GÖRÜŞ
Bir Hint dizisi: “Geceyarısı Özgürlük”
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla Bayram“Geceyarısı Özgürlük”
14 Ağustos 1947’de gece yarısı Hindistan 200 yılı aşkın süren İngiliz sömürge yönetiminden özgürlüğüne kavuştu. Özgür bir Hindistan’ın doğuşu bir kutlama anı olabilirdi ancak Hindistan, Hindistan ve Pakistan olarak bölününce bölünmenin karanlığı ile gölgelendi …
Ya Nehru yerine Sardar Patel ilk Başbakan olarak seçilmiş olsaydı? Ya Gandhi ilk görüşmelerinde Jinnah’ı küçümsemeseydi? Ya Nehru ve Patel, Jinnah barış istediğinde ona daha açık olsalardı? Ya Nehru, Lord Mountbatten’ın, Hindistan’ın son Valisi’nin ve İngilizlerin niyetleri konusunda daha seçici olsaydı? Ya Patel, Gandhi’nin ulusal birliği korumak için Jinnah’a Başbakanlık koltuğu teklif etme isteğini kabul etseydi? Ve sorular böylece devam ediyor…
Bugün bu köşede bir dizi incelemesi ile karşınızdayım. Hindistan’ın abonelik tabanlı dijital yayın platformu SonyLIV’in 15 Kasım’da yayına giren “Geceyarısı Özgürlük” dizisi, 1975 tarihli çok satan bir romandan uyarlanan bir dönem draması ve Hindistan’ın Bağımsızlık ve Bölünme yolculuğunu konu alırken Hindistan’ın özgürlük mücadelesinin acı dolu son ayağını ekrana taşıyor. Hint yapımcı ve yönetmen Nikkhil Advani’nin ismini ve hikayesini Larry Collins ve Dominique Lapierre’in kitabından alan ve orijinal ismi “Freedom At Midnight” olan web dizisi şimdilik her biri 37-43 dakika uzunluğunda 7 bölümden oluşan 1. sezona sahip. 2005’te Fransa’da yaşamını kaybeden Amerikalı yazar Larry Collins ve 2022’de 91 yaşında vefat eden Fransız meslektaşı Dominique Lapierre’in 1975’te yayınlanan Geceyarısı Özgürlük kitabı, Hindistan’ın özgürlük mücadelesinin son ayağını, yani 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını ve ardından 1948’de Mahatma Gandhi’nin suikastını anlatıyor.
Geceyarısı Özgürlük dizisinin çerçevesi oldukça geniş, ancak ana anlatı yalnızca iki yılı kapsıyor ve Bölünme ayaklanmaları sırasında yeni bağımsızlığını kazanan Hindistan’ın belirsiz geleceği ile son buluyor. Hindistan’ın özgürlük mücadelesi hakkında bolca film çekilmiş, bunlardan yalnızca 3 tanesi devrimci özgürlük savaşçısı Bhagat Singh hakkında. Ve Geceyarısı Özgürlük ana akıma bağlı kalmayı seçerek kapsamını çoğunlukla Hindistan’ın Bağımsızlığı ve Bölünmesi arasındaki iki yılla sınırlamış: Lord Mountbatten’ın bağımsızlıktan yalnızca birkaç ay önce Hindistan’ın Valisi olarak görev yaptığı dönemle başlıyor, 1944’teki Gandhi-Jinnah görüşmelerinin olaylarını takip ediyor ve Mahatma Gandhi’nin suikastından hemen önce perdeleri stratejik olarak indiriyor.
Bize, Vali Evi’nde ve Hindistan Ulusal Kongresi’nin genel merkezinde kapalı kapılar ardında neler yaşandığına dair içeriden birinin anlatımını sunuyor; tüm karmaşıklıklara, uzlaşmalara, küçük zaferlere ve ideolojik çatışmalara ışık tutuyor.
Diziyi izlemek, modern Hindistan ve Pakistan’ın yaratıcıları Gandhi, Nehru, Patel, Jinnah ve Mountbatten’ın milyonların kaderleri hakkında tartıştıklarını bir cam duvardan görmek gibi. Ayrıntılar yoğun ancak hikaye anlatımı sürükleyici bir gerilim olmaktan çok, yumuşak bir drama. Belki de bu gerilimi vermek içindir mi ki dizinin hemen her sahnesinde bir saatin tik tak sesini duyabilirsiniz. Bölünmenin ateşli savunucuları Müslüman Birliği ve Hindistan Ulusal Kongresi tarafından temsil edilen acılı muhalifleri için saat işliyor.
Sömürge yönetiminin son ayları kaçınılmaz olarak Hindistan’ın dini çizgiler üzerinden bölünmesine yol açtı. Tarihi drama, Hindistan’ın bağımsızlığına yol açan olayları, Bölünme’nin gerçekliği ile gölgelenmiş bir şekilde anlatıyor. Hindistan’ın bağımsızlığına giden zorlu dönemi tasvir eden Geceyarısı Özgürlük politik manzarayı keşfederken hikayesine nüfuz eden metaforik bir dil olarak politik tonu benimsiyor ve anlatı küçük, sembolik ayrıntılarda gelişiyor. Örneğin, günlük görseller daha derin anlamlar kazanıyor: Sardar Patel tarafından çaya yarı batırılmış bir bisküvi ülkenin bölünmesinin kaçınılmaz oluşunu sembolize ediyor, Mahatma Gandhi’nin duvardaki yana doğru eğilmiş fotoğraf çerçevesi yaklaşan çatışmaya işaret ediyor, Gandhi’nin saatini kaybetmesi ve Patel ile Nehru’nun labirentvari geniş Vali sarayında kaybolması politik kaosun ortasında desteği veya daha çok kişinin yolunu kaybetmesinin metaforu haline geliyor.
Dizi, 1946’da Mahatma Gandhi’nin “Eğer Hindistan bölünecekse bu benim cesedim üzerinden olacaktır” demesi ile başlıyor. Çok geçmeden Hindistan’ın bölünmesinin ve bağımsız Hindistan’ın şiddetli doğuşunun acı dolu bir anlatımını sunmaya geçiyor. Sizi Hindistan’ın bağımsızlığı için savaşan ve 77 yıl önce milyonlarca Hint’in kaderini şekillendiren kararlar alan Hint liderler ile aynı odaya yerleştiriyor. Önce Bağımsızlıktan önceki yıldaki olayların kronolojisi kapsamlı bir şekilde ortaya konuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda kan kaybeden İngilizler, Hindistan’ı terk etmek için acele ediyor. Gandhi’nin vaftiz babası olduğu ve Nehru’nun ve Sardar Patel’in önderlik ettiği Kongre ile Jinnah’ın Müslüman Birliği arasında arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Anlaşmazlığın konusu? Birleşik mi yoksa bölünmüş bir Hindistan mı? Mohammed Ali Jinnah’ın liderliğindeki Müslüman Birliği, Jinnah’ın Kongre liderliğindeki bir Hindistan’da kaybolacağından korktuğu onuru Müslümanlara verecek ayrı bir toprak talebinden geri adım atmayacak. Dizi, kurucu babaların bağımsız, modern bir ulusun hangi yöne gitmesi gerektiğini tartıştığı ve görüştüğü Hindistan tarihindeki belirli bir zamanı araştırıyor. Birden fazla ideolojinin çatışması var: Jinnah’ın ayrılıkçılığı, Nehru’nun birleştiriciliği, Patel’in pragmatizmi ve Gandhi’nin prensipleri. Bir tartışmada herkes haklı olduğunda ilginç bir drama ortaya çıkıyor, ancak dizi bundan yararlanmıyor ve daha çok olayların sırasını haritalamakla ilgileniyor. Belirli olayların derinliklerine iniyor ancak bir bütün olarak bir araya gelmeyi başaramıyor.
Bu, Hindistan Ulusal Kongresi’nin ve/veya Tüm Hindistan Müslümanları Birliği’nin ve onların liderleri Jawaharlal Nehru ve Muhammad Ali Jinnah’ın inatçılığı mıydı? Mahatma Gandhi Hindistan’ın bölünmesini durdurabilir miydi? İngilizler bir kez daha böl-yönet politikasını mı kullandı? Son Genel Vali ve eşi Lord Louis Mountbatten ve Edwina Lady Mountbatten bunda ne kadar rol oynadı? …
Bunun bir belgesel olmadığını söyleyeyim: Altı kişilik bir yazar ekibinin senaryosu ile çalışan yönetmen Nikkhil Advani yedi bölümlük diziyi bir tarih dersinden bekleyebileceğinizden daha ilgi çekici ve anlamlı bir deneyim haline getirmek için bazı “yaratıcı özgürlükler” almışlar. Buna ayrıca belirli bir figüre takıntılı biyografik bir dizi olmaması da yardımcı oluyor. Kitlesel şiddet, ölüm, dehşet verici zulüm, açlık, hastalık ve evsizlik… Hepsi Hindistan’ın bağımsızlığına eşlik etti VE dizide asgari düzeyde temsil ediliyor VE senaryolarda genellikle sepya tonlarında görünüyorlar, yani kan dökülmesinin rahatsız edici bir görüntüsü olmadan.
