GÖRÜŞ
Hindistan’ın demografik yönü: Avantaj mı yoksa dezavantaj mı?
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla BayramDünya çapında 8 milyardan fazla insan var ve her geçen gün bu sayı daha da artıyor. Dünya nüfusunun üçte birinden fazlası Hindistan ve Çin’de yaşıyor. Birleşmiş Milletler’in 1950’lerde küresel demografik verileri izlemeye başlamasından bu yana Çin, dünyanın en kalabalık ülkesi unvanını elinde tutarken bunu Nisan 2023’te Hindistan devraldı. 2064 yılında nüfusunun zirveye ulaşması öngörülen Hindistan’ın, o zamana kadar aradaki farkı açmaya devam etmesi bekleniyor. Ayrıca, Çin’in nüfus artışı yalnızca durmakla kalmıyor, aynı zamanda yaşlanıyor. Ortalama yaş şu anda Çin’de 39 iken Hindistan da 28.
Hindistan nüfusunun yüzde 40’ından fazlası 25 yaşın altında. Doğru şekilde ele alınırsa bu, Hindistan için büyük bir avantaj olabilir çünkü bu, ülkede çeşitli sanayi, iş ve eğitim sektörlerine giren bir sürü yeni beyin, Hindistan’a yirmi ile otuz yıl kadar dayanabilecek devasa bir işgücü tabanı anlamına geliyor. Önümüzdeki yıllarda dünyanın bazı güçlü uluslarının nüfuslarında ve dolayısıyla işgücünde azalma yaşanırken Hindistan’da böyle bir sorun yaşanmayacak. Ve bu büyük nüfusun İngilizce konuşan nüfus olması da ek bir avantaj.
Ancak bu, Hindistan için hem heyecan verici hem de göz korkutucu bir manzara. Evet, bir yandan genç nüfusu büyük bir potansiyel iş gücü sağlıyor. Bu demografik kazanç, -eğer kullanılırsa- Hindistan’ı dünyadaki en güçlü uluslardan biri haline getirebilir. Ama bu, Hindistan’ın tüm bu gençlere iş sağlaması gerektiği anlamına da geliyor. Ve eğer bunu başaramazsa, daha da yoksulluğa düşme riski var. Büyümeyi kontrol altına almak amacıyla Hindistan’ın Çin ile aynı hataları yapabileceği veya geçmişindeki karanlık bir dönemi yeniden ziyaret edebileceği yönünde kaygılar da var.
Nüfusun büyümesine yardımcı olan üç faktör var: doğum oranları, yaşam beklentisi ve göç. Hindistan ve Çin için temel unsur her yıl doğan bebek sayısıdır. Her iki ülkede de bu sayı düşüyor; kadınlar geçmiş yıllara göre daha az bebek sahibi oluyor. Yalnızca Hindistan’ın doğurganlık oranı Çin’inkinden daha yavaş düşüyor. Nüfus patlaması, insanların daha zengin ve daha eğitimli olduğu güney ve batı bölgelerine göre daha fazla bebek sahibi olduğu iki kuzey devleti Bihar ve Uttar Pradesh’ten kaynaklanıyor. Hindistan devleti Bihar, kadın başına 2,98 doğum oranıyla ülkenin en yüksek doğurganlık oranına sahip. Doğurganlık oranları genellikle kuzey Hindistan’da güneye kıyasla daha yüksek. Demograflar, güney devletlerinde aile planlaması ve doğum kontrolünün yaygınlaşmasının doğurganlık oranlarındaki düşüşün ana nedeni olduğunu söylüyor.
Hindistan genelindeki kadınların üçte biri herhangi bir doğum kontrol yöntemi kullanmıyor. Ancak bunu yapanların yüzde 60’ı cerrahi prosedürü tercih ediyor. Enteresan bir biçimde, Hindistan’da kadınlar arasında en yaygın doğum kontrol yöntemi kısırlaştırmadır. Ve daha da ilginç olanı, bu kadınların yüzde 70’e yakını hiçbir zaman geçici bir doğum kontrol yöntemi dahi yaşamamıştır. Hindistan Nüfus Kurumu Genel Müdürü Poonam Muttreja, “Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yüksek kısırlaştırma oranlarına sahip değilsiniz” diyor. Peki neden bu kadar çok kadın kısırlaştırma ameliyatlarını seçiyor? Birçoğu Hindistan hükümeti tarafından istihdam edilen bölgesel sağlık çalışanları tarafından teşvik ediliyor ve nakit teşviklerle ikna ediliyor. Hindistan Ulusal Kırsal Sağlık Misyonu’nun bir parçası olarak Sağlık ve Aile Refahı Bakanlığı tarafından istihdam edilen toplum sağlığı çalışanları olan Akredite Sosyal Sağlık Aktivistleri (ASHA’lar), bölgesel alanları veya köyleri ziyaret ediyor ve yerel halkı bu konuda eğitiyor. Bir veya iki çocuğun yeterli olduğu ve hayat pahalılığı nedeniyle daha fazla çocuk yetiştirmenin çok zor olduğu fikri aşılanıyor ve kalıcı kısırlaştırmayı tercih etmeleri için motive ediliyor. Sağlık departmanı, sağlık çalışanlarının tavsiyesine uyarak operasyonu tercih eden kadınların banka hesap numarasını alıyor ve genellikle cüzi bir miktar olmak üzere bir miktar nakit aktarıyor. Ancak bu tazminatı almayanlar da oluyor. Yani, operasyonu kabul eden her kadına kesin olarak bir ödeme yapılıyor değil. Ayrıca, araştırmacılar, çoğunlukla yoksul toplulukları hedef alan teşvik odaklı aile planlamasının eğitim temelli modeller kadar güvenli veya etkili olmadığı konusunda uyarıyor. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’ndan bazı araştırmacılar, bunun tek yöntem olmadığına ve en iyi yöntem de olmadığına vurgu yapıyor. Bu arada, hükümet programından fayda görecek olanlar yalnızca ameliyatları seçenler değil. Kendilerini yönlendiren sağlık çalışanları da maddi ikramiye alıyor. Hükümet, ameliyatları seçenlere kabaca 60 dolar tutarında bir tazminat verirken ASHA çalışanlarına aylık kabaca 100 dolar tutarında bir ücret ödüyor. Tabii bu ödemeler değişken. Örneğin, Haryana’da ASHA çalışanları, üçten az çocuğu olan ve ameliyat olan her kadın için yaklaşık 45 dolar alıyor. Üçten fazla çocuğu olan kadınlar için sağlık çalışanı komisyonu yaklaşık 15 dolara düşüyor. Bir de kaçınılmaz olarak, sağlık çalışanlarına yönelik hükümet teşviklerinin, onları diğer, çok daha güvenli doğum kontrol yöntemleri yerine, kadınları ameliyata itmeye teşvik ettiği ve onların, kadınların geçici yöntemlerden elde edebileceği faydalar konusunda danışmanlık yapmaya, motive etmeye veya daha fazla bilgi paylaşmaya yatırım yapmadığı gerçeğini doğuruyor.
