Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Amerika’nın Avrupa’sı, neoliberal model; Slovakya ve Gürcistan – 1

Yayınlanma

‘Slovak Aslanı’ ve silahlı pasifist tetikçisi-1

ABD Başkanı Joe Biden’ın Nazi Almanyası’na karşı savaşta Normandiya çıkarmasının 80’inci yıldönümünde Fransa’yı ziyaret etmesi, pek çok ironiyi barındırıyor. İddiaya göre, kendisine Nazi işbirlikçisi banderacıları yüceltmeyi devlet ideolojisi kılmış eski Ukrayna’nın komedyen lideri Zelenskiy de eşlik edecek. Görev süresi dolmuş ve seçim de yapılmamışken, ABD hemen öncesinde Zelenskiy’nin ‘meşruiyetini’ ilan ederek ‘temsili demokrasi’ anlayışını sergiledi.

Biden, geçenlerde Nazilere karşı savaşta 27 milyon insanını kaybetmiş Sovyetler Birliği’nin rolünü anmadan, ‘dünyayı ABD’nin kurtardığını’ iddia etmişti. Salt geçkin yaşından ötürü değil. Biden, şahsi ve kamusal kişiliğiyle, Hollywood tarih anlatısının öncülüğünde tesis edilmiş ‘Avrupa’daki gerçeküstü’ durumu yankılıyor.

Biden; iktidarının sonuna gelirken en büyük silahı ‘değerler’ vurgulu askeri örgüt NATO’yu genişletmek; Rusya Federasyonu’na karşı Avrupa’yı birleştirmek. Ne ki, NATO 35 sene önce bileğini büktüğü Sovyetler’in mirasçısıyla baş edemiyor. Rusya’nın devasa kaynaklarını yutabilecek şekilde parçalamanın mümkün olmaması neoliberal projenin en büyük zaafı. Etno-faşizm kullanılarak Rusya’ya açılan savaş, bumerang gibi dönüp İkinci Dünya Savaşı sonrasının ‘barış projesi’ diye sunulan ‘AB projesini’ vuruyor. ‘Neoliberal özgürlük’ temasının giderek siyaseten ‘illiberal tahakkümün’ tüm görünümlerini barındırır olması, bir bakıma hakikaten şaşırtıcı.

Olgular dağ gibi birikti ama son dönemde ‘AB projesinin’ iki çarpıcı örneği, ‘neoliberal modelin’ felsefi, kavramsal ve pratik siyasi uygulamaları bakımından adeta göze batıyor: Slovakya ve Gürcistan.

Her ikisi de eski Sovyet ve Doğu Bloku’nun üyesi olan, 20’inci yüzyılın real-sosyalist deneyimden geçmiş ülkeler. Her ikisi de özellikle genç kesimin neoliberal doktrinasyondan geçtiği toplumlar.  Ekonomik-demokratik hak mücadelesi örgütleyen sınıfsal temel dayalı eski usül Demokratik Kitle Örgütleri’nin gömüldüğü dünyada, ortaklaştıkları önemli bir husus; sözde ‘kar amacı taşımayan’ ABD patentli Sivil Toplum Kuruluşları endüstrisi. Malum artık bir ülkede meşruiyeti seçimlere dayalı ‘temsili demokrasi’ bulunması, kamusallık, yöneticilerin siyasi çizgileri, ekonomi-politikaları ancak STK’ların hassasiyetleriyle paralelse anlamlı görülüyor. Zelenskiy’i ‘meşru’ bulanların Slovakya ile Gürcistan’daki homurtuları ibretlik.

Slovakya, 2004’de neoliberal AB nizamına eklemlenmiş bir ülkeyken, pandemi ve ardından Ukrayna savaşının etkisiyle geçmişte başarılara imza atmış ‘eski usül’ sosyal demokrat lideri yeniden iktidara getirdi.

İronik olarak AB neoliberal yayılmacılığının ‘aday stütüsüne’ yeni mazhar olmuş Kafkasya ülkesi Gürcistan’ın ise hevesi kursağında kaldı. Tiflis’te de ‘merkezci sosyal demokrat’ bir iktidar var. Ve benimsediği ‘şeffaf Avrupa değerlerinin’ tokadını yemenin şaşkınlığı içinde.

Bu ilk yazıda Slovakya’ya bakacağız.

‘SLOVAK ASLANI’NI VURAN SİLAHLI PASİFİST LİBERAL

Slovakya’nın ‘eski usül’ solcu Başbakanı Robert Fico (Fitso diye okunuyor) 15 Mayıs’ta güpegündüz bir suikast girişiminin hedefi oldu. Bir kısım Batı liderinin ‘gönülsüz ve klişe’ kınamaları ve ‘sağlık dileklerinin’ ardından mevzu birkaç günde kapatıldı. Oysa Avrupa’nın göbeğinde uzun yıllar sonra ilk kez bir başbakanın canına kast edildi.

Fico, başkent Bratislava’nın 180 kilometre kuzeydoğusundaki eski kömür madeni kasabası Handlova’da halkla buluşması sırasında vuruldu. Karnından iki, omuzundan bir kurşun yarası alan 59 yaşındaki ‘Slovak aslanı’ lakaplı lider, ağır yaralanmasına rağmen hayatta kaldı. 5 milyon nüfuslu Slovakya’daki suikast depremi kolektif Batı’nın turnusol kağıdı oldu.

Fico’yu vuran 71 yaşında Juraj Cintula hemen yakalandı. Kişiliği birkaç gün tartışıldı. Neoliberal modelin her tür ucube tezahürünü barındırıyor: Slovak edebiyat klübü Duha’nın (Gökkuşağı) kurucusu, Yazarlar Derneği üyesi. ‘Hnutie proti nasiliu’ – şiddet karşıtı hareketin kurucularından, silah ruhsatı sahibi pasifist. Ve NATO ve AB yanlısı muhalefet partisi İlerici Slovakya’nın (PS) destekçisi.