Drama neredeyse tamamen ayrıntılı konuşmalara, toplantılara, tartışmalara, konuşmalara, kararlara, açıklamalara ve yoğun diyaloglara dayanıyor ve dönem sahnelemesinin büyük bir kısmı iç mekanlarda: büyük odalarda, koridorlarda ve ofislerde. En etkili sahnelerden biri, Nehru, Patel ve Maulana Azad gibi Kongre liderleri ile dolu bir odada düzenlenen kritik bir toplantı ile Jinnah ve meslektaşları ile dolu bir odada yapılan toplantı arasındaki geçişler. Az ışıklı odalarda yapılan sohbetler, Kuzey ve Doğu Hindistan sokaklarında çıkan ortak yangınlarla karşılaştırılıyor. Diyaloglar ve performansların duygusal akorlar ile etkili bir uyum sergilediği görülüyor. Örneğin aşağıdaki satırlara bir göz atın:
“Eğer Hindistan bölünecekse bu benim cesedim üzerinden olacaktır”
veya
“Sıradan bir adam, hükümetlerin yıllardır başaramadığı değişimi gerçekleştirebilir”
veya
“Bu insanlar Hindu olmadan önce Punjablı veya Bengallidir.”
Son dizede örneklendiği üzere diyaloglar, karakterlerinin zihinlerine dair içgörüler sunarken kimlik ve aidiyetin karmaşık etkileşimini özetleyen evrensel gerçekler olarak yankılanıyor, çağın daha büyük ikilemlerine değinerek tarihi ve duygusal derinlik yansıtıyor. Tarihsel hikayelerin olayı budur: Gerçeğe bağlı kalmaları gerekir ama aynı zamanda ilgi çekici bir izleme deneyimi sunmaları gerekir; ilgi çekici kısımlar özenle seçilebilir, ancak ihmal edilenler genellikle ihmal edilir ve “yaratıcı özgürlükten” yararlanılabilir. Ancak dizide ana akım Bollywood’un eğilimli olduğu türden abartılı bir gösteriş pek görülmüyor (Kİ bu bence diziye olumlu bir katkı sağlamış) ama dizinin trajediye karşı tutumunda ikna edicilik daha az hissediliyor, ara sıra Bollywood tarzı süslemelerde kayboluyor ama ciddi tartışmalarla kurtarılıyor.
Dizinin ana karakterleri arasında, sürekli olarak Kongre Partisi lideri Jawaharlal Nehru ile pazarlık eden, onun ilkeleri ile partisinin idealleri arasında kalan Kraliçe Victoria’nın torununun torunu Lord Mountbatten; yalnızca iki seçenek gören (“Ya Hindustan bölünecek ya da yok edilecek”) Müslüman Birliği lideri Mohammed Ali Jinnah ve bağımsız bir Hindistan’ın nasıl ilerleyeceği konusunda birleşik Hindistan hayalinden vazgeçen Mahatma Gandhi yer alıyor. 1989 doğumlu Hint aktör Siddhant Gupta Hindistan’ın ilk Başbakanı Jawaharlal Nehru rolünde oyunculuk yeteneği üzerine büyük övgü alsa da bence asıl öne çıkan performans Mohammed Ali Jinnah rolü ile 58 yaşındaki Hint aktör Arif Zakaria’dan geliyor; Pakistan’ı yaratmak gibi tek bir vizyonu olan Müslüman Birliği’nin kararlı lideri olarak son derece ikna edici bir performans. Ayrıca Gandhi rolündeki Chirag Vohra ve Hindistan’ın ilk içişleri bakanı Sardar Vallabhbhai Patel rolündeki Rajendra Chawla’nın da güçlü performansları var.
Sardar Patel tıpkı Hindistan özgürlük mücadelesinde olduğu gibi gösterinin de jokeri. Doğum yıldönümü Hindistan’da Ulusal Birlik Günü olarak kutlanan Sardar Patel ironik bir şekilde Pakistan fikrine ya da Bölünme fikrine teslim olan ilk liderlerden biri olarak gösteriliyor. O bir milliyetçi ama aynı zamanda bir realist, pragmatizmi sıklıkla köklü milliyetçiliği ile çelişen bir lider.
Benzer şekilde sosyalizm ve laikliğin sembolü olarak bilinen Jawaharlal Nehru, ülke çapındaki şiddetli isyanlara karşın idealist duruşundan uzun süre vazgeçmiyor. Nehru’ya hayat veren oyuncu son derece genç görünse dahi ona modern havayı veriyor; onu kusursuz İngilizce konuşan ve kusursuz takım elbiseler giyen, ancak yalnızca ulusu değil, aynı zamanda yaşadığı idealleri de derinden önemseyen yetenekli bir avukat olarak gösteriyor ama aynı zamanda otuzlu yaşların ortalarında biri olarak ellili yaşlarının sonlarında birini oynadığı gerçeğinden de tam olarak kaçamıyor.
Dizi, Gandhi hakkında yeni şeyler de gösteriyor: Hindistan özgürlük mücadelesinde şiddetsizliğin öncüsü olmasına karşın aynı zamanda şiddeti sineye çekmek konusunda inatçı bir yeteneğe sahip; şiddet ona değil, başkalarına yönelik ve Elbette kan dökülmesi onu derinden etkiliyor ancak Gandhi’nin vizyonu şiddete karşı hoşgörüsüzlüğünden daha güçlü. Genç ve ham bir Gandhi’den yaşlı ve bilge bir Ulusun Babası’na dönüşümü ikna edici.
Tüm bunların yanı sıra dizi Jinnah’ı Pakistan hayalini gerçekleştirmek için Tüberküloz teşhisini nasıl sakladığını veya kız kardeşi Fatima ile etkileşimlerini göstererek insani olarak gösterilmesine yönelik bir girişim var, ancak bu hızla söndürülüyor ve onu çoğunlukla Gandhi’ye karşı kıskançlık ile motive olan sert ve kötü bir adam olarak görüyoruz. Yani Jinnah’ın tasvirinde fark edilebilir bir önyargı var, kurnazlık ve soğukkanlı hesaplamaların bir karışımı gibi görünen bir önyargı: Dizi ayrı bir Müslüman bölgesi talebini incinmiş egolardan kaynaklandığını tasvir ediyor ve tüm resim asla gösterilmiyor gibi görünüyor. Yani Jinnah, kişiliği pipo içmeye, öksürmeye, kaşlarını çatmaya, güllerini haşin şekilde budayan soğuk-takıntılı birine ve “Ben Müslümanların tek sözcüsüyüm” diye sızlanmaya indirgenmiş, genel hatları ile karikatürize edilmiş bir karakter.
Ve bazı sahneler, Jinnah dışında hiç kimse suçlu değilmiş gibi sempati uyandıran histrioniklere uzanıyor. Şiddet tek taraflı hissediliyor ve genellikle Müslüman olmayanlar maruz kalıyor. Özellikle dizi bu dönemde Hindu Mahasabha’nın aktivitelerinden kaçınıyor ve yalnızca Gandhi’nin suikastını haber veren son sahnede onlara değiniyor. Yani Rashtriya Swayamsewak Sangh ve Hindu Mahasabha son bölümün son anına kadar resmin dışında. Hindu aşırılıkçıların Gandhi’ye karşı komplosu, artan şiddete tepki olarak gösteriliyor. Dizinin Gandhi’nin inancından biri tarafından öldürülmesi ile nasıl başa çıkacağını görmek için sanırım ikinci sezon bekleniyor… Bu arada bu ihtiyatlı yaklaşım Hindistan’daki aşırı Hindu milliyetçiliğinin hakim olduğu mevcut siyasi iklimden kaynaklanıyor olabilir…
Geceyarısı Özgürlük oyuncu kadrosu yüzlerce kişiden oluşuyor ama dizi iktidarın devri için yapılan müzakereleri yöneten bir avuç erkek ve bir iki kadına odaklanıyor; bu müzakereler, kaçınılmaz olarak çok fazla gerginlik ve gitgeller ile dolu, yavaş ve sancılı bir süreç. Dizinin bir eksik veya hatalı yönü, her bir önemli dramatik kişiliğin dram ve çatışma yaratmak amacı ile belirli bir düşünce çizgisini temsil eden bir ideolojik blok içine yerleştirilmesi: Gandhi bilge, Nehru birleşik bir Hindistan fikrine kendini adamış bir idealist, Patel kolu kurtarmak için bir eli kesmenin sorun olmadığına inanan bir pragmatist ve Jinnah Müslümanlar için ayrı bir ulusun yılmaz bir taraftarı; YANİ Dizi, bu olağanüstü adamların insani tutarsızlıklara yenik düşmeleri için fazla bir alan sunmuyor. Ancak Nehru, Patel ve Gandhi arasındaki kısa, dostça şakalaşmalar ve karakterler arasındaki samimi sohbetler, büyük siyasi figürlerin sonuçta insan olduğunu güzel bir şekilde ortaya koyuyor. Yine de derin insani nitelikleri görmek mümkün olabiliyor: Nehru’nun kırılganlıkla renklendirilmiş naif idealizmini, Gandhi’nin dingin ama duygusal ustalığını, Patel’in pragmatik keskinliğini, Jinnah’ın kararlı meydan okumasını ve Lord Louis Mountbatten’ın diplomatik karmaşıklığını görüyoruz.
Sanki bir sorun da dizinin temposu: Bazı kişisel sahneler uzatılmış gibi hissedilirken bazı önemli olaylar aceleye getirilmiş gibi. Yedi bölümden oluşan ilk sezon Hindistan’ı bölmenin bilgeliği hakkında gevşek ve gereksiz tartışmalar içeriyor, dördüncü bölüme kadar Hint ileri gelenler ve İngiliz yetkililer Pakistan’a olan talebi tartışıyorlar. Beşinci bölümden itibaren tempo, Mountbatten’ın Hindistan siyasi danışmanı VP Menon’un katılımı ile artıyor; Menon, Patel’in içerideki adamı oluyor ve tartışmayı Kongre’nin lehine çevirmeye yardımcı oluyor. Britanya’nın kötü şöhretli “Böl ve Yönet” politikasından bahsedilmesine karşın Mountbatten sempatik bir şekilde tasvir edildiği görülüyor. Ancak dizi geçtiği döneme ilişkin bağlam sağlamak için geçmiş olaylardan kesitlere de akıllıca yer veriyor. Ayrıca anlatıdaki bir kusur da kadın karakterlerin yeterince kullanılmaması, Fatima Jinnah ve Lady Mountbatten gibi figürler büyük bir vaat ile tanıtılırken anlatının kenarlarına itiliyor.
