nin Nazileri istihdam etme konusunda hiç de utanç duymadıkları iyice belgelenmiş durumdadır. London Review of Books için yazan Pankaj Mishra, Alman ‘filosemitizminin’ kurnazca düzenlenmiş/inşa edilmiş bir söylem olduğunu, Avro-Atlantik emperyalizmi ile İsrail arasındaki ‘mübadele stratejilerinin’ unsurlarından biri olduğunu tespit ediyor: öyle bir ‘Yahudi sevgisi’ ki, Siyonizmi eleştiren Yahudiler bile ‘antisemitik’ olarak damgalanıp marjinalleştirilebiliyor. Nazi eskilerini Federal Almanya’da bakan yapan Konrad Adenauer’in Fransa-İngiltere-İsrail üçlüsünün Nasırcı Mısır’a saldırısını desteklemesi ve Nasır’ın suretinde ‘Nil’in Hitler’ini’ bulması, filosemitik kurnazlıkla antisemitik barbarlığın birbirini tamamlayan iki strateji olduğu konusundaki şüpheleri dağıtıyor. Günümüzde Almanya’nın Siyonizme yönelik desteği ve abartılı filosemitizmi de yerleşimci kolonyalist bir projeyi destekleyerek hem dış politika tercihlerini meşrulaştırmaya, hem de içeride militarist-milliyetçi bir propagandaya imkan sağlamaktadır. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Bellek hatası

Pankaj Mishra
London Review of Books
Cilt: 46, No: 1, 4 Ocak 2024

Mart 1960’ta Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer, İsrailli mevkidaşı David Ben-Gurion ile New York’ta bir araya geldi. Sekiz yıl önce Almanya, İsrail’e milyonlarca mark tazminat ödemeyi kabul etmişti, fakat iki ülke henüz diplomatik ilişkiler kurmamıştı. Adenauer’in görüşmelerinde kullandığı dil açıktı: İsrail, diyordu, “Batının kalesidir,” ve “Size şimdiden söyleyebilirim ki size yardım edeceğiz, sizi yalnız bırakmayacağız.” Altmış yıl sonra, İsrail’in güvenliği, Angela Merkel’in 2008’de söylediği gibi, Almanya’nın Staatsräson’udur [devlet aklı]. Bu ifade, 7 Ekim’den bu yana geçen haftalarda Alman liderler tarafından defalarca, açıklıktan ziyade hararetle dile getirildi. Yahudi devletiyle dayanışma, Almanya’nın cürüm geçmişinin anılmasını kolektif kimliğinin temeli haline getiren tek ülke olarak gururlu imajını parlattı. Fakat 1960’ta Adenauer, Ben-Gurion’la görüştüğünde, ülkenin Batılı işgalcileri tarafından 1945’te kararlaştırılan Nazilerden arındırma sürecinin sistematik olarak tersine çevrilmesine başkanlık ediyor ve Yahudiliğin eşi benzeri görülmemiş dehşetinin bastırılmasına yardımcı oluyordu. Adenauer’e göre Alman halkı da Hitler’in kurbanıydı. Dahası, Nazi yönetimi altındaki Almanların çoğunun ‘ellerinden geldiğince Yahudi vatandaşlarına sevinçle yardım ettiğini’ söylüyordu. 

Batı Almanya’nın İsrail’e karşı alicenaplığı, ulusal utanç ya da görevin ötesinde motivasyonlara ya da biyografisini yazan kişi tarafından ‘geç 19. yüzyıl sömürgecisi’ olarak tarif edilen, Cemal Abdül Nasır’ın Arap milliyetçiliğinden nefret eden ve 1956’da Mısır’a yapılan İngiliz-Fransız-İsrail saldırısından heyecan duyan bir şansölyenin önyargılarının ötesinde motivasyonlara sahipti. Soğuk Savaş yoğunlaştıkça Adenauer, ülkesinin daha fazla egemenliğe ve Batının iktisadi ve güvenlik ittifaklarında daha büyük bir role ihtiyacı olduğuna karar verdi; Almanya’nın batıya giden uzun yolu İsrail’den geçiyordu. Batı Almanya, 1960’tan sonra hızla hareket etti ve İsrail’in iktisadi modernleşmesinin ana kolaylaştırıcısı olmasının yanı sıra İsrail’in en önemli askeri donanım tedarikçisi haline geldi. Adenauer, emekliliğinden sonra İsrail’e para ve silah vermenin Almanya’nın ‘uluslararası konumunu’ yeniden tesis etmek için gerekli olduğunu açıklıyor ve “Yahudilerin bugün bile, özellikle Amerika’daki gücü hafife alınmamalıdır,” diye ekliyordu.

Primo Levi’nin dediği gibi, soykırımcı antisemitizminin tam olarak bilinmesinden sadece birkaç yıl sonra Almanya’nın rehabilitasyonunu hızlandıran ‘ilkesiz siyasi oyunbazlık’ böyleydi. Eski antisemitik klişelerde yuvalanan, fakat şimdi Yahudilerin duygusal imgeleriyle birleşen stratejik bir filosemitizm, savaş sonrası Almanya’da gelişti. Romancı Manès Sperber bundan iğrenenlerden biriydi. “Filosemitizminiz beni üzüyor,” diye yazıyordu bir meslektaşına, “saçma bir yanlış anlaşılmaya dayanan bir iltifat gibi beni aşağılıyor … Biz Yahudileri tehlikeli bir şekilde abartıyorsunuz ve tüm halkımızı sevmekte ısrar ediyorsunuz. Bunu talep etmiyorum, bizim ya da başka insanların bu şekilde sevilmesini istemiyorum.” Germany and Israel: Whitewashing and Statebuilding’de [Almanya ve İsrail: Aklayıcılık ve Devlet İnşası] (2020) Daniel Marwecki, İsrail’in Yahudi gücünün yeni bir cisimleşmesi olarak görülmesinin uyuyan Alman fantezilerini nasıl uyandırdığını anlatıyor. 1961’de Kudüs’teki [Adolf] Eichmann davasına katılan Batı Alman delegasyonu tarafından hazırlanan bir raporda, ‘uzun boylu, genellikle sarışın ve mavi gözlü, özgür ve hareketlerinde kendi kararını veren, iyi tanımlanmış yüzleri olan’ ve ‘Yahudi olarak görülmeye alışkın özelliklerin neredeyse hiçbirini’ sergilemeyen ‘İsrail gençliğinin yeni ve çok avantajlı tipine’ hayret edildi. İsrail’in 1967 savaşındaki başarılarını yorumlayan Die Welt, Almanların Yahudi halkı hakkındaki ‘kepazeliklerinden’, ‘ulusal duygulardan yoksun; asla savaşa hazır olmama, her zaman başkasının savaş çabalarından yararlanmaya hevesli’ olduklarına dair inançtan üzüntü duyuyordu. Yahudiler aslında ‘küçük, cesur, kahraman, dahi insanlar’dı. Die Welt’i yayınlayan Axel Springer, savaş sonrası emekliye ayrılmış Nazilerin başlıca işverenleri arasındaydı.

