Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Amerikan başkanlık seçiminin yansıttığı büyük yarılma: Trump’tan ötesi JD Vance  

Yayınlanma

‘Amerikan Yeni Sağ’ı, tekno-leberteryenlerin ‘post-liberalizmi’

“Amerika bir fikirdir; herhangi bir ordudan daha güçlü, herhangi bir okyanustan daha büyük, herhangi bir diktatör veya tirandan daha güçlü bir fikir. Dünya tarihindeki en güçlü fikirdir…”

Joe Biden 24 Temmuz’da Demokratik Partisi tarafından ekarte edilirken yaptığı tuhaf yazılı duyurudan günler sonra gelen ‘ulusa seslenişinde’ bu adeta ‘dinsel’ söyleme başvurmuştu. Bu temel kalıp yeni de değildir. 5 yıl önce Donald Trump karşısında başkanlığa aday olduğunda da neredeyse aynısına başvurmuştu: “Amerika halkı bir fikirdir – Herhangi bir ordudan daha güçlü, herhangi bir okyanustan daha büyük, herhangi bir diktatör ya da tirandan daha güçlü bir fikir. Dünyadaki en umutsuz insanlara umut verir. Herkese haysiyetli davranılmasını garanti eder. Ve nefrete güvenli bir liman vermez.”

Elbette bu önermelerin hiçbiri doğru değil. Dünyanın hemen her yerinde coğrafya, etnik köken ve iddia olunan ama uygulanması hiç de zorunlu olmayan fikirler ulus-devlet otoritesine katkıda bulunur. Biden’ın Amerikan istisnacılığının tezahürü olan iddiaları ise uzun süredir neocon yayılmacılığının argümanlarından birisi olup çıkmıştır.

Birleşik Devletler, 5 Kasım’da başkanlık seçimine giderken, belki bu iddiaya temelden itiraz etmeseler bile ‘Amerika’nın bir ulus ve ülke olduğu’ temasını işleyen bir cephe var: Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump ile başkan yardımcısı adayı Ohio senatörü James David Vance. Trump, tüm dünyaya ‘mal oldu’. Nam-ı diğer JD Vance ise ‘Trump faktörünü’ başka boyutlara taşıma potansiyeli barındırıyor.

Trump’ın 13 Temmuz’da uğradığı suikast girişiminden kurtulduktan sonra 15 Temmuz’da başlayan Cumhuriyetçi Parti’nin Wisconsin/Milwaukee’deki Kurultayı’nda yardımcı adayı gösterdiği JD Vance, daha genç yaşlarında kendisini ‘Hitler’e benzetmiş’ bir isim. Buna rağmen aday yapılması, önümüze Amerikan hegemonyasındaki kırılmalar ve müesses nizamın iç sancılarını yansıtan, siyasi elitler ve perde arkasındaki sermaye güçleri ile Amerika’nın kültürel kapışmaları açısından dikkat çekici bir denklem çıkarıyor.

Trump’a hala ikinci bir suikast girişimi olasılığından söz edilirken, belki de artık Trump’ın da Cumhuriyetçi cephenin de sigortası Vance. Ve ABD siyasi sistemindeki ‘kuşak değişimine’ işaret etmekte.

HILBILLY ELEGY VE SONRASI…

JD Vance 2 Ağustos’ta 40 yaşına basan 1984 doğumlu genç kuşaktan bir isim. Trump 5 Kasım’da ipi göğüslerse ABD’nin en genç başkan yardımcısı olacak. Ara seçimlerde Ohio’dan senatör seçileli sadece iki yıl oldu.

2016’da yayınlanan otobiyografisi ‘Hilbilly Elegy’ (Dağ Köylüsüne Ağıtı) çok satanlar listesinde yerini alıp 2020’de Netflix’te aynı isimde bir filme dönüştüğünden beri daha görünür. Amerikan Orta Batısı’ndan (Kentucky-Ohio hattından) yoksul beyaz işçi sınıfı aileden gelen JD’nin hikayesi, uyuşturucu bağımlısı boşanmış bir hemşire olan annesi, hayata tutunmasını sağlayan büyükannesi ve daha sonra eşi olacak ikinci kuşaktan Hint asıllı kız arkadaşının yoldaşlığı eşliğinde eğitimli üst sınıfın ‘redneck’ aşağılamasında ifadesini bulan ‘dışlanmış Amerika’yı yansıtıyor.

Ohio’dan deniz piyadelerine, Irak’ta hayal kırıklığı yaratan savaşa ve prestijli Yale Üniversitesi’ne uzanan hayal yolculuğu aynı zamanda zeka ve bireysel çabalarla meşhur ‘Amerikan rüyasını’ gerçek kılma temasını barındırıyor. Sürekli değişen koşullara adapte olmaya çalışan bir kişiliğin düşünsel dönüşümleriyle birlikte Amerika’nın varlıklı siyasi elitleri ve şirketler dünyasından oluşan oligarşik yapının hem parçası olma hem reaksiyonu yansıtıyor.

Yale’de okurken yazdığı Hilbilly Elegy’deki JD Vance’ın hayatı mezuniyet ve müesses nizamda aralanan kapılarla sona eriyor. Gerçek hayattaki devamına bugün başkan yardımcılığı adaylığı vesilesiyle dikkat kesilebiliyoruz.

ÇAY PARTİSİ’NDEN ‘YENİ SAĞ’A…

Vance’ın hayatı 2011’de Yale Hukuk Fakültesi’nde Alman asıllı girişimci Peter Thiel’i dinlemesiyle değişiyor. Thiel’in elitlerin inovasyonla rekabetçi ilişkisini eleştirdiği konuşması ona esin kaynağı oluyor. Stanford eğitimli Thiel, öğrencilere üniversiteyi bırakıp girişimcilik yapmaları için para ödemesiyle tanınıyor. Vance, Thiel ile iletişime geçiyor ve kısa sürede yükselişi başlıyor.

PayPal’ın kurucularından olan Peter Thiel, Silicon Vadisi’nin önde gelen yatırımcılarından. Airbnb, Stripe, Affirm, SpaceX ve Facebook gibi şirketlere kaldıraç olurken ülkenin en zenginlerinden biri haline geliyor. Yine Amerikan devletiyle büyük sözleşmeleri olan devasa gözetleme yazılımı şirketi Palantir Technologies’in kurucu ortağı.

JD Vance mezuniyet sonrası Thiel’in yardımıyla 2013’te San Francisco’da biyoteknoloji şirketi Circuit Therapeutics’te iş buluyor. Bilmediği bir alanda yönetim becerisiyle dikkatleri topluyor. Ardından yine Thiel ile bağlantılı risk sermayesi şirketi Mithril Capital’da işe girip kurucu ortağı haline geliyor. Bu arada 2016’da yayınlanan kitabıyla NY Times’ın çok satan yazar listesine giriyor. Vance, Trump’in seçilmesinden iki ay önce San Francisco’da Thiel, Andreessen, Altman, Marc Benioff gibi teknoloji oligarklarıyla bir yemekte “Amerika’da işçi sınıfının yaşadığı zorluklar ve işin geleceği” temalı toplantıda ‘fikir yarıştırarak’ saygılarını da kazanıyor.

Sonra memleketi Ohio’ya dönen Vance, 2018’de yerel start-up’lara destek hedefli ‘Comeback Cities Tour’da yerini alıyor ve Batı yakası risk sermayedarlarına bölgenin opioid krizi nedeniyle yaşadığı zorlukları anlatan bir figüre dönüşüyor. Aralık 2019’da, Mithril’den meslektaşı ile Ohio merkezli girişim sermayesi firması Narya Capital’i kuruyor. (Mithril, Palantir, Narya’nın hep J.R.R. Tolkien’in ‘Yüzüklerin Efendisi’ destanından esinli olması dikkat çekici.)

Vance, Trump’ın Amerikan siyasetini sarstığı 2016-2020 yıllarında ‘Never Trump’çı (Asla Trump). Mezhep değiştirerek Katolik Kilisesi’ni seçtiği ve Cumhuriyetçi Parti içerisinde hızla yükseldiği yıllarda dönüşüme uğruyor. 2021’de Senato’ya adaylığını açıkladığında artık MAGA’cı (Make America Great Again-Amerika’yı tekrar büyük yap). 2021-22’de en büyük destekçisi de iddiaya göre kampanyasına 15 milyon dolarlık bağış yapan Peter Thiel’den başkası değil.