Hindistan hükümeti aile planlaması programının “hedefsiz ve gönüllü” olduğunu söylerken Hint uzmanlar, Hindistan’ın, erkeklerin doğum kontrolüne daha fazla katılmasına ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Ancak şu ana kadar bu konuda herhangi bir eylem yapılmadı. Ve Hindistan’ın nüfus kontrolü geçmişi, politikacıların neden erkekleri hedef alma konusunda kaygı duyduğunu açıklıyor.
1960’ların sonunda henüz başbakan olan -Hindistan’ın henüz ilk ve tek kadın başbakanı ve daha da önemlisi Hindistan’ın Demir Leydisi- Indira Gandhi, Hindistan parlamentosu üzerinde neredeyse tam kontrol elde etti ve sosyalist ve laik politikaları nedeniyle özellikle ‘marjinal’ gruplar (kadınlar, yoksullar ve alt kastlar) arasında oldukça popülerdi. O dönemki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Lyndon B Johnson’ın yönetimi altında, Rockefeller Vakfı gibi büyük Amerikan şirketleri nüfus kontrolü için lobi faaliyetleri yürütüyordu. Johnson, 1966’da Washington DC’ye yaptığı ziyaret sırasında Gandhi’ye Hindistan’ın artan nüfusuyla mücadele etmesi için baskı yaptı. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) gibi güçlü kurumlar da Hindistan hükümetine kısırlaştırma politikaları uygulamaya koyması için baskı yapıyordu.
1975’te Indira Gandhi ülke çapında acil durum ilan etti. Hindistan’ın nüfus artışından kaynaklanan baskıya yanıt olarak erkekleri hedef alan yaygın bir zorunlu kısırlaştırma programı başlattı. Çoğunlukla yoksul veya Müslüman bölgelerdeki köyler güvenlik çemberine alındı ve polisin erkekleri ameliyata götürmek için zor kullandığı kaydedildi. Bazı erkeklere arsa gibi teşvikler teklif edildi ya da bunu yerine getirmemeleri halinde para cezası ya da iş kaybıyla tehdit edildi. Yalnızca 1976’da 6 milyondan fazla erkeğe cerrahi doğum kontrol yöntemi uygulandığı tahmin ediliyor ve çoğunun prosedüre zorlandığı belirtiliyor.
Gandhi’nin partisi, muhalefetinin destek kazanmak için acil duruma ve kısırlaştırma politikasına karşı yaygın tepkiyi kullanmasının ardından ertesi yıl iktidardan düşürüldü. Hindistan, dünyada aile planlaması ve nüfus kontrolü yöntemlerini uygulamaya koyan ilk ülkeydi, ancak zorla kısırlaştırma planı artık Indira Gandhi hükümetinin karanlık bir mirası olarak görülüyor. Tıpkı komünist Çin’in tek çocuk politikasının 1980’de yürürlüğe girmesinden bu yana yaptığı gibi, Hindistan’ın zorla kısırlaştırma politikası da gelecekteki hükümetlerin peşini bırakmadı ve odak noktasını erkeklerden uzaklaştırdı. Aile planlamasının gerekliliği kabul edilse de bu, politik açıdan sakıncalı hale geldi, Hindistan’da hükümet kısmen zorunlu aile planlaması nedeniyle seçimleri kaybetti.
Buna karşın hükümetler yıllar içinde teşvike dayalı kısırlaştırma programları da dahil olmak üzere ölçülü bir biçimde nüfus kontrol politikalarını hayata geçirdi. Bu politikalar da benzer şekilde zorlayıcı olarak tanımlandı ve hükümet bunları ülkenin dini yapısını kontrol etmek için kullanmakla suçlandı. Hindistan’ın Müslüman nüfusu, dini gruplar arasında en yüksek doğurganlık oranına sahip ve onu Hindu çoğunluk takip ediyor, ancak Müslümanlar aynı zamanda doğumlarda en hızlı düşüşü de yaşıyor.
Ulusal hükümet, Hindistan devletlerinin kendi aile planlaması politikalarını benimsemelerine izin veriyor. Çeşitli siyasi partilerin liderliğindeki birçok devlet, iki çocuk politikası uyguladı. Bu, insanların daha fazla çocukları varsa devlet işlerine başvurmalarını veya yerel seçimlere katılmalarını kısıtlıyor anlamına gelir.
Narendra Modi’nin Bharatiya Janata Partisi’nden politikacılar sıklıkla nüfus artışının sorumlusu olarak Müslüman azınlığı suçladılar. Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Assam devletinde Başbakan Himanta Biswa Sarmam, Müslüman halk arasında “yoksulluğu ve cehaleti ortadan kaldırmanın” tek yolunun nüfus kontrolünün olduğunu iddia ederek iki çocuk politikasını duyurdu. Eleştirmenler bunun, Hindu milliyetçi hükümetinin Müslüman azınlığı hedef almak için nüfus artışını bir bahane olarak kullanmasının bir örneği olduğunu söylüyor.
Hindistan’ın nüfusu önümüzdeki 20 yıl içinde 1,6 milyara ve 2064’te neredeyse 1,7 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. Ancak bir sonraki küresel süper güç olmak istiyorsa kartlarını doğru oynamak zorunda. Her yıl yaklaşık 8 milyon genç iş piyasasına giriyor. Ancak Hint yetişkinlerin yarısından azı çalışıyor, Çin’de ise bu oran üçte iki. Hindistan’daki iş gücünün yüzde 90’ı, düzenli maaşı, sabit çalışma saatleri ve sosyal yardımları olmayan, güvencesiz çalışan iş gücü. Hindistan’ın işsizlik sorunuyla karşı karşıya olduğu ve gençlerine yeterli iş imkanı sağlayamadığı gerçeği var. Yalnızca bir önceki yıl Hindistan’ın en büyük işverenlerinden biri olan demiryollarındaki 35 binlik istihdam duyurusu 10 milyondan fazla başvuru aldı. Bu, devamında, Bihar ve Telangana devletlerinde başvuru sahiplerinin şeffaf olmayan işe alım süreci iddiasıyla şiddetli protestoları getirdi.
Ayrıca konu yalnızca gençler değil; Hindistan’ın belki de en büyük kullanılmayan varlığı kadınlardır. Yetişkin kadınların yalnız yüzde 10’u Hindistan’da bir işe sahipken bu oran Çin’de yüzde 69.
İlginizi Çekebilir
-
Gelişmekte olan piyasa borsalarında Trump düşüşü
-
Biden, Çin’in yapay zekaya küresel erişimini engellemek için çip kontrollerini genişletiyor
-
Çin, Amerikalı şirketlerin tedarik zinciri değişimlerini yavaşlatıyor
-
Çin ve Hindistan’a Rus petrolü tedarikini engellemek için daha sert ABD yaptırımları
-
ABD, Rusya’nın petrol sektörüne ağır yaptırımlar getirdi
-
FP: ABD’nin Husileri caydırma misyonu işe yaramıyor
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 3
Yayınlanma
23 saat önce18/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 3
İstikrar halkaları: içeride zor ve tehdit
Yukarıda saydığım bütün kasvetli göstergelere rağmen onları sınırlayan bir takım faktörler de var. En önemlisi, saydığım sektörler büyük ölçüde devletin elinde, dolayısıyla bu işletmelerde iflaslara izin verilmeyeceği açık. Bu da, kuşkusuz, genel riski azaltan bir faktör.