İsraillileri Aryan savaşçılar olarak görmek –Bild’e göre Moşe Dayan, Erwin Rommel gibiydi– bir çelişki değil, Alman ekonomik mucizesinden yararlanan bazı kişiler için zorunluluktu. Marwecki, Adenauer’in, Adolf Eichmann’ın ‘davasının İsrail tarafından ele alınışına bağlı’ olarak büyük bir borç verdiğini ve askeri teçhizat tedarikini yaptığını yazıyor: Mossad’ın, Ben-Gurion’la görüşmesinden sadece haftalar sonra Eichmann’ı keşfettiğini öğrendiğinde şok olmuştu (bir Alman Yahudi savcının, İsraillileri Eichmann’ın nerede olduğu hakkında gizlice bilgilendirdiğini bilmiyordu) ve Eichmann’ın ortaya çıkarabileceklerinden korkuyordu. En yakın sırdaşı Hans Globke’nin duruşmada Nürnberg ırk yasalarının bir temsilcisi olarak işaret edilmemesini sağlamak için olağanüstü çaba sarf etti. Alman Şansölyeliği ve Alman istihbaratının gizli dosyalarında birçok kirli ayrıntı kilitli kalmaya devam ediyor. Bettina Stangneth, Eichmann before Jerusalem’de [Kudüs’ten Önce Eichmann] (2014) arşivlerde,  Adenauer’in Life dergisindeki bir makaleden Globke’ye yapılan bir referansı silmesi için CIA’e başvurduğunu gösterecek kadar çok şey buldu. Ayrıca, Adenauer’in talimatı üzerine hareket eden Rolf Vogel adlı bir gazeteci ve aracının, Kudüs’teki King David Otelinde Doğu Alman bir avukattan Globke hakkında potansiyel olarak suçlayıcı dosyalar çaldığı da biliniyor.

Adenauer’i rahatlatacak şekilde, yeni İsrailli müttefikleri Globke’yi korudular ve Marwecki’nin ‘Alman-İsrail ilişkilerine özgü mübadele yapısı’ olarak tanımladığı şeyi sürdürdüler: Yetersiz biçimde Nazilerden arındırılmış ve hâlâ derinden antisemitik bir Almanya’nın nakit ve silah karşılığında ahlaki olarak affedilmesi. Nasır (‘Nil’deki Hitler’) de dahil olmak üzere İsrail’in Arap düşmanlarını Nazizmin gerçek somutlaşmış halleri olarak tasvir etmek her iki ülkeye de uygundu. Eichmann davası, Almanya’daki Nazi desteğinin sürekliliğini küçümseyip Arap ülkelerindeki Nazi varlığını abartırken, en az bir gözlemciyi çileden çıkarmıştı: Hannah Arendt, Globke’nin ‘Yahudilerin Nazilerden gerçekte neler çektiğini tarihte anlatmaya eski Kudüs Müftüsü’nden daha fazla hakkı olduğunu’ yazıyordu. Ayrıca, Ben-Gurion’un Almanları ‘terbiyeli’ olarak temize çıkarırken, ‘iyi Araplar’dan hiç bahsetmediğini’ de not ediyordu.

Subcontractors of Guilt: Holocaust Memory and Muslim Belonging in Postwar Germany’de [Suçluluğun Taşeronları: Holokost Hafızası ve Savaş Sonrası Almanya’da Müslüman Aidiyeti] Esra Özyürek, aşırı sağın yükselişte olduğu şimdilerde, Alman siyasetçilerin, yetkililerin ve gazetecilerin, Müslümanları şeytanlaştırarak Almanya’yı temize çıkaran eski mekanizmayı nasıl çalıştırdıklarını anlatıyor. Aralık 2022’de Alman polisi, Federal Meclis’e saldırı planlayan yirmi binden fazla üyesi olan aşırılık yanlısı grup Reichsbürger’in [İmparatorluk Vatandaşı] darbe girişimini engelledi. Neo-Nazi bağlantıları olan Alternative für Deutschland [Almanya için Alternatif – AfD], kısmen Olaf Scholz liderliğindeki koalisyonun ekonomik kötü yönetimine yanıt olarak ülkenin en popüler ikinci partisi haline geldi. Özyürek’e göre, Bavyera Başbakan Yardımcısı Hubert Aiwanger gibi ana akım politikacıların bile açık antisemitizmine rağmen, ‘beyaz Hıristiyan kökenli Almanlar’ kendilerini ‘kurtuluş ve yeniden demokratikleşme hedeflerine ulaşmış’ olarak görüyorlar. ‘Almanya’nın genel toplumsal sorunu olan antisemitizm’, Arap göçmenlerden oluşan bir azınlığa yansıtılıyor ve bu azınlıklar daha sonra ‘ek eğitim ve disipline’ ihtiyaç duyan ‘en pişmanlık duymayan antisemitler’ olarak damgalanıyor.

Almanya’da hem Yahudifobisi hem de İslamofobi, Hamas saldırısı, İsrail’in Gazze’ye yönelik yakıp yıkma hedefli saldırısı ve Alman hükümetinin Filistin’e yönelik kamuoyu destekli gösterilerine yönelik baskısının ardından arttı. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier kısa süre önce Almanya’da ‘Arap kökenli’ herkesi Yahudi nefretini reddetmeye ve Hamas’ı kınamaya çağırdı. Şansölye yardımcısı Robert Habeck, Müslümanlara daha açık bir uyarıda bulundu: Almanya’da ancak antisemitizmi reddederlerse hoşgörü göreceklerdi. Nazi selamına zaafı olan bir politikacı olan Aiwanger, Almanya’daki antisemitizmi ‘kontrolsüz göç’ ile suçlayan koroya katıldı. Özyürek’in de belirttiği gibi, Almanya’nın Müslüman azınlığını ‘antisemitizmin başlıca taşıyıcıları’ olarak suçlamak, ‘antisemitik suçların neredeyse yüzde 90’ının sağcı beyaz Almanlar tarafından işlendiği’ gerçeğini örtbas etmek anlamına geliyor.