DEMOKRATLARIN PANİĞİ

Demokratik Parti’ye yakın neoliberal gazeteci ve yorumculara göre, Vance, ‘Silikon Vadisi’nin varlıklı teknoloji girişimcileri ile kripto para lobisinin ürünü’. Musk, Sacks ve Andreessen gibi isimlerle birlikte bir ‘Peter Thiel ağından’ söz ediliyor.

Aslında Peter Thiel, ‘Amerikan siyasi sisteminde artık özgürlük ve demokrasinin uyumlu olduğuna inanmadığı’ yıllardır bilinen bir liberteryen. Demokratlar onu ‘Amerikan yeni sağının’ vaftiz babası olarak görüyor. Thiel, Amerika’nın yayılmacı dış maceralarına itirazıyla öne çıkan senatör Ron Paul’e desteğiyle de tanınıyor.

Musk ve Sacks gibi isimler Demokratların ‘toplumsal cinsiyet’ ve ‘çocuklarda cinsiyet değişimi’ gibi mühendisliklerini açıkça eleştiren isimler. Peter Thiel ise evanjelik olarak yetiştirilen bir liberter ve açık bir eşcinsel. 20 yıl birlikte olduğu finans uzmanı ve portföy yöneticisi Matt Danzeisen ile 2017’de evleniyor. Bir kız çocuğu yetiştiriyorlar. Thiel, Cumhuriyetçi Parti’nin 2016 Kurultayı’nda sahneye çıkıp “Eşcinsel olmaktan gurur duyuyorum” demişti. Trump da kabul konuşmasında IŞİD’e bağlılık yemini eden bir teröristin Orlando’daki eşcinsel gece kulübünde 49 kişiyi öldürmesine atfen LGBTQ topluluğuna desteğini dile getirmişti.

Demokratik Parti’nin ‘ilerlemeci’ penceresinden bakanlar, yıllardır ‘serbest piyasa özgürlükçüleri, dış politika şahinleri ve sosyal muhafazakârların ittifakı’ olan ‘Amerikan muhafazakârlığının’, 2016’da Trump’ın seçilmesiyle dönüşümüne işaret ediyor. Artık ana başlık ‘Çay Partisi’ hareketi değil ‘Yeni Sağ’. Bu amorf kitle kendilerini post-liberalist olarak da anıyorlar. ‘Daha milliyetçi, daha az özgürlükçü, daha az serbest piyasacı’, ‘ticaret anlaşmalarının Amerikan işçileri üzerindeki zararlı etkileriyle daha fazla ilgili’…

Demokratlar ‘beyaz üstünlükçülerle’ birlikte andıkları bu ‘Yeni Sağ’da ‘Amerikan demokrasisini ve devletini çökertecek faşizmin ayak seslerini’ işitiyorlar. Silikon Vadisi’nden ‘diktatörlüğü tercih edilebilir bulan’ tehlikeli bir ideolojinin yeşerdiğini söylüyorlar. Ulus devletleri şirket diktatörlükleri tarafından yönetilecek küçük bölgelere ayıracak bir ‘ağ devletini’ hedeflediklerine dair bir komplo teorisinden söz ediyorlar. Şimdilerde ‘Proje 2025’ diye tartışılıyor. Ana tema; ‘federal hükümetin kontrolünü ele geçirme, 500 bin bürokratı işten çıkarma ve hükümeti sağcı bir araç haline getirmek’ diye sunuluyor.

JD Vance’ın başkan yardımcısı adaylığıyla birlikte gösterdikleri ‘kanıt’ Vance’ın Heritage Vakfı’nın başkanı Kevin Roberts’ın eylül ayında çıkacak yeni kitabı ‘Dawn’s Early Light’a (Şafağın Erken Işığı) önsöz yazması. Rivayet o ki kitap önce ‘Amerika’yı kurtarmak için Washington’ı yakmak’ alt başlığıyla duyurulmuş ve kapağının ortasında bir kibrit yer almış. Sonra ‘Amerika’yı Kurtarmak için Washington’ı Geri Almak’ diye değiştirilmiş ve kibrit çıkarılmış.

Sözcüsü Vance’ın önsözünün ‘Proje 2025’ ile ilgisi olmadığını ve kitaptaki taleplerle pek çok konuda anlaşmazlığı bulunduğunu duyurdu. Trump ise “Pek çok nokta iyi. Birçok nokta kesinlikle saçma… Belgeyle hiçbir ilgim yok” açıklaması yaptı.

Komplo teorileri bir yana tekno-liberter bu ağın Vance’ın adaylığı için Trump nezdinde yoğun kulis yaptığı anlaşılıyor. Biden yönetiminin, kripto endüstrisini engelleyerek, yapay zekayı düzenlemeye çalışarak ve start-up kurucularının şirket satın almalarıyla uğraşarak onları çileden çıkarttığı ortada. Vance’ın küçük ve orta ölçekli teknolojinin temsilcisi olarak Silikon Vadisi ile bağlarının yeni bir inovasyon çağının başlamasına yardımcı olacağı söyleyenler eksik değil.

FELSEFİ ESİN KAYNAKLARI

Amerikan Yeni Sağ’ı Demokrat çevrelere göre, ‘çevrimiçi filozoflar, sanatçılar, post-solcular veya heterodoks uçlardan’ oluşuyor. Kimse liderlik etmiyor ama kilit figürler var.

Örneğin Vance’ın kimi söyleşilerinde andığı Curtis Yarvin. ‘Mencius Moldbug’ müstehar ismini de kullanan eski bir yazılım mühendisi olan Yarvin, ‘Yeni Sağın filozofu’ olarak sunuluyor. Yarvin ‘Amerikan demokrasisi ve yürütme organının gücünün ulusal çıkarlardan çok sistem içinde statü için rekabet etmeyi önemseyen eğitimli bir oligarşiye dönüştüğünü’ söylüyor. Yarvin’e göre çözüm, Amerikan oligarşisinin ‘yerini, bir bilgisayar programcısının kötü bir kodu ayıklaması gibi Amerikan siyasi düzenini ayıklayabilecek, bir start-up CEO’su tarzında güçlü bir lidere bırakması’. Yarvin, ana akım neoliberal medya için “Onlar sadece kendisi gibi insanlara saldırarak geçimlerini sağlamak zorunda olan yırtıcı hayvanlar. Sadece karınlarını doyurmaları gerekiyor” diyor

Yanı sıra Notre Dame’da profesör olan Patrick Deneen var. 2018 tarihli ‘Liberalizm neden başarısız oldu’ isimli kitabında, ‘liberal modernitenin insan doğasına ilişkin onarılamaz derecede bireyci bir görüşe dayandığı ve topluluk ve aile yaşamı yerine özerkliğe değer veren bir kültüre yol açtığını’ savunuyor. Ona göre liberal modernite ‘kadınları ev işlerinden kurtarırken piyasa kapitalizminin güçlerinin daha kuşatıcı esaretine soktu’. Deneen, eşcinsel evlilikleri de geleneksel ahlaki biçimlerden ziyade bireysel tercihlere dayandığı için ‘bir sosyal çözülme biçimi’ olarak eleştiriyor.

Demokratlar Deneen’in Vance’a esin kaynağı olduğunu söylüyorlar. Nitekim Vance Mayıs 2023’te Katolik Üniversitesi’nde Deneen’in son kitabı ‘Rejim Değişikliği’nin lansmanında konuşmacı olmuş.

ANTİ-FEMİNİZM VE KEDİ KADINLAR

ABD’de ‘ilerlemecilik dini’ kimlikçilikten beslenirken kadın ve eşcinsellik baş temalar. Demokratlar için Trump ‘düz maço’. Muhafazakar görüşlerini daha ‘entelektüel’ bir çerçeveye oturtan Vance ise daha büyük sorun. En büyük tartışma 29 Temmuz 2021’de muhafazakar gazeteci Tucker Carlson’ın henüz Fox News’tan kovulmamışken katıldığı programındaki sözlerinden çıkıyor.

Vance “Demokratlar ve şirket oligarklarımız aracılığıyla ülkede etkin bir şekilde yönetiliyoruz” diyerek Kamala Harris ve Alexandria Occasio Cortes’e (AOC) atıfla ekliyor: “Kendi hayatlarından ve yaptıkları seçimlerden mutsuz olan ve bu yüzden ülkenin geri kalanını da mutsuz etmek isteyen bir grup çocuksuz kedi kadın tarafından yönetiliyoruz. Bu yüzden ülkenin geri kalanını da mutsuz etmek istiyorlar.”

