Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Azerbaycan-Ermenistan ihtilafı: Tarihin sonu mu yoksa yeni bir sayfa mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Azerbaycan’ın 2020’nin sonbaharında başlattığı saldırı ve ardından yaşanan çatışmalar 44 gün sürdü ve Ermeni tarafından bariz yenilgisiyle sonuçlandı. Daha sonra Rusya’nın araya girmesi ve bölgeye barış gücü birliklerini göndermesi söz konusu oldu.

Taraflar, 10 Kasım 2020’de üçlü bildiri imzaladı ve Ermenistan’ın silahlı kuvvetlerinin Karabağ’dan çekilmesi kararlaştırıldı.

Eylül 2023’e gelindiğine statüko bozuldu ve Bakü, bölgeye “terörle mücadele harekâtı” başlatmaya karar verdi. Devamında Karabağ’daki fiili Ermeni yönetiminin lideri Samvel Şahramanyan, imzaladığı kararnameyle yönetimi feshetti.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen makalede MGIMO Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü araştırmacılarından Sergey Markedonov, Azberbaycan-Ermenistan ihtilafının dönüm noktalarını ve bundan sonra yaşanabilecek senaryoları ele alıyor.


Azeri-Ermeni ihtilafı: Son bölüm mü, dahası gelecek mi?

Sergey Markedonov

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

9 Ekim 2023

Tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti (DKC) kendi kendini tasfiye ettiğini ilan etti. İlgili kararname, bu fiili oluşumun başkanı Samvel Şahramanyan tarafından imzalandı. Belgede, “1 Ocak 2024 tarihine kadar tüm devlet kurumlarının yanı sıra bakanlığa bağlı organların lağvedilmesine karar verilmiştir,” ifadesi yer alıyor. Dağlık Karabağ Cumhuriyeti, bağımsızlığı Ermenistan dahil hiçbir ülke tarafından tanınmayan, tek taraflı bağımsızlığını ilan etmiş bir cumhuriyet olsa da, bu kendini tasfiye kararnamesinin tarzı acı bir şekilde ünlü Beloveja Anlaşmalarını anımsatıyor.

Hem ilk hem de ikinci vakada, belge karmaşık etno-politik ve uluslararası süreçlerin nedeni olmaktan ziyade sonucu. Dağlık Karabağ, Sovyetlerin çöküşünün tetikleyicilerinden biriydi; Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin kurulmasına ilişkin referandum ise Viskuli’deki toplantıdan iki gün sonra gerçekleşti ve bu referandum, Sovyetler Birliği’nin sonunu getirmekle kalmayıp dünyayı da değiştirdi.

Tanınmayan bir ülkenin kendini tasfiye etmesi, uluslararası gündemi temelden değiştiren önemli bir hadise olarak görülemez. Fakat Kafkasya’daki durum gözlerimizin önünde ciddi değişimler geçiriyor ve sonuçları kesinlikle bu kronik etno-politik çatışmanın çerçevesinin çok ötesine uzanıyor.

İhtilafın doğuşu

Kafkasya’daki bölgesel statükonun bozulması Eylül 2023’teki tırmanışla alakalı. Üçüncü Karabağ savaşı (ve iki gün sürdüğü için en kısası) sırasında Azerbaycan, birleşik Sovyet devletinin son günlerinde belirlediği stratejik hedefe, yani toprak bütünlüğünü yeniden tesis etme hedefine ulaştı. Fakat, bu hadisenin bariz önemini kabul etmekle birlikte, Ermenistan-Azerbaycan ihtilafının mevcut durumunun ve gelecekteki gidişatının analizini Bakü’nün başarılı yıldırım harekâtına indirgememek gerekir.

Ünlü Fransız tarihçi ve Annals ekolünün önde gelen temsilcilerinden Fernand Braudel, araştırmacılar için üç zaman kategorisi önermişti: “uzun süre” (bir yüzyıl ve daha fazlası), “döngüsel (fırsatçı) zaman” (50 yıla kadar bir aralık) ve “olayların zamanı” (bugünün sorunlarına odaklanan).[1] Ermenistan-Azerbaycan ihtilafının dinamiklerini bütüncül bir şekilde görebilmek ve en önemlisi de çözüm olasılıklarını anlayabilmek için sadece “şimdi ve burada” geçerli olan “sıcak” olgulara değil, en azından bir buçuk asır öncesine dayanan ve bugünün gündemini belirleyen tarihsel hadiselere de atıfta bulunmak gerekiyor.