24 Nisan’da yerel medyada ‘Yaşasın Ukrayna’ diye bağıranlar arasında görüntülenmiş. Suikast girişimi sonrası kendisini ‘Rus yanlısı paramiliter grup arasında’ gösteren sahte bir fotoğraf üretilip yayıldı. 2 milyon görüntülenme sonrası kaldırıldı. Facebook sayfası da derhal silinmiş. 1980’lerde anti-komünist eylemler ve yabancı bağlantılar nedeniyle Çekoslovak güvenliği tarafından izlendiği ise Batı’da hiç anılmadı.

Cintula cinayete teşebbüsle suçlanıyor, 25 hapis cezası isteniyor. Tipik bir ‘suikastçıya’ benzemeyen bu yaşlı adam medyada ‘yalnız kurt’ diye anıldı. Sorgusunda Fico’nun ‘Ukrayna savaşına karşı çıkması ve AB’ye ihanet etmesinin’ eylemini tetiklediğini söylemiş.

Batı’nın neoliberal medyası, kendisine adeta ‘kol kanat gerdi’. Şair ve yazar geçmişi anılarak insani yanı ve ‘motivasyonunun haklılığı’ öne çıkarıldı. BBC, Fico’nun önceki merkez sağ hükümete karşı ‘asi ve çirkin gösterilerde elinde megafonla öfkeli kalabalıkları kışkırtan’ öncü rolünü anımsattı. Skynews yorumcusu, onu ‘Rusya yardakçısı’ diye niteleyip ‘Slovakya mutsuz ülke’ diye buyurdu. The Guardian, ‘ilerici kültüre sahip, daha zengin ve eğitimli nüfus’ ile ‘muhafazakar taşra’ arasındaki bölünmeyi kışkırtmak için Fico’nun ‘çok çalıştığı’ temasını işledi. Daily Mail ‘Putin’in saldırıdan faydalanacağına dair korkular artarken, yardımcısının ağır yaralı başbakanın silahlı saldırıdan sağ çıkacağında ısrar ettiğini’ yazdı!

ESKİ USÜL SOSYAL DEMOKRAT

Fico’nun en büyük günahı ‘eski usül’ sosyal demokrat olması. Gayet iyi tanınan bir siyasi. SMER (Yön) partisiyle 2006-2010, 2012-2018 yıllarında da başbakandı; sadece ikincisinde partisinin tek başına iktidarı mümkün oldu, kalanı koalisyonlarla şekillendi. Arada başbakanlık görevini alıp kuramadığı hükümetler var.

En son Eylül 2023’te; Batı’nın Ukrayna vekalet savaşının en münasebetsiz anlarında Smer sandıktan birinci parti çıkınca üçüncü kez koalisyon kurdu. ABD ve AB’yi çok rahatsız etti. Uğradığı saldırıyı yaratılan toksik ortamdan ayrı düşünmek zor.

Fico, son seçim kampanyasında ‘Ukrayna Projesi’nin Slovakya, Avrupa ve özellikle emekçi sınıflara verdiği zararı öne çıkarmıştı. Gerçekten savaşın ekonomik faturası Slovakya için ağırdı. GSYİH büyüme revizyonu yüzde 5’ten 2.3’e düştü, sanayi üretimi ve ana imalat sanayi olan otomotiv sektörü büyük darbe yedi. Enerji fiyatları ülkeyi vurdu. Rusya nükleer yakıtı en önemli ihtiyaçken, AB var olmayan alternatifler dayattı. Pandemiyle başa çıkmaya çalışırken, AB militarizminin Slovakya’ya faturası yüksek kamu borcu altında kemer sıkmak oldu.

Fico’nun halkı için siyasi çözümler üretmek zorunda olduğu bu tablo neoliberal elitlerin ‘ideallerine’ uymuyor. O yüzden onu ‘Rusçuluk’ ve ‘popülist milliyetçilik’ ile etiketlediler. Oysa Slovakya’nın geleneksel enerji ortağı Rusya ile etkileşimi ekonomik ilişkilerin ötesinde değil.

Anketlere bakılırsa, Slovak halkının yüzde 40’ı Ukrayna’daki vekalet savaşından ötürü Moskova’yı sorumlu tutuyor, ama yüzde 69’u Batı’nın Rusya’yı kışkırttığını düşünüyor. Yüzde 50’si ABD’yi ‘ulusal güvenliğe’ tehdit görüyor ve yüzde 66’sı da ABD’nin savaştan kazançlı çıktığı görüşünde. NATO üyeliğine destek son bir yılda yüzde 72’den yüzde 58’e düşmüş görünüyor.

Fico başbakan olur olmaz Kiev’e silah tedarikini durdurduğunu duyurdu. “Putin’e diz çöktüreceğiniz yanılsamasıyla yüz binlerce Ukrayna askerini anlamsızca ölüme göndermekten vazgeçin” dedi. “Ukrayna’daki savaş 2014’te Ukraynalı Naziler ve faşistler Donbass ve Lugansk’ta Rusları öldürmeye başladığında başladı” diye anımsattı. Kiev’in ABD’nin mutlak kontrolü altında olduğunu söyledi. Müzakere ve barış isteyip Avrupa liderlerinin savaş yanlısı tutumundan yakındı. Ukrayna’nın NATO üyeliğini açıkça veto edeceğini söyledi. Rusya’ya yaptırımları ‘Slovak ekonomisine tehdit’ diye niteledi. Ve tabii “Çekoslovakya’nın kurtuluşunda faşizme karşı mücadelede Kızıl Ordu’nun, eski SSCB’nin fedakarlıklarına saygı duyuyoruz” sözleri tarihi unutmak yanlısı Avrupa elitlerini rahatsız etti.