Vance, kısa süre önce eleştirilere “Medya senatör bile olmadan yaptığım sarkastik yorum yüzünden saldırıya uğramış hissediyorsa ben de bir sürü şeyden ötürü saldırıya uğramış hissediyorum” diye yanıt verdi. Sonra da ‘market fiyatlarından Kamala Harris’in göç politikaları ve entelektüel kapasitesinin toplum karşısında röportaj veremeyecek denli düşük olmasına’ uzanan ‘saldırıya uğramışlık’ listesi çıkardı.

Vance, boşanma konusunda “Belki anne ve babalar için işe yaramıştır ama çocukları için pek de işe yaramadı” derken kendi zorlu çocukluğunu çağrıştırıyor. Liberal Vice News’un ‘insanların çocuklarının iyiliği için şiddet içeren evliliklerde kalmaları gerektiğine inandığı’ yolundaki yayınıyla ‘sözlerini çarpıtmakla’ suçluyor. Boşanmaya temelde itiraz ettiği inkar edilemez bir gerçek.

‘Biyolojik cinsiyeti’ adeta ayıplı gören Demokratların ‘toplumsal cinsiyet’ mühendisliğine şüpheyle yaklaşan Vance kürtajı ancak tecavüz ve ensest vakalarında destekliyor.

Vance’ın kişiliği, hayatı ve genel çizgisinin ‘çelişkilerle’ örülü olduğu açık. Eşi Usha Vance (Usha Chilukuri) Hintli bir göçmenin kızı olarak San Diego’nun banliyölerinde büyümüş. Yale’den Cambridge’a geçerken çoğunlukla liberal çevrelerde bulunmuş. San Francisco’da kurumsal kültürünü ‘radikal bir şekilde ilerici’ diye tanımlayan hukuk firmasında kurumsal dava avukatlığı da dikkat çekici.

MEŞHUR RÖPORTAJ

Vance’ın en çok atıf yapılan söylemlerinin kaynağı; bir vakit “İlerlemeci feministlerin tecavüze ihtiyacı var” sözleriyle tepki çekmiş Jack Murphy ile senato adaylığı sırasında Eylül 2021’deki podcast röportajı. Vance’ın görüşlerinin temel izlediğini barındıran söyleşideki argümanları şöyle:

1) GÖÇ KRİZİ VE IRKÇILIK

Biden yönetiminin 2021 çekilmesiyle Afganistan’dan mülteci akımının yaşandığı bir ortamda Vance, ırkçılık ithamlarına insanların derisinin rengiyle ilgilenmediğini söyleyerek yanıt veriyor. “Amerika’ya gelip çok çalışıp ülkeye karşı sorumluluklarını yerine getiren insanların Amerikalı olduklarını” belirtirken, kültürel kapışma ve entegrasyon sorununun meseleyi değiştirdiğini söylüyor.

Anket verilerinin gelen Afganların yüzde 40’ının intihar saldırılarını meşru kabul edebildiğini, yüzde 95’inin eşinin taşlanarak öldürülmesini makul karşıladığını gösterdiğini belirtiyor. Liberal Hollywood’un FBI dizileri Minneapolis’teki Somali toplumunun kadın sünneti meselesini hassasiyetlere dikkat ederek ele alırken, Vance ‘küçük Mogadişu’daki entegrasyon sorununa atıfla “Toplumunuzda böyle şeyleri istememek ırkçılık anlamına mı geliyor” diyor.

Vance’a göre, ABD ‘göç ülkesi’ olarak bu tür aşamalardan geçti. 1920’lerde İtalyan ve İrlanda göçmenleriyle suç oranlarının artışı ve mafyalaşmanın ‘göç freni’ getirdiğini söylüyor. Bu sayede yeni gelenlerin ‘daha geniş Amerikan kumaşına’ entegre olması için zemin yaratıldığını belirtiyor. Ancak 1990’lar ve 2000’lerde oligarşinin ‘asimilasyon’ perspektifini tümden yitirdiğini ve artık yeni gelenlere ülkeyi ‘sadece yararlanılacak bir şey görme’ fikri sunduğunu…

Vance kendi komplo teorisini çiziyor: “Bunun arkasında toplumu bölerek ve bir kısmını ‘harcanabilir’ kılarak vatandaşların sorunlarıyla ilgilenmek durumunda kalmayan güçlü insanlar var” diyor.

Vance’a göre ABD de diğer ulus devletler gibi ‘linguistik, kültürel ve dini gelenekler’ üzerinde yükselmek ve yeni gelenlerin buna katılmasını istemek durumunda. Oysa tam aksinin yapıldığı; kurucu babaların sadece kötü yanlarıyla hatırlandığı, heykellerinin yıkıldığı, Amerikan tarihinin dürüst biçimde eğrisi-doğrusuyla ele alınmasını dışlayan yeni bir müfredatın benimsendiğini ve yeni gelenlere de ‘asimile olmamalısınız’ dendiğini söylüyor. Bunun herkesin birbirinden nefret ettiği ‘balkanlaştırılmış’ bir ülke yaratacağı görüşünde.

Vance, günümüzdeki Amerikan liderliğinin ideolojisini ‘sosyal ilerlemecilik ve küreselleşmecilik’ diye tanımlarken, “Liderlerimiz o kadar yozlaşmış ve aşağılık ki, onların kültürüne asimile olursanız, çöp gibi liberal elit kültürüne asimile olursunuz” diyor. Önerisi ‘Amerikan lider sınıfından kanserli hücrelerin çıkarılması’ ve kurucu babaların atıf yaptığı ‘politik dini’ ve ‘ortak değerleri’ yerleştirmek.

2) OLİGARŞİDEN KURTULMAK

Vance önce ‘seçimleri’ sayıyor ama Amerikan siyasi elitlerinin woke ideolojisinin medyayı, akademiyi, şirketleri, her türlü eğitim ve spor kurumunu ele geçirdiğini söylüyor. Önerisi Almanya’daki denazifikasyon veyahut Irak’taki debaasifikasyon. “Bizim artık bir anayasal cumhuriyetimiz yok. Her şeyi kontrol eden idari bir devletimiz var” diyor. “Cumhuriyetin sonlarındayız. Halkın neredeyse hiç güce sahip olmadığı bir noktaya çok yakınız. Oligarşi çoğunu ele geçirmiş durumda. Eğer buna karşı koyacaksak, oldukça vahşi ve oldukça ileri gitmeli ve şu anda pek çok muhafazakarın rahatsız olduğu yönlere doğru ilerlemeliyiz” sözleriyle devleti ele geçirmeyi salık veriyor.

2024’te yeniden seçilmesi halinde Trump’a tavsiyelerini şöyle sıralıyor: “İdari devletteki her orta düzey bürokratı kovun. Onları bizim insanımızla değiştirin. Ve mahkemeler -çünkü mahkemeye taşıyacaklardır- sizi durdurursa Andew Johnson’ın yaptığı gibi ülkenin karşısına çıkın ‘Baş Yargıç kararını verdi, şimdi bırakın uygulasın!’ deyin.”

Demokratlar bu sözleri ‘açık darbe çağrısı’ olarak okurken, Vance’a göre artık ‘kararnamelerin yasamanın üzerine çıktığı’ ABD’de zaten ‘anayasal kriz’ hali var.

Vance kısa süre önce George Stephanopoulos’un sıkıştırıcı soruları karşısında “Hayır, hayır, George, hükümetteki herkesi kovun demedim. Orta düzey bürokratların yerine yönetime karşı duyarlı insanlar getirin dedim” diyerek yanıt verdi.

Vance 2021 söyleşisinde, açıkça ‘solu kurumsallıktan arındıracak siyaset izlemekten’ söz ederken, muhafazakarların gücü ele alınca ‘büyük cesaretle’ yapması gerekenleri şöyle sayıyor: “Artık eleştirel ırk teorisini öğretemezsiniz, toplumsal cinsiyet ideolojisini öğretemezsiniz, doktorlarınıza 10 yaşındaki çocuklar üzerinde hormon terapisi deneyleri yapmaları gerektiğini öğretemezsiniz, federal paradan ya da eyalet parasından bir dolar bile alarak bunları yapamazsınız. Bu fonlar hızla kuruyacaktır.”