Ve bu arada dizinin kast seçiminde belki de beklenebileceği üzere Hindistan’ın A takımı yıldızları denilebilecek üst kulvar oyuncuları göremiyorsunuz, söze konu önemli tarihi figürleri özen ve güven ile ete kemiğe büründüren oyuncular var sahnede; hepsi oynadıkları liderlere tam olarak benzemese de gerçekten de canlandırdıkları adamlar olduklarına inanmanızı sağlamayı bir ölçüde başarabiliyor. Film yapımcısı büyük yıldızların dünyasından uzaklaştığı için övülse de dizi için yarattığı topluluk aslında hem isabetli hem de ıskalı. Örneğin bazı sahnelerde diyalogların anlatıda oluşan gerilimi dağıtmak için kasıtlı olup olmadığını veya gerçek konuşmalar olup olmadığını söylemek zor; bu daha çok Patel ve Nehru senaryolarında hissediliyor. Nehru-Patel ilişkisinin dinamikleri daha dikkatli bir şekilde araştırılabilirdi: Her ikisinin de devam eden toplumsal şiddete bir çözüm olarak Bölünme konusunda anlaştığı doğru olsa da neredeyse her konuda anlaşamıyorlardı; yani Patel’in Nehru’ya defalarca “Haklıymışsın, Jawahar” demiş olması pek olası değil gibi ki aksine, tam tersi gerçeğe daha yakın olabilir. Ya da Örneğin Gandhi performansında trajedinin ya da acının yansıtılması biraz daha hissedilebilir olabilirdi, yani hissediliyor ancak bu his bölümlere iyi serpiştirilmemiş. Ve genel performanslara bakınca, konuştuklarında diyaloglarının ağırlığını ve ciddiyetini hissetmiyorsunuz ki bu belki de dizinin en büyük zayıflığı. Ayrıca olaylar insanlardan daha öncelikli tutuluyor ve sonuç olarak her şeyin nasıl gerçekleştiğini biliyoruz ama nedenleri belirsiz kalıyor. Bazı sahnelerde gerilim dolu bir arka plan müziğinin korkunç derecede aşırı kullanılması da olayları dramatize etmede aşırıya kaçıldığı hissiyatı veriyor. Ve dizi bilmediğiniz bir tarihi anlatmayı da vaat ediyor Ama izlediğim yedi bölümde de kamuoyuna açıklanmayan önemli bir olay yaşanmıyor ki bu, çoğunlukla bilinen bir tarih.
Ölümcül derecede hasta ama kararlı bir karakter olan Jinnah’ı canlandıran Zakaria dışında, önemli liderleri canlandıran diğer karakterler açıkçası pek de etki bırakmıyor.
Bir de özgürlüğün elde edilmesinin bedeli hakkındaki soru, tekrar tekrar isyanları göstererek kutuplaştırıcı duyguları sömürücü bir şekilde körüklüyor.
Ve dizinin imgelerinde ince bir tek taraflılık var: Her isyan sahnesinde takke takan erkekler ellerinde kılıçlarla veya sopalarla sokaklarda yürüyüş yaparken veya burka giymiş kadınlar “Lad ke lenge Pakistan (Pakistan için savaşacağız)” diye bağırırken görülüyor, Sih kadınlar kendilerini Müslüman erkeklerden kurtarmak için ateşe atlarken gösteriliyor, Hindular bir Müslüman kalabalığı tarafından yakılırken alevler Tanrıça Durga’nın bir putunun önünde dans ediyor…
Yine de tarihi dramaların daha çok propaganda aracı olduğu bir zamanda Geceyarısı Özgürlük sansasyonalizmden uzak durmaya çalışıyor gibi, çoğu dönem dizisinin aksine bilinçli olarak bugüne hitap etmeye çalışmıyor. Yönetmen Nikkhil Advani, Hindistan topraklarında bölünmenin dehşeti ortaya çıkmadan hemen önce gösteriyi “Vaishnav jan to tene kahiye je, peer paraayi jaani re” (İyi bir insan, başkalarının acısını bilen kişidir) şarkısı ile kapatıyor. Yine de dizi, yalnızca Hindistan’ın bölünmesinin bir anlatımı değil; aynı zamanda insan ruhunun akıl almaz zorluklar karşısındaki direncinin bir keşfi: Tarihin karmaşıklıklarının tasvirinde, özgürlüğün değerli olsa da çoğu zaman ölçülemeyecek kadar pahalı bir bedelle geldiğine dair dokunaklı bir hatırlatma sunuyor. Bu arada Advani ikinci bir sezon olacağını duyurdu: Bölünme gibi bir konu tek bir web dizisinde ele alınamazdı zaten ki bu nedenle çatışmalar henüz doruğa ulaşmadı…
Son Sözler
Her şeye karşın bir sezonu, 7 bölümü tek bir günde soluksuz izledim. Ancak asıl söylemek istediğim, özellikle Gandhi senaryoları cidden vurucuydu; özellikle 3. (Satyagraha) bölüm …
Aynı ulusun, aynı toplumun, nasıl düşmanlaştığını,
Bölünme mantalitesinin zihinlerde nasıl vücut bulduğunu
son derece dramatik ve acımasızca ortaya koyuyor …
Belki de uluslar hem kendi tarihlerinden (zaten ders almalı ANCAK) hem de başkalarının tarihlerinden ders alarak yol almalıdır,
diye de düşündürdü izlerken …
Ve söylemeden geçemeyeceğim, başlangıçtan itibaren asıl yüklenicinin Gandhi olmasına karşın -yani İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi için iradeyi ve birliği sağlama çabaları ve bunu sağlayabilme başarısını da dizideki geçmiş kesitlerde izlemişken- aynı Gandhi’nin nasıl kenarda kaldığını veya açıkçası nasıl kenara itildiğini de çok ince bir biçimde anlatıyor dizi … Ve onu bekleyen hazin sonu da haber veriyor dizi kapanışta … Ve bu anlamda beni en çok etkileyen/duygulandıran karakter Gandhi karakteriydi …
“Umut dağıtabilir misin?”
Gandhi’nin (Nehru’ya soruyor) bir repliği.
“Aklın korkusuz olduğu ve başın dik tutulduğu, bilginin özgür olduğu, dünyanın dar iç duvarları ile parçalara ayrılmadığı, sözcüklerin hakikatin derinliklerinden çıktığı, yorulmak bilmeyen çabanın kollarını mükemmelliğe doğru uzattığı, aklın berrak akışının özgürlük cennetine doğru yolunu kaybetmediği yerde, Tanrım, ülkem uyansın!”
Gandhi’nin dua repliği.
Ve son Gandhi repliği ile sonlandırayım:
“Bir ağaç kökünden kesildiğinde nereye düştüğünün bilincini kaybeder. Ama köklerinden kopardığımız insanlardır, Maulana! Onlar da bilinçli olmayı bırakacaklar!”
İlginizi Çekebilir
-
İmran Han’a arazi yolsuzluğu davasında 14 yıl hapis cezası verildi
-
Gelişmekte olan piyasa borsalarında Trump düşüşü
-
Maliye Bakanı, Pakistan’ın Çin sermaye piyasalarından yararlanmaya hazır olduğunu söyledi
-
Biden, Çin’in yapay zekaya küresel erişimini engellemek için çip kontrollerini genişletiyor
-
Çin, Amerikalı şirketlerin tedarik zinciri değişimlerini yavaşlatıyor
-
Çin ve Hindistan’a Rus petrolü tedarikini engellemek için daha sert ABD yaptırımları
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 3
Yayınlanma
2 gün önce18/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 3
İstikrar halkaları: içeride zor ve tehdit
Yukarıda saydığım bütün kasvetli göstergelere rağmen onları sınırlayan bir takım faktörler de var. En önemlisi, saydığım sektörler büyük ölçüde devletin elinde, dolayısıyla bu işletmelerde iflaslara izin verilmeyeceği açık. Bu da, kuşkusuz, genel riski azaltan bir faktör.
Devlet sektörünün organizasyonu, özgül devlet kapitalizmi, tamamen başka bir yazı konusu; bu nedenle burada derinlemesine incelemeyeceğim. Ancak istikrar halkaları kapsamında devlet zorunun sayılması gerek.
Genel olarak böyle durumlarda (Türkiye’de olduğu gibi) enflasyon artışını tetikleyen temel faktör şirketlerin süper kârlarıdır. Kapitalizmde yapısal bir eğilim bu ve dolayısıyla Rusya’da da gözleniyor; ama iktidarın bonapartist (bu kavramı şartlı kullanıyorum; Rusya’da iktidar meselesi ayrı, geniş ve kapsamlı bir teorik çalışma gerektiriyor) niteliği bu eğilimin güçlenmesine engel. 2024 boyunca bir dizi örnekte devlet baskısıyla kâr oranlarının yükselmesine engel olunduğu ve fiyatların az çok kontrol altında tutulduğu gözlendi. Bunlar iki kanaldan yürütüldü. Federal Anti-Tekel İdaresi (FAS) ve Genel Savcılık.
FAS, başta telekomünikasyon, temel gıda maddeleri ve inşaat malzemeleriyle ilgili anti-tekel müktesebatına dayanarak bir dizi soruşturma açtı. Bu soruşturmalar çoğu defa idari veya cezai süreç başlatılmadan fiyatların geri çekilmesiyle sona erdi.