Ancak mevzu salt Ukrayna değil. Fico ve partisi SMER; kimlik siyaseti yerine halkın geçimine odaklı. Hakkında yazılan makalelerde -özellikle 2012’de tek başına iktidar olduğunda- hiç anılmayan ekonomi-politikaları şöyle özetlenebilir:

“Asgari ücreti yükseltti, arttan oranlı gelir vergisini uygulamaya koydu, iş kanununda taşeronlaşmayı önleyici, işten çıkarmaları işveren için daha pahalı kılan tedbirler aldı, öğrenciler ile emekliler için ücretsiz tren taşımacılığı getirdi, ilaç ve kitaplara düşük KDV uyguladı, özel sağlık sigortası şirketlerinin sınırsız karlarına set çekmeye çalıştı, hala tahkimde davaları var. Fico mortgage oranlarını yükselten bankacıların ‘açgözlülüğünün’ yarattığı ‘saatli bombayı’ eleştirerek banka karlarını vergilendirerek ipotekleri sübvanse etmekten söz ediyordu.”

Nev-i şahsına münhasır bir kişilik olduğu açık. Fico, 1986’da genç bir hukukçu olarak Komünist Parti’ye katılmışken, Varşova Paktı’nın tepesine çöktüğü kuşaktan. 1989 sonrası Amerikan Dışişleri gezilerine katılmış, 1990’larda Strasbourg’da AİHM’de görev yapmış. Smer’i ‘üçüncü yol’ olarak 1999’da kurduğunda sosyal demokrasinin günümüz neoliberalizminin alaycı oyuncağına döneceği aklına gelmemiş olsa gerek. Dolayısıyla ‘sol popülist’ diye aşağılananlardan.

Sağı-solu meçhul Wikipedia kuşağı için o ve partisi ‘sol-kanat ulusalcı’ etiketi taşıyor. Neoliberal alemde hakkında kanıtları meçhul ‘yolsuzluklar’ ve bağlantılara dair tonlarca karmaşık malzeme var.

Dobra bir siyasetçi. Örneğin 2010 seçimi öncesi SMER güçlü pozisyondayken, seçim bağışlarına dair sahte ses kaydı ile sıkıştırılınca “Siz alçaksınız diye oraya gidip size bir tokat mı atayım? Yaptığınız duyulmamış bir şey. Her gün başbakanın üzerinde mastürbasyon yapıyorsunuz” yanıtını veriyor.

İkinci başbakanlık döneminin, 2018’de bir araştırmacı gazeteci ve nişanlısına düzenlenen mafya suikastının Smer ile ilişkilendirilen bir işadamı üzerinden bitirilmesi manidar. Fico’nun suikastı çözmek için görev gücü kurması işe yaramıyor, neoliberal medyanın halkta infiali körükleyen tutumu eşliğinde köşeye sıkıştırılıyor. Fico George Soros’la Eylül 2017’de New York’ta görüşmüş dönemin Cumhurbaşkanı Andrej Kiska ile uzlaşıp Smer iktidarı için liderliğini feda edip istifa ediyor.

Esasında Fico, ABD patentli STK endüstrisinin hedefinden hiç çıkmıyor. 1990’larda NED kanalıyla ‘demokratikleşme’ doktrinasyonu için onca çabalar harcanmış, 11 STK’dan oluşan anti-komünist Sivil Kampanya 98 (OK’98) bugünleri şekillendirmişken, inatçı sosyal demokrat lideri bir türlü ekarte edemiyorlar.

Fico ve SMER iktidarı nisan başındaki cumhurbaşkanlığı seçimiyle daha da sağlamlaşmıştı. 2019’da ABD elçiliği ve STK’ların desteğiyle ‘kötülüğe karşı dur’ sloganıyla seçilmiş, kimilerinin ‘Soroscu Barbie’ diye andığı ‘İlerlemeci’ Zuzana Çaputova’nın yerine Fico’nun ‘müttefiki’ Peter Pelegrini seçilmişti.

Fico ve SMER suikast girişimi öncesinde ülkede ‘Yabancı Nüfuzunun Şeffaflığı’ yasası için kolları sıvamıştı. Hazırlanan tasarıda yıllık geliri 50 bin euro’nun üzerinde kuruluşların finansman kaynaklarını beyan etmeleri yer alıyor. Yasa tasarısı hala parlamentodan çıkmış değil. Ancak AB yetkilileri derhal ‘örgütlenme özgürlüğü ve AB hukuku ile uyumsuz’ diye buyurdu.

Neoliberal medyanın sorularına ‘aptallar’, ‘kalleşler’ diye yanıt vermişliği de var. 2021’de gazetecileri “Soros’un su kaynatan yozlaşmış domuz çetesi” diye tanımlamışlığı da… Son dönemde yine Slovak kamu televizyonu ve radyosunu dönüştürme hamlesi ‘liberal özgürlüklere’ aykırı bulunduğundan kitlesel protestolar örgütlenmişti.

Fico yine Kovid-19 krizinde ‘big pharma’ diye anılan dev ilaç şirketlerini ihya eden aşılar ve tedavi için sunulan ilaçları sorgulamaktan çekinmedi. Ve Dünya Sağlık Örgütü aracılığıyla dayatılan anlaşmaya itiraz bayrağı açtı.

Yine Fico da partisi de Amerikan patentli wokeizmi ve 12 yaşında hormonları ‘zıplayan’ çocuklara yönelik cinsiyet ideolojisini benimsemediği için ‘sosyal muhafazakarlıkla’ itham ediliyor.

Avrupa Komisyonu’nun Orta Doğu ve Afrika’dan sığınmacılarla ekonomik göçmenleri AB ülkeleri arasında pay etme planına “Ben başbakan olduğum sürece, Slovak topraklarında zorunlu kota uygulanmayacaktır” diyerek reddetti.

Dış politikada jeopolitik çok kutupluluk Fico’nun öteden beri mayasında; Irak işgalini ‘haksız ve yanlış’ diye eleştirip 2007’de Slovak askerlerini Irak’tan çeken o. Gürcistan’ı 2008’de Rusya’yı kışkırtmakla itham eden de… Yugoslavya’nın imhası sürecinde de Kosova’nın Sırbistan’dan koparılmasına itiraz etmişti. 2014 darbesi Ukrayna iç savaşını tetiklediğinde 2015’de Rusya’yı ziyaret edip yaptırımların kaldırılması çağrısı yapmıştı.