Vance’a göre insanların ten renklerine göre ayrımcılığa tabi tutulamayacağını belirten sivil haklar yasası, amacının tam aksine ayrımcılık yaratacak şekilde uygulanıyor. Bunu ‘masküler ilerlemecilik’ diye niteliyor. Ve ‘sol’ tüm kamu hizmetlerini belirlerken ‘halka hesap vermediği için’ idari bürokrasiyi hedef almaktan başka çare göremediğini söylüyor. Trump başkanken, ‘ona nasıl başkanlık yaptırmadıklarını’ New York Times’a makale yazarak anlatan üst düzey bürokrasiyi anımsatıyor.

Vance’a göre, iyi eğitimli bir liberal Amerikan eliti küreselleşmeden ve büyük teknolojinin artan gücünden yararlanırken kendisinin ‘rejim’ olarak adlandırdığı yarı-aristokrasi olarak kendi büyüdüğü Middletown, Ohio gibi yerlerdeki insanlara zıt ekonomik ve kültürel çıkarları benimsiyor. Onun gözünde ‘kültür savaşı aynı zamanda sınıf savaşı’. ‘Kurtarılamayacak kadar yozlaşmış’ addedilenler ise Ivy League üniversiteleri, FBI, NYT Times, Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü, Eğitim Bakanlığı, BlackRock, Bill ve Melinda Gates Vakfı…’

3) ‘HİTLER TRUMP’TAN MAGA UMUDA

Şu sıralar 2016’da 32 yaşındayken üniversite arkadaşına Trump hakkında yazdıkları büyük fırtına koparıyor: “Trump’ın Nixon gibi o kadar da kötü olmayan (ve hatta yararlı olabilecek) alaycı bir pislik olduğunu düşünmekle, Amerika’nın Hitler’i olduğunu düşünmek arasında gidip geliyorum.”

İlkin 2022’de ortaya çıkan bu benzetmeyi reddetmiyor. Murphy’le söyleşide “Hillary Clinton taraftarı değildim. 2016’da yazılı oy kullandım. Aptallık ettim, 2016’da kesinlikle Trump’a oy vermeliydim” diyor. Kıvırmak yerine “Trump hakkında yanılmışım” vurgusuyla başkanlık döneminde Amerikan istihdamını ‘çalan’ Çin’e karşı ve göç konusunda politikalarını beğendiğini söylüyor.

Asıl izahatı, “Ama aslında Amerikan eliti ve benim Amerikan eliti içindeki rolüm hakkında bir şeyler görmem ve fark etmemle ilgiliydi. Bunu anlamam biraz zaman aldı” oluyor. Önce emekçi sınıftan gelip elit çevrelerde bulunmanın ‘iyi hissettirdiğini’ ama sonra ‘nereden geldiğini ve kim olduğunu gözden kaçırmaya başladığını’ belirtiyor. “Bence bu bana oldu. Tanrıya şükür yahut şansım varmış ki anladım ve vazgeçtim” diye ekliyor.

Sonra “Çılgın bir hikaye anlatayım” diye söze başlayarak eşi Usha’yla birlikte katıldıkları varlıklı insanlarla bir yemeği anlatıyor. Masadaki otel zinciri sahibinin Trump’ın sıkı göç politikasından şikayeti ederkenki söylemini aktarıyor: “Amerikan işçisi saatte 16-20 dolar isterken, gerektiğinde sınıra gidip saatte 8 dolara çalışacak işçi bulmak.” O masada ‘bunun bir parçası olmak istemediğini’ görüyor ve “Trump’ın beni şaşırtan pek çok politikası varken, bu ülkenin müesses nizamının ne kadar yolsuz olduğunu görürken ve aynı müesses nizam tarafından devşirildiğimi görürken bunu istemedim” diyor.

Vance’a göre Cumhuriyetçi Parti’yi uzun süre belirlemiş insanların da değişmesi gerekiyor. Zira onlar ve kurumları da ‘tabanlarına uzak’.

4) KATOLİKLİK VE DİN

Vance, Kilise ile pek işi olmayan bir ailede ‘hıristiyan olarak’ yetiştirilse de ‘öfkeli ateist’ bir dönem geçirmiş. Katolik olma sürecinde yine Amerikan elitleriyle deneyimi etkili olmuş. Kendi kendisine “Beni endoktrine eden bu insanların erdemleri, karakter özellikleri nedir” diye sormuş. Onların tek derdinin para ve mevki olduğunu görmüş. Kendisi ise ‘iyi bir baba ve eş olmakla’ ilgileniyor. “Elitler kadın ve erkek arasındaki farkı ve eril erdemler ile dişil erdemleri nasıl aşılamamız gerektiğini hiç umursamıyor. Ama Hıristiyanlık umursuyor” diyor. İçinden çıktığı toplum ve ailede büyük sorunlar ve çöküşler gördüğünü anımsatırken, “bir dini kurumun ‘kocanı yahut karını iç çamaşırını değiştirir gibi değiştiremezsin’ diyerek bunu ‘ömür boyu sürecek bir taahhüt görmesi’ onu etkilemiş. Vance “Elbette her zaman çalışmıyor ama yine de evliliğin kutsal doğasını tanımak önemli” diye ekliyor.

5) WOKE SERMAYE

Vance’ın ‘kültür savaşlarında’ öne çıkan bir unsur. Sermayedarların yatırım yaparken ‘çeşitlilik araştırmaları’ yapıp ‘sosyal ilerlemeci’ ideolojiyi benimsemeleri ona göre geleneksel Amerikan değerlerini alaşağı ediyor. Ford Vakfı’nın fonladığı Harvard Üniversitesinin ‘saldırgan sol radikalizmin’ aracı olduğunu söylüyor. Larry Fink’in Blackrock’ının ‘çevreci ve sosyal ilerlemeci ideolojinin’ taşıyıcısı olduğunu belirtiyor. Bankalarının ‘uluslararası’ karakterleriyle artık Amerikan bankası olmaktan çıktığını söylüyor.

Woke sermayenin dünyadaki sosyal adalet hareketlerini fonladıklarını anımsatıyor. Kimi yöneticilerin kovulmak korkusuyla woke ideolojiyi eleştirmeye korktuğunu belirtiyor.

Vance’a göre ‘Amerikan toplumunu sosyal ilerlemeci bir cehenneme çukuruna dönüştüren’ bu ‘woke sermayeye’ karşı çözüm, ekonomik acı çektirmek. Örneğin daha fazla vergi ödetmek. Vance, Harvard Vakfı’na atıfla “Belki vergilendirme zamanı” diyor.

Vance, “Tarih pes eden insanlar tarafından yazılmaz ve ben de tüm cevaplara sahipmişim gibi davranmayacağım. Ve tam olarak ne yapılması gerektiğini biliyormuş gibi de davranmayacağım” derken, yine de ‘ülkeyi kurtarmak için ellerinde fırsat’ olduğu iddiasında.

DIŞ POLİTİKA

JD Vance dünyanın dikkatini Biden neoconlarının Ukrayna savaşına 61 milyar dolar daha kaynak ayırma tartışmaları sırasında nisan ayında NY Times’ta yayınlanan ‘Ukrayna’da Matematik Akla Yatkın Değil’ makalesiyle çekmişti. Kiev’in insan gücü ve maddi kaynak yetersizliğine atıfta bulunarak ABD’nin bunları sağlayamayacağını, savunma sanayi üretimindeki sorunlara atıfla belirtmişti.

Vance dış politikada Ron Paul gibi dış maceraları eleştiren liberter senatörleri beğeniyor. Ancak Paul geçen hafta Gazze geriliminde İran’a karşı şavaşçı tavır takınan Vance’a dair derhal şüphelerini ifade etti.

ABD’de seçilmeden önce dış politikada ‘tecritçi’ eleştirileri yapılan son başkan George W. Bush olmuştu. 11 Eylül ile birlikte Afganistan ve Irak işgaliyle en saldırgan militarist politikaların mimarı olarak tarihe geçti. Dolayısıyla Vance hakkında kanaat geliştirmek zor. Ama henüz Vance’ın ismi geçmezken Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in ‘Rusya için ABD’ye kimin başkan olacağının kendileri için fark etmediğini söylerken, bir noktada ‘Biden’ı daha öngörülebilir’ bulduğunu not etmeli.

Emekçi sınıftan gelip teknoloji sermayesiyle iç içeliğine karşın küçük ve orta burjuvaziyi sırtlamaya oynayan Vance; ABD’deki kültürel yarılma eşliğinde Amerika’ya özgü liberter sermaye sınıfını da harekete geçirmiş görünüyor. Bu denklemin bir de ‘MAGA komünistler’ ayağı var ki, Amerika’nın ‘sağına-soluna’ özgü tuhaflıkları katlıyor. Ama bu başka bir yazının konusu.