Netanyahu da Almanya’nın savaş sonrası aklama çabalarından ders aldı. 2015 yılında Kudüs Baş Müftüsü’nün Hitler’i Yahudileri kovmak yerine öldürmeye ikna ettiğini iddia etti. Üç yıl sonra, Polonya’daki Hukuk ve Adalet Partisi’nin Polonya [Nazi] işbirlikçiliğine yapılan atıfları suç sayma yönündeki hareketini başlangıçta eleştirdikten sonra, bu tür referansları para cezasıyla cezalandıran yasayı onayladı. O zamandan beri Litvanya ve Macaristan’da Şoah revizyonizmini meşrulaştırdı ve her iki ülkeyi de antisemitizme karşı cesur mücadelelerinden dolayı övdü (Birçok eski Nazinin yargılanmasına yardımcı olan tarihçi Efraim Zuroff, bunu ‘Ku Klux Klan’ı Güney’deki ırksal ilişkileri iyileştirdiği için övmek’ ile kıyaslamıştı). Daha yakın zamanda Netanyahu, Elon Musk’ın Yahudi karşıtı bir komplo teorisini desteklemek için tweet atmasından birkaç gün sonra, Hamas’ın hedef aldığı kibbutzlardan birinde ona eşlik etti. 7 Ekim’den bu yana, Eichmann davasının senaryosunu okuyor gibiydi. ‘Batı medeniyetini’ kurtarmak için Gazze’deki ‘yeni Naziler’e karşı savaştığını düzenli olarak ilan ederken, Yahudi üstünlükçülerinden oluşan grubundaki diğerleri de destekleyici bir koro oluşturuyor. Gazze halkı ‘insanlık dışı’, ‘hayvan’, ‘Nazi’dir.

Batının hasar görmüş bir kalesinden gelen bu intikamcı söylem Avrupa ve Amerika’da yankılanıyor. Beyaz milliyetçiler uzun zamandır İsrail’le özdeşleştiler: etnik homojenlik dili, sarsılmaz toprak genişletme politikası, yargısız infazlar ve yıkımlarla uluslararası yasal, diplomatik ve etik protokolleri ihlal eden bir etno-ulus devlet. Bugün, Alfred Kazin’in 1988’de günlüğünde yazdığı ‘militan, gözüpek, hepinizi sikeyim İsrail’i’ olarak adlandırdığı şeyin aşırı bir tezahürü, aynı zamanda Anglo-Amerikan egemen sınıfları içindeki birçok varoluşsal kaygıyı hafifletici olarak hizmet ediyor. Our American Israel’de [Bizim Amerikan İsrail’imiz] (2018) Amy Kaplan, Amerikan elitinin korkularını ve fantezilerini İsrail’e nasıl yansıttığını anlatıyordu. Fakat Almanya’nın İsrail’le ilişkisini şekillendiren devletin dayattığı filosemitizm, başka bir evrişim sırasına ve vahşete aittir.

Hamas saldırısından kısa bir süre önce İsrail, Amerika’nın onayıyla, Almanya ile şimdiye kadarki en büyük silah anlaşmasını imzaladı. Financial Times, kasım ayı başlarında, Almanya’nın İsrail’e silah satışlarının 7 Ekim’den bu yana arttığını bildirdi: 2023 rakamı bir önceki yıla göre on kattan fazla. İsrail’in Gazze’deki evleri, mülteci kamplarını, okulları, hastaneleri, camileri ve kiliseleri bombalamaya başlaması ve İsrail bakanlarının etnik temizlik planlarını öne çıkarması üzerine Scholz, ulusal ortodoksluğu yineledi: “İsrail, insan haklarına ve uluslararası hukuka bağlı ve buna göre hareket eden bir ülkedir.” Netanyahu’nun ayrım gözetmeksizin öldürme ve yok etme kampanyası yoğunlaşırken, Luftwaffe’nin komutanı Ingo Gerhartz, İsrailli pilotların ‘titizliğini’ överek Tel Aviv’e gitti; ayrıca üniformalı olarak İsrail askerleri için kan bağışında bulunurken fotoğrafını çektirdi.

Almanya Sağlık Bakanı Karl Lauterbach, savaş sonrası Alman-İsrail simbiyozunun daha sinir bozucu bir örneğinde, İngiliz aşırı sağının sözcüsü Douglas Murray’in Nazilerin Hamas’tan daha iyi olduğunu iddia ettiği bir videoyu onaylayarak retweetledi. “İzleyin ve dinleyin,” diye retweet etti Hıristiyan Demokrat Birliği başkan yardımcısı ve Schleswig-Holstein eğitim bakanı Karin Prien. Der Spiegel’in eski katkıcı editörü Jan Fleischhauer, “Bu harika,” diye yazdı. “Gerçekten harika,” diye tekrarladı Alman Ekonomi Uzmanları Konseyi üyesi Veronika Grimm. 2021’de Deutsche Welle’deki beş Lübnanlı ve Filistinli gazeteciyi Yahudi karşıtı olarak ‘ifşa eden’ Süddeutsche Zeitung, aynı derecede dayanıksız kanıtlarla, Hintli şair ve sanat tarihçisi Ranjit Hoskote’yi Siyonizm’i Hindu milliyetçiliğiyle karşılaştırdığı için Yahudilere iftira atan biri olarak ifşa etti. Die Zeit, Alman okurlarını başka bir ahlaki öfkeye karşı uyardı: “Greta Thunberg açıkça Filistinlilere sempati duyuyor.” Adam Tooze, Samuel Moyn ve diğer akademisyenlerin Jürgen Habermas’ın İsrail’in eylemlerini destekleyen açıklamasını eleştiren bir açık mektup, Frankfurter Allgemeine Zeitung’daki bir editörün, Yahudilerin üniversitelerde postkolonyal çalışmalar biçiminde bir ‘düşmanı’ olduğunu iddia etmesine neden oldu. Der Spiegel, kapakta Scholz’un fotoğrafının yanı sıra “Yeniden büyük çapta sınır dışılara başlamamız gerekiyor,” iddiasını yayınladı.

New York Times’ın Aralık ayı başında geç de olsa bildirdiğine göre, “Alman yetkililer, bazıları on yıl öncesine dayanan sosyal medya paylaşımlarını ve açık mektupları tarıyor.” Devlet tarafından finanse edilen kültür kurumları uzun zamandır Filistinlilere en ufak bir sempati gösteren Küresel Güney kökenli sanatçı ve entelektüelleri cezalandırıyor, ödül ve davetleri geri çekiyor; Alman yetkililer artık Yahudi yazar, sanatçı ve aktivistleri bile disipline etmeye çalışıyor. Candice Breitz, Deborah Feldman ve Masha Gessen, Eyal Weizman’ın ifadesiyle ‘ailelerimizi katleden ve şimdi bize antisemit olduğumuzu söylemeye cüret eden faillerin çocukları ve torunları tarafından’ ‘ders verilen’ son kişiler.

O halde Almanya’nın çok övülen tarihsel bellek kültürüne ne demeli? Learning from the Germans [Almanlardan Öğrenmek] (2020) adlı kitabında Vergangenheitsbewältigung’u [Geçmişle başa çıkma mücadelesi] hayranlıkla anlatan Susan Neiman, şimdi fikrini değiştirdiğini söylüyor. Ekim ayında yazdığı yazıda, “Alman tarihsel hesaplaşması çığırından çıktı,” diyordu. “Bu filosemitik öfke … Almanya’daki Yahudilere saldırmak için kullanıldı.” Never Again: Germans and Genocide after the Holocaust [Bir Daha Asla: Holokost’tan sonra Almanlar ve Soykırım] Kamboçya, Ruanda ve Balkanlardaki kitle katliamlarına Alman tepkisini inceleyen Andrew Port, ‘Holokost’la takdire şayan bir şekilde hesaplaşmalarının, Almanları farkında olmadan duyarsızlaştırmış olabileceğini’ öne sürüyor. Atalarının kudurmuş ırkçılığını çok gerilerde bıraktıklarına dair inançları, paradoksal bir şekilde ırkçılığın farklı biçimlerinin utanmadan ifade edilmesine izin vermiş olabilir.