Devlet sektörünün organizasyonu, özgül devlet kapitalizmi, tamamen başka bir yazı konusu; bu nedenle burada derinlemesine incelemeyeceğim. Ancak istikrar halkaları kapsamında devlet zorunun sayılması gerek.
Genel olarak böyle durumlarda (Türkiye’de olduğu gibi) enflasyon artışını tetikleyen temel faktör şirketlerin süper kârlarıdır. Kapitalizmde yapısal bir eğilim bu ve dolayısıyla Rusya’da da gözleniyor; ama iktidarın bonapartist (bu kavramı şartlı kullanıyorum; Rusya’da iktidar meselesi ayrı, geniş ve kapsamlı bir teorik çalışma gerektiriyor) niteliği bu eğilimin güçlenmesine engel. 2024 boyunca bir dizi örnekte devlet baskısıyla kâr oranlarının yükselmesine engel olunduğu ve fiyatların az çok kontrol altında tutulduğu gözlendi. Bunlar iki kanaldan yürütüldü. Federal Anti-Tekel İdaresi (FAS) ve Genel Savcılık.
FAS, başta telekomünikasyon, temel gıda maddeleri ve inşaat malzemeleriyle ilgili anti-tekel müktesebatına dayanarak bir dizi soruşturma açtı. Bu soruşturmalar çoğu defa idari veya cezai süreç başlatılmadan fiyatların geri çekilmesiyle sona erdi.
Burada dikkat çekici bir ayrıntı var. FAS’in bir önceki başkanı İgor Artemyev’di. 11 Kasım 2022’de Artemyev’in yerine Maksim Şaskolskiy atandı. İkisi neredeyse tamamen karşıt kişilikler; daha önce liberal-neoliberal Yabloko partisinin Duma grubu başkan vekili olan Artemyev devletin ekonomiden elini ayağını çekmesi taraftarıydı, onun döneminde federal bölgelerin devlete ait enerji şirketlerinin satışına getirmek istediği sınırlamalar birçok defa FAS engeline takılmıştı. Dahası, bir devlet siyaseti olan küçük ve ortaburjuvazinin güçlendirilmesi de FAS tarafından zaman zaman bloke edilmişti; örneğin 2015’te tekel soruşturmalarının sadece yüzde 11’i büyük şirketlere (yani tekellere) karşı yürütülmüştü; yüde 36’sı ise orta ölçekli işletmeleri hedef almıştı.
“Rusya…”da FAS’ın 2018 rekabet raporunda devletin ekonomideki payının artmasından Artemyev’in rahatsızlığını ifade eden cümleler aktarmıştım; şöyle diyordu: “Devletin ekonomideki rolünün güçlendirilmesi süreci yeni, nitel bir aşamaya girdi” ve devlet kural koymakla kalmayıp “ülkenin bütün ekonomik sistemini düzenlemeye çalışıyor”.
Başka deyişle Artemyev’in başkanlığında Anti-Tekel İdaresi esas itibariyle devleti “küçültme” ve özel sektörün tekelleşmesini artırma amacı güdüyordu ve bu, doğal olarak, tekel kârlarının teşvikini de kapsıyordu.
Şaskolskiy ise büyük çoğunluğu Leningrad oblastindeki devlet şirketlerinin (veya büyük hisseleri devlete ait şirketlerin) yönetiminde bulunmuştu; selefinin tersine liberal entelijensiyanın uzağındaydı ve atanmasının tam da batının yaptırım saldırısına denk düştüğüne bakılırsa devletin FAS’a verdiği rolde bir değişimi de gösteriyordu.
Mevcut müktesebata göre (İdari Suçlar Kanunu, KoAP) “emtia piyasasındaki hâkim konumunu kötüye kullanmanın” cezası iki başlıkta ele alınıyor: eğer belli bir mala yapılan zam (yani kâr oranı) rekabeti tahrip etmiyor veya sınırlamıyor ama başkalarının menfaatine zarar veriyorsa 300 bin rubleden 1 milyon rubleye kadar ceza kesiliyor; eğer rekabeti sınırlıyor ve tahrip ediyorsa da o şirketin pazara girmesi üç yıl boyunca yasak ediliyor veya o malın cirosunun yüzde 1-15’i kadar ceza kesiliyor (işletmenin toplam emtia cirosunun yüzde 2’sini aşmamak ve 100 bin rubleden az olmamak kaydıyla). Bu ikinci durum, her ne kadar kâr oranı belirtilmemiş olsa da, fiilen bütün kâra el konulması anlamına geliyor.
Kanunun bu maddesinde en son tashih 2015’te yapılmıştı; ancak yakın zamanda iki tashih girişimi daha oldu. 2022 ağustosunda Artemyev başkanlığındaki FAS’ın ilk girişimi, aslında bu engeli kaldırmaktan başka bir anlam taşımıyordu; buna göre 60 gün içinde yüzde 30’dan fazla fiyat artışı soruşturma konusu olacaktı. Bu girişim sonuçsuz kaldı. İkinci öneri ise bu yılın başında (şubat) Şaskolskiy’in başkanlığındaki FAS tarafından yapıldı; buna göre de herhangi bir malın fiyatı 60 gün içinde yıllık TÜFE’nin yüzde 5’inden fazla arttıysa ekonomik bir gerekçesi olmadığı kabul edilecek ve ilgili şirket para cezası ödeyecek; demek ki bileşik hesapla bir mala yılda en çok yüzde 34 fiyat artışı sınırı konuluyor ve bu da en çok büyük zincir marketleri ilgilendiriyor. Bu tasarı halen hükümette.
Tasarı kabul edilir mi, bilmiyorum (bu tür tasarılar kabul edilmeden önce komisyonda uzun süre tutularak da tehdit aracı olarak kullanılabilir); ancak FAS’ın yetkisini kullanarak fiyat artışlarını durdurmaya çalıştığı belli. 2023’te FAS, ülkenin iki büyük mobil telefon operatörü hakkında haksız zam soruşturmaları açmıştı. Bu şirketlerin açtığı itiraz davasında Moskova tahkim mahkemesi geçen yıl FAS’ı haklı buldu. Ne kadar ceza kesildiğiyle ilgili net bir bilgi bulamadım; bu belki de ciddi bir meblağ olmadığına ve soruşturmanın bir başlangıç niteliği taşıdığına işaret ediyor. FAS 2023’te ceza yiyen operatörlerden MTS’ye geçen yıl gene haksız zam soruşturması açtı, bu defa 3 milyar ruble ceza kesti ve zammı geri aldırdı. MTS’nin bu yıl ortasında operatörlükten gelen toplam cirosu 115,1 milyar, kârı da 7,2 milyar rubleydi; demek ki FAS’ın cezayı en üst sınırdan kesmiş ve soruşturmaya konu olan davada bütün kâra (eğer daha fazlasına değilse) el konulmuş.