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

Yayınlanma

Yazar

Eski gazeteler bir dönemin ruhunu kavramak, dolayısıyla karşılaştırmalı analizler yapabilmek için en gerekli şeylerden biri. Sadece belli meselelerde kamuoyu algısını tespit etmek için değil devletlerin tutumundaki değişiklikler ve benzerlikleri göstermek için de önemli bunlar.

Aşağıdaki yazı, Sovyetler Birliği’nin resmi hükümet organı (“SSCB Halk Temsilcileri Sovyeti Haberleri”) İzvestiya ile resmi parti organı (“SBKP Merkez Komitesi Organı”) Pravda’da, başka bir deyişle Sovyet yönetiminde 12 Eylül askeri faşist darbesinin nasıl yansıdığını, 12 Eylül’den 31 Aralık 1980’e kadar Türkiye ile ilgili bütün haberlerini inceleyerek ele alıyor.

İzvestiya darbe haberini aynı gün akşam baskısında vermiş. Şöyle diyor:

“Ankara sabahı boş caddelerle karşıladı. Tanklar ve zırhlı araçlar başkentin bütün anayollarını kapatmış, hükümet binalarını bloke etmişti. Perşembeyi cumaya bağlayan gece Türk Silahlı Kuvvetleri ülkede iktidarı ellerine aldı. Askerler genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kurdular. Anayasa askıya alındı. Parlamento dağıtıldı. Demirel hükümeti devrildi. Bütün siyasi partilerin, sendikaların ve sosyal örgütlerin faaliyeti de durduruldu. Ülkede sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sokaklarda askerler devriye geziyor. Radyo halka sükuneti koruma çağrısı yapıyor. …”

Pravda’nın 12 Eylül’le ilgili ilk yayını ise ertesi gün, Ankara muhabiri A. Filippov’un 12 Eylül’de geçtiği iki haber. Bu haberlerde darbeci Milli Güvenlik Konseyinin açıklaması aktarılıyor; “ülkede durumun sakin olduğu ve herhangi bir şiddet eylemi veya kurbanla ilgili haber ulaşmadığı” söyleniyor. Evren’in ilk radyo konuşması da haberde geniş yer bulmuş: “General Evren Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını koruyacağını, imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara saygı göstereceğini ve bütün komşu ülkelerle eşitlik, karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama temelinde iyi ilişkileri devam ettireceğini vurguladı.”

Aynı gün İzvestiya, Evren’in ilk konuşmasını daha ayrıntılı vermiş: “Evren’in dediğine göre dağıtılan parlamentonun üyeleri parlamento dokunulmazlığını kullanarak kanunları ihlal edenler dışında mahkemeler tarafından kovuşturulmayacak.” “Geçici olarak ordunun korumasında” oldukları bildirilen dört siyasi partinin liderlerinin “şartlar imkân verir vermez” serbest bırakılacağı da haberde belirtiliyor.

Bu ilk haberlerdeki “normalleşme” vurgusu Pravda’nın 14 Eylül’deki haberinin de vurgusu: gazete, “kısa bir süreliğine kesilen” demiryolu ve karayolu ulaşımının yeniden sağlandığını, havaalanları ve limanların açıldığını, yabancı ülke vatandaşlarının giriş çıkışına engellerin kaldırıldığını yazıyor, keza: “Posta, telgraf, marketler, dükkânlar, pazarlar, fırınlar ve apartman hizmetleri normal çalışıyor.” Pravda’nın yerel basından aktardığına göre pazartesi günü de milli ve özel bankalarla devlet kuruluşları yeniden çalışmaya başlayacakmış. Öte yandan: “İktidar için mücadele eden partilerin liderleri… tecrit edildi. Resmî açıklamalara göre bunlar askerlerin kontrolü altındaki güvenli yerlerde bulunuyor.” Gazete Evren’in açıklamasına göre son iki yıldır “aşırılıkçılar” tarafından girişilen terör sonucu 5241 kişinin öldüğünü ve 14152 kişinin de yaralandığını eklemiş.

Pravda’nın “ideolojik yol göstericiliği” altında İzvestiya da ertesi gün “Durum normalleşiyor” başlığı atmış. Evren’in devlet başkanı yetkilerini üstlendiğini yazmış; durum da öyle bir hızla normalleşiyormuş ki: “Ülkede sükûnet korunuyor, sokağa çıkma yasağı süresi kısaltıldı.” İzvestiya, Demirel ve Ecevit’in Gelibolu’da askeri yetkililerin gözetimi altında bulunduklarını, yabancı ajansların haberlerine göre ise MHP genel başkanı Türkeş’in de tutuklandığını belirtmiş.

İzvestiya ertesi gün şöyle yazıyor: “Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkelerini takip etmekte kesin kararlı olduğunu açıkladı.” Durum normale dönerken: “Fiilen bütün kurum ve işletmeler faaliyetlerine yeniden başladı”. Ancak haberin en dikkat çekici cümlesi şu: “MGK grevleri yasakladı ve grevlerin sardığı özel işletmelerin sahiplerini de işçi ücretlerini yükseltmeye mecbur kıldı.” Demek ki güvenliğin tesisi için (sahi, başka neden olabilir ki?) grevler yasaklanmış ama ücret artışı metazori dayatılmış. Öyleyse Türkiye’de emekçi kesimler için durumun fena olmadığı anlaşılıyor. En dikkat çekici ikinci cümle: “Neofaşist ve sol aşırılıkçı örgütlerin elebaşı ve aktivistlerine yönelik de tutuklamalar bildiriliyor.” Demek ki demokratik gelişmeden yana olanlara dokunulmuyor; sadece faşistler ve “aşırı solcular” hedefte. İzvestiya Ankara ve İstanbul da içlerinde 27 şehirde belediye başkanlarının yerini askerlerin atadığı isimlerin aldığını da eklemiş.

Pravda ise aynı gün askeri yönetimin çağrısıyla ülkedeki diplomatik temsilcilerin Dışişleri bakanlığına çağrılarak bilgilendirildiğini yazıyor. Pravda’nın Ankara temsilcisi A. Filippov’un ulusal radyo ve televizyon yayınlarından aktardığına göre “iş hayatı” normalleşmiş, özel ve devlet sektöründeki bütün işletmeler faaliyetlerine tekrar başlamışlar. Darbecilerin patronlardan ücret artışı istediği hatırlatmasını da yapmış Filippov, üstelik öyle böyle bir artış değil: “Bir dizi tesiste ve yönetim aygıtı alanındaki grevler kesildi. İşletmecilere ve kurum yöneticilerine ülkedeki pahalılığın artışını dikkate alarak derhal grevcilerin başlıca ekonomik taleplerini kabul etmeleri ve yüzde 70’e varan ücret artışları yapmaları öneriliyor.” Belirtmek gerek; “grevlerin kesildiği” ifadesi yasaklandığı değil kendiliğinden bitirildiği iması taşıyor. TİP genel başkanı Behice Boran’ın İstanbul’da ev hapsinde tutulduğu özellikle vurgulanmış. Haberin en ilginç cümleleri şunlar: “Son iki gündür askeri yetkililer çok sayıda aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçıyı gözaltına aldılar. Tutuklananlar arasında bu yılın temmuz ayında eski başbakan N. Erim’i öldüren terörist grupları da var. Yetkililerin emriyle neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin yayın organı Hergün kapatıldı. Yerel Aydınlıkçıların gazetesi Aydınlık da yasaklandı.” Pravda’nın çaldığı tel, tıpkı İzvestiya gibi, “askeri yönetimin” (darbeciler ifadesi özellikle geçmiyor) sola değil “aşırı sola” ve “neofaşistlere” karşı olduğu.

Ankara mahreçli haberlerde hayırhah tutumun örneklerine aşağıda da rastlayacağız. Ancak Avrupa başkentleri mahreçli haberlerde başka ve nesnel bir eğilim var. Örneğin Pravda’nın Bonn temsilcisi V. Mihaylov 18 Eylül’de ABD dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher’in Bonn’a planlanmamış bir ziyarette bulunduğunu, görüşmelerde “Türkiye’deki olayların” da ele alındığını bildiriyor. Mihaylov’a göre Türkiye’deki darbe NATO üyeleri arasındaki eski tartışmaları tekrar alevlendirmiş, “NATO’nun Türkiye’yi çok büyük ölçüde militarize etmesi ve askeri köprübaşına dönüştürmesinin ülkeyi ekonomik felakete sürüklemekte ve iç çelişkileri patlama noktasına kadar kızdırmakta olduğu” endişeleri varmış. Dahası, “Washington’un Avrupalı müttefiklerinden bir kısmı artık bu siyasetin devam etmesine karşı çıktılar.” Mihaylov, Belçika ve Danimarka’nın Türkiye’de planlanmış NATO tatbikatının iptalini istediklerini, ancak ABD ve Almanya’nın karşı çıktığını, bunun üzerine Belçika’nın tatbikata katılmayacağını açıkladığını da bildiriyor.