Bu durum, Almanya’da Filistinlilerin kaderine yönelik yaygın kayıtsızlığı ve İsrail’e yönelik her türlü eleştirinin bir tür bağnazlık olduğuna dair inancı (Almanya’nın İsrail’in ihlallerine karşı birçok BM kararını tarihsel olarak desteklemesini göz ardı eden bir tutum) açıklamak için bir yoldur. Port, Almanya’nın 20. yüzyılın ilk soykırımı olan 1904-1908 yılları arasında Güney-Batı Afrika’da Alman sömürgeciler tarafından gerçekleştirilen toplu katliamlar için tazminat ödemek bir yana, bunu tam olarak kabul etmedeki başarısızlığını tartışarak argümanını güçlendirebilirdi. Port ayrıca, Alman egemen sınıfının yakın zamana kadar tarihsel yanılsamalarını ifşa etmek için, örneğin imparatorluk dönemi gücü ve kendi kendine yeterlilik hayalleri kuran Brexitçilerden daha az fırsata sahip olması nedeniyle başarılı bir görünüm sergileyen Alman bellek kültürüne çok fazla kredi veriyor.

Gerçekte, Almanya’nın geçmişini kınayarak bugünkü imajını güçlendirmeye yönelik resmi girişimler ülke içinde büyük bir dirençle karşılaşmıştır. Der Spiegel’in kurucusu ve editörü ve eski Nazilerin bir başka ilk hamilerinden Rudolf Augstein, 1998 yılında Berlin’deki Holokost Anıtı’nın Amerikan ‘Doğu Yakası’ elitlerini tatmin etmek için tasarlandığını belirtmişti. Tarihsel bellek, siyasi ve kültürel kurumlar tarafından sabitlenemeyecek kadar değişkendir; kolektif bir ahlaki eğitimin nesiller boyunca istikrarlı, homojen bir tutum üretebileceği her zaman mantıksız görünmüştür. Neyin hatırlanıp neyin unutulacağını belirleyen çok fazla faktör vardır ve Alman ulusal bilinçaltı yüzyıllık gizlilik, suçlar ve örtbasların yükü altındadır. Hem Doğu hem de Batı Almanya’da yaşamış ender Yahudi yazarlardan biri olan Jurek Becker, 1994 yılında Weimar’da yaptığı konuşmada, birleşik Almanya’da şiddet yanlısı Neo-Nazizmin yeniden canlanmasından, Soğuk Savaşçılar tarafından şımartılan ve hatta kucaklanan Nazilerin Batı Almanya’da gelişmeye devam etmesini sorumlu tutmuştu:

Nazi geçmişine bakışın mümkün olduğunca ılımlı olmasını, acımasız olmamasını sağladılar ve mümkün olan yerlerde bunu önlemeye çalıştılar … Karşılıklı olarak birbirlerini desteklediler ve birbirlerine nüfuz sağladılar. Kendilerini görenlerin ilerlemesini engellediler. O günlerde her şeyin kötü olmadığını, kurunun yanında yaşı da yakamayacağımızı söylediler. Bir ara, faşizmin çağımızın gerçek suçu olan Bolşevizme bir cevap olduğunu iddia etme fikrine kapıldılar.

İyi konumdaki pek çok kişi, Batı Almanların Üçüncü Reich’taki suç ortaklığı anlayışını tehlikeye atmak için çalıştı. Adenauer’in savunma bakanı ve daha sonra Bavyera başbakanı olan, Doğu Avrupa’nın ‘kanlı topraklarında’ Wehrmacht gazisi Franz Josef Strauss, ‘geçmişi arkamızda bırakma görevinin’ en iyi İsrail ile yapılacak savunma anlaşmalarıyla başarılabileceğini düşünüyordu. ‘Alman askerinin elindeki Uzi’nin antisemitizme karşı her türlü broşürden daha iyi olduğunu’ iddia eden Ralf Vogel, şimdi bu geçmişi geride bırakma tarzının erken bir temsilcisi gibi görünüyor – Şoah’tan kurtulan ve Almanya’nın ilk kadın siyaset bilimi profesörü olan Eleonore Sterling’in 1965’te ‘gerçek bir anlayış, pişmanlık ve gelecekteki uyanıklık eyleminin’ yerini alan ‘işlevsel bir filosemitik tutum’ olarak adlandırdığı şey. Frank Stern’in The Whitewashing of the Yellow Badge [Sarı Rozetin Aklanması] (1992) adlı kitabındaki acımasız teşhisi bugün de geçerliliğini korumaktadır: Stern’e göre Alman filosemitizmi, yalnızca ‘dış politikadaki seçenekleri meşrulaştırmak’ için değil, aynı zamanda ‘iç huzurun antisemitik, anti-demokratik ve aşırı sağcı fenomenler tarafından tehdit edildiği zamanlarda ahlaki bir duruşu çağrıştırmak ve yansıtmak için’ kullanılan bir ‘siyasi araçtır.’

Bu, demokratik deformasyonları gizlemek için Staatsräson’un ilk kez kullanılışı değildir. Örneğin 2021 yılında Almanya, İsrail ile savunma anlaşmaları yaparken, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işgal altındaki topraklarda işlenen savaş suçlarını soruşturma hakkına muhalefet etti. Aralık ayı ortasında, yirmi bin Filistinli katledilmiş ve salgın hastalıklar yerinden edilen milyonları tehdit ederken, Die Welt hala ‘Özgür Filistin yeni Heil Hitler’dir’ iddiasında bulunuyordu. Alman liderler Avrupa’nın ortak ateşkes çağrılarını engellemeye devam ediyor. Weizman, ‘Alman milliyetçiliğinin, İsrail milliyetçiliğine Alman desteğinin himayesi altında rehabilite edilmeye ve canlandırılmaya başlandığını’ söylerken abartıyor gibi görünebilir. Fakat kötü geçmişinden ders çıkarmaya çalışan tek Avrupa toplumu, açıkça asıl dersini hatırlamakta zorlanıyor. Alman siyasetçiler ve kanaat önderleri Netanyahu, Smotrich, Gallant ve Ben Gvir’e koşulsuz dayanışma göstererek sadece İsrail’e karşı ulusal sorumluluklarını yerine getirmekte başarısız olmuyorlar. Völkisch-otoriter ırkçılık ülke içinde yükselirken, Alman yetkililer dünyanın geri kalanına karşı sorumluluklarını yerine getirememe riskiyle karşı karşıyadır: bir daha asla canice etnik milliyetçiliğin suç ortağı olmamak.