Örneğin, sözde “Batı Zangezur” konusunu ele alalım. 2021 yılında Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev şöyle demişti: “Batı Zengezur şu anda Ermenistan’ın kontrolü altında. Ancak açılan Zengezur koridorunu, vatandaşlarımızı atalarının topraklarına geri döndürmek için kesinlikle kullanacağız.” 25 Eylül 2023’te müttefiki Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı Nahçıvan kentinde ağırlayan Aliyev, bu eksklavın Sovyetler tarafından ülkenin ana kısmından ayrılan “Azerbaycan’ın kadim sınırı” olduğunu ilan etti. Dolayısıyla bozulan adaletin yeniden tesis edilmesi gerekiyordu.

Ermenistan-Azerbaycan ihtilafının SSCB’nin çöküşünün kendine özgü bir tetikleyicisi olduğundan bahsetmek bir tür geleneksel bilgelik haline geldi. Hakikaten de ihtilaf, Sovyet liderliğinin etnik-bölgesel anlaşmazlıkları önleme ve ortaya çıkan yangınları etkili bir şekilde söndürme konusundaki yetersizliğini ortaya koydu. Azerbaycan Sovyetine bağlı Dağlık Karabağ Özerk Oblastı (DKÖB) Bölgesel Konseyinin 20 Şubat 1988’de Moskova, Bakü ve Erivan’a müracaat ederek statüsünün değiştirilmesini ve Ermenistan Sovyetine dahil edilmesini talep etmesinin ardından, parti ve Sovyet yapıları krizin üstesinden gelmek konusunda net bir strateji öneremedi ve sürekli olarak üç seçenek —merkezden doğrudan kontrol, özerkliğin kendi kaderini tayin etmesi ve Azerbaycan Sovyetinin bütünlüğü— arasında gidip geldi. Sonuç olarak devlet içi çatışma, çeşitli dış aktörlerin (Rusya, İran, Türkiye, ABD ve Avrupa Birliği) dahil olduğu devletlerarası bir çatışmaya dönüştü.

Ancak Ermenistan-Azerbaycan çatışmasının kendi mantığı ve dinamikleri vardı. Ve bunu sadece Sovyetlerin çöküşünün faktörlerinden biri (önemli bir faktör olsa da) olarak değerlendirmek yanlış olur. İtiraz, 20 Şubat 1988’de durduk yere ortaya çıkmadı. Bu, en azından milliyetçi fikirlerin Güney Kafkasya’ya nüfuz ettiği 19. yüzyılın sonlarından beri kendini gösteren etno-politik çatışma geleneklerine dayanıyordu.

Ermenistan-Azerbaycan ihtilafını Dağlık Karabağ ihtilafı olarak adlandırmak da pek doğru değil. Doğru, son 35 yıldır Karabağ bu ihtilafın merkezinde yer alıyor ve Ermeniler ile Azerilerin Sovyet sonrası kimlikleri bu küçük toprak parçası üzerindeki mücadele üzerinden gelişiyordu. Fakat farklı zamanlarda iki halk ya da etnisite arasındaki çatışmalar Bakü’de, Zengezur’da, Nahçıvan’da ve hatta modern Gürcistan topraklarında, yani Dağlık Karabağ’ın dışında da alevleniyordu. Rus İmparatorluğu’nda, Sovyet döneminin sonlarında ve SSCB’nin çöküşünden sonra da durum böyleydi.[2] Hatırlatmak gerekirse: ikinci Karabağ savaşının tetikleyicisi, Temmuz 2020’de Dağlık Karabağ’daki çatışma alanının yaklaşık 200 kilometre uzağındaki Ermenistan-Azerbaycan sınırında yaşanan çatışmalardı.