MTS cezası daha çok bir gözdağını andırıyor. Yıl boyunca benzer soruşturmalar sürdü ve çoğu durumda yapılan zamların geri çekilmesiyle sonuçlandı. FAS sadece bir önceki yıl toplam 5,8 milyar ruble ceza kesmişti; bunun 2,4 milyarı merkezi (906 milyon Apple’a), geri kalanı da federal bölgelerde kesilen cezalardı. Geçen yıl da antitekel cezalarının aşağı yukarı aynı seviyede kalması beklenebilir. Toplu istatistikler henüz yayınlanmadı; ancak FAS’ın resmi sitesindeki, soruşturmaların tamamını yansıtmaktan çok uzak haberlere bakılırsa merkezi soruşturmalarda 3 milyar rublenin üzerinde ceza kesildiği, 2 milyar rubleden fazla da geçen iki yıldaki cezaların ek tahsilatının yapıldığı anlaşılıyor.
Bunlar ciddi meblağlar değil, ancak tedbirin sıkılığı ve ibret-i âlem cezalar başka şirketlerin benzer eğilimlerini frenlemesine neden oluyor.
FAS, tekel fiyatlarını sınırlandırmanın araçlarından biri; ama özellikle gıda maddelerinde (ve “sosyal açıdan önem taşıyan diğer malların fiyatlandırılmasında”) bunlar sadece idari değil kriminal soruşturmalara da konu oluyor. Bu soruşturmalar Genel Savcılık tarafından yürütülüyor. Savcılık yıl boyunca başta yumurta olmak üzere gıda maddelerinden hijyene ve internet alışveriş sitelerindeki fiyatlandırmalara soruşturmalar açtı, bunların fiyatlarının savcılığın kontrolü altında olduğunu bildirdi ve karaborsa gözlendiği takdirde ağır ceza isteneceğini duyurdu.
İstikrar halkaları: düşen işsizlik, artan ücretler
En genelde bakıldığında her şeye rağmen bir dizi olumluluktan söz etmek
de mümkün. Bunların başında enflasyon hedeflerinin tutturulamamasına rağmen işsizlik oranlarının düşmeye devam etmesi geliyor. Aynı şekilde ücret ve gelir artışı eğilimi de devam ediyor. (Bak. Grafik 8.)
Bununla birlikte, Grafik 9’un gösterdiği gibi, mevduat faizlerindeki yükselmeye rağmen reel gelirin tasarrufa ayrılan kısmında çok büyük bir değişiklik yok.
Bunun bir dizi nedeni var. Birincisi, ücretler ne kadar yükselirse yükselsin zaruri giderlere ayrılan pay da artıyor. İkincisi, 1990’ların iflasından çıkmış olan halkın tasarruf güdüsü zayıf; mevduat faizleri rekor da kırsa halk yarın ne olacağını bilmediğinden ya eline geçeni harcayacak, ya araç veya ev alacak, ya da değerli metaller şeklinde tutmayı tercih edecektir — banka hesapları ise son tercih olacaktır.
Gerçekten de 2024 üçüncü çeyreğe kadar otomobil alımları hızla artıyordu. 2021’in ikinci çeyreğinde 490 bin otomobil satılmıştı; ilk yaptırım dalgasının ardından bu miktar 153 bine kadar düştü, ama ardından 2024 üçüncü çeyrekte 415 bine kadar yükseldi. Sabit fiyatlara vurulduğunda ise tablo daha da ilginç: 2021’de satılan 490 bin otomobil 2018 fiyatlarıyla 161 birime denk düşüyordu; 2024 üçüncü çeyrek itibariyle satılan 415 bin araç ise aynı fiyatlarla 228 birime yükselmişti. Yani otomobil fiyatlarındaki artışa rağmen gelirin daha büyük bir bölümü buna ayrılıyor.
Benzer bir durum konut alımında da var. MB’nın faiz siyaseti tüketici kredilerinin de daraltılmasını, hatta son verilmesini öngörüyor. Ama bütün ısrarına rağmen bunu başarması mümkün olmadı. Çünkü tüketici kredilerinin siyasi bir önemi de var; bunlar konsolidasyonun en önemli vasıtalarından biri.
Bu bağlamda Konut meselesi siyasi açıdan son derece önemli ve sektörün faiz riskinin yüksekliği, inşaat malzemelerinde enflasyon ortalamasının üzerinde fiyat artışı (başbakan yardımcısı Husnullin 20 Aralık’ta 2021’den bu yana inşaat malzemelerinde yüzde 64 artış olduğunu söylemişti), yeni inşaat yatırımlarının düşmesi yüzünden stagnasyonun etkisi birkaç yıl içinde daha derin hissedilebilir. Ancak mevcut projelerde bir aksama yok, bunun nedeni de aslında tüketici kredileri ucuzken (ayrıcalıklı krediler sayesinde hâlâ düşük) sektörde konut almaya hazırlananlardan toplanmış büyük bir sermaye birikimi olması (Husnullin bunun 7 trilyon ruble civarında olduğunu söylemişti — yani GSYH’nın yüzde 4’ünden fazla).
Burada bir başka dikkat çekici şey de şu: reel gelirin gıda, içecek ve tütün mamullerine harcanan kısmı az çok istikrarlı bir şekilde artıyor, ama hizmetlere ve gıda ürünü dışındaki emtiaya ayrılan kısmının artışı durdu veya yavaşladı. Veriler henüz kritik bir eşiğe işaret etmiyor, bununla birlikte halkta ekonominin gidişatına yönelik endişe algısının yükselmeye başladığı anlaşılıyor.
Diğer istikrar halkaları
Bütçe. Şimdilik petrol gelirlerinde aşırı bir düşüş gözlenmiyor. Federal bütçe de hâlâ fazla veriyor. Harcamaların GSYH’ya oranında düşüş var, ancak bu durum savunma sanayisine hiç dokunmadığı gibi sosyal yardımlar ve milli projelerden kısma anlamına da şimdilik gelmiyor, zira aynı dönemde GSYH da yükseldi: 2019 üçüncü çeyrekte 28,5 trilyondan 2024 üçüncü çeyrekte 50 trilyon rubleye. Ukrayna krizinin başından beri artış oranı ise yüzde 30’dan fazla. Bütçe gelirlerinin yüzde 35-40’ını eskisi gibi petrol ve doğalgaz gelirleri oluşturuyor.
Grafik 10, 2019’dan bu yana federal bütçe gelir, gider ve açığının GSYH’ya oranını gösteriyor. 2025’te ise yeni vergi kanunu (kademeli vergi) ile bütçe gelirlerinde 2,6 trilyon ek artış bekleniyor; bu bütçenin geleneksel bileşimini kısmen değiştirebilir ve petrol-doğalgaz dışındaki gelirlerin payını yüzde 70’e çıkarabilir.