DİPLOMASİ

ŞİÖ mesajı: Ayrışmaya karşı dayanışma

Yayınlanma

Global Times, 5 Temmuz 2024

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, yerel saatle 4 Temmuz sabahı Kazakistan’ın başkenti Astana’daki Bağımsızlık Sarayı’nda düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) 24. Devlet Başkanları Konseyi Toplantısı’na katıldı. Zirve ilk kez “ŞİÖ Devlet Başkanları Konseyi Toplantısı” ve “ŞİÖ Artı” toplantısı şeklinde gerçekleştirildi. Toplantıya Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in yanı sıra BDT, OECD, CICA, CSTO ve EAEC gibi uluslararası örgütlerin başkanları da davet edildi. Bu durum ŞİÖ ailesinin “akraba” ve “tanıdıklarının” arttığını ve “Şanghay Ruhunun” daha fazla tanınmaya başladığını göstermektedir. İniş ve çıkışlarla geçen 23 yıl boyunca ŞİÖ, kademeli olarak bölgesel bir örgütten küresel etkiye sahip bir güce dönüştü.

Çeşitli güvensizlikler, istikrarsızlıklar ve belirsizliklerle karşı karşıya olan bir dünyada, ŞİÖ daha fazla dost ve yeni ortakla yoluna nasıl istikrarlı bir şekilde devam etmelidir? Başkan Xi, “Şanghay İşbirliği Örgütü Artı” Toplantısında yaptığı konuşmada dayanışma ve karşılıklı güven, barış ve huzur, refah ve kalkınma, iyi komşuluk ve dostluk ile hakkaniyet ve adaleti vurgulayan beş öneri sundu. Bu öneriler sadece geçmişteki başarılı deneyimlerin bir özeti değil, aynı zamanda gelecekteki çeşitli değişikliklere yanıt vermek için gerekli bir seçimdir.

Başkan Xi’nin konuşması ayrıca mevcut uluslararası durumda ŞİÖ’nün önemli stratejik konumunun ve özel tarihi misyonunun altını çizdi. Güvenlik açısından ŞİÖ, Avrasya kıtasında barış ve istikrarın çıpası olarak hareket ederek diyalog, koordinasyon ve kazan-kazan işbirliği zihniyetiyle güvenlik sorunlarına yanıt verecektir. Ekonomik olarak, teknolojik yenilik ve kapsayıcılık yoluyla ticaret hegemonyasını kıracak ve üye devletlerin içsel ekonomik dinamizmini teşvik edecektir. Siyasi olarak, karşılıklı destek ve konsensüs oluşturma yoluyla müdahaleciliğe direnecek ve çok taraflılığın uluslararası düzenini birlikte inşa edecektir.

ŞİÖ tarafından sunulan değer kavramı da buna karşılık gelmektedir. Devlet Başkanları Konseyi’nin 24. Toplantısı “Astana Deklarasyonu”nu ve dünya adaletini, uyumunu ve kalkınmasını teşvik etmek için ülkeler arasında dayanışma çağrısında bulunan bir girişimi de içeren belgeleri kabul etmiştir. ŞİÖ’nün kapsamlı barış, güvenlik ve istikrarı teşvik etme ve pekiştirme ve demokrasi ve adaletle karakterize edilen yeni bir uluslararası siyasi ve ekonomik düzen inşa etme taahhüdünde kararlı olduğuna ve bu süreçte giderek daha önemli bir rol oynadığına dair derin bir his var. Başkan Xi’nin konuşmasında da belirttiği gibi ŞİÖ tarihin, hakkaniyetin ve adaletin doğru tarafında durmaktadır ve dünya için büyük önem taşımaktadır.

ŞİÖ’nün kolektif sesi aynı zamanda ortak bir tercihtir ve mevcut uluslararası ortamda önemli bir anlam taşımaktadır. Birkaç ülke bloklar arası çatışmayı teşvik edip “ayrışmayı” savunurken, ŞİÖ üyesi devletler de dış müdahale ve nifak tohumları ekme girişimleriyle karşı karşıyadır. Bu durum, hem ŞİÖ’nün genişlemesine karşı sert bir tutum sergileyen hem de “uyumsuz sesler” ve “iç çatışmalar” söylemlerini öne çıkarma eğilimi gösteren Batı medyasının son yıllardaki çelişkili tutumundan da anlaşılmaktadır. Buna karşılık, ülkeler arasında dayanışma, dünyada adaletin sağlanması, uyum ve kalkınma çağrısında bulunan ve yeni bir güvenlik sistemi, adil bir ekonomik ortam ve temiz bir dünya kurulması çağrısı yapan girişim, sadece Soğuk Savaş zihniyetinin açık bir reddini temsil etmekle kalmıyor, aynı zamanda jeopolitiği aşan daha yüksek bir vizyonu ve daha büyük bir aklı da gösteriyor.

Bu yılki toplantının bir diğer önemli özelliği de Belarus’un ŞİÖ’ye resmen katılmasıdır. Pek çok kişi Avrupa’nın coğrafi merkezinde yer alan Belarus’un daha önce ağırlıklı olarak Güney Asya ve Orta Asya’dan gelen üyelerden ayrıldığını belirtmiştir. Bu durum, etki alanı genişlemiş ve daha çeşitlenmiş bir ŞİÖ’ye işaret ediyor. Çin’in Suudi Arabistan (bir ŞİÖ diyalog ortağı) ve İran (o zamanlar bir ŞİÖ gözlemcisi) arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını kolaylaştırma çabalarının ardından, 2023’te İran ŞİÖ’ye resmen katıldı. Genellikle bölgesel kargaşa ve güvensizliği beraberinde getiren NATO’nun genişlemesinin aksine, ŞİÖ’nün genişlemesi bölgesel barış güçlerinde bir büyüme anlamına geliyor. Yüzölçümü, nüfusu ve potansiyeli itibariyle dünyanın en büyük bölgesel örgütü olan ŞİÖ, bu nedenle benzersiz bir çekiciliğe ve etkiye sahiptir.

Xi’nin, Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG önemli bir bileşeni olan İpek Yolu Ekonomik Kuşağı’nı inşa etme girişimini ilk kez Astana’da önerdiğini de belirtmek gerekir. Başkan Xi 2013 yılında bu önemli girişimi Astana’da önermiş ve uluslararası toplumdan güçlü bir tepki almıştır. Birçok ŞİÖ üyesi ülke, kalkınma stratejilerini proaktif bir şekilde KYG ile uyumlu hale getirerek, ilgili tüm ülkelere somut avantajlar sağlayan dostane bir işbirliği ve karşılıklı fayda atmosferini teşvik etti. Örneğin, kısa süre önce onaylanan Çin-Kırgızistan-Özbekistan demiryolu projesi, Orta Asya’nın denize erişimi olmaması kısıtlamasını tamamen ortadan kaldıracak ve Orta Asya’ya Avrasya kıtasında önemli bir ulaşım merkezi olma fırsatı sunacaktır.