Burada dikkat çekici bir ayrıntı var. FAS’in bir önceki başkanı İgor Artemyev’di. 11 Kasım 2022’de Artemyev’in yerine Maksim Şaskolskiy atandı. İkisi neredeyse tamamen karşıt kişilikler; daha önce liberal-neoliberal Yabloko partisinin Duma grubu başkan vekili olan Artemyev devletin ekonomiden elini ayağını çekmesi taraftarıydı, onun döneminde federal bölgelerin devlete ait enerji şirketlerinin satışına getirmek istediği sınırlamalar birçok defa FAS engeline takılmıştı. Dahası, bir devlet siyaseti olan küçük ve ortaburjuvazinin güçlendirilmesi de FAS tarafından zaman zaman bloke edilmişti; örneğin 2015’te tekel soruşturmalarının sadece yüzde 11’i büyük şirketlere (yani tekellere) karşı yürütülmüştü; yüde 36’sı ise orta ölçekli işletmeleri hedef almıştı.
“Rusya…”da FAS’ın 2018 rekabet raporunda devletin ekonomideki payının artmasından Artemyev’in rahatsızlığını ifade eden cümleler aktarmıştım; şöyle diyordu: “Devletin ekonomideki rolünün güçlendirilmesi süreci yeni, nitel bir aşamaya girdi” ve devlet kural koymakla kalmayıp “ülkenin bütün ekonomik sistemini düzenlemeye çalışıyor”.
Başka deyişle Artemyev’in başkanlığında Anti-Tekel İdaresi esas itibariyle devleti “küçültme” ve özel sektörün tekelleşmesini artırma amacı güdüyordu ve bu, doğal olarak, tekel kârlarının teşvikini de kapsıyordu.
Şaskolskiy ise büyük çoğunluğu Leningrad oblastindeki devlet şirketlerinin (veya büyük hisseleri devlete ait şirketlerin) yönetiminde bulunmuştu; selefinin tersine liberal entelijensiyanın uzağındaydı ve atanmasının tam da batının yaptırım saldırısına denk düştüğüne bakılırsa devletin FAS’a verdiği rolde bir değişimi de gösteriyordu.
Mevcut müktesebata göre (İdari Suçlar Kanunu, KoAP) “emtia piyasasındaki hâkim konumunu kötüye kullanmanın” cezası iki başlıkta ele alınıyor: eğer belli bir mala yapılan zam (yani kâr oranı) rekabeti tahrip etmiyor veya sınırlamıyor ama başkalarının menfaatine zarar veriyorsa 300 bin rubleden 1 milyon rubleye kadar ceza kesiliyor; eğer rekabeti sınırlıyor ve tahrip ediyorsa da o şirketin pazara girmesi üç yıl boyunca yasak ediliyor veya o malın cirosunun yüzde 1-15’i kadar ceza kesiliyor (işletmenin toplam emtia cirosunun yüzde 2’sini aşmamak ve 100 bin rubleden az olmamak kaydıyla). Bu ikinci durum, her ne kadar kâr oranı belirtilmemiş olsa da, fiilen bütün kâra el konulması anlamına geliyor.
Kanunun bu maddesinde en son tashih 2015’te yapılmıştı; ancak yakın zamanda iki tashih girişimi daha oldu. 2022 ağustosunda Artemyev başkanlığındaki FAS’ın ilk girişimi, aslında bu engeli kaldırmaktan başka bir anlam taşımıyordu; buna göre 60 gün içinde yüzde 30’dan fazla fiyat artışı soruşturma konusu olacaktı. Bu girişim sonuçsuz kaldı. İkinci öneri ise bu yılın başında (şubat) Şaskolskiy’in başkanlığındaki FAS tarafından yapıldı; buna göre de herhangi bir malın fiyatı 60 gün içinde yıllık TÜFE’nin yüzde 5’inden fazla arttıysa ekonomik bir gerekçesi olmadığı kabul edilecek ve ilgili şirket para cezası ödeyecek; demek ki bileşik hesapla bir mala yılda en çok yüzde 34 fiyat artışı sınırı konuluyor ve bu da en çok büyük zincir marketleri ilgilendiriyor. Bu tasarı halen hükümette.
Tasarı kabul edilir mi, bilmiyorum (bu tür tasarılar kabul edilmeden önce komisyonda uzun süre tutularak da tehdit aracı olarak kullanılabilir); ancak FAS’ın yetkisini kullanarak fiyat artışlarını durdurmaya çalıştığı belli. 2023’te FAS, ülkenin iki büyük mobil telefon operatörü hakkında haksız zam soruşturmaları açmıştı. Bu şirketlerin açtığı itiraz davasında Moskova tahkim mahkemesi geçen yıl FAS’ı haklı buldu. Ne kadar ceza kesildiğiyle ilgili net bir bilgi bulamadım; bu belki de ciddi bir meblağ olmadığına ve soruşturmanın bir başlangıç niteliği taşıdığına işaret ediyor. FAS 2023’te ceza yiyen operatörlerden MTS’ye geçen yıl gene haksız zam soruşturması açtı, bu defa 3 milyar ruble ceza kesti ve zammı geri aldırdı. MTS’nin bu yıl ortasında operatörlükten gelen toplam cirosu 115,1 milyar, kârı da 7,2 milyar rubleydi; demek ki FAS’ın cezayı en üst sınırdan kesmiş ve soruşturmaya konu olan davada bütün kâra (eğer daha fazlasına değilse) el konulmuş.
MTS cezası daha çok bir gözdağını andırıyor. Yıl boyunca benzer soruşturmalar sürdü ve çoğu durumda yapılan zamların geri çekilmesiyle sonuçlandı. FAS sadece bir önceki yıl toplam 5,8 milyar ruble ceza kesmişti; bunun 2,4 milyarı merkezi (906 milyon Apple’a), geri kalanı da federal bölgelerde kesilen cezalardı. Geçen yıl da antitekel cezalarının aşağı yukarı aynı seviyede kalması beklenebilir. Toplu istatistikler henüz yayınlanmadı; ancak FAS’ın resmi sitesindeki, soruşturmaların tamamını yansıtmaktan çok uzak haberlere bakılırsa merkezi soruşturmalarda 3 milyar rublenin üzerinde ceza kesildiği, 2 milyar rubleden fazla da geçen iki yıldaki cezaların ek tahsilatının yapıldığı anlaşılıyor.
Bunlar ciddi meblağlar değil, ancak tedbirin sıkılığı ve ibret-i âlem cezalar başka şirketlerin benzer eğilimlerini frenlemesine neden oluyor.
FAS, tekel fiyatlarını sınırlandırmanın araçlarından biri; ama özellikle gıda maddelerinde (ve “sosyal açıdan önem taşıyan diğer malların fiyatlandırılmasında”) bunlar sadece idari değil kriminal soruşturmalara da konu oluyor. Bu soruşturmalar Genel Savcılık tarafından yürütülüyor. Savcılık yıl boyunca başta yumurta olmak üzere gıda maddelerinden hijyene ve internet alışveriş sitelerindeki fiyatlandırmalara soruşturmalar açtı, bunların fiyatlarının savcılığın kontrolü altında olduğunu bildirdi ve karaborsa gözlendiği takdirde ağır ceza isteneceğini duyurdu.
İstikrar halkaları: düşen işsizlik, artan ücretler
En genelde bakıldığında her şeye rağmen bir dizi olumluluktan söz etmek
de mümkün. Bunların başında enflasyon hedeflerinin tutturulamamasına rağmen işsizlik oranlarının düşmeye devam etmesi geliyor. Aynı şekilde ücret ve gelir artışı eğilimi de devam ediyor. (Bak. Grafik 8.)
Bununla birlikte, Grafik 9’un gösterdiği gibi, mevduat faizlerindeki yükselmeye rağmen reel gelirin tasarrufa ayrılan kısmında çok büyük bir değişiklik yok.
Bunun bir dizi nedeni var. Birincisi, ücretler ne kadar yükselirse yükselsin zaruri giderlere ayrılan pay da artıyor. İkincisi, 1990’ların iflasından çıkmış olan halkın tasarruf güdüsü zayıf; mevduat faizleri rekor da kırsa halk yarın ne olacağını bilmediğinden ya eline geçeni harcayacak, ya araç veya ev alacak, ya da değerli metaller şeklinde tutmayı tercih edecektir — banka hesapları ise son tercih olacaktır.
Gerçekten de 2024 üçüncü çeyreğe kadar otomobil alımları hızla artıyordu. 2021’in ikinci çeyreğinde 490 bin otomobil satılmıştı; ilk yaptırım dalgasının ardından bu miktar 153 bine kadar düştü, ama ardından 2024 üçüncü çeyrekte 415 bine kadar yükseldi. Sabit fiyatlara vurulduğunda ise tablo daha da ilginç: 2021’de satılan 490 bin otomobil 2018 fiyatlarıyla 161 birime denk düşüyordu; 2024 üçüncü çeyrek itibariyle satılan 415 bin araç ise aynı fiyatlarla 228 birime yükselmişti. Yani otomobil fiyatlarındaki artışa rağmen gelirin daha büyük bir bölümü buna ayrılıyor.
Benzer bir durum konut alımında da var. MB’nın faiz siyaseti tüketici kredilerinin de daraltılmasını, hatta son verilmesini öngörüyor. Ama bütün ısrarına rağmen bunu başarması mümkün olmadı. Çünkü tüketici kredilerinin siyasi bir önemi de var; bunlar konsolidasyonun en önemli vasıtalarından biri.