Kapasite kullanımı. İmalat sektöründe hiç de MB’nın iddia ettiği gibi aşırı ısınma, aşırı kapasite kullanımı gözlenmiyor. Bizzat MB’nın verilerine göre bütün ekonomide üretim kapasitesi kullanımı 2021 ikinci çeyrekten beri ciddi bir değişiklik göstermiyor: yüzde 79-81 seviyesinde. Maden ve mineral çıkarılmasındaki kapasite kullanımında aynı dönemde küçük bir azalma bile gözleniyor (yüzde 80-81). İmalat sektöründe yüzde 73’den 75’e artış var, ama bu da genel kapasite kullanımının altında. İnşaat sektöründeki oranlar da buna yakın (bununla birlikte 2023 ortasından beri aşağı yukarı yüzde 80’den 78’e düşüyor). Ulaştırmada ise yüzde 75’den 77’ye yükselmiş. Ama aynı dönemde işsizlik yüzde 5’ten 2,3’e gerilemiş.
Sabit sermaye yatırımları. Bu kalemde artış temposu geçtiğimiz yıl boyunca ciddi biçimde düştü: birinci çeyrekte (bir önceki döneme göre) yüzde 3,5, sonra sırasıyla yüzde 0,8 ve 0,6. Ancak hiç değilse pozitif oranlar şimdilik korunuyor. Bununla birlikte sermaye verimliliği faiz oranlarının altına düştüğü ölçüde negatif oranlar da ortaya çıkacaktır. Nitekim, grafiklerde göstermemiş olsam da, inşaat sektöründe yıl boyunca yüzde -0,1 seviyesinde sürekli bir düşüş var.
Gelir artış temposu. GSYH’daki artışın başlıca gelir kalemlerine göre (işgücü ödemeleri, brüt kâr ve brüt karma gelir, net vergi ve ithalat) dağılımını gösteren grafiklerde 2023 boyunca sürekli ve hızlı bir artışın ardından 2024 boyunca sürekli ama itidalli bir gerileme var. Ama yüksek gelir, yüksek işgücü ödemelerine ve yüksek kâra hâlâ izin veriyor.
Stagnasyon? Bununla birlikte istatistiklerde izlenebilen sektörlerde, özellikle imalat sanayisi ve inşaat sektöründe stagnasyon eğilimi gözleniyor. Özel sektörün yatırım aktivitesi zayıflıyor.
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 2
Yayınlanma
4 gün önce15/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Kredi sıkıntısı
2023 ortasından bu yana bankalar tarafından kredi başvurularının karşılanmasında muazzam bir düşüş var: geçen yılın son çeyreğinde sadece 2022 başındaki ilk şok döneminden değil 2008-2009 krizi sırasında olduğundan bile daha az kredi başvurusu kabul edilmiş.
Dahası, MB’nın ekonominin fazla ısındığı ve kapasite kullanımının sınırlarına ulaşıldığı iddiasına rağmen şirketlerin üretim azalmasına neyin etki ettiği sorusuna verdiği cevaplar temel rolü hiç de kapasite kullanımının değil, ama kredi zorluğunun oynadığını gösteriyor. Bunların şirketlerin tamamen sübjektif görüşlerini yansıttıkları için objektif durumdan ciddi şekilde sapabileceğini göz önünde bulundurmak kaydıyla işletmeler arasında yapılan, üretim artışını sınırlayan temel faktörlerin ne olduğuna dair anketlere bakılırsa gerçekten de teçhizatın eskimesi veya bulunmaması yüzünden üretim kısıtına gidenlerin oranında ciddi bir artış var (2021 martında yüzde 19’dan 2025 eylülünde yüzde 25’e yükselmiş). Ama bu, sayılan diğer faktörlerle karşılaştırıldığında neredeyse önemsiz. Üretimin azalmasında nitelikli işgücü eksiğini öne çıkaranların oranı aynı dönemde yüzde 21’den 42’ye çıkmış; yüksek kredi faizleri için ise bu oranlar yüzde 20’den 44’e, mali kaynak yetersizliği için de yüzde 33’ten 47’ye yükselmiş. Dikkat edin, en paragöz olması beklenen sanayi işletmeleri bile üretim artışına engel olan faktörler arasında işçi ücretlerini saymamışlar; temel etken olarak mali kaynak ve kredi yetersizliği gösterilmiş, bu oranlar da MB’nın kredi faizlerini neredeyse geometrik bir artışla yükseltmeye başladığı geçen yılın ortalarından itibaren fırlamış.
Grafik 2 durumun vardığı kritik noktayı gösteriyor: Rusya’da döner sermaye verimliliği bu yılın ortasından beri faiz oranının altında (öz sermaye verimliliği ise politika faiziyle aşağı yukarı aynı seviyede). Şu, herkesin sadece aklıselimle, özel bir iktisat bilgisi gerektirmeyecek kadar akıl edebileceği bir şeydir: eğer sermaye yatırımı genel faiz oranının altında bir verimlilik getirirse yatırımlar durur ve kaynaklar bankaya (veya aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere değerli kâğıtlara — federal kredi tahvilleri, OFZ, yıllık getirisi yüzde 18-21 dolayında) akar. Demek ki, mevcut risksiz getiri seviyesinde (5 yıl vadeli OFZ’ler için yıllık yüzde 20 kabul edersek), ortalama geri ödeme süresinde yatırım projeleri maliyeti karşılamakla kalmamalı, aynı zamanda başlangıçta yatırılan fonların en az yüzde 150’si kadar toplam net kâr getirmelidir ki verimli kabul edilsin.
Kapitalist Rusya’nın tarihinde ilk defa böyle bir durumla karşılaşılıyor. Şu anda döner sermaye verimliliği OFZ getirisinin üzerinde olan sektörler (yüzde 23-46 arasında) sırasıyla petrol ve doğalgaz üretimi, maden cevheri üretimi, tütün ürünleri, kimyasallar (ilaç dışında), nakliye ve depolama, poligrafi ve selüloz. Geri kalan bütün sektörler bu bandın aşağısında ve bunlar arasında gıda, giyim, su temini ve geri dönüşüm gibi kamunun ihtiyaçları açısından en temel olanlardan başka kalkınmanın motoru saymak gereken elektronik, motorlu araç ve inşaat gibi sektörler de var.
Grafik 3 muhtelif sektörlerde OFZ getirisinin üzerindeki veya altındaki oranlara göre sermaye verimliliğini gösteriyor. Petrol-doğalgaz dışında, metalurji, kimya sanayisi gibi her zaman faizden çok daha yüksek verimlilikte olan sektörler bile öyle anlaşılıyor ki OFZ ile rekabet etmekte güçlük çekiyorlar. En tehlikelisi, makine ve ulaştırma araçları imalatında verimlilik OFZ getirisinin çok altında.