Kuşağının dramını yansıtan Fico açık sözlülükle AB ve ABD politikalarını eleştirmekten geri durmadığı gibi Brüksel’in ideolojik yansıması da olmadı. Kendi dünya görüşünü yansıtan duruşu, politikaları, neoliberal Batı’nın distopyasıyla kan uyuşmazlığı taşıyor.

Fico, 15 günlük tedavinin ardından 31 Mayıs’ta nihayet Bratislava’daki hastaneye nakledilebildi. Tamamen iyileştikten sonra siyasetteki varlığı ve yaşadığı travma ile ne yapacağı bilinmiyor.

AB komiseri Oliver Varhelyi’nin 23 Mayıs’ta STK’lara gelir kaynaklarını belirtme kuralı getiren yasa nedeniyle ‘Fico suikastını’ örnek göstererek ‘aynı kaderi paylaşabileceği’ tehdidi savurduğu Gürcistan, iktidardaki merkez solcu Gürcü Rüyası ve lideri Irakli Kobakhidze de sonraki yazıya…

GÖRÜŞ

Ukrayna’da barış için iki çizgi mücadelesi: Batı ve Küresel Güney

Yayınlanma

Batı kamuoyunda Rusya-Ukrayna, Moskova’da ise Rusya-Kolektif Batı (ABD, AB, NATO) Savaşı olarak adlandırılan güç mücadelesi nasıl sona erecek? Bu konuda iki farklı çizgi mevcut. Bu çizginin ilkini temsil eden Batı dünyası son olarak İsviçre’nin Bürgenstock kasabasında 15-16 Haziran tarihlerinde resmi adıyla “Ukrayna’da Barış Zirvesi” düzenlendi.

Zirveye ihtilaflı tarafın yani Rusya’nın çağrılmaması Batı’nın Ukrayna’da barışa müzakereler ve tavizler yoluyla değil, rakip ülkenin tam mağlubiyeti ile ulaşmayı arzuladığını gösteriyor. Ukrayna’da Barış Zirvesi’nin hemen öncesinde Rusya’nın dondurulan mal varlıklarından elde edilecek gelirin Ukrayna’ya aktarılması ve Rusya’nın Ukrayna sahasından Batı’nın istihbarat ve mühimmat desteği ile vurulmasına verilen onay da bu nedenle tesadüf değil.

Önümüzdeki günlerde NATO toplantısından çıkacak Ukrayna’ya uzun vadeli ve kurumsal destek kararını göz önünde bulundurursak İsviçre’deki etkinliği “Ukrayna’da Barış Zirvesi” yerine “Rusya’yı Teslim Alma Girişimi” olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.

Rusya’ya diz çöktürmek: Teorik açıdan kusurlu, pratikte imkansız

Rusya’yı diz çöktürerek barışı tesis etme girişiminin teorik ve pratik açıdan çıkmazı bulunuyor. Batı dünyasında efsanevi bir siyasi zeka olarak kabul edilen eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger savaşlarda bir tarafı tam teslimiyet koşulları altında masaya oturtmanın gerçek bir barışı değil gelecekteki daha büyük savaşı hazırlayacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan yıkımın tohumlarının Birinci Dünya Savaşı’nda atıldığını hatırlamak bu nedenle isabetli olacaktır.

Batı’nın teorik olarak oldukça tehlikeli bu yaklaşımının pratikte de bir karşılığı bulunmuyor. Zira yaptırımlarla teslim alınması beklenen Rus ekonomisi uluslararası kurumları şaşırtacak derecede dayanıklılığını kanıtlarken, Rus ordusunun Ukrayna sahasındaki ilerlemesi devam ediyor.

Savaşı uzatan Barış Zirvesi

Batılıların “day dream (gündüz düşü)” dediği uyku ile uyanıklık arasındaki hayallerle tertip edilen Ukrayna’da Barış ya da doğru ifadesi ile Rusya’yı Teslim Alma Girişimi’nin nasıl sonuçlandığını anlamak içinse Putin’in açıklamalarına bakmak yeterli olacak. Rusya lideri Putin, G7 ve Barış Zirvesi’nin arasına denk gelecek şekilde yaptığı açıklamada Moskova’nın çatışmaların sona ermesi için yeni şartlarını kamuoyuna duyurdu. Buna göre; Rus ordusu kontrol sağladığı topraklardan çıkmayacağı gibi yeni kazanımlar elde edildiği takdirde barış müzakereleri yeni gerçeklikler ışığında güncellenecek.

Rusya, ABD’li New York Times gazetesinin açıkladığı belgelere bakılacak olursa 2022’de İstanbul’daki müzakerelerde toprak konusunda daha az talepkar olmasıyla dikkat çekiyordu. İstanbul’da barışın kıyısına kadar gelindiğini ancak bunun dış müdahaleler ile akamete uğratıldığını dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “NATO’ya bağlı ülkelerin içinde savaş devam etsin arzusunda olanlar var. Savaş devam etsin, Rusya daha zayıflasın diye” sözleri ile özetlemişti.

Gelinen noktada Batı’nın her barış konferansı düzenlediğinde savaşın biraz daha uzayacağını görmek sürpriz olmayacak. Böylesine bir tablonun Ukrayna’da Rusya için Afganistan benzeri bir “Sonsuz Savaş” arzulayan ABD’ye hizmet ettiğine ise şüphe yok. Washington yönetimi bu sayede stratejik özerklik arayan Avrupalı devletleri kendi yanında rahatlıklar hizalarken, asıl rakip olarak gördüğü Çin’i kuşatmak için de gerekli politik atmosferi inşa ediyor.