Karşılıklı güven, karşılıklı fayda, eşitlik, istişare, farklı medeniyetlere saygı ve ortak kalkınma arayışından oluşan “Şanghay Ruhu”, ŞİÖ’nün sürekli büyümesi ve güçlenmesi için temel ilke haline gelmiştir. Aynı zamanda yeni bir tür uluslararası ilişkilerin inşasını teşvik etmek için bir bayrak görevi görmektedir. Astana Zirvesi’nden sonra Çin, 2024-2025 yılları için ŞİÖ dönem başkanlığını devralmıştır ve ŞİÖ’nün gelişimine yeni katkılar sağlamak için kesinlikle çok çalışacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Moskova ve Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 boru hattında neden anlaşmaya varamadı?

Yayınlanma

Yazar

Denis Morohın
Novaya Gazeta Europe
1 Temmuz 2024

Mayıs ayında Pekin’e gerçekleştirdiği bir başka resmi ziyarette Kremlin’in Çin ile “sınır tanımayan” ortaklığını iyimser bir şekilde dile getirmesine rağmen Vladimir Putin, Çin’e yeni bir boru hattı üzerinden gaz ihracatı için uzun süredir beklenen sözleşmenin imzalanmasına yaklaşılamaması nedeniyle gezisinden bir kez daha eli boş döndü.

Moskova ile Pekin’in Sibirya’nın Gücü doğalgaz boru hatlarından ikincisi konusunda son 20 yıldır içine düştükleri çıkmaz, büyük ölçüde Çin’in kendisine büyük avantajlar sağlamayan bir anlaşma yapma konusundaki isteksizliğine bağlanabilir. Pekin, bu dev altyapı projesini ilerletmek yerine, Moskova tarafından sunulan her yeni imtiyazı, bazen tüm teşebbüsü kasıtlı olarak sabote ediyormuş gibi görünse bile geri çevirmekten hoşnut görünüyor.

Moskova, Pekin’in bitmek bilmeyen talepleri karşısında ne kadar hayal kırıklığına uğramış olsa da çok farklı bir konumda; doğalgaz ithal etmek için birden fazla kaynağa sahip olan Çin’in aksine Rusya, yakın zamana kadar ana alıcısı olan Avrupa’yı neredeyse tamamen kaybetti ve yerine henüz benzer büyüklükte bir alıcı koyamadı. Tüm bunlar Çin’e kendi koşullarını dikte etme ve utanmadan Moskova’ya uç talepler sunma imkânı sağlıyor.

Rusya’nın enerji devi Gazprom ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Putin’in ikinci devlet başkanlığı döneminin ortalarında, 2006 yılında önerilen boru hatları için çerçeve belgeleri imzaladı. Proje, iki boru hattı inşa edilmesini öngörüyordu; bunlardan ilki Rusya’nın Uzak Doğusundan doğu rotasını izleyerek Habarovsk’tan Vladivostok üzerinden Çin’e uzanacaktı ve Sibirya’nın Gücü olarak adlandırılmıştı. İkinci boru hattı ise Batı Sibirya’yı Çin’e bağlayacaktı ve başlangıçta Altay boru hattı olarak adlandırılmış olsa da 2010’ların ortalarında adı Sibirya’nın Gücü-2 olarak değiştirildi. Sibirya’nın Gücü 2019’da faaliyete geçerken Sibirya’nın Gücü-2’nin inşaat çalışmaları, şartlar ve koşullar hala müzakere edildiği için henüz başlamadı. Karşılaşılan engellerden bazıları şunlar:

Birinci şart: Çin’e Rusya’nın yerel fiyatlarından gaz satmak

İlk çerçeve belgelerinin imzalanmasından kısa bir süre sonra Pekin, Moskova’ya gazını Avrupa’ya sattığı fiyatın yarısına hatta üçte birine satması için baskı yapmaya başladı. Hatta Çin’in Rus gazını ülkenin iç pazarı için kullanılandan daha da düşük bir fiyattan satın almak istediğine dair haberler çıktı.

CNPC başlangıçta 1000 metreküp için 70 dolar fiyat talep ettiyse de daha sonra bu rakamı yükseltti ve 100 dolar fiyatta anlaştı. Yine de bu fiyat, Gazprom’un Avrupa’ya sattığı 250 ila 300 dolardan üç kat daha düşüktü.

Böylesine mantıksız talepler karşısında Moskova, müzakereleri tamamen kesmeyi ve bunun yerine yurt içi gaz satışlarını artırmaya odaklanmayı tercih etti. Putin ile Çin yönetimi arasında birkaç tur süren müzakerelerin ardından Altay projesi 2009 yılında süresiz olarak askıya alındı.

Fakat Moskova, anlaşmaya varamaması halinde devasa ve hızla büyüyen Çin pazarına erişimini tamamen kaybedebileceğinden ve Çin’in doğalgaz tedariki için kısa sürede alternatif kaynaklar bulacağından endişe ediyordu. Ayrıca, Rusya’nın güçlü inşaat ve metalürji lobileri yeni boru hatlarının inşası için yoğun lobi faaliyetleri yürütürken Avrupa pazarında rekabet, ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) sevkiyatındaki artış ve Azerbaycan’dan artan gaz ihracatı nedeniyle şiddetleniyordu.

Bu baskılar Rusya’yı 2011 yılında tekrar müzakere masasına oturtmaya yetti ama taraflar bir kez daha ihracat fiyatı konusunda anlaşmaya varamadı. Rusya, Çin’in Avrupa’ya uyguladığı fiyat olan 1000 metreküp başına yaklaşık 350 doları kabul etmesini umarken Pekin, Rusya’ya sadece Türkmenistan’a ödediği kadar —yaklaşık 250 dolar— ödemeye hazırdı, bu nedenle müzakerelerde yine ilerleme kaydedilemedi.

Ancak Financial Times’ın mayıs ayındaki haberine göre Çin, Sibirya’nın Gücü-2’den Rusyalı yetkililer tarafından düzenlenen yerel fiyatları üzerinden gaz satın almasına izin verilmesi yönündeki ilk talebine geri döndü. Şu anda, bölgeye bağlı olarak bu fiyat, 1000 metreküp için yaklaşık 62 dolar.

Bu durum özellikle 2023 yılında Çin’in orijinal Sibirya’nın Gücü hattından satın aldığı gazın fiyatının 1000 metreküp için 287 dolara yükselmesiyle dikkat çekici —2021 yılında sadece 159 dolar ödedikten sonra— Avrupa’nın Rus gazı ithalatı için ödediği fiyatı bile aştı.

Ancak Reuters tarafından elde edilen gizli belgelere göre, fiyat 2027 yılına kadar 157 dolara düşebilir ve bu da sadece geçen yıl 6,3 milyar avroluk rekor bir zarar açıklayan Gazprom için ek mali kayıplara neden olur. Gazprom, 2023 yılında toplam 12 milyar avro zarar etti, ancak bu zarar kârlı petrol ve elektrik satışlarıyla kısmen telafi edildi.