Durumun vahametini gösteren Grafik 4, vergi ve kredi ödemeleri öncesi kredi ödemelerinin net kâra oranını gösteriyor. Grafikten bu yılın ortasında rekor orana ulaşıldığı anlaşılıyor. Ulaştırma araçları imalat sektöründe net yükümlülüklerin faiz, vergi ve amortisman ödemelerinden önceki gayrisafi kâra (EBITBA) oranı yüzde 1700’ü buluyor; inşaat sektöründe yüzde 506, ticari hizmetlerde yüzde 476, otelcilikte yüzde 372, vb. En düşük oranlar, yüzde 40 ile farmakoloji ve 28 ile poligrafide.
Bu durum henüz stagflasyon anlamına gelmiyorsa bile eğilimin devam etmesi durumunda kaçınılmaz olarak stagflasyona yol açar ve stagflasyon da çoğu zaman iflasların tetiklenmesi anlamına gelebilir.
Sermaye kontrolleri
Eğer kontrol sağlanırsa sermaye gene de yatırıma yönlendirilebilir. Bunun için devlet zoru gerekli.
Bu zor giderek zayıflamakla birlikte işletiliyor.
Başlıca zor vasıtası, “dost olmayan ülkelerin” yerleşiklerinin sermaye çıkışına engel olmak için getirilen “C” tipi hesaplar uygulaması. Bu, “milli kapitalizm” vazeden dönemin ruhuna da uygun. Bu hesaplarda birkaç yüz milyar doları bulan muazzam bir sermaye birikimi olduğunu ileri sürenler var ve bu hiç de abartılı olmayabilir, zira uygulamanın bir diğer anlamı, tıpkı Rusya’nın varlıklarının dondurulduğu gibi, Rusya içinde yatırım yapmaktan imtina eden yabancı yerleşiklerin Rusya’daki kâr ve gelirlerinin dondurulması ve Rusya’nın varlıklarının tamamen gaspı durumunda bu varlıklara el konulmasıydı. Dolayısıyla “C” tipi hesaplardaki toplam miktarın olası bir mütakabiliyet durumunda el konulacak diğer varlıklarla birlikte Rusya’nın dondurulan varlıklarına (yaklaşık 300 milyar dolar) yakın bir meblağda olduğu kabul edilebilir.
İkinci bir zor vasıtası yakıt ve enerji alanında faaliyet gösteren 43 şirketler grubuna döviz gelirinin mecburi satışı dayatması. Uygulama ilkin, ilgili şirketlerin döviz gelirlerinin yüzde 80’ini Rusya’daki hesaplara yatırmasını, bunun yüzde 90’ını da (ihracat sözleşmelerinden gelen paranın yüzde 50’sinden az olmamak kaydıyla) satmasını gerektiriyordu. Haziranda bu uygulama yumuşatıldı; döviz gelirlerinin yüzde 60’ını Rusya bankalarına yatırma, bunun da yüzde 80’ini satma şartı getirildi. Ertesi ay eşik yüzde 40’a düşürüldü. Ekim ayında hükümet kararnamesiyle eşikler değişmemekle birlikte ihracat sözleşmelerinden gelen paranın yüzde 25’inden az olmamak kaydı düşüldü.
Özetle şu: mecburi döviz satışı kararnamesi döviz kurunun düşmesinde gerçekten de etkili oldu; ancak MB büyük sermayeye böyle zorlamalardan hiç hoşlanmıyor. Bu da MB ile hükümet arasındaki gerilimlerden birini oluşturdu. MB başkanı Nabiullina birkaç defa, mecburi satış uygulamasının sadece geçici bir tedbir olduğunun altını çizdi (“bana kalsa hemen kaldırırım,” havasında söylenmiş ifadelerle); hükümet ise ısrarla, uygulamanın iç piyasada etkisini göstermekte olduğunu, iç döviz piyasasının istikrarında önem taşıdığını ve döviz likiditesinde yeterli bir seviyenin bu sayede yakalandığını vurguladı.
Üçüncüsü bir zor değil ama teşvik vasıtası: Çin’deki Hong Kong ve Şanghay örnek alınarak açılan iç offshore bölgeleri. Bunlar ülkenin iki ucunda, Kaliningrad’da Oktyabrskiy ve Vladivostok’ta Russkiy adaları. Bu süreç devam ediyor, ancak sermaye çıkışına etkisi üzerine herhangi bir çalışmaya rastlamadım.
Faizle yarışan problem: sermaye çıkışı
Demek ki temel sorun sermaye hareketlerinin sınırlandırılması, en önemlisi de sermaye çıkışının engellenmesi.
Bunun üzerinde durmak gerek.
Sermaye çıkışı Rusya kapitalizminin asalak niteliğini gösteren en özgül kategorilerden biridir, zira bu çıkışın büyük bölümü offshore hesaplarına akan istiftir.
Grafik 5 bu muazzam servet aktarımını gösteriyor. (2024 son çeyrek verileri henüz yayınlanmadı; ancak benim sermaye çıkışı tahminimle radikal bir farklılık olacağını sanmıyorum.) Grafikte 1990’lı yılların bir önemi yok; bu yıllarda hesap-kitap olmadığı gibi sermaye çıkışı adı altında soygun halkın servetinin yok pahasına satılmasından ve mülk edinilmesinden ibaretti. Ama 2000’lerin başından 2008 krizine kadar sermaye çıkışının sınırlandığı görülüyor. Verilere bakılırsa, küçük bir hesapla, sadece şimdiki MB başkanı Nabiullina’nın görev döneminde toplam 897 milyar özel sermaye çıktığı anlaşılıyor.
Bununla birlikte 2022’deki durum bir istisna. 2022’de toplam 243 milyar dolar sermaye çıkışı oldu. Bu, GSYH’nın yüzde 10’dan fazlasına denk düşüyordu. Çıkış başlıca dört kanaldan gerçekleşmişti: avans ve ticaret kredileri (66 milyar dolar) — bu büyük ölçüde, yaptırımlar sonrası meydana gelen uluslararası ticaret şartlarının sonucuydu; banka vb. borç-kredi ödemeleri (62 milyar dolar); yabancı bankalardaki mevduat (33 milyar dolar); nakit döviz (14 milyar dolar); doğrudan yabancı yatırımların geri çekilmesi (40 milyar dolar) — bu da kısmen yaptırımlar sonrası başka yargı bölgelerinde sıkışan Rusya’ya ait varlıkların geri alınması için kaynak aktarılmasından kaynaklanıyordu.
İstikrar halkaları: dış ticaret
İhracat ve ithalat rakamlarında belli bir istikrar yakalanmış görünüyor. Grafik 6, petrol ve doğalgaz ihracatındaki düşüşün dibine varıldığı şeklinde de yorumlanabilir; aylık toplam ihracat rakamları (ortalama 35-36 milyar dolar) 2023 ortalarından beri pek az değişik gösteriyor. Demek ki ihracat ortalaması 2019 miktarına erişti ve az çok sabitlendi. Benzer bir durum ithalatta da var; burada 2023 boyunca özellikle Çin bankalarında ödeme güçlüğünün etkisi gözlenebiliyor, ama aşağı yukarı bahardan bu yana istikrar yakalandığı anlaşılıyor. Bu da ödeme probleminin çözüldüğüne yorulabilir. Aynı şekilde dış ticaret fazlası da sabitlenmiş durumda.