Bu bağlamda Konut meselesi siyasi açıdan son derece önemli ve sektörün faiz riskinin yüksekliği, inşaat malzemelerinde enflasyon ortalamasının üzerinde fiyat artışı (başbakan yardımcısı Husnullin 20 Aralık’ta 2021’den bu yana inşaat malzemelerinde yüzde 64 artış olduğunu söylemişti), yeni inşaat yatırımlarının düşmesi yüzünden stagnasyonun etkisi birkaç yıl içinde daha derin hissedilebilir. Ancak mevcut projelerde bir aksama yok, bunun nedeni de aslında tüketici kredileri ucuzken (ayrıcalıklı krediler sayesinde hâlâ düşük) sektörde konut almaya hazırlananlardan toplanmış büyük bir sermaye birikimi olması (Husnullin bunun 7 trilyon ruble civarında olduğunu söylemişti — yani GSYH’nın yüzde 4’ünden fazla).
Burada bir başka dikkat çekici şey de şu: reel gelirin gıda, içecek ve tütün mamullerine harcanan kısmı az çok istikrarlı bir şekilde artıyor, ama hizmetlere ve gıda ürünü dışındaki emtiaya ayrılan kısmının artışı durdu veya yavaşladı. Veriler henüz kritik bir eşiğe işaret etmiyor, bununla birlikte halkta ekonominin gidişatına yönelik endişe algısının yükselmeye başladığı anlaşılıyor.
Diğer istikrar halkaları
Bütçe. Şimdilik petrol gelirlerinde aşırı bir düşüş gözlenmiyor. Federal bütçe de hâlâ fazla veriyor. Harcamaların GSYH’ya oranında düşüş var, ancak bu durum savunma sanayisine hiç dokunmadığı gibi sosyal yardımlar ve milli projelerden kısma anlamına da şimdilik gelmiyor, zira aynı dönemde GSYH da yükseldi: 2019 üçüncü çeyrekte 28,5 trilyondan 2024 üçüncü çeyrekte 50 trilyon rubleye. Ukrayna krizinin başından beri artış oranı ise yüzde 30’dan fazla. Bütçe gelirlerinin yüzde 35-40’ını eskisi gibi petrol ve doğalgaz gelirleri oluşturuyor.
Grafik 10, 2019’dan bu yana federal bütçe gelir, gider ve açığının GSYH’ya oranını gösteriyor. 2025’te ise yeni vergi kanunu (kademeli vergi) ile bütçe gelirlerinde 2,6 trilyon ek artış bekleniyor; bu bütçenin geleneksel bileşimini kısmen değiştirebilir ve petrol-doğalgaz dışındaki gelirlerin payını yüzde 70’e çıkarabilir.
Kapasite kullanımı. İmalat sektöründe hiç de MB’nın iddia ettiği gibi aşırı ısınma, aşırı kapasite kullanımı gözlenmiyor. Bizzat MB’nın verilerine göre bütün ekonomide üretim kapasitesi kullanımı 2021 ikinci çeyrekten beri ciddi bir değişiklik göstermiyor: yüzde 79-81 seviyesinde. Maden ve mineral çıkarılmasındaki kapasite kullanımında aynı dönemde küçük bir azalma bile gözleniyor (yüzde 80-81). İmalat sektöründe yüzde 73’den 75’e artış var, ama bu da genel kapasite kullanımının altında. İnşaat sektöründeki oranlar da buna yakın (bununla birlikte 2023 ortasından beri aşağı yukarı yüzde 80’den 78’e düşüyor). Ulaştırmada ise yüzde 75’den 77’ye yükselmiş. Ama aynı dönemde işsizlik yüzde 5’ten 2,3’e gerilemiş.
Sabit sermaye yatırımları. Bu kalemde artış temposu geçtiğimiz yıl boyunca ciddi biçimde düştü: birinci çeyrekte (bir önceki döneme göre) yüzde 3,5, sonra sırasıyla yüzde 0,8 ve 0,6. Ancak hiç değilse pozitif oranlar şimdilik korunuyor. Bununla birlikte sermaye verimliliği faiz oranlarının altına düştüğü ölçüde negatif oranlar da ortaya çıkacaktır. Nitekim, grafiklerde göstermemiş olsam da, inşaat sektöründe yıl boyunca yüzde -0,1 seviyesinde sürekli bir düşüş var.
Gelir artış temposu. GSYH’daki artışın başlıca gelir kalemlerine göre (işgücü ödemeleri, brüt kâr ve brüt karma gelir, net vergi ve ithalat) dağılımını gösteren grafiklerde 2023 boyunca sürekli ve hızlı bir artışın ardından 2024 boyunca sürekli ama itidalli bir gerileme var. Ama yüksek gelir, yüksek işgücü ödemelerine ve yüksek kâra hâlâ izin veriyor.
Stagnasyon? Bununla birlikte istatistiklerde izlenebilen sektörlerde, özellikle imalat sanayisi ve inşaat sektöründe stagnasyon eğilimi gözleniyor. Özel sektörün yatırım aktivitesi zayıflıyor.
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 2
Yayınlanma
5 gün önce15/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Kredi sıkıntısı
2023 ortasından bu yana bankalar tarafından kredi başvurularının karşılanmasında muazzam bir düşüş var: geçen yılın son çeyreğinde sadece 2022 başındaki ilk şok döneminden değil 2008-2009 krizi sırasında olduğundan bile daha az kredi başvurusu kabul edilmiş.
Dahası, MB’nın ekonominin fazla ısındığı ve kapasite kullanımının sınırlarına ulaşıldığı iddiasına rağmen şirketlerin üretim azalmasına neyin etki ettiği sorusuna verdiği cevaplar temel rolü hiç de kapasite kullanımının değil, ama kredi zorluğunun oynadığını gösteriyor. Bunların şirketlerin tamamen sübjektif görüşlerini yansıttıkları için objektif durumdan ciddi şekilde sapabileceğini göz önünde bulundurmak kaydıyla işletmeler arasında yapılan, üretim artışını sınırlayan temel faktörlerin ne olduğuna dair anketlere bakılırsa gerçekten de teçhizatın eskimesi veya bulunmaması yüzünden üretim kısıtına gidenlerin oranında ciddi bir artış var (2021 martında yüzde 19’dan 2025 eylülünde yüzde 25’e yükselmiş). Ama bu, sayılan diğer faktörlerle karşılaştırıldığında neredeyse önemsiz. Üretimin azalmasında nitelikli işgücü eksiğini öne çıkaranların oranı aynı dönemde yüzde 21’den 42’ye çıkmış; yüksek kredi faizleri için ise bu oranlar yüzde 20’den 44’e, mali kaynak yetersizliği için de yüzde 33’ten 47’ye yükselmiş. Dikkat edin, en paragöz olması beklenen sanayi işletmeleri bile üretim artışına engel olan faktörler arasında işçi ücretlerini saymamışlar; temel etken olarak mali kaynak ve kredi yetersizliği gösterilmiş, bu oranlar da MB’nın kredi faizlerini neredeyse geometrik bir artışla yükseltmeye başladığı geçen yılın ortalarından itibaren fırlamış.
Grafik 2 durumun vardığı kritik noktayı gösteriyor: Rusya’da döner sermaye verimliliği bu yılın ortasından beri faiz oranının altında (öz sermaye verimliliği ise politika faiziyle aşağı yukarı aynı seviyede). Şu, herkesin sadece aklıselimle, özel bir iktisat bilgisi gerektirmeyecek kadar akıl edebileceği bir şeydir: eğer sermaye yatırımı genel faiz oranının altında bir verimlilik getirirse yatırımlar durur ve kaynaklar bankaya (veya aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere değerli kâğıtlara — federal kredi tahvilleri, OFZ, yıllık getirisi yüzde 18-21 dolayında) akar. Demek ki, mevcut risksiz getiri seviyesinde (5 yıl vadeli OFZ’ler için yıllık yüzde 20 kabul edersek), ortalama geri ödeme süresinde yatırım projeleri maliyeti karşılamakla kalmamalı, aynı zamanda başlangıçta yatırılan fonların en az yüzde 150’si kadar toplam net kâr getirmelidir ki verimli kabul edilsin.
Kapitalist Rusya’nın tarihinde ilk defa böyle bir durumla karşılaşılıyor. Şu anda döner sermaye verimliliği OFZ getirisinin üzerinde olan sektörler (yüzde 23-46 arasında) sırasıyla petrol ve doğalgaz üretimi, maden cevheri üretimi, tütün ürünleri, kimyasallar (ilaç dışında), nakliye ve depolama, poligrafi ve selüloz. Geri kalan bütün sektörler bu bandın aşağısında ve bunlar arasında gıda, giyim, su temini ve geri dönüşüm gibi kamunun ihtiyaçları açısından en temel olanlardan başka kalkınmanın motoru saymak gereken elektronik, motorlu araç ve inşaat gibi sektörler de var.
Grafik 3 muhtelif sektörlerde OFZ getirisinin üzerindeki veya altındaki oranlara göre sermaye verimliliğini gösteriyor. Petrol-doğalgaz dışında, metalurji, kimya sanayisi gibi her zaman faizden çok daha yüksek verimlilikte olan sektörler bile öyle anlaşılıyor ki OFZ ile rekabet etmekte güçlük çekiyorlar. En tehlikelisi, makine ve ulaştırma araçları imalatında verimlilik OFZ getirisinin çok altında.