Pravda’da 14 Ekim’de yayınlanan ve NATO liderlerinin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi çabalarına hız verdiğini vurgulayan Brüksel mahreçli haberi de bu türden. Yunanistan 1974’te Kıbrıs harekatının ardından NATO’nun “ataletini” protesto için askeri kanattan ayrılmıştı. Gazete ayrıca ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerinin komutanı Rogers’in Türkiye’de Yunanistan meselesiyle ilgili görüşmeler yaptığını da belirtiyor: “Yerel gazetelerin değerlendirmelerine bakıldığında Rogers… son üç haftadır üç defa Ankara’ya gitti ve ‘Yunanistan ve Türkiye’nin niyetleri hususunda tam bir iyimserlik içinde’”. Bu Rogers, bilindiği gibi, Evren’in “yakın dostu” (öyle demişti faşist darbenin lideri); Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi de bu “dostluğun” eseri.

16 Ekim’de İzvestiya’da da Brüksel mahreçli bir haberde aynı nesnel ve doğru tutum şu ifadeyle formüle edilmiş: “Türkiye’deki darbe ABD’nin desteğiyle yerli gericilik tarafından gerçekleştirildi.” Bu, üç buçuk ay boyunca darbenin gerçek niteliğiyle ilgili Pravda ve İzvestiya sayfalarında yer alan tek doğru cümle.

Ama Avrupa mahreçli yazılar darbenin ABD destekli olduğunu açıkça ima ederken Ankara mahreçli haberler toz pembe bir tablo çiziyor.

Pravda aynı gün Evren’in basın toplantısının ayrıntılı bir haberini de vermiş.

Bu toz pembe tablo, darbecileri neredeyse halkın dostu ilan eden eğilimi yıl sonuna kadar görmeye devam ediyoruz.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail “stratejik bir kavşağa” ulaştı

Yayınlanma

Yazar

11 Eylül’de Pentagon, uçak gemisi USS Roosevelt’in geri döndüğünü açıkladı; bu da ABD’nin iki savaş gemisi grubunu Orta Doğu’da tutma operasyonunun sona erdiği anlamına geliyor ve Orta Doğu’daki durumun hafiflediğine dair bir sinyal veriyor. Aynı gün İsrail, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) lideri Yahya Sinvar’a bir ateşkes anlaşmasına varmak için ailesiyle birlikte Gazze Şeridi’nden ayrılmasını önerdi ve bu da İsrail’in Gazze kuşatmasını sona erdirmeyi düşündüğünün sinyalini verdi. Ancak Netanyahu’nun sağcı hükümetinin bir savaş alanından diğerine geçip geçmeyeceği, güneyde Gazze’deki harekâtını sonlandırıp kuzeyde Lübnan’a yönelip yönelmeyeceği belirsiz.

İsrail-Filistin çatışması 12. ayına girdi ve kazanan yok. Elbette en büyük kaybedenler, büyük çoğunluğu sivil, yarısı kadın ve çocuk olmak üzere 41.000’den fazla kişinin hayatını kaybettiği, “yeryüzündeki cehennem” ve “en büyük açık hava hapishanesi” Gazze Şeridi’nde yaşayan Filistinliler. Her gün onlarca hatta yüzlerce Gazzeli sivilin çeşitli İsrail saldırıları ya da bombardımanları sonucu hayatını kaybettiği insani kriz, 2,3 milyon Filistinlinin acılarını cehenneme çevirmiş durumda. Ancak, 1948’den sonra yaşanan üçüncü “ulusal felaket” ve 76 yıl içinde karşılaşılan en yüksek yaşam maliyeti, İsrail’in yasa dışı işgalinin sona ermesini sağlamadı ve İsrail ile ilişkileri normalleştiren altı Arap ülkesi ve Filistin Kurtuluş Örgütü, “toprak karşılığında barış” ilkesine geri dönmedi — ödenen barış bedeli, işgal edilen toprakları geri getirmedi.

İsrail’in Filistinlilere karşı ezici bir üstünlük kursa da, bu hiçbir şekilde bir zafer değil: ülke nadir görülen bir savaş durumuna sürüklendi, yabancı yatırımlar geri çekildi, uçuşlar aksadı, kredi notları düşürüldü, uluslararası imaj paramparça oldu ve siyasi elitlerin birbirlerini suçladığı iç çelişkiler öne çıktı. Dünyanın askeri gücü İsrail en az 500 tank ve piyade savaş aracını kaybetti, en az 670 askeri çatışmalarda öldü, 11.000 askeri psikiyatrik tedaviye ihtiyaç duyuyor, davranışlarını kontrol edemeyen ya da savaş veya insanlık yasalarını ihlal eden askerlerin işlediği vahşet gün yüzüne çıkmaya devam ediyor, devam eden askeri operasyonlar sonucunda İsrail ordusunun tamamı tükenmiş durumda, açık bir asker açığı var ve dindar öğrencileri zorla askere almak zorunda kaldılar ve ateşkese ulaşmadaki gecikmeler, çatışmanın patlak vermesiyle özgürlüklerini kaybeden 251 kişinin İsrail silahlı kuvvetlerine katılmaya zorlandığı bir duruma yol açtı. Çatışmaların başladığı dönemde özgürlüklerini kaybetmiş 251 tutuklunun ölümüne yol açan ateşkesin sağlanmasındaki gecikme, İsrail’de protesto ve gösteri dalgalarını da tetikledi.

İsrail’in en büyük sorunu, meşru müdafaa hakkını aştığı ve aşırı güç kullandığı için “etnik temizlik” ve “savaş suçları” ve hatta “insanlığa karşı suçlar” ile kınanması, suçlanması ve kovuşturma ile karşı karşıya olmasıdır. Ayrıca Orta Doğu’da jeopolitik gerilimlerle dolu bir arı kovanına çomak sokarak, başta İran ve Suriye ile Filistinli Hamas, Lübnanlı Hizbullah, Iraklı Halk Seferberlik Güçleri, Yemenli Husi güçleri ve Filistin Ulusal Kurtuluş Cephesi dahil gibi sertlik yanlısı güçler arasında bir koalisyon oluşturan dört büyük grup olmak üzere, bir dizi Devletin ve Devlet dışı aktörün Filistin’i desteklemek adına İsrail ile doğrudan veya dolaylı olarak çatışmaya girmek üzere güçlerini birleştirmesine yol açtı. İran ve Suriye’nin dört büyük grupla (Hamas ve diğer Filistinli sertlik yanlıları, Lübnan’daki Hizbullah, Irak’taki “Halk Seferberlik Güçleri” ve Yemen’deki Husiler) birlikte bir “direniş ekseni” oluşturması, İsrail’i 1982’deki Beşinci Ortadoğu Savaşı’ndan bu yana en büyük güvenlik ikilemine ve hatta güney, kuzey ve doğu olmak üzere üç yönde beş ya da altı cephede mücadele etmek zorunda kaldığı Altıncı Ortadoğu Savaşı’nın geleneksel olmayan moduna sürükledi. Batıdaki Akdeniz’in doğal bariyeri bile artık İsrail için güvenilir bir güvenlik derinliği değil ve ortak savunma için ABD ve diğer Batılı müttefiklerinin deniz ve hava kuvvetlerine güvenmek zorunda kalıyor.

Netanyahu, Gazze savaşında fren yapmayı kesin olarak düşünemiyor çünkü aşırı sağcı parti üyelerini memnun etmek zorunda, aksi takdirde zayıf koalisyon hükümeti çöker. Ayrıca, savaşın sonuçlarını maksimize ederek, kendisine “İsrail’in 911” olarak adlandırılan büyük “ulusal felaket” ve “ulusal utanç” ile ilgili siyasi, hukuki ve güvenlik sorumluluklarını hafifletmeye çalışıyor. Ancak savaş sonsuza kadar devam edemez; İsrail bir orduya sahip olan bir ülke olmalıdır, sadece ülke adını taşıyan bir ordu olmamalıdır. Ülkenin kaderi ve kişisel geleceği için büyük bir mücadelenin eşiğinde olan Netanyahu ve hükümeti, gerçekten bir “stratejik dönemeç”te bulunuyor: tamam mı devam mı? Eğer savaşa devam ederse, Gazze savaşını sonlandırıp üçüncü Lübnan savaşını başlatacak mı? Çünkü İsrail sürekli olarak Hizbullah’ın saldırılarına maruz kalıyor ve bunların şiddeti artıyor.