Grafik 7’de resmedilen tablo, petrol fiyatlarında yakalanan belli bir istikrar ve Ural petrolüne getirilen 60 dolar tavan fiyatı uygulamasının kesinkes işlememesinden başka Ural ve Brent petrolleri arasındaki makasın kapanması da (bu durum, Ural petrolünde uygulanan indirim miktarının azalması, yani gelirin artması demek) döviz gelirlerinde olası bir istikrara tanıklık ediyor.
Geleceği belirsizleştiren başlıca faktör Trump yönetiminde İran’a yaptırımların ağırlaştırılması ve Çin’le gümrük savaşlarının kızışması; her iki durum da petrol talebi üzerinde beklenmedik etkiler yaratabilir. Bundan başka bir faktör daha var. Eğer Beyaz Saray yönetiminin giderayak getirdiği yaptırımlar Trump döneminde korunursa petrol ihracatını etkileyecektir. Bunların en önemlileri Gazprom Neft ve Surguneftegaz’a, ayrıca Rusya’nın petrol ve sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatının önemli bölümünü yaptığı “gölge filonun” 180 tankerine getirildi. Bu ikincisiyle bağlantılı olarak Baltık’a provokasyon beklenebilir.
GÖRÜŞ
Trump neden dört ülkenin toprak ve egemenliğine göz dikti?
Yayınlanma
5 gün önce14/01/2025
Yazar
Ma XiaolinYeni yılın başında, Beyaz Saray’a ikinci kez girmeye hazırlanan Amerika’nın seçilmiş Cumhuriyetçi Başkanı Donald Trump, sık sık çılgınca açıklamalar yaparak dört ülkenin toprak ve egemenliğine göz dikti. “Amerika’nın topraklarını ve egemenliğini büyütmek” gibi bir tavır sergileyerek komşu ülkeleri huzursuz etti ve geniş çapta şikayetlere yol açtı. Trump, ilk dönemine kıyasla daha pervasız ve keyfi bir zorbalık tavrı sergiledi. Bu davranışı sadece Kanada, Meksika, Panama ve Danimarka gibi müttefikleri ve ortakları şok edip rahatsız etmekle kalmadı, aynı zamanda görev süresinin sonuna yaklaşan Demokrat Parti hükümetini de utandırdı ve çeşitli kanallar aracılığıyla onun absürt açıklamalarını ve eylemlerini düzeltmek zorunda bıraktı.
Trump’ın büyük bir güç liderine yakışmayan ve uluslararası ilişkiler normlarını ihlal eden bir dizi davranışı, aşırı bencil bir “Amerikan istisnacılığı” ve “önce Amerika” hegemonyacı duruşunu yansıtıyor. Bu davranışlar, “Trump 2.0” döneminde dünya düzenini, uluslararası ilişkileri daha da bozacağını ve büyük güçler arasındaki rekabeti ve çatışmaları artıracağını, ABD’nin izolasyonunu hızlandıracağını ve küresel “anti-Amerikancılığı” körükleyeceğini gösteriyor.
8 Ocak’ta (Doğu Zaman Dilimi), Trump, dünya çapındaki eleştirilere ve derin endişelere aldırmadan, kendi sosyal medya platformunda sözde “yeni bir harita” yayımladı. Bu harita, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Danimarka’ya bağlı Grönland ve hatta Meksika ile Orta Amerika’nın bazı bölümlerini tek bir varlık haline getirerek, sarı renkle işaretlenmiş ve ulusal sınırları ortadan kaldırmıştı. Meksika Körfezi, bu süper sarı haritanın bir iç denizi gibi görünüyordu. Trump her ne kadar herhangi bir açıklama yapmasa da, bu haritanın Trump’ın zihnindeki yeni kıta ve yeni dünya haritası olduğu, onun sık sık dillendirdiği “Yeni Amerikan İdari Haritası” olduğu açıktı.
7 Ocak’ta Trump, Amerika ve Kanada’yı birleştiren sarı bir Kuzey Amerika haritası yayımlamıştı. Bu harita, neredeyse tüm Kuzey Amerika kıtasını kaplayan “UNITED STATES” (Birleşik Devletler) yazısını barındırıyordu. Aynı gün Trump, gazetecilerin sorularını yanıtlarken, Panama Kanalı ve Grönland üzerindeki kontrolü “askeri veya ekonomik zorlamalar” yoluyla elde etmeyi dışlamayacağını açıkça ifade etti. Amerika ile Meksika arasındaki Meksika Körfezi’nin adını “Amerika Körfezi” olarak değiştirme önerisinde bulundu ve “Bu isim kulağa çok güzel geliyor” dedi.
Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı’nı Amerikan kontrolü altına alma fikri yeni değil; bu, ilk dönemine veya daha öncesine kadar uzanıyor. Bu, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” amacıyla tüm uluslararası su yollarını kontrol etmeye yönelik geleneksel hegemonyacı düşünceyi ve stratejik güvenlik eksikliğini yansıtıyor. Gerekçesi ise bu iki stratejik öneme sahip denizcilik boğazının Çin veya Rusya’nın eline geçmesinden duyduğu endişe ve Grönland’ın sahip olduğu nadir toprak kaynaklarına duyduğu arzudur. Bu esasen, “azalan hegemonya sendromu” ve “Çin tehdidi teorisi”nin yükseltilmiş bir versiyonuna dayanıyor ve Çin, Rusya ve ilgili ülkeler arasındaki ilişkileri daha da germeyi hedefliyor.
Trump’ın Grönland’a duyduğu tutku uzun zamandır biliniyor ve bu tutkunun Amerikan hegemonyası mı yoksa kendi ailesinin serveti için mi olduğu ayırt etmek zor. Bu aynı zamanda küresel ısınmayı inkar eden ve karbon emisyonu kontrolüne karşı çıkan görüşlerinin ikiyüzlülüğünü de ortaya koyuyor. Bu durum, karbon emisyonlarının aşırı salınımının dünya sıcaklıklarının artmasına, Kuzey Kutbu buzullarının erimesine ve dünya denizcilik yollarının düzeninin değişmesine neden olacağı gerçeğini bildiğini gösteriyor.
Batı medyası, Trump’ın uzun süredir Grönland’ı satın alma planları yaptığını ortaya koydu. 2019’da Trump, Amerika’nın Grönland’ı nasıl satın alabileceğini araştırmaları için yardımcılarını sürekli teşvik ettiğini doğrulamış ve bu anlaşmayı “temelde büyük bir emlak anlaşması” olarak nitelendirmişti. 2020’de Trump yönetimi, Grönland’da Amerikan konsolosluğunu yeniden açarak, Amerika ile Grönland ve onun sakinleri arasındaki bağları güçlendirmeyi ve nüfuzunu artırmayı hedefledi. Özetle, Grönland, Amerika için en az üç stratejik değere sahiptir: kaliteli maden kaynakları için mücadele, askeri üstünlük noktalarını kontrol etme ve Kuzey Kutbu ile Kuzey Kutbu deniz yolları üzerindeki hakimiyet.