İkinci şart: Fiyatın pahalı yakıtlara sabitlenmemesi

Bir diğer önemli engel de doğalgaz satış fiyatının hesaplanmasında kullanılan fiyat formülü oldu; bu formül, oranı dünya piyasalarında toplu olarak kıyaslama ölçütü olarak bilinen çeşitli yakıt türlerinin fiyatına bağladı.

Uluslararası gaz alım sözleşmeleri genelde Japonya Crude Cocktail (JCC), ABD’deki Henry Hub ve AB ve Birleşik Krallık’taki yakıt borsa kotasyonları gibi çeşitli endekslere bağlı. 2000’li yılların sonlarında Çin, Gazprom’un gaz ihracat fiyatlarını oldukça yüksek olan JCC kriterine bağlama önerisini reddederek şirketin projeyi bir kez daha birkaç yıllığına rafa kaldırmasına neden oldu.

Esasında Çinliler, 2013 yılında her iki boru hattı üzerinden gaz sevkiyatı için o dönemde ABD pazarındaki arz fazlası nedeniyle düşük olan ABD’deki kaya gazı fiyatlarına dayalı sabit bir fiyat üzerinde anlaşmayı önermişti. Fakat Ruslar Pekin’in önerisine itiraz ederek fiyat üzerinde zaten anlaşmaya varılmış olduğunu vurguladı. Bu durum müzakereleri bir kez daha rayından çıkardı.

Moskova ya da Pekin’den bu sözleşmenin herhangi bir kritere bağlanması yönünde bir talep gelip gelmediği bilinmiyor, ancak analistler Çin’in güçlü müzakere pozisyonunun avantajlı bir fiyat bağı için direnmesini sağladığına inanıyor. Novaya Gazeta’ya konuşan Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi analisti Petras Katinas, “Çin istediği formülü sözleşmeye dahil edebilecek güce sahip,” dedi.

Üçüncü şart: Boru hattının gazın gerekli olduğu yere yeniden yönlendirilmesi

2000’li yılların ortalarından bu yana, Pekin’in Sibirya’nın Gücü-2’ye yönelik bir diğer önemli itirazı da Moskova’nın başlangıçta “batı rotası” olarak adlandırdığı ve doğrudan Rusya’nın dağlık Altay bölgesinden geçerek Çin’in batısına ulaşması öngörülen boru hattının güzergahı oldu.

Bir dağ silsilesi üzerinden boru hattı inşa etmenin zorluklarına ve Rus çevrecilerin planladığı protestolara rağmen Altay rotası, Gazprom’un kesin tercihi, zira bu rota, Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki gaz sahaları ile Çin sınırı arasındaki en doğrudan rota.

Belki daha da önemlisi Gazprom, boru hattını Moğolistan ya da Kazakistan üzerinden geçirmekten imtina ediyor, zira bu durumda transit ücreti ödemek zorunda kalacak ve bu da kârını azaltacak. Önerilen güzergahla ilgili temel sorun, Batı Çin’in gaz talebinin, Sibirya’nın Gücü-2’nin nihai olarak sağlayabileceği 30 milyar metreküplük gaz kadar yüksek olmaması.

13 yıl süren müzakerelerin ardından Kremlin, nihayet Pekin’in taleplerine boyun eğdi ve Sibirya’nın Gücü-2’yi doğuya yönlendirmeyi kabul etti; bu da artık Çin’in endüstriyel olarak çok daha gelişmiş bölgelerine gaz ulaştıracağı anlamına geliyor. Fakat şimdi Rusya’ya düşen, transit bir ülkeyle anlaşmaya varmak.

Dördüncü şart: Çin’in yılda 30 milyar metreküp gaz almasını beklemeyin

Gazprom, 2006’daki müzakerelerin en başından itibaren Altay boru hattı üzerinden Çin’e yılda 30 milyar metreküp doğalgaz sevk etmeyi planlıyordu. Fakat proje müzakerelerinden 10 yıl sonra, Kremlin’i dehşete düşüren bir şekilde, CNPC’nin o dönemki başkanı Vang Yilin basın mensuplarına verdiği demeçte 30 milyarlık rakamın sadece basın tarafından dile getirildiğini ifade etti. Sibirya’nın Gücü-2 üzerinden yapılacak nihai gaz sevkiyatının gerçek hacminin hala müzakere edilmeyi beklediğini söyleyen Vang, tek bir yorumla müzakereleri en başa döndürdü.

Rus gazetesi Kommersant’a göre Çinliler, 2000’li yılların ortalarında Gazprom’un boru hattının yılda 30 milyar metreküp gaz taşıma kapasitesine sahip olmasını şart koşmuş, ancak sadece yılda 10 milyar metreküp gaz satın almayı garanti etmişti.

Dahası, geçen yıl Çinli yetkililer Türkmenistan’dan gelen ve Sibirya’nın Gücü-2 ile aynı kapasiteye sahip bir doğalgaz boru hattı olan D Hattını ülkenin başlıca enerji altyapısı önceliği olarak belirledi.

Columbia Üniversitesi’nden enerji araştırmacısı Erica Downs, Çin’in 2030’dan önce Sibirya’nın Gücü-2 gazına ihtiyaç duymasının muhtemel olmadığını söylerken CREA’dan Petras Katinas, Çin’in 2030’ların ortalarına kadar Rusya’dan bu ölçekte gaz sevkiyatına ihtiyaç duymayacağını öngördü.

Beşinci şart: Çin’in Rusya’nın iç enerji pazarına erişimine izin verilmesi

Putin’in görevde olduğu süre boyunca yılda birkaç kez üst düzey Çinli yetkililerle bir araya gelerek Pekin yönetimini etkilemeye çalışmasına rağmen, iki ülke arasındaki sınırsız karşılıklı güven ve dostluk iddiaları ne kadar sık dile getirilirse getirilsin, herhangi bir gerçekliği yok gibi görünüyor.

Esasında konu gaz sevkiyatını tartışmaya geldiğinde, Moskova ile Pekin’in birbirlerinin gaz işinin en kutsalları olan üretim ve satışa erişimini defalarca reddetmesi nedeniyle ortada hiç güven olmadığı ortaya çıkıyor.

CNPC, Doğu Sibirya’daki yeni sahalarda gaz üretimine dahil olmayı, sadece yakıt üretmeyi değil, aynı zamanda Gazprom ile birlikte Rusya’da bir yerel gaz boru hattı inşa etmeyi ve yönetmeyi umuyordu. CNPC’nin Rusya’nın yerel gaz işine girme arzusu ve Rusya’nın yabancıların kendi iç pazarına girmesine izin verme konusundaki isteksizliği, Sibirya’nın Gücü-2’nin daha fazla gecikmesi anlamına geliyordu.