Küresel Güney’in itiraz ve planı

İsviçre’de düzenlenen zirveye katılmayan ya da katılıp da imza atmayan ülkelerin toplamı Ukrayna’da barış için farklı bir alternatifin olgunlaştığını gösteriyor. Rusya ve İran’ın davet edilmediği zirveye Çin ve Mısır temsilci göndermedi. Güney Afrika, Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ise zirvede yer aldığı halde sonuç bildirgesini imzalamadı. Bu ülkelerin toplamı BRICS olarak adlandırılırken daha geniş planda bakıldığında Küresel Güney’in de Batı’nın çözüm/çözümsüzlük planına ilgi göstermediği dikkat çekiyor. Nitekim Türkiye ve Katar dışında Orta Doğu ülkelerinin büyük kısmı bildirgeye destek vermezken, Orta Asya’nın tamamı, Latin Amerika ve Afrika’nın ezici çoğunluğu da oyunun dışında kalmayı tercih etti.

BRIICS ülkelerinin oluşturduğu alternatifin çatısını Çin ve Brezilya’nın duyurduğu 6 maddelik çözüm planı oluşturuyor. Planın Batı’dan farkı yaptırım siyasetine,  bloklaşmalara karşı olması ve Rusya ile Ukrayna’yı aynı anda masaya oturtma hedefi. Müzakerelerin nerede tertip edileceğine dair şu anda resmi bir öneri olmasa da Çin ve Suudi Arabistan’ın adı öne çıkıyor. Ukrayna krizinin yıldönümünde 12 maddelik yol haritası hazırlayan ve bunu Ukrayna ile Avrupa başkentlerinde müzakere eden Çin’e Rusya’nın initiyatif vermesi muhtemel. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, daha önce yaptığı açıklamada Çin’in organize edeceği bir sürece müdahil olacaklarını duyursa da Batı krizin tarafı olmakla suçladığı Pekin yönetiminin uhdesindeki müzakerelere sıcak bakmayacaktır. İsviçre’deki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının faturasını Çin’e kesen NATO Genel Sekreteri yaptırım sinyalleri verirken, Ukrayna lideri Zelenski daha düşük bir tonla uğradığı hayal kırıklığını “Biz Çin’in dostluğunu bekliyoruz” diyerek ifade etti.

Çin-Brezilya koordinasyonu ile ilan edilen ve yakın tarihli olmasına karşın 20’nin üzerinde destek verdiği çözüm sürecinde Suudi Arabistan da müzakerelere ev sahipliği yapabilir. Nitekim Suudi Arabistan, Ağustos 2023’te Ukrayna konulu bir zirveye ev sahipliği yapmış Rusya’nın katılmadığı zirvede Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi Başkanı Andriy Yermak tarafından temsil edilmişti. Rusya’nın müdahil olmadığı zirve bildirisine imza atmama kararı alan Suudi Arabistan son hamlesi ile Moskova nezdinde itibarını artırırken, Riyad yönetiminin elinde Batı’yı ikna etmek için bir dizi enstrümanı bulunuyor. Bunlar; Batı dünyası ile geleneksel ilişkileri, petrol kartı, Körfez liderliği, Filistin krizindeki özel konumu olarak sıralanabilir. Son yıllarda dış politikasını Çin açılımı ve İran barışı ile çeşitlendiren Suudi Arabistan’ın bir sonraki müzakerelerde adres olabileceğini İsviçre Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Güvenlik Dairesi Başkanı Gabriel Lüchinger da dile getirdi.

Ateşkes bir ihtimal kalıcı barış uzakta

Çin-Brezilya yol haritası ABD-NATO hattının savaşın devamı yöndeki politikalarına rağmen krizi dondurmayı başarabilir mi? Bunu ilerleyen aylarda öğrenmek mümkün olsa da uzun vadede kalıcı bir barışın tesis edilmesi zor gözüküyor. Zira bunun için öncelikli olarak Batı’nın “barışın diz çöktürene kadar savaşmaktan geçtiği”  yönündeki inancı terk etmesi ve savaşın nedenlerine odaklanması gerekli. Bu konuda Çin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişlemesini yanlış güvenlik mimarisi olarak tanımlarken, güvenliğin bölünmezliğine vurgu yapıyor. Bir ülkenin ya da ittifakın güvenliğinin bir diğer ülkenin meşru çıkarlarını tehdit etmemesi yönündeki yaklaşımı bugünlerde Asya’ya doğru genişleme çabasındaki NATO için elbette kabul edilebilir değil.

Öte yandan kalıcı barış istikametindeki diğer zorlu görev ise Çin’in tanımladığı şekliyle “karmaşık tarihsel arka plana” sahip Rusya-Ukrayna ilişkilerini yeniden nasıl kurgulanacağı. Çin de dâhil olmak üzere krize çözüm bulmak isteyen ülkeler Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü, egemenliğine ve sınırlarına vurgu yapsa da Moskova ve Kiev arasında özellikle deniz sınırları alanında referans kabul edilebilecek anlaşmalar artık güncelliğini korumuyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Faşizm – 2: Yeni ittifak yolları

Yayınlanma

Yazar

Sınıflar mücadelesi ezilen sınıflarla ezen sınıflar arasındaki mücadeleden ibaret değildir. Hatta çoğu zaman mücadelenin bu biçimi derinlerde yatar ve ancak tarihi olarak tayin edicidir; ama güncel siyasi mücadelelerde tali bir önem taşır. Ezilen sınıflar sınıf mücadelesi sahnesine doğrudan çıktıklarında, ancak o zaman temel bir önem kazanırlar; bunun dışındaki hemen bütün durumlarda sınıf mücadelesi esas itibariyle egemen sınıfların şu veya bu kesimlerinin arasındaki mücadele şeklinde sürer.

Bugün de öyle oluyor. Hâkim sınıflar arasındaki mücadelede halklar ancak dolaylı bir özne bile değil sadece nesnedir. İşçi sınıfının devrimci, hiç değilse ilerici bir varlık gösteremediği faşistleşme sürecinde halk, emperyalist tekellerin kendi aralarındaki mücadelede, küçük burjuva sağcılığının biçimlerinin tekellerin siyasi temsilcilerine kitle desteği sağladığı kadar önem taşır.