Toprak savaşı ve “tesadüf”

Bu anlaşmazlıkların ana muhtevası, Ernest Gellner’in etnik ve siyasi birimlerin “çakışması” olarak tanımladığı şeydi (ve hala da öyledir).[3] Ermenilerin ve Azerilerin son iki yüzyılın başında şu anki yerleşim alanlarından farklı yerleşim alanlarına sahip oldukları, genelde toplu halde yaşamadıkları ve iç içe geçtikleri göz önüne alındığında, “çakışma” mücadelesi geniş bir coğrafyaya sahipti ve dış aktörlerin müdahalesiyle gerçekleşti. Karabağ, Nahçıvan ve Zengezur’da Türk, Amerikan veya Fransız faktörü Recep Tayyip Erdoğan, Joseph Biden veya Emmanuel Macron gibi siyasi figürlerin ortaya çıkmasıyla ortaya çıkmadı.

Uzun zamandır devam eden Ermenistan-Azerbaycan ihtilafı, geleneksel olarak iki tarafın maksimalist arzularından beslendi. Ulusal projeleri kapsayıcılıktan ziyade dışlayıcılığı, bir arada yaşamaktan ziyade bir etnik grubun egemenliğini öngörüyordu. Bu, fiili olarak toprağın “etnik mülkiyetini” tesis etme meselesiydi ve kıtlığı, toprak kaynağını son derce önemli bir faktör haline getiriyordu. 1918-1920, 1988-1994 ve 2020-2023 çatışmaları sırasında hem Bakü hem de Erivan toprak kazanımlarını güvence altına almaya ve pekiştirmeye çalıştı. Ermeni tarafı, bu çabayı bir “güvenlik kuşağı” sağlamak olarak tanımlarken, Azerbaycan tarafı buna “koridoru” önemsemek olarak hitap etti.

İster 1919 Paris Barış Konferansındaki tartışmalar, ister 1997-2020 yılları arasında AGİT Minsk Grubu’nun önerileri (“paket yaklaşım”, “adım adım” planlar, “ortak devlet”, “Madrid İlkeleri” ve bunların çeşitli güncellenmiş değişiklikleri) olsun, bu çatışmanın çözümüne ilişkin tüm kilit girişimleri gözden geçirmek, barış girişimlerinin esas olarak bu etno-politik açmazın taraflarından ziyade üçüncü taraflarca ortaya atıldığını görmek için yeterli olacaktır. Bu çerçevede, Ermenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan’ın önerileri pragmatizmin, taviz ve uzlaşmaya hazır olmanın eşsiz bir örneği olarak beliriyor. Ancak bunlar tam da genel kuralın istisnaları oldukları için bu kadar ilginçler!

Çatışma sarkacı

Güney Kafkasya’daki statükoda bazen radikal değişikliklere yol açan Ermenistan-Azerbaycan ihtilafı sarkacının modeli ne olmuştur? Öncelikle, ne zaman devlet içi bir çatışma devletler arası bir çatışmaya dönüşse gerginlikler meydana geldi. Bu durum 1918’de Rus İmparatorluğu’nun çöküşü ve 1991’de SSCB’nin dağılması sırasında yaşandı. İkinci olarak, statüko, karşıt tarafların ve dış aktörlerin birbiriyle ilişkili potansiyellerini birleştiren askeri-politik güç dengesi tarafından tesis edildi. Bu kırılgan denge bozulur bozulmaz, müzakereler ve diplomatik ziyaretler yerini yeni düşmanlıklara bıraktı. 2020 ve 2023’te Bakü, fırsat penceresinin açıkça farkında olarak çıtayı yükseltti. Moskova’nın yeniden başka yönlere odaklanması (2020’de Belarus ve 2022’den sonra Ukrayna), AB ve ABD’nin önemli bir enerji ortağı olarak Azerbaycan ile işbirliğine ilgi duyması ve Türkiye’nin Avrasya’da artan potansiyeli söz konusu. Rusya ve Batı arasında giderek artan çelişkiler de dikkate alındı ve bu durum, küresel toplum liderlerinin çatışmanın çözümü konusunda herhangi bir uzlaşıya varmasını imkânsız hale getirdi.