Son günlerde üst düzey İsrailli yetkililer Gazze savaşının sona ereceğinin sinyallerini veriyor. 9 Kasım’da Savunma Bakanı Galant, 11 aylık tasfiyenin ardından Hamas’ın Gazze’deki “askeri örgütünün” artık var olmadığını ve koşulların geçici bir ateşkes için olgunlaştığını, ancak pencerenin kapandığını söyledi. Daha önce İsrail ordusu yaklaşık 20,000 Hamas militanını esasen ortadan kaldırdığını ve İsmail Haniye’den kurtulmak için İran’ın başkenti Tahran’ın kasıtlı olarak seçilmesi de dahil olmak üzere bir dizi Hamas liderini “hedef aldığını” söyledi. Objektif olarak bakıldığında, Hamas gerçekten büyük bir felaket yaşadı ve şu anda gerilla savaşına geçmek zorunda kaldı.

Geçtiğimiz birkaç ay içerisinde ABD’li siyasi ve askeri çevrelerin Filistin-İsrail çatışması ve savaşının tırmanması ve genişlemesiyle ilgili suçlamaları giderek daha açık hale geldi ve Netanyahu’ya, özellikle de ateşkes görüşmelerini engellemeye ve sabote etmeye devam etmesine, Gazze ile Mısır arasındaki Philadelphia Koridoru ile Gazze’nin kuzeyi ve güneyini ayıran “Nechalim Koridoru”nun kontrolünü ele geçirme önerisine odaklandı ki bu, ABD askeri ve siyasi kurumlarının ateşkes görüşmelerini ve ateşkes müzakerelerini kontrol etmesinin tek yoludur. Asıl soru, bu tür suçlamaların ve baskıların kamuoyuna açıklanıp açıklanmamasıdır. İsrail müzakere ekibi de Netanyahu’yu “anlaşmayı yok edebileceği ve dolayısıyla rehinelerin sonunu getirebileceği” konusunda uyardı.

Netanyahu’nun Gazze’ye yönelik savaş için ilk ve kamuya açık talebi açıkça imkansız bir görevdi: “Hamassızlaştırma, askersizleştirme ve radikalizmden arındırma”. Sözde “üçlü”, kaynağı olmayan bir su ya da kökü olmayan bir ağaç değil, Filistinlilerin ulusal nefreti, meşru reddi ve hatta şiddetli direnişiyle harmanlanmış, uzun süredir devam eden yasadışı İsrail işgaline dayanan bir ulusal kurtuluş hareketidir. Filistinliler öldürülüp sürülmedikçe ve işgal altındaki topraklar sıfırlanmadıkça ya da “İsrailleştirilmedikçe” İsrail, Sisifos gibi, işgalin devasa yuvarlanan taşını dağın tepesine, yukarı ve aşağı itecek ve döngü kendini tekrar edecek, nesilden nesile genişleme ve işgal için sonsuz bir bedel ödeyecektir.

Netanyahu ve birçok İsrail lideri sorunun ne olduğunu iyi biliyor, ama stratejik cesaret ve tarihsel sorumluluk eksikliğinden dolayı yasa dışı işgali sona erdirme, Filistin, Lübnan ve Suriye ile halklarına yaşattığı acıyı ve büyük kötülüğü sona erdirme konusunda harekete geçmiyorlar. Bunun yerine, gerçekçi kısa vadeli kazançlara ve mevcut duruma odaklanarak, işgalin meşrulaşmasını sağlama ve zamanla bu durumu kalıcı bir hale getirme çabasındalar. Yasadışı işgal, sosyal Darwinizm ve orman kanununu uygulayarak bir oldubitti yaratmaya ve nihayetinde başkalarının topraklarını kalıcı olarak yağmalayarak kendilerini hak sahibi yapmaya çalışıyorlar.

Kral Davut’un yaklaşık 3.000 yıl önce Yebusilerin başkentini ele geçirmesinin ardından, İsrailliler bu kentin adını Kudüs olarak değiştirmiş ve burayı ulusun kadim başkenti ve sonsuza dek ruhani evi olarak tanımlamış, Yebusilerin önceki 1.000 ila 2.000 yıllık kuruluş tarihinden hiç bahsetmemiş ve tarihin bir dizi silinmez gerçeğini göz ardı etmişlerdir: Romalıların M.S. 135 yılında Yahudi Tapınağını yıkıp İsraillileri kovmasından yaklaşık 2.000 yıl sonra, İsrail artık Filistin’in hakim yerli halkı değildir; Arap imparatorluğunun ikinci halifesi Ömer’in sefer kuvvetlerinin Kudüs’ü Doğu Roma’dan ele geçirdiği MS 638 yılından bu yana, 11-12. yüzyıl Hıristiyan haçlıları hariç yaklaşık yüz yıl boyunca kontrol edilen ve 1967 yılında İsrail tarafından Ürdünlülerin elinden alınana kadar, Kudüs 1329 yıllık uzun tarihi boyunca Filistinli Araplar ya da Müslümanlar tarafından kontrol edilmiş ve yönetilmiştir.

Filistin-İsrail çatışmasının bu geniş çaplı patlak vermesinin köklü nedenleri İsrail’in bitmek bilmeyen işgali ve “Filistinlilerden arındırılması”, iki partili ABD hükümetinin göz yummasıyla Gazze Şeridi’nde devam eden abluka, Batı Şeria’daki Filistin topraklarına sürekli tecavüz ve hatta Doğu Kudüs’teki Mescid-i Aksa üzerindeki iddiasını yoğunlaştırmasıdır. “Direniş ekseninin” yükselişi ve İsrail’e yönelik çoklu saldırılar da Gazze çatışmasının ve Filistin halkının çektiği acıların bir sonucudur.

Mantıklı seçimin semptomları ve temel nedenleri ele almak ya da çıbanı durdurmak veya yangını söndürmek olduğu açıktır. İsrail’in içinde bulunduğu ulusal krizden çıkmasının tek yolu Gazze’ye yönelik askeri kuşatmanın bir an önce sona erdirilmesi ve böylece “direniş ekseninin” saldırılarının durmasıdır. Ancak Filistin-İsrail çatışmasına uzun vadeli bir çözüm bulunması ve İsrail’in barış, güvenlik, kalkınma ve refahının sürdürülmesi isteniyorsa, “barış için toprak” ilkesi taviz verilmeden uygulanmalı ve işgal altındaki Arap topraklarının iadesi meselesi Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün yanı sıra Suriye ve Lübnan’a ait Golan Tepeleri de dâhil olmak üzere tek bir paket halinde çözüme kavuşturulmalıdır. Suriye ve Lübnan’a ait Golan Tepeleri de buna dahildir.

Başta Netanyahu olmak üzere İsrail Hükümeti kendi bencil amaçları doğrultusunda kuzeyde geniş çaplı bir işgal başlatır ve yeni bir Lübnan savaşı başlatırsa, İsrail anlatılamayacak boyutlarda bir felakete sürüklenecek ve mevcut Hükümetin ülke ve ulus tarihine onurlu bir hesap vermesi zorlaşacaktır.

*Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan’da ‘nüfus sayımı’ problemi

Yayınlanma

Savaşlar ve diğer krizler boyunca dahi Hindistan nüfus sayımına sadık kalan bir ülke olarak biliniyor(du); on yılda bir, yüz binlerce sayım görevlisi ülkedeki her evi ziyaret ederek, Evinizde kaç kişi yaşıyor? Evinizde kaç kişi çalışıyor, ne iş yapıyor, kaç kişi okuyor? Eviniz neyden yapıldı? Tuvaletiniz var mı? Arabanız var mı? İnternet bağlantınız var mı? vs. gibi soru listesi ile insanların işleri, aileleri, ekonomik durumları, göç statüleri ve sosyo-kültürel özellikleri gibi parametreler hakkında bilgi toplar. Bu veriler, Birlik devletlerine federal fon tahsis etmekten ve okullar inşa etmekten seçimler için seçim bölgesi sınırlarını çizmeye kadar her şey hakkında kararlar almak için kullanılır. Ancak günümüzde, hatta uzunca bir süredir, Hindistan nüfus sayımı yapmayan birkaç seçili ülke arasında yer alıyor; Hindistan’ın beraberindekiler işgal, iç savaş ya da ekonomik kriz yaşayan ülkeler. Başbakan Narendra Modi, yıllardır süren eleştirilerin ardından üçüncü döneminde artık önemli veri boşluklarını kapatmayı hedefliyor gibi görünüyor. Hindistan’ın 2021’de yapılması planlanan on yıllık nüfus sayımının eylül ayında başlaması ve yaklaşık 18 ayda tamamlanması bekleniyor. Ancak Birlik içişleri ve istatistik bakanlıkları, sonuçların Mart 2026’da açıklanacağını öngören bir zaman çizelgesi hazırlamış olsa da başbakanlık ofisinin henüz sürecin başlatılmasına resmi bir onay vermediğini de vurgulayalım. Hindistan’ın on yılda bir yapılan nüfus sayımının COVID-19 salgını başladığında 2020’de başlaması ve 2021’de tamamlanması gerekiyordu ancak salgın nedeni ile “süresiz olarak” ertelenmişti. Bu, 150 yıllık tarihinde on yılda bir yapılan nüfus sayımının ilk kez ertelenmesi durumudur.

Nüfus sayımının ötelenmesi basit bir durum gibi görülebilir, ancak nüfus sayımının olmamasının ciddi sonuçları olması kaçınılmazdır çünkü nüfus sayımı yalnızca bir ülkedeki insan sayısını saymak değildir, mikro düzeyde kararlar almak için gereken yaşamsal verileri sağlar. Birleşmiş Milletler’in geçen yıl yayınladığı bir rapora göre Hindistan, geçen yıl Çin’i geride bırakarak dünyanın en kalabalık ülkesi oldu. Milyonlar, hatta milyar ile ifade edilen insanı, bu insanları arasında hiyerarşik yapıya atıf yapan kast sistemi, çok çeşitli etnik, dini, dilsel, kentsel, kırsal, kabile toplulukları olan ve tüm bunlar ile beraber aynı zamanda ekonomik bağlamda da zengin ile fakir farkının uç noktalarda olduğu, ayrıca işsizliğin ve yoksulluğun da kayda değer bir varlığı bulunan Hindistan’da nüfus sayımı çok önemlidir. Nüfus sayımının gerçekleştirilmesindeki gecikme aynı zamanda diğer istatistiksel anketlerin doğruluğu üzerinde doğrudan etki eder. Bunlara ekonomik göstergeler, enflasyon oranları ve istihdam rakamları gibi önemli veri kümeleri dahil. Şu anda bu veri kümelerinin çoğu ve bunların sonuçlarına dayalı hükümet plan ve programları 2011’de yapılan son nüfus sayımından alınan verilere dayanıyor.

Dolayısıyla Hindistan’da güncel nüfus sayımı verilerinin eksikliği, Hindistan’ın Ulusal Örneklem Anketi (vatandaşların ekonomik yaşamının tüm yönleri hakkında bilgi toplayan bir dizi anket) ve Ulusal Aile Sağlığı Anketi (sağlık ve sosyal göstergelere ilişkin kapsamlı bir hanehalkı anketi) kalitesini etkilemesinin yanı sıra sağlık, demografi ve ekonomi ile ilgili yaşamsal veri setinin de gecikmesine neden oluyor. Bu gecikmenin doğrudan bir sonucunun, hükümetin yoksullara gıda, tahıl ve diğer temel ihtiyaçları ulaştırdığı Kamu Dağıtım Sistemi üzerinde olduğuna dikkat çekiliyor. Ki ülkede milyonlarca Hint, hükümetin gıda refahı programına güveniyor. Güncel rakamların eksikliği ve Modi hükümetinin 2021 nüfus sayımını yapmaması nedeni ile Hindistan’da yaklaşık 100 milyon kişinin Kamu Dağıtım Sistemi’nin dışında bırakıldığı belirtiliyor. Hint ekonomistler, 2021 nüfus sayımı hiç yapılmadığı için hükümetin ücretsiz gıda tayınından yararlanan vatandaşların sayısına işaret ile son nüfus sayımındaki 800 milyon rakamında takılıp kalınmasını talihsiz bir durum olarak niteliyor ve Hint yasalarına, Ulusal Gıda Güvenliği Yasası’na göre kentsel alanlardan yüzde 50 ve kırsal alanlardan yüzde 75’lik nüfusun Kamu Dağıtım Sistemi kapsamına alınması gerektiğine vurgu yapıyor.

Gıda güvenliğinin yanı sıra, Hindistan’da nüfus sayımı verilerinin eksikliği Mahatma Gandhi Ulusal Kırsal İstihdam Garanti Programı’nı da etkiliyor çünkü Birlik hükümetinin devletteki hane ve işçi sayısına göre her devlete fon tahsis etmesi gerekiyor. Birlik devletlerinin hükümetlerinin ayrıca güncellenmiş rakamların olmaması nedeni ile Planlanmış Kast / Planlanmış Kabile (SC/ST) topluluklarının geliştirilmesi, yaşlılık maaşı ve yoksullar için konut sağlamayı amaçlayan çeşitli planlara fon tahsis etmekte zorlandığı ifade ediliyor. Uygun yararlanıcıların refah programlarının dışında kalmamasını sağlamak için baskı altında olan bu hükümetler, kendi veri kümelerini oluşturmak için para harcamak zorunda kalıyor.

Birleşmiş Milletler’in geçen yılki raporuna göre Hindistan nüfusunun 1,5 milyara yakın olduğu tahmin ediliyor. Ülkede son nüfus sayımı 13 yıl önce, 2011 yılında yapılmıştı. Henüz 3 yıllık bir gecikme gibi görünüyor olabilir ancak sayımın eylül ayında başlaması söz konusu olsa dahi ortalama 18 ay süreceği de göz önüne alınırsa totalde 5 yıllık bir gecikme yaşanmış olacaktır ki henüz hala planlama sürecinde olduğunu ve sayım sürecinin resmi olarak onaylanmadığını da yeniden belirtelim. Artık sürecin başlatılması için Modi’nin ofisinden son onayın beklendiği görülüyor. Ve yeniden dikkat çekmek gerekirse Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı verileri çok önemli çünkü demografik profildeki değişiklikleri, cinsiyet oranını, göçü, hanelerin ekonomik çeşitliliğini ve kentleşmenin kapsamını anlamaya yardımcı olur. Ayrıca, yoksulluk ve eşitsizliği tahmin etmek için herhangi bir örneklem anketinin temelini veya çerçevesini oluşturan nüfus sayımı verileridir.

Bununla beraber, Hindistan gibi bir ülkede nüfus sayımı özellikle son gelişmeler bağlamında çok tartışmalı bir hal aldı. Modi hükümeti, nüfus sayımı ile birlikte Ulusal Nüfus Kaydı’nı (NPR) güncellemek için bir nüfus araştırması yapacağını söylemiş ve bunun üzerine NPR’nin “şüpheli vatandaşların” Hint olduklarını kanıtlamaları için bir liste olacağı iddialarından hareketle Hindistan’ın 200 milyondan fazla Müslümanının hedef alındığı eleştirileri ülke çapında aylarca süren protestoları tetiklemiş ve tüm bunlar tartışmalı 2019 Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nın (CAA) zemininde yaşanmıştı. Ayrıca bir süredir ülkede birkaç muhalefet ve bölge lideri de Birlik hükümetinin bir kast sayımı yapmasını talep ediyor, ancak bunun Hindu oylarında çatlaklara yol açabileceği ve bunun da iktidar partisi BJP’ye zarar verebileceği ve çeşitli gruplardan rezervasyon/kota taleplerini tetikleyebileceği tartışılıyor. Örneğin, Bihar’da yalnızca geçici bir önlem olabilecek, veri açığının bir kısmını kapatabilecek ve çeşitli göstergelere ışık tutabilecek bir kast sayımı yapılmıştı ancak beraberinde birtakım tartışmaları da getirmişti. Bu arada, “Hindistan’ın Bihar kast anketi ve kast sistemi” başlığını taşıyan 7 Ekim 2023 tarihli ayrıntılı bir yazım da başka bir mecrada bulunuyor ki ilgililer internet üzerinden kolaylıkla okuma sağlayabilirler.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English