Durumun vahametini gösteren Grafik 4, vergi ve kredi ödemeleri öncesi kredi ödemelerinin net kâra oranını gösteriyor. Grafikten bu yılın ortasında rekor orana ulaşıldığı anlaşılıyor. Ulaştırma araçları imalat sektöründe net yükümlülüklerin faiz, vergi ve amortisman ödemelerinden önceki gayrisafi kâra (EBITBA) oranı yüzde 1700’ü buluyor; inşaat sektöründe yüzde 506, ticari hizmetlerde yüzde 476, otelcilikte yüzde 372, vb. En düşük oranlar, yüzde 40 ile farmakoloji ve 28 ile poligrafide.
Bu durum henüz stagflasyon anlamına gelmiyorsa bile eğilimin devam etmesi durumunda kaçınılmaz olarak stagflasyona yol açar ve stagflasyon da çoğu zaman iflasların tetiklenmesi anlamına gelebilir.
Sermaye kontrolleri
Eğer kontrol sağlanırsa sermaye gene de yatırıma yönlendirilebilir. Bunun için devlet zoru gerekli.
Bu zor giderek zayıflamakla birlikte işletiliyor.
Başlıca zor vasıtası, “dost olmayan ülkelerin” yerleşiklerinin sermaye çıkışına engel olmak için getirilen “C” tipi hesaplar uygulaması. Bu, “milli kapitalizm” vazeden dönemin ruhuna da uygun. Bu hesaplarda birkaç yüz milyar doları bulan muazzam bir sermaye birikimi olduğunu ileri sürenler var ve bu hiç de abartılı olmayabilir, zira uygulamanın bir diğer anlamı, tıpkı Rusya’nın varlıklarının dondurulduğu gibi, Rusya içinde yatırım yapmaktan imtina eden yabancı yerleşiklerin Rusya’daki kâr ve gelirlerinin dondurulması ve Rusya’nın varlıklarının tamamen gaspı durumunda bu varlıklara el konulmasıydı. Dolayısıyla “C” tipi hesaplardaki toplam miktarın olası bir mütakabiliyet durumunda el konulacak diğer varlıklarla birlikte Rusya’nın dondurulan varlıklarına (yaklaşık 300 milyar dolar) yakın bir meblağda olduğu kabul edilebilir.
İkinci bir zor vasıtası yakıt ve enerji alanında faaliyet gösteren 43 şirketler grubuna döviz gelirinin mecburi satışı dayatması. Uygulama ilkin, ilgili şirketlerin döviz gelirlerinin yüzde 80’ini Rusya’daki hesaplara yatırmasını, bunun yüzde 90’ını da (ihracat sözleşmelerinden gelen paranın yüzde 50’sinden az olmamak kaydıyla) satmasını gerektiriyordu. Haziranda bu uygulama yumuşatıldı; döviz gelirlerinin yüzde 60’ını Rusya bankalarına yatırma, bunun da yüzde 80’ini satma şartı getirildi. Ertesi ay eşik yüzde 40’a düşürüldü. Ekim ayında hükümet kararnamesiyle eşikler değişmemekle birlikte ihracat sözleşmelerinden gelen paranın yüzde 25’inden az olmamak kaydı düşüldü.
Özetle şu: mecburi döviz satışı kararnamesi döviz kurunun düşmesinde gerçekten de etkili oldu; ancak MB büyük sermayeye böyle zorlamalardan hiç hoşlanmıyor. Bu da MB ile hükümet arasındaki gerilimlerden birini oluşturdu. MB başkanı Nabiullina birkaç defa, mecburi satış uygulamasının sadece geçici bir tedbir olduğunun altını çizdi (“bana kalsa hemen kaldırırım,” havasında söylenmiş ifadelerle); hükümet ise ısrarla, uygulamanın iç piyasada etkisini göstermekte olduğunu, iç döviz piyasasının istikrarında önem taşıdığını ve döviz likiditesinde yeterli bir seviyenin bu sayede yakalandığını vurguladı.
Üçüncüsü bir zor değil ama teşvik vasıtası: Çin’deki Hong Kong ve Şanghay örnek alınarak açılan iç offshore bölgeleri. Bunlar ülkenin iki ucunda, Kaliningrad’da Oktyabrskiy ve Vladivostok’ta Russkiy adaları. Bu süreç devam ediyor, ancak sermaye çıkışına etkisi üzerine herhangi bir çalışmaya rastlamadım.
Faizle yarışan problem: sermaye çıkışı
Demek ki temel sorun sermaye hareketlerinin sınırlandırılması, en önemlisi de sermaye çıkışının engellenmesi.
Bunun üzerinde durmak gerek.
Sermaye çıkışı Rusya kapitalizminin asalak niteliğini gösteren en özgül kategorilerden biridir, zira bu çıkışın büyük bölümü offshore hesaplarına akan istiftir.
Grafik 5 bu muazzam servet aktarımını gösteriyor. (2024 son çeyrek verileri henüz yayınlanmadı; ancak benim sermaye çıkışı tahminimle radikal bir farklılık olacağını sanmıyorum.) Grafikte 1990’lı yılların bir önemi yok; bu yıllarda hesap-kitap olmadığı gibi sermaye çıkışı adı altında soygun halkın servetinin yok pahasına satılmasından ve mülk edinilmesinden ibaretti. Ama 2000’lerin başından 2008 krizine kadar sermaye çıkışının sınırlandığı görülüyor. Verilere bakılırsa, küçük bir hesapla, sadece şimdiki MB başkanı Nabiullina’nın görev döneminde toplam 897 milyar özel sermaye çıktığı anlaşılıyor.
Bununla birlikte 2022’deki durum bir istisna. 2022’de toplam 243 milyar dolar sermaye çıkışı oldu. Bu, GSYH’nın yüzde 10’dan fazlasına denk düşüyordu. Çıkış başlıca dört kanaldan gerçekleşmişti: avans ve ticaret kredileri (66 milyar dolar) — bu büyük ölçüde, yaptırımlar sonrası meydana gelen uluslararası ticaret şartlarının sonucuydu; banka vb. borç-kredi ödemeleri (62 milyar dolar); yabancı bankalardaki mevduat (33 milyar dolar); nakit döviz (14 milyar dolar); doğrudan yabancı yatırımların geri çekilmesi (40 milyar dolar) — bu da kısmen yaptırımlar sonrası başka yargı bölgelerinde sıkışan Rusya’ya ait varlıkların geri alınması için kaynak aktarılmasından kaynaklanıyordu.
İstikrar halkaları: dış ticaret
İhracat ve ithalat rakamlarında belli bir istikrar yakalanmış görünüyor. Grafik 6, petrol ve doğalgaz ihracatındaki düşüşün dibine varıldığı şeklinde de yorumlanabilir; aylık toplam ihracat rakamları (ortalama 35-36 milyar dolar) 2023 ortalarından beri pek az değişik gösteriyor. Demek ki ihracat ortalaması 2019 miktarına erişti ve az çok sabitlendi. Benzer bir durum ithalatta da var; burada 2023 boyunca özellikle Çin bankalarında ödeme güçlüğünün etkisi gözlenebiliyor, ama aşağı yukarı bahardan bu yana istikrar yakalandığı anlaşılıyor. Bu da ödeme probleminin çözüldüğüne yorulabilir. Aynı şekilde dış ticaret fazlası da sabitlenmiş durumda.
Grafik 7’de resmedilen tablo, petrol fiyatlarında yakalanan belli bir istikrar ve Ural petrolüne getirilen 60 dolar tavan fiyatı uygulamasının kesinkes işlememesinden başka Ural ve Brent petrolleri arasındaki makasın kapanması da (bu durum, Ural petrolünde uygulanan indirim miktarının azalması, yani gelirin artması demek) döviz gelirlerinde olası bir istikrara tanıklık ediyor.
Geleceği belirsizleştiren başlıca faktör Trump yönetiminde İran’a yaptırımların ağırlaştırılması ve Çin’le gümrük savaşlarının kızışması; her iki durum da petrol talebi üzerinde beklenmedik etkiler yaratabilir. Bundan başka bir faktör daha var. Eğer Beyaz Saray yönetiminin giderayak getirdiği yaptırımlar Trump döneminde korunursa petrol ihracatını etkileyecektir. Bunların en önemlileri Gazprom Neft ve Surguneftegaz’a, ayrıca Rusya’nın petrol ve sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatının önemli bölümünü yaptığı “gölge filonun” 180 tankerine getirildi. Bu ikincisiyle bağlantılı olarak Baltık’a provokasyon beklenebilir.
GÖRÜŞ
Trump neden dört ülkenin toprak ve egemenliğine göz dikti?
Yayınlanma
5 gün önce14/01/2025
Yazar
Ma XiaolinYeni yılın başında, Beyaz Saray’a ikinci kez girmeye hazırlanan Amerika’nın seçilmiş Cumhuriyetçi Başkanı Donald Trump, sık sık çılgınca açıklamalar yaparak dört ülkenin toprak ve egemenliğine göz dikti. “Amerika’nın topraklarını ve egemenliğini büyütmek” gibi bir tavır sergileyerek komşu ülkeleri huzursuz etti ve geniş çapta şikayetlere yol açtı. Trump, ilk dönemine kıyasla daha pervasız ve keyfi bir zorbalık tavrı sergiledi. Bu davranışı sadece Kanada, Meksika, Panama ve Danimarka gibi müttefikleri ve ortakları şok edip rahatsız etmekle kalmadı, aynı zamanda görev süresinin sonuna yaklaşan Demokrat Parti hükümetini de utandırdı ve çeşitli kanallar aracılığıyla onun absürt açıklamalarını ve eylemlerini düzeltmek zorunda bıraktı.