Eylül 2023’e giden yol büyük ölçüde üç yıl önceki ikinci Karabağ savaşının çelişkili sonuçları tarafından programlandı. Bir yandan, 26 yıldır var olan statüko, çatışmaların sonunda paramparça oldu. Azerbaycan sadece 1992-1994 yılları arasında Ermeni kuvvetleri tarafından işgal edilen yedi bölge üzerinde kontrol kurmakla kalmadı, bu bölgedeki ikinci büyük kent olan Şuşa ile Hadrut, Mardakert ve Martuni bölgelerindeki köyler de dahil olmak üzere eski DKC’nin kayda değer bir kısmını geri aldı. 2021’in başında, tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin kontrolü altındaki toplam toprak hacmi dört kat azalmıştı. 2020 savaşından sonra, çatışan taraflar arasındaki temas hattı daha uzun ve daha esnek hale geldi. İki yıl önce savaşan taraflar arasında yüzlerce metre mesafe varken, o zamandan beri muhaliflerin mevzileri arasında sadece 10 ila 30 metre mesafe var. Sözde “güvenlik kuşağını” kaybeden Ermenistan, Syunik ve Gegharkunik’in güney bölgelerinde Azerbaycan ile devlet sınırının yeni bir kısmını elde etti.

Öte yandan Azerbaycan mutlak bir askeri zafer kazanamadı. Askerleri, tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin başkenti Stepanakert’ten [Hankendi] epey uzakta durduruldu. Karabağ’daki Ermeni savunmasının son sınırı sembolik olarak ele geçirilmedi. Fiili varlığın altyapısı, bölgesel olarak küçültülmüş bir biçimde de olsa muhafaza edildi. Mali ve iktisadi olarak hala Ermenistan tarafından destekleniyor. Dahası, ikinci Karabağ savaşının sonunda Ermeni silahlı birlikleri tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti topraklarından tamamen çekilmedi. Dağlık Karabağ’ın yetkilileri (cumhurbaşkanı, parlamento, hükümet), ordusu ve polisi çalışmaya devam etti ve hatta Eylül 2023’te Dağlık Karabağ parlamentosu, imzası artık sonsuza dek tanınmayan cumhuriyetin kendi kendini tasfiye etmesiyle ilişkilendirilecek olan yeni bir cumhurbaşkanı, Samvel Şahramanyan’ı seçti. Her ne olursa olsun, yabancı politikacılar 2020-2022 yıllarında Karabağ’ı ziyaret ettiler (Fransız cumhurbaşkanı adayı Valerie Pecresse) ve ünlü milyarder ve hayırsever Ruben Vardanyan bir süreliğine cumhuriyet hükümetine başkanlık etti.

Fakat Azerbaycan, ihtilafın bu şekilde yeniden “dondurulmasını” kabul etmeye hazır değildi ve 2021’den itibaren Karabağ ile ilgili olarak “salam taktikleri” uygulamaya başladı, bu bölgeden önemli güvenlik ve iletişim düğümlerini (Laçın koridorunu bloke ederek ve bu bölgesel merkezin etrafındaki Ermeni köylerini tahliye ederek) adım adım kesti. Ülke içinde yeterli kaynak ve dış destek olmaması Erivan’ı jeopolitik minimalizm politikası izlemeye zorladı. Sonuç olarak, Eylül 2023’ten önce Ermeni makamları Bakü’nün Dağlık Karabağ üzerindeki egemenliğini çoktan tanımıştı. Bardağı taşıran son damla ise Nikol Paşinyan’ın Karabağ Ermeni ahalisi için “uluslararası garantiler sağlama” fikri oldu. 19-20 Eylül 2023’teki askeri tırmanış bu düzenlemeleri de bozdu.

Tarihin sonu mu yoksa yeni bir sayfa mı?

Karabağ’ın kendini tasfiye etmesi ihtilafı sona erdiği anlamına mı geliyor? Uzun zamandır beklenen barış yakın mı? Bu sorulara net ve olumlu yanıtlar vermek isterdim. Ancak bazı ince noktalar var ki özel olarak ele alınmayı gerektiriyor.

Bu noktada, ihtilafın Dağlık Karabağ’dan ziyade Ermenistan-Azerbaycan olarak tanımlanmasına ilişkin ilk önerimize geri dönelim. Nihayet gündemden düşen Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin statüsünün yanı sıra, eksklavlar (resmi olarak Azerbaycan Sovyetinin ve Ermenistan Sovyetinin eski toprakları olan ve zamanında kendilerini fiilen “yabancı cumhuriyetler” içinde bulan bölgeler) meselesi de var. Buna ek olarak, devlet sınırının belirlenmesi ve sınırlandırılması meselesi, sadece özel müzakereler sırasında ele alındığı için çözüme kavuşturulmadı.