Görüngü muhtevanın yerine konulduğunda ortaya çıkan çarpık duruma bir kez daha dikkat çekmeliyiz.

Faşizm – 1: Görüngü ve muhteva

İlk bölüme, ABD’ye dönelim: genel kabule bakılırsa geleneksel küçük burjuva sağcılığına yaslanan Trump faşist, ve sırf bu yüzden onun karşısındaki diğer güçler antifaşist veya hiç değilse faşist-değil sayılıyor.

Emekçi sınıfları kapsayan atomizasyon, amorflaşma ve gericileşme Trump’ın destek kitlesinde geleneksel biçimleriyle görülüyor. Ama bugün baskın olan geleneksel olmayan biçimler. Bunlar esas itibariyle mevcut “liberal” iktidarların destek kitlesinde: woke ve iptal kültüründe, “aktivist” zibidiliğinde, muazzam ahlaki dejenerasyonda, kimlikçilikte, vb. ortaya çıkıyor. Neden böyle? Çünkü bu woke kültürü, zibidilik, dejenerasyon vb. düpedüz saldırgan yollardan örgütleniyor. “Ötekileştirme” üzerine bir araba laf ettikten sonra ötekileştirmenin daniskasını bunlar yapıyor; tıpkı hâkim İslami kültürün oruç tutmamayı oruç tutanlara saldırı, namaz kılmamayı namaz kılanlara saldırı, dini eğitime karşı çıkmayı dindarlığa saldırı sayması gibi, liberal etiketli zırvalar da transseksüellerin kadınlara saldırısına, kozmopolitlerin millicilere saldırısına, “aktivistlerin” sanata saldırısına, çokkültürlükçülerin kültürlere saldırısına, emperyalist şemsiye altında devlet hayali kuranların emperyalizmden bağımsızlıkçılara saldırısına vb. yol açıyor.

Üstelik ve daha önemlisi bütün bunlar geleneksel faşist görüngüler arasında değil diye bu akımlar kendilerini antifaşist gibi pazarlayabiliyor da.

Trump’ın destekçileri, esas itibariyle taşra kökenli orta ve küçük burjuvaziden oluşan sağcı örgütler. İşçi sınıfının deklase olan kesimleri de var. Bütün bu kesimler bir varoluş krizi yaşıyorlar ve durum gerçekten de klasik faşizmlerin yükselişindeki kitle tabanını hatırlatıyor.

Ancak küçük burjuva sağcılığının beklentileri, özlemleri, siyasi tasavvurları, rejimin tepesindeki faşist eğilimlerle her zaman örtüşmeyebilir ve hatta çoğu zaman da örtüşmez. Klasik faşizmlerin tarihinin öğrettiği şudur: tepedeki faşist rejim eğilimleri, tabandaki faşist çetelerle yıllarca farklı istikametlerde görünebilir; ancak küçük burjuvazinin varoluş krizinin derinleşmesi, burjuvazinin genel ideolojik krizi, tepede it dalaşı, sermaye birikimi modelinde değişiklik zarureti vb. gibi muhtelif sebepler, muhtelif varyasyonlarla, mali sermayenin (“sanayi ve banka sermayesinin kaynaşması”) “en terörcü…” kesiminin bu serseri hareketiyle ittifak kurmasına yol açar.

Bugün iki farklı türde faşist kitle hareketi var. Birincisi, klasik modele en çok yakınsayan; Trump, Le Pen, VB, AfD, Meloni, Wilders, vb. destekçilerinde görülen türden hareketler. Bu hareketler İtalya şimdilik istisna edilirse iktidarda temsil bulmuyor. Ama ikinci tür faşist kitle hareketi: wokeçuluk, iptal kültürü, ilerici şalına bürünmüş emperyalist işbirlikçiliği, iktidarda doğrudan temsil buluyor: Yeşiller, Macron; Britanya, İsveç, Finlandiya, Hollanda vb. elitinin neredeyse tamamı.

Sanayi sermayesi başka sermaye grupları karşısında rekabet gücünü kaybetme riskiyle karşılaştığında korumacı olur. Bu neredeyse aritmetik bir sabittir. Trump’ın korumacılığı bundan ibaret. Banka sermayesi (NBFI ve varlık fonları dahil) ise gücünü para-sermaye hareketinin tamamen serbest bırakılmasında bulur; böylece hayali sermaye birikimi ve sermaye ihracı azami sınırlarına varır. Demek ki iki farklı menfaat alanının sebep olduğu bir gerilim var ve banka sermayesi sanayi sermayesi üzerinde tam bir tahakküm kurduğunda bile bu gerilim devam eder.

Bir yandan kapitalizmde altüst oluş, hâkim sınıflar kompozisyonunda köklü bir değişim, dolayısıyla bölüşüm modelinin değişmesi; diğer yanda küçük burjuvazi gericileşirken işçi sınıfının deklase olması. Eşzamanlı iki gelişme: bunlar iç içe geçtiğinde, ancak o zaman bir faşistleşme sürecinden söz edilebilir. Bugün Avrupa’nın her yerinde ve ABD’de tam da bu oluyor; ve bu nedenle, “Trump’ın yükselişi faşistleşme süreci anlamına gelir” önermesi yanlıştır; tersine, faşistleşme süreci derinleşirken Trump yükseliyor. Süreci derinleştiren: bütün sermaye gruplarının en teröristi, militaristi, yayılmacısı, müdahalecisi olarak banka sermayesi (çünkü emperyalist sistemin başlıca alametifarikası sermaye ihracıdır) ve onunla kaynaşan, onunla aynı nitelikleri taşıyan, aslında muazzam hayali sermaye birikimiyle ondan da çok balon olan, onunla aynı küresel iktisadi, ideolojik, siyasi hedefleri güden bilişim sermayesidir.

Her faşistleşme sürecinde sermayenin fraksiyonları arasındaki çatışma, taraflardan birinin diğerini yok ettiği mutlak zaferiyle değil tarafların birinin baskın olduğu yeni bir kompozisyon halinde sentezlenmesiyle ortaya çıkar.