Trump’ın büyük bir güç liderine yakışmayan ve uluslararası ilişkiler normlarını ihlal eden bir dizi davranışı, aşırı bencil bir “Amerikan istisnacılığı” ve “önce Amerika” hegemonyacı duruşunu yansıtıyor. Bu davranışlar, “Trump 2.0” döneminde dünya düzenini, uluslararası ilişkileri daha da bozacağını ve büyük güçler arasındaki rekabeti ve çatışmaları artıracağını, ABD’nin izolasyonunu hızlandıracağını ve küresel “anti-Amerikancılığı” körükleyeceğini gösteriyor.
8 Ocak’ta (Doğu Zaman Dilimi), Trump, dünya çapındaki eleştirilere ve derin endişelere aldırmadan, kendi sosyal medya platformunda sözde “yeni bir harita” yayımladı. Bu harita, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Danimarka’ya bağlı Grönland ve hatta Meksika ile Orta Amerika’nın bazı bölümlerini tek bir varlık haline getirerek, sarı renkle işaretlenmiş ve ulusal sınırları ortadan kaldırmıştı. Meksika Körfezi, bu süper sarı haritanın bir iç denizi gibi görünüyordu. Trump her ne kadar herhangi bir açıklama yapmasa da, bu haritanın Trump’ın zihnindeki yeni kıta ve yeni dünya haritası olduğu, onun sık sık dillendirdiği “Yeni Amerikan İdari Haritası” olduğu açıktı.
7 Ocak’ta Trump, Amerika ve Kanada’yı birleştiren sarı bir Kuzey Amerika haritası yayımlamıştı. Bu harita, neredeyse tüm Kuzey Amerika kıtasını kaplayan “UNITED STATES” (Birleşik Devletler) yazısını barındırıyordu. Aynı gün Trump, gazetecilerin sorularını yanıtlarken, Panama Kanalı ve Grönland üzerindeki kontrolü “askeri veya ekonomik zorlamalar” yoluyla elde etmeyi dışlamayacağını açıkça ifade etti. Amerika ile Meksika arasındaki Meksika Körfezi’nin adını “Amerika Körfezi” olarak değiştirme önerisinde bulundu ve “Bu isim kulağa çok güzel geliyor” dedi.
Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı’nı Amerikan kontrolü altına alma fikri yeni değil; bu, ilk dönemine veya daha öncesine kadar uzanıyor. Bu, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” amacıyla tüm uluslararası su yollarını kontrol etmeye yönelik geleneksel hegemonyacı düşünceyi ve stratejik güvenlik eksikliğini yansıtıyor. Gerekçesi ise bu iki stratejik öneme sahip denizcilik boğazının Çin veya Rusya’nın eline geçmesinden duyduğu endişe ve Grönland’ın sahip olduğu nadir toprak kaynaklarına duyduğu arzudur. Bu esasen, “azalan hegemonya sendromu” ve “Çin tehdidi teorisi”nin yükseltilmiş bir versiyonuna dayanıyor ve Çin, Rusya ve ilgili ülkeler arasındaki ilişkileri daha da germeyi hedefliyor.
Trump’ın Grönland’a duyduğu tutku uzun zamandır biliniyor ve bu tutkunun Amerikan hegemonyası mı yoksa kendi ailesinin serveti için mi olduğu ayırt etmek zor. Bu aynı zamanda küresel ısınmayı inkar eden ve karbon emisyonu kontrolüne karşı çıkan görüşlerinin ikiyüzlülüğünü de ortaya koyuyor. Bu durum, karbon emisyonlarının aşırı salınımının dünya sıcaklıklarının artmasına, Kuzey Kutbu buzullarının erimesine ve dünya denizcilik yollarının düzeninin değişmesine neden olacağı gerçeğini bildiğini gösteriyor.
Batı medyası, Trump’ın uzun süredir Grönland’ı satın alma planları yaptığını ortaya koydu. 2019’da Trump, Amerika’nın Grönland’ı nasıl satın alabileceğini araştırmaları için yardımcılarını sürekli teşvik ettiğini doğrulamış ve bu anlaşmayı “temelde büyük bir emlak anlaşması” olarak nitelendirmişti. 2020’de Trump yönetimi, Grönland’da Amerikan konsolosluğunu yeniden açarak, Amerika ile Grönland ve onun sakinleri arasındaki bağları güçlendirmeyi ve nüfuzunu artırmayı hedefledi. Özetle, Grönland, Amerika için en az üç stratejik değere sahiptir: kaliteli maden kaynakları için mücadele, askeri üstünlük noktalarını kontrol etme ve Kuzey Kutbu ile Kuzey Kutbu deniz yolları üzerindeki hakimiyet.
Kuzey Amerika’nın kuzeydoğusunda ve Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Grönland, yalnızca 75.000 nüfusa sahip olan dünyanın en büyük adasıdır. 1814 yılından bu yana Danimarka’nın özerk bir bölgesi olan Grönland, zengin maden, doğal gaz ve petrol kaynaklarına sahiptir. Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa’nın geleceği için kritik kabul edilen 34 “önemli ham madde”den 25’i Grönland’da bulunmaktadır. Bunlar arasında pil, rüzgar türbinleri ve elektrikli araç üretiminde kullanılan lityum ve grafit gibi ham maddeler yer almakta ve bu kaynakların gelecekte Çin tarafından tekelleştirilebileceği öngörülmektedir. Günümüzde, küresel lityum üretimi Avustralya, Şili ve Çin’de yoğunlaşmış durumdayken, grafit üretiminin %65’i Çin’in kontrolü altındadır. Batılı uzmanlar, ABD’nin Grönland’ın nadir toprak kaynaklarını kontrol etmesi durumunda Çin’i Batı’nın teknoloji ve sanayi dünyasından tamamen izole edebileceğini savunmaktadır.
Geleneksel yakıtlı araçların gerileme dönemine girdiği ve yeni enerji araçlarının rekabetinin arttığı bu dönemde, Trump ve arkasındaki Amerikan sermaye grubu, Grönland’a bir köpekbalığının kan kokusunu alması gibi aç bir şekilde yaklaşmaktadır. Grönland’ı hemen ilhak edip, ABD’nin Avrupa ve Çin’e karşı pil ve elektrikli araç üretimindeki rekabet avantajını güçlendirme arzusundadır. Bu tutku, Trump’ın iş dünyasından gelen bir politikacı olarak içgüdülerini ve sermaye genişlemesinin temel dürtüsünü yansıtmaktadır.
Grönland, ABD’nin en kuzeyindeki Thule Hava Üssü’ne ev sahipliği yapmaktadır. Bu üs, kalıcı olarak Amerikan birlikleri ve balistik füze uyarı sistemlerini barındırmaktadır. 1951 yılında ABD ile Danimarka arasında imzalanan “Grönland Savunma Anlaşması” kapsamında, ABD geniş çaplı savunma işbirliği ve ada üzerinde üs kurma, kullanma hakları elde etmiştir. Bugün, ABD askeri gücünü küresel ölçekte azaltırken ve büyük güç rekabeti giderek artarken, özellikle Avrupa bağımsızlık bilinci kazanıp transatlantik bağlarını gevşetirken, Grönland’ı sıkı bir şekilde kontrol altında tutmak, ABD’nin coğrafi avantajlara sahip olan Rusya’yı ve stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve askeri güç arayışındaki Avrupa’yı daha iyi dizginlemesine olanak tanımaktadır.
Grönland ayrıca ABD için Avrupa’ya geçiş sağlayan bir “kuzey orta durağı”dır. İklim değişikliği, Kuzey Kutbu’ndaki buz tabakalarını ve buzulları hızla eritmeye devam ederken, Kuzey Kutbu deniz yollarının yıl boyunca kesintisiz geçişe uygun hale gelmesi beklenmektedir. Bu rotalar, Amerika ve Batı Pasifik limanlarından Avrupa’ya daha kısa bir güzergah sağlayarak, ekonomik, askeri ve stratejik olarak büyük bir değer taşımaktadır. “Soğuk Su Süveyş Kanalı” olarak adlandırılan bu rotalar, Amerika için kaçırılmaz bir fırsattır. Son yıllarda Rusya, Kuzey Kutbu deniz yollarının geliştirilmesine ve bu yollar üzerindeki liman inşaatlarına ağırlık verirken, Çin ise 2018 yılında “Buz İpek Yolu” önerisini sunmuş ve Rusya ile işbirliğini güçlendirmiştir. Bu gelişmeler, ABD’nin stratejik kaygılarını artırmış ve Trump yönetiminin Grönland’a olan ilgisini daha da yoğunlaştırmıştır.
Trump, Avrupa’daki Amerikan ortaklarını korkutmak için Çin ve Rusya’yı birer “korkuluk” olarak kullanmış ve şu ifadeleri dile getirmiştir: “Ulusal güvenlik nedenleriyle Grönland’a ihtiyacımız var. Özgür dünyayı korumaktan bahsediyorum… Her yerde Çin gemileri, her yerde Rus gemileri var. Bunun olmasına izin vermeyeceğiz.” Trump, Grönland ile ilgili tehditkâr açıklamasını yapmadan saatler önce, oğlunu bu adayı ziyaret etmeye göndermiş ve bu durum onun ne kadar aceleci olduğunu göstermiştir.
Trump, başkanlığına geri döndükten sonra ABD’nin Panama Kanalı’nı kontrol etmesi gerektiğini öne sürerek, Grönland üzerindeki emellerine benzer şekilde, ABD çıkarlarını güvence altına almayı amaçladığını açıkça ortaya koymuştur. Bu, doğrudan Çin’i hedef alan ve ABD’nin Çin’in gelişimini engellemeye yönelik ulusal stratejisine hizmet eden bir harekettir. Trump, “Panama Kanalı ABD için çok önemli ama şu anda Çin tarafından işletiliyor” demiş ve Panama’nın “Amerika’nın geri verdiği bu hediyeyi kötüye kullandığını” iddia ederek, ikili anlaşmaları ihlal ettiğini ve Amerikan gemilerinden “diğer ülkelerin gemilerinden daha yüksek” geçiş ücretleri talep ettiğini öne sürmüştür. Panama hükümeti, Trump’ın bu tür suçlamalarını kesin bir şekilde reddetmiştir.