Azerbaycan kuvvetlerinin 2021 yılında Sotq-Hoznavar bölgesinde yaklaşık 5 bin 400 hektarlık bir alanı kapsayacak şekilde Ermenistan’ın içlerine doğru ilerlediğini belirtmek gerekir. Daha sonra, gümrük ve sınır kontrolü yapmak için orada bir kontrol noktası kuruldu. Ve elbette, 2020 yılına kadar “uyku modunda” olan ama askeri-siyasi statükonun değişmesinden sonra bir kez daha ortaya çıkan sözde “Zengezur koridoru” meselesi çözülmekten çok uzak.

Bu arada, Ermenistan-Azerbaycan sorununun yanı sıra tüm bu meseleler diğer tarafların çıkarlarını da etkilemiyor. Rusya, ulaşımın önündeki engellerin kaldırılmasına ve kararlı arabuluculuğu sayesinde bir barış anlaşmasına son derece ilgi duyuyor. Fakat Türkiye (ki bugün Kafkasya’da kendisini bir çıkar sahibi olarak görüyor), yalnızca Nahçıvan’ı Batı Azerbaycan’ın bölgeleriyle değil, iki Türk müttefik ülkeyi de birbirine bağlayacak olan “koridor mantığından” faydalanıyor. Elbette Ankara ve Bakü, Erivan’ın etkin kontrolü olmaksızın bugünkü Ermenistan topraklarından geçecek bir koridoru tercih edecektir (formül meselesi burada talidir).

Sadece Ermenistan yönetimi değil, İran da bu yaklaşıma katılmıyor, zira İran kendi sınırları boyunca güçlü bir pan-Türkizmden korkuyor. Bu nedenle Tahran’ın güney Ermenistan’da olup bitenlere ilgisi giderek artıyor. İslam Cumhuriyeti, tek taraflı bağımsızlığını ilan eden oluşumları tanımıyor (bu yalnızca Dağlık Karabağ Cumhuriyeti için değil, Abhazya ve Güney Osetya için de geçerli). Bununla birlikte bu, özellikle Ankara ve Bakü’nün baskısı altında uygulamaya konduğu için Ermenistan topraklarında bölge dışı koridorlara ihtiyaç duymuyor.

Barış anlaşmasının gündemi de o kadar basit değil. Moskova, Brüksel ve Washington, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü desteklediği için Rusya ve Batı’nın bu konuda resmi olarak temel bir anlaşmazlığı yok. Ancak AGİT Minsk Grubu, Ukrayna’daki özel askeri harekattan sonra faaliyetlerini durdurdu ve Karabağ hattındaki benzersiz etkileşim sona erdi. Şimdi Rusya ile Batı birbirlerini rakip olarak görürken, Bakü ile Erivan arasındaki barış anlaşması birbirlerinin Kafkasya bölgesindeki nüfuzunu azaltmanın bir aracı olarak görülüyor.

Ve son olarak Azerbaycan, Karabağ sorununu müzakere masasında değil, güç kullanarak çözdü. Ermeni tarafının uzun yıllar boyunca müzakere eder gibi yaparak taviz vermekten kaçındığı önermesi lehine binlerce argüman bulunabilir ama gerçek şu ki, kaba kuvvet galip gelmiştir. Bu durum Bakü açısından yeni taleplere ufuk açarken, Erivan tehlikeli travmalar yaşadı ve bunların tedavisi yüksek riskler ve öngörülemezlik içeriyor. Dolayısıyla, askeri ve siyasi dengede herhangi bir değişiklik olması durumunda, ihtilafın tarafları tarafından doğrudan olmasa da bazı dış aktörler tarafından yeni statükonun gözden geçirilmesi ve hatta kırılması riski söz konusu.

[1] Braudel F. History and Social Sciences. Long Duration // Philosophy and Methodology of History. Ed. I.S. Kon. M., Progress, 1977. – s. 115-143.

[2] Markedonov S.M. Transformation of the Armenian-Azerbaijani Conflict: Historical Experience and Modern State // World Economy and International Relations. 2022, vol. 66 – No. 12, s. 120-130.

[3] Gellner E. Nations and Nationalism. M., Progress, 1991.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English