Rusya da Çin’de kendine bir yer edinmeye çalıştı. 2013 yılında dönemin başbakan yardımcısı Arkadiy Dvorkoviç, Altay boru hattının inşasının Çin’in iç gaz piyasasının liberalleşmesine bağlı olduğunu ve Çin’deki fiyat düzenlemesinin zayıflaması halinde Gazprom’un bir zamanlar Avrupa’da yaptığı gibi kendi yakıtını kendisinin pazarlamayı tercih edeceğini açıkladı. Fakat çok geçmeden Pekin’in yabancı bir aktörün pazarlarına girmesine izin vermeye niyeti olmadığı ortaya çıktı.

Altıncı şart: Pekin’den kredi alın

Çin’in Rusya’nın iç gaz işine müdahil olması konusu gündeme gelirken aynı zamanda Çinli bankaların Gazprom’a yeni boru hattını inşa etmesi için borç vermesi ve bu borcun ne kadar olabileceği de tartışılıyordu.

Gazprom, 2014 yılına kadar yeni boru hattının inşasını kendi yatırım programını kullanarak finanse edeceğini söylüyordu, ancak Rusya hükümetinin Gazprom’a Rusya Ulusal Varlık Fonu’ndan kredi verilmesini onayladığı da konuşuluyordu.

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Gazprom’un bir anda dış borç piyasalarının kendisine kapalı olduğunu fark etmesiyle her şey bir gecede değişti. İşte bu noktada her iki boru hattı projesini finanse etmek için bir Çin kredisi gündeme geldi.

Gazprom’un mali zorluklarından sonuna kadar faydalanan Çin, Altay projesinde ilerlemeyi şirketin boru hattının Rusya bölümünü inşa etmek için “ortağından” kredi almayı kabul etmesi koşuluna bağladı. Bir Çin bankasının finansmanını kabul etmesi için Moskova’da lobi faaliyeti yürüten Pekin, 8 milyar ila 15 milyar dolar arasında bir gelir elde etmek üzere kendi bankacılık sektörünü kurmuş oldu.

Ancak Rusya ve Çin’in faiz oranı ve kredinin diğer koşulları üzerinde anlaşamaması, iki tarafı bir kez daha çıkmaza sürükledi. Gazprom’dan bir kaynağın 2015 yılında Reuters’a verdiği demeçte şirketin inşaatı finanse etmek için kendi mali kaynaklarından yoksun olduğunu söylediği bildirildi.

Yedinci şart: Çin’e esnek hacimlerde gaz teslimatı yapılması

Aşılamayan bir başka mali engel de gaz sözleşmelerinde standart bir madde olan ve alıcı teslim edilen her şeyi satın almasa bile ödenmesi gereken minimum hacmi belirleyen al ya da öde koşulu oldu.

Novaya Gazeta’nın kaynaklarına göre Gazprom, orijinal Sibirya’nın Gücü boru hattı sözleşmesinde belirlenen standart olan yüzde 80’in altında bir al ya da öde seviyesini kabul etmeyecek, ancak Pekin bu koşulları kabul etmeyecek.

Petras Katinas, Novaya Gazeta’ya verdiği demeçte, Pekin şu anda al ya da öde şartlarıyla yeni bir sözleşme imzalama niyetinde olmasının pek mümkün olmadığını söyledi ve Pekin’in muhtemelen teslimatlar için sabit bir fiyatta ısrar edeceğini ya da esnek hacimler talep edeceğini, böylece ihtiyacı olmayan gazı satın almak zorunda kalmayacağını da sözlerine ekledi. Katinas, aynı zamanda Çin’in, şirketin mali durumunun kötü olduğunun bilincinde olarak, boru hattının inşasını finanse etmek için Gazprom’un Çin’den kredi almasında ısrar edebileceğini düşünüyor.

Boş umutlar

Birkaç yıl içinde Gazprom, batı güzergahında bir boru hattı inşası için Çin ile yakında bir sözleşme imzalayacağını duyurmasının 20. yıldönümünü kutlayacak.

Çin’in devasa inşaat projesini durdurmak için kullandığı tüm araçlar hala elinin altında ve bu süre zarfındaki tek önemli gelişme boru hattının doğuya kaydırılmış olması.

Çin coğrafi konumu itibariyle şanslı ve etrafı gaz tedarikçileriyle çevrili; Türkmenistan ve Myanmar’dan boru hattıyla yakıt almanın yanı sıra Orta Doğu ve Avustralya’dan da LNG sevkiyatı yapıyor. Bunun da ötesinde Gazprom tarafından Sahalin adasında ve Novatek tarafından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki Yamal Yarımadası’nda üretilen Yamal LNG de var. Sonuç olarak Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 konusunda acele etmeyebilir.

Ancak neredeyse 20 yıldır Çin’in şartlarını kabul edemeyen ve kendi şartlarını belirleme çabalarında başarısız olan Gazprom’un artık kaçacak bir yeri kalmadı. Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinden bu yana Avrupa pazarının neredeyse tamamını kaybetmesi, gaz üretiminin 1983’ten bu yana görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyor ve şirketin hala Batı Sibirya gazını gönderecek bir yere ihtiyacı var. Sonuç olarak Çin, Moskova’nın zayıf bir pazarlık pozisyonunda olduğunu ve sözleşme yapmak için giderek daha fazla çaresiz kaldığını çok iyi bilerek neredeyse her türlü taviz için bastırabilir.

Columbia Üniversitesi araştırmacıları Erica Downs, Akos Losz ve Tatiana Mitrova tarafından hazırlanan raporda, “Proje inşa edilirse ve edildiğinde, muhtemelen Çin’in şartlarına göre olacaktır,” denildi. Novaya Gazeta’ya konuşan Downs’a göre Çin hangi tür yakıt bağımlılığının —Rusya’dan boru hattı gazı mı LNG teslimatları mı— daha riskli olduğuna karar vermeli. Downs’a göre Çin’in LNG ile ilgili sorunu, LNG taşıyan bazı tankerlerin uzun deniz yollarını kullanmak zorunda kalması olabilir ki bu da Pekin’in “ABD tarafından kesintiye uğratılmaya açık olarak algıladığı” bir durum.

Katinas, “Çin’in enerji güvenliğine odaklandığı göz önüne alındığında, ülkenin Rus gazına olan bağımlılığını kayda değer ölçüde artırmak isteyip istemediği epey şüpheli. Ancak ithalat için ek bir seçeneğe sahip olmak, küresel gaz piyasasında aksaklıklar yaşanması durumunda avantaj sağlayabilir,” diye konuştu.

Çin’in sahip olduğu çok sayıda etki aracına rağmen, Sibirya’nın Gücü-2’nin akıbeti belirsizliğini koruyor. Ukrayna’da savaşın patlak vermesinden bu yana Pekin’in yeni sınır ötesi enerji altyapı projeleri ve Rusya’nın enerji sektörüne yatırım yapma konusunda temkinli davrandığını belirten Downs, “Dolayısıyla Çin’in bu boru hattıyla ilgili karar verme konusunda zaman lüksü var,” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English