Karayip Denizi ile Pasifik Okyanusu’nu birbirine bağlayan Panama Kanalı, 1904-1914 yılları arasında ABD tarafından inşa edilmiştir ve Asya’dan Amerika’nın doğu kıyısındaki limanlara giden rotayı büyük ölçüde kısaltmıştır. 1970’lerde, ABD ve Panama, kanalın sürekli tarafsız kalmasını sağlamak için bir anlaşma imzalamıştır. 1979 yılında ABD, kanalın kontrolünü Panama’ya devretmiştir. 1999 yılında ise iki ülke arasındaki iş birliği sona ermiştir ve şu anda Panama Kanalı, Hong Kong merkezli bir şirket tarafından işletilmektedir. Trump’ın Çin şirketini kanalın işletimi üzerinden eleştirmesi, ticari işbirliğini siyasi bir araç haline getirme ve jeopolitik baskı uygulama çabasıdır. Bu durum, Çin ve Panama arasındaki ilişkileri bozmayı amaçlamakta ve her iki ülkeye yönelik ticari ve jeopolitik şantaj olarak görülmektedir.
Trump’ın son dönemde sergilediği genişleme arzusu ve ABD’nin “yeni haritasını” yayımlaması yaygın bir paniğe neden oldu. Batı kamuoyu, askeri fetihlerle dünya toprak alanı bakımından dördüncü sıraya yükselen ABD’nin, yeniden topçu gemisi diplomasisi çağına dönmeye çalıştığı ve zorla veya yağma yoluyla topraklarını genişletme peşinde olduğu endişesini taşıyor. Bu, dünyanın coğrafi, jeopolitik ve siyasi haritasını yeniden yazabilir. Özellikle Grönland, özerk bir bölge olarak teorik ve yasal olarak bağımsızlık ve egemenlik seçimini referandum yoluyla yapma özgürlüğüne sahiptir. Ancak merkezi hükümetle uzun süredir yaşadığı gerilim, Danimarka hükümetinin Trump’ın sözlerinden dolayı özel bir endişe duymasına yol açtı.
2009 yılında Danimarka ve Grönland’ın özerk hükümeti bir anlaşmaya vardı ve Grönland’ın yalnızca bir halk oylaması düzenledikten sonra bağımsızlık ilan edebileceğini kararlaştırdı. Grönland Başbakanı Múte Bourup Egede, bu yılki Yeni Yıl konuşmasında, “Ülkemizin bir sonraki adımı atma zamanı geldi,” diyerek, Grönland’ın sömürge dönemi zincirlerinden kurtulması ve uluslararası arenada kendini temsil etmesi gerektiğini belirtti. Danimarka Başbakanı Frederiksen, ABD’nin Grönland’ı askeri güç kullanarak kontrol altına almasına karşı olduğunu açıkça ifade ederken, “Her şey Grönland halkına saygı çerçevesinde ilerlemelidir” şeklinde konuştu. Analistler, bu açıklamaların Grönland’ın coğrafi ve ekonomik olarak Danimarka ile sıkı bir bağ içinde olmasına rağmen, ABD’nin süper güç statüsünü kullanarak Grönland’ı bağımsızlığa zorlaması veya hatta ABD’nin bir federal eyaleti haline getirmesi ihtimalini dışlamadığını gösterdiğini belirtiyor.
Trump’ın Grönland üzerindeki kararlı ve tehditkâr tavrı ile Grönland’ın İnuit yerlilerinin sömürge yönetiminden kurtularak bağımsız olma potansiyeli göz önüne alındığında, Danimarka son günlerde en kötü senaryoların gerçekleşmesini önlemek için bir dizi önlem aldı. Danimarka Savunma Bakanlığı, Grönland’ın askeri savunmasını ve altyapısını güçlendireceğini duyurarak, Arktik topraklarını ve egemenliğini koruma konusundaki kararlılığını gösterdi. Danimarka Kralı X. Frederick, 1972’den bu yana ilk kez Danimarka ulusal armasını değiştirerek Grönland ve diğer bölgelerin egemenlik sembollerini vurguladı ve güçlendirdi.
ABD’nin Avrupa’daki ortakları, Trump’ın Grönland üzerindeki toprak hırslarını neredeyse oybirliğiyle eleştirdi. Trump’ın Grönland’ı ekonomik ve askeri yollarla zorla ilhak etmesinden endişe ediyorlar. Daha da kötüsü, ABD’nin askeri güç kullanarak adayı ele geçirmesi durumunda NATO’nun kolektif savunma mekanizmasını tetiklemesi ve diğer NATO üyelerinin başka üye devletlere saldırmasının önünü açması ihtimali. Bu durum, diğer 30 üye devleti Danimarka’yı savunmaya zorlayarak, ABD ile felaket niteliğinde bir “NATO iç savaşı”na yol açabilir.
Trump’ın tehlikeli söylemleri, görevden ayrılmaya hazırlanan Biden yönetimi için de bir diplomatik krize neden oldu. Bu durum, Demokrat Parti’nin korumaya çalıştığı transatlantik ilişkileri ve ittifak sistemini büyük bir sarsıntıya uğrattı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Trump’ın önerilerinin gerçekçi olmadığını ve uygulanmayacağını belirterek, Biden yönetiminin müttefiklerle yakın iş birliği içinde olmanın daha iyi sonuçlar getireceğine inandığını, müttefikleri uzaklaştırabilecek davranışlardan kaçınması gerektiğini vurguladı. ABD’nin Danimarka Büyükelçiliği, 9 Ocak’ta Grönland’daki Amerikan askeri varlığını artırma planı olmadığını açıkladı. ABD Savunma Bakanlığı ise 8 Ocak’ta Grönland’a “istila” planları hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığını vurguladı ve bu gibi senaryoların bir sonraki yönetimin tartışacağı konular olduğunu belirtti.
Trump’ın genişleme hezeyanları, Kanada ve Meksika’ya da büyük sıkıntılar yaşattı ve “tilki bile evine en yakın yerde avlanır” gibi, siyasi ve diplomatik normlara tamamen aykırı bir davranışı ortaya koydu. Trump, defalarca Kanada’nın ABD’nin “51. eyaleti” olması gerektiğini iddia etti. Hatta diplomatik protokolü hiçe sayarak, Kanada Başbakanı Trudeau ile yaptığı yüz yüze görüşmede bu talebini doğrudan dile getirerek onu oldukça utandırdı ve Kanada’da hem iktidar hem muhalefet kanadında geniş çaplı öfkeye neden oldu. Trump’ın Meksika Körfezi’ni “Amerikan Körfezi” olarak yeniden adlandırma provokasyonuna gelince, Meksika Devlet Başkanı Sheinbaum, “Neden Amerika Birleşik Devletleri’ne ‘Meksika Amerika’sı’ diyemiyoruz?” şeklinde sert bir şekilde yanıt verdi. Sheinbaum, medyaya 17. yüzyıla ait bir dünya haritası gösterdi. Haritada yalnızca Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş bir coğrafi isim olan “Meksika Körfezi” açıkça işaretlenmekle kalmıyor, aynı zamanda ABD’nin mevcut toprakları da “Meksika Amerika’sı” olarak tanımlanıyordu.
Gözlemciler, Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı üzerinde kontrol sağlama arzusunun gerçekçi olduğunu düşünürken, Kanada’nın egemenliği ve Meksika Körfezi üzerindeki hırslarının daha çok yüksek baskı taktiği olduğunu belirtiyor. Bu, iki ülkeyi ticaret tarifelerinde daha fazla taviz vermeye zorlayan “Trump tarzı” bir strateji olarak değerlendiriliyor. Daha geniş bir açıdan bakıldığında ise Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı üzerindeki kontrol tehditleri, Avrupa, Çin ve hatta Rusya’ya yönelik stratejik bir şantaj niteliği taşıyor. Bu tehditler, AB’yi ABD’ye ticaret ve sanayi rekabeti konusunda daha fazla imtiyaz vermeye; NATO’nun Avrupa’daki ortaklarını, savunma bütçelerini GSYH’nin %2’sinden %5’e çıkarmaya ve böylece ABD’nin yükünü hafifletmeye; ve Çin ile Rusya’yı büyük güçler arasındaki rekabet alanında ABD’ye boyun eğmeye zorlamayı amaçlıyor.
Trump’ın yakın müttefiki Elon Musk’ın son dönemde Avrupa iç siyasetine sık sık açık müdahalelerde bulunmasıyla bağlantılı olarak, “Trump 2.0” yönetim tarzının ilk dönemine kıyasla daha zorba bir tutum sergileyeceği açıkça görülüyor. Bu yaklaşım, uluslararası normları, diplomatik nezaket kurallarını ve küresel düzen düzenlemelerini tamamen göz ardı ediyor. Bu da Trump’ın önümüzdeki dört yıl boyunca dünyaya sonsuz sıkıntılar yaşatacağını ve küresel çapta belirsizlik ve sürekli bir korku dönemine yol açacağını gösteriyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
ABD’de TikTok yasağı yürürlüğe girdi
Trump, ‘beyaz feminizm’den neler öğrendi?
Gazze’de ateşkes rötarlı başladı
Trump’ın yemin törenine kimler katılacak?
Ateşkes yarın 8:30’da yürürlüğe girecek
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA1 hafta önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Rus basınından değerlendirme: Trump’ın Grönland’a neden ihtiyacı var?