Batıda sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmanın çözümü için bir dizi yol öngörülebilir.

Birincisi, geleneksel sanayi sermayesinin zaferi ve keynesçiliğe yönelmesi olabilir. Ne var ki keynesçilik tam istihdamı idealize edilmiş bir görev olarak önüne koyar; bu, emekçi sınıfların bağımsız siyasi aktörler olarak ortaya çıktığı bir dönemin iktisat siyasetidir ve sınıf mücadelesindeki antagonizmayı yumuşatmayı amaçlar. Oysa bugün emekçi sınıflar burjuvazinin herhangi bir kesiminin taviz vermesini gerektirecek güçte bağımsız bir aktör değil; bu sınıflar otuz yıldır amorflaştırıldı, sınıf bilinçleri iğdiş edildi, yerine şu veya bu biçimiyle kimlikçilik geçirildi, sosyal haklarının büyük bir bölümü budandı ve budanıyor. Hâkim sınıfların bir kesiminin başka bir kesimine karşı mücadelesinde ortak antagonistik düşmanları olan emekçi sınıfları güçlendirecek bir siyasete yönelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Keynesçilik ancak büyük burjuvazinin dizginlenmesini isteyen küçük ve orta burjuvazinin siyaseti olabilir ve gerçekten de öyledir. Çok önemli bu; çünkü eğer halk saflarından büyük burjuvaziye karşı bir muhalefet ortaya çıkacaksa, tek yolu, halkın her kesiminin asgari ortak menfaatlerini öngören böyle bir iktisat siyasetidir ve ancak böyle bir siyaset, küçük burjuva sağcılığının faşist iktidarlar için kitle tabanı olmasının önüne geçebilir. Almanya’da Wagenknecht hareketi bunu simgeliyor ve iktidarın kanatlarını geriletmek için ciddi bir potansiyel ortaya koyuyor; bu eğilim Wagenknecht’in başarısı ölçüsünde bütün Avrupa’ya yayılacaktır.

İkinci yol banka ve bilişim sermayesinin öngördüğü yoldur: küresel oligarşi pekişmeli; emperyalist blok içinde hegemonya sorunu kesin ve nihai olarak çözülmeli; olası alternatif hegemonya merkezleri (başta Avrupa) dağıtılmalı; Avrupa’nın sanayi sermayesi mümkün olduğunca yoğun bir şekilde ABD’ye taşınmalı; bu sermaye neredeyse bütünüyle savaş sanayisine yönelmeli; tek başlı bir emperyalizm, bir Schwab distopyası. Bu savaş yoludur, çünkü sermayenin birikim modelindeki hiçbir köklü değişiklik savaşsız gerçekleşemez.

Üçüncü yol şimdi Trump’ın vazediyor göründüğü yoldur: dış ticarette korumacılık; büyük savaşlar yerine yerel gerilimler ve kontrollü çatışmalar; ABD’de banka ve bilişim sermayesi karşısında sanayi sermayesinin özerkliğinin güçlendirilmesi; finanslaşma öncesi duruma dönüş.

Bu çatışmanın tek çözümü iki hâkim sermaye grubundan birinin diğerini yok etmesi değil ancak ikisinin birden başka bir seviyede entegrasyonu olabilir ve öyle de olacak. İkinci ve üçüncü yol kesişecektir; Amerikan sanayi sermayesinin militarizasyonu hızlanacaktır; ABD için korumacılık dünya için serbest ticaret; ABD için iç barış dünya için savaşlar; memnuniyetsiz küçük ve orta burjuvazinin Amerikan hâkim sınıflarının menfaatleri için örgütlenmesi; stagnasyon tehdidinin ortadan kalkması; Avrupa sanayi sermayesine diz çöktürülmesi sürecinin tamamlanması.

Harika çözüm!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta aşırı sağ yükseliyor mu?

Yayınlanma

Doç. Dr. Dilek Yiğit

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz’da genel seçimler yapılacak. 2010 yılından bu yana ülkeyi yöneten ve 2014 İskoçya bağımsızlık referandumu, 2016 Avrupa Birliği (AB) referandumu, AB ile çekilme (Brexit) müzakereleri ve küresel pandemi gibi zorlu olaylar, süreçler ve bunların etkileri ile yüzleşen Muhafazakar Parti, liderlik koltuğuna oturan isimlerin sıklıkla değişmiş olmasının da açıkça gösterdiği gibi, seçimlere iktidar yorgunu olarak gidiyor. Muhafazakarlar tarafından hükümetin yaptığı neredeyse her şeyi eleştirmek suretiyle muhalefet yaptığı ileri sürülen İşçi Partisi ise “potansiyel hükümet” gibi görünüyor; zira seçimlere dair anket çalışmalarının sonuçlarına göre İşçi Partisi açık ara önde. Bu koşullarda kuvvetle muhtemel temmuz seçimleri sonucunda yirminci yüzyılın başından itibaren Britanya’yı en uzun süre yöneten parti olması nedeniyle “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan Muhafazakar Parti iktidarı son bulurken, 1997 seçim zaferini tekrarlayacak olan İşçi Partisi tek başına hükümet kurabilecek.

İktidarın bir kurulu düzen partisinden diğerine geçmesine sebep olacak ve koalisyon hükümeti kurulmasını da gerektirmeyecek temmuz seçimlerinin sonuçlarının, iktidarın Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi arasında el değiştirmesine alışık, koalisyon hükümetlerine ise pek alışık olmayan Britanyalılar için “olağanüstü” bir özelliği olmayacak. Ancak seçimlere dair anket çalışmaları, üzerinde düşünülmesi gereken ve bizlere “Kıta Avrupası’nda olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da aşırı sağ yükseliyor mu?” sorusunu sorduran bir bulguyu karşımıza çıkarıyor.

Anketlerden çıkan bu bulguya değinmeden evvel, Birleşik Krallık’ın aşırı sağ partilerin yükselişe geçtiği Kıta Avrupası’ndan farklı bir tablo sunduğunu belirtmek gerekir. Aşırı sağ partilerin Batı Avrupa’da siyaset sahnesine dönmeye başladığı yıllarda Birleşik Krallık’ta  aşırı sağ gruplar bir araya gelerek 1967 yılında National Front adında bir parti kurdular. Parti yerel seçimlerde kısmi başarılar göstermiş olsa da, genel seçimlerde herhangi bir başarı gösteremedi. National Front içinde yaşanan görüş ayrılıklarını ve bölünmeleri müteakiben kurulan British National Party de seçimlerde başarılı olamadı. Birleşik Krallık’ın aşırı sağ parti ailesine 1993 yılında UKIP (United Kingdom Independence Party) katıldı. UKIP AB karşıtlığını siyasi söyleminin merkezine alarak ve Britanyalılar arasında artan Avrupa şüpheciliğinden de beslenerek Muhafazakar Parti üzerinde oluşturduğu baskı nedeniyle AB referandumuna giden süreci hızlandırmış olduğu gerekçesi ile Birleşik Krallık tarihinin en başarılı “tek konu partisi” olarak nitelendirilmektedir, ancak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde dikkate değer başarılar göstermiş olsa da, UKIP’in, 2015 genel seçimleri hariç, genel seçimlerde herhangi bir başarısı olmamıştır.

Dolayısıyla Birleşik Krallık’ın aşırı sağ partilerinin, Kıta Avrupası’nda seçim başarıları gösteren aşırı sağ partiler ile mukayese edildiklerinde “başarısız”  kaldıklarını söyleyebiliriz. Birleşik Krallık da aşırı sağ partilerin siyaseten etkili olmadığı ve olamayacağı bir ülke  imajı sergilemektedir. Hal böyle iken bizlere “Birleşik Krallık’ta aşırı sağ yükseliyor mu?” sorusunu sorduran seçim anketi bulgusu, Birleşik Krallık’ın söz konusu imajının sürdürülebilirliği açısından da önemlidir.

Nedir bu bulgu? Seçim anketlerine (Statista, Yougov) göre Reform UK partisi oylarını hızla artırarak seçimlere girmektedir ve kuvvetle muhtemel seçimlerden üçüncü parti olarak çıkacaktır. AB referandumundan çıkan karar uyarınca Birleşik Krallık hükümeti ile AB arasında çekilme müzakereleri yürütülürken, siyasi yelpazenin her yönünden Avrupa şüphecilerinin bir araya gelmesiyle, Brexit’in Birliğe taviz verilmeksizin, gerekirse taraflar arasında herhangi bir anlaşma yapılmadan gerçekleştirilmesi gerektiği söylemiyle 2018 yılının sonunda Brexit Party kurulmuştu. Kurulduktan kısa bir süre sonra 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde 29 sandalye kazanma başarısı gösteren Brexit Party, Birleşik Krallık AB’den çekildikten sonra ismini Reform UK olarak değiştirdi. Reform UK Brexit Party adı altında iken aşırı sağın iki temel özelliği olan “Avrupa şüpheciliği” ve “göç karşıtlığı” üzerinden siyaset yaptığından, yani Kıta Avrupası’ndaki aşırı sağ partiler ile ortak noktaları olduğundan, aşırı sağ olarak nitelendirilmişti ama Reform UK yönetimi partileri için “aşırı sağ” kavramının kullanılmasına tepki göstermektedirler.

Birleşik Krallık AB’den çekildikten sonra Avrupa şüpheciliğinin Britanya için bir anlamı kalmadığından, Reform UK, söyleminin merkezine göç karşıtlığını aldı. Bu açıdan Reform UK’nin, Britanya’da aşırı sağ parti ailesine mensup diğer partiler gibi “tek konu partisi” olarak eleştirilme riski vardı ama Reform UK sadece göç meselesi üzerinden siyaset yapan “tek konu partisi” olmadığını, genel seçimlere giderken “Let’s make Britain great” başlığı altında kamu sektöründe, kurumlarda ve ekonomide reform önerilerinde bulunarak göstermeye çalışmaktadır.

Reform UK’nin anketlerde öngörüldüğü şekilde seçimlerden üçüncü parti olarak çıkması iki partili sistem olarak bilinen ve Muhafazakar Parti ile İşçi Partisi’nin domine ettiği Britanya  siyaseti için çok fazla anlam ifade etmeyebilir. Diğer taraftan  partinin bu seçim sonucu, iki partili sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan  ve küçük partilerin parlamentoda temsilinin önünü kesen tek isimli tek turlu seçim sistemine rağmen, büyük bir başarı olarak okunabilir. Eğer bir başarı olarak okunacak ise, bu Muhafazakar Parti’yi ve İşçi Partisi’ni farklı kanallardan etkileme potansiyeli taşımaktadır.

Aşırı sağ partilerin şimdiye kadar genel seçim başarısı gösteremediği Britanya’da Reform UK’nin başarısı Muhafazakar Parti’yi, seçmenini Reform UK’ye kaptırdığını düşünmeye sevk ederek partinin siyasi yelpazede aşırı sağa kayma ihtimalini yaratabilir. Üstelik Muhafazakar Parti zaten aşırı sağa kaymakla ya da aşırı sağı normalleştirmekle eleştirilmektedir. Reform UK’nin başarısı iktidardaki İşçi Partisi’ni ise kendisine yönelik asıl muhalefetin aşırı sağ ideolojiden geldiğini  düşünmeye sevk ederek aşırı sağ politikalar uygulamaya yönlendirebilir; üstelik İşçi Partisi de halihazırda Muhafazakar Parti gibi sağa kaymakla eleştirilmektedir.

Sonuçta temmuz seçimlerine dair anket öngörüleri gerçekleştiği taktirde Reform UK aldığı seçim sonucuyla, sonrasında ise İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’yi etkileme kapasitesine bağlı olarak Birleşik Krallık’ta aşırı sağın yükselişinin ifadesi olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English