Kuzey Amerika’nın kuzeydoğusunda ve Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Grönland, yalnızca 75.000 nüfusa sahip olan dünyanın en büyük adasıdır. 1814 yılından bu yana Danimarka’nın özerk bir bölgesi olan Grönland, zengin maden, doğal gaz ve petrol kaynaklarına sahiptir. Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa’nın geleceği için kritik kabul edilen 34 “önemli ham madde”den 25’i Grönland’da bulunmaktadır. Bunlar arasında pil, rüzgar türbinleri ve elektrikli araç üretiminde kullanılan lityum ve grafit gibi ham maddeler yer almakta ve bu kaynakların gelecekte Çin tarafından tekelleştirilebileceği öngörülmektedir. Günümüzde, küresel lityum üretimi Avustralya, Şili ve Çin’de yoğunlaşmış durumdayken, grafit üretiminin %65’i Çin’in kontrolü altındadır. Batılı uzmanlar, ABD’nin Grönland’ın nadir toprak kaynaklarını kontrol etmesi durumunda Çin’i Batı’nın teknoloji ve sanayi dünyasından tamamen izole edebileceğini savunmaktadır.
Geleneksel yakıtlı araçların gerileme dönemine girdiği ve yeni enerji araçlarının rekabetinin arttığı bu dönemde, Trump ve arkasındaki Amerikan sermaye grubu, Grönland’a bir köpekbalığının kan kokusunu alması gibi aç bir şekilde yaklaşmaktadır. Grönland’ı hemen ilhak edip, ABD’nin Avrupa ve Çin’e karşı pil ve elektrikli araç üretimindeki rekabet avantajını güçlendirme arzusundadır. Bu tutku, Trump’ın iş dünyasından gelen bir politikacı olarak içgüdülerini ve sermaye genişlemesinin temel dürtüsünü yansıtmaktadır.
Grönland, ABD’nin en kuzeyindeki Thule Hava Üssü’ne ev sahipliği yapmaktadır. Bu üs, kalıcı olarak Amerikan birlikleri ve balistik füze uyarı sistemlerini barındırmaktadır. 1951 yılında ABD ile Danimarka arasında imzalanan “Grönland Savunma Anlaşması” kapsamında, ABD geniş çaplı savunma işbirliği ve ada üzerinde üs kurma, kullanma hakları elde etmiştir. Bugün, ABD askeri gücünü küresel ölçekte azaltırken ve büyük güç rekabeti giderek artarken, özellikle Avrupa bağımsızlık bilinci kazanıp transatlantik bağlarını gevşetirken, Grönland’ı sıkı bir şekilde kontrol altında tutmak, ABD’nin coğrafi avantajlara sahip olan Rusya’yı ve stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve askeri güç arayışındaki Avrupa’yı daha iyi dizginlemesine olanak tanımaktadır.
Grönland ayrıca ABD için Avrupa’ya geçiş sağlayan bir “kuzey orta durağı”dır. İklim değişikliği, Kuzey Kutbu’ndaki buz tabakalarını ve buzulları hızla eritmeye devam ederken, Kuzey Kutbu deniz yollarının yıl boyunca kesintisiz geçişe uygun hale gelmesi beklenmektedir. Bu rotalar, Amerika ve Batı Pasifik limanlarından Avrupa’ya daha kısa bir güzergah sağlayarak, ekonomik, askeri ve stratejik olarak büyük bir değer taşımaktadır. “Soğuk Su Süveyş Kanalı” olarak adlandırılan bu rotalar, Amerika için kaçırılmaz bir fırsattır. Son yıllarda Rusya, Kuzey Kutbu deniz yollarının geliştirilmesine ve bu yollar üzerindeki liman inşaatlarına ağırlık verirken, Çin ise 2018 yılında “Buz İpek Yolu” önerisini sunmuş ve Rusya ile işbirliğini güçlendirmiştir. Bu gelişmeler, ABD’nin stratejik kaygılarını artırmış ve Trump yönetiminin Grönland’a olan ilgisini daha da yoğunlaştırmıştır.
Trump, Avrupa’daki Amerikan ortaklarını korkutmak için Çin ve Rusya’yı birer “korkuluk” olarak kullanmış ve şu ifadeleri dile getirmiştir: “Ulusal güvenlik nedenleriyle Grönland’a ihtiyacımız var. Özgür dünyayı korumaktan bahsediyorum… Her yerde Çin gemileri, her yerde Rus gemileri var. Bunun olmasına izin vermeyeceğiz.” Trump, Grönland ile ilgili tehditkâr açıklamasını yapmadan saatler önce, oğlunu bu adayı ziyaret etmeye göndermiş ve bu durum onun ne kadar aceleci olduğunu göstermiştir.
Trump, başkanlığına geri döndükten sonra ABD’nin Panama Kanalı’nı kontrol etmesi gerektiğini öne sürerek, Grönland üzerindeki emellerine benzer şekilde, ABD çıkarlarını güvence altına almayı amaçladığını açıkça ortaya koymuştur. Bu, doğrudan Çin’i hedef alan ve ABD’nin Çin’in gelişimini engellemeye yönelik ulusal stratejisine hizmet eden bir harekettir. Trump, “Panama Kanalı ABD için çok önemli ama şu anda Çin tarafından işletiliyor” demiş ve Panama’nın “Amerika’nın geri verdiği bu hediyeyi kötüye kullandığını” iddia ederek, ikili anlaşmaları ihlal ettiğini ve Amerikan gemilerinden “diğer ülkelerin gemilerinden daha yüksek” geçiş ücretleri talep ettiğini öne sürmüştür. Panama hükümeti, Trump’ın bu tür suçlamalarını kesin bir şekilde reddetmiştir.
Karayip Denizi ile Pasifik Okyanusu’nu birbirine bağlayan Panama Kanalı, 1904-1914 yılları arasında ABD tarafından inşa edilmiştir ve Asya’dan Amerika’nın doğu kıyısındaki limanlara giden rotayı büyük ölçüde kısaltmıştır. 1970’lerde, ABD ve Panama, kanalın sürekli tarafsız kalmasını sağlamak için bir anlaşma imzalamıştır. 1979 yılında ABD, kanalın kontrolünü Panama’ya devretmiştir. 1999 yılında ise iki ülke arasındaki iş birliği sona ermiştir ve şu anda Panama Kanalı, Hong Kong merkezli bir şirket tarafından işletilmektedir. Trump’ın Çin şirketini kanalın işletimi üzerinden eleştirmesi, ticari işbirliğini siyasi bir araç haline getirme ve jeopolitik baskı uygulama çabasıdır. Bu durum, Çin ve Panama arasındaki ilişkileri bozmayı amaçlamakta ve her iki ülkeye yönelik ticari ve jeopolitik şantaj olarak görülmektedir.
Trump’ın son dönemde sergilediği genişleme arzusu ve ABD’nin “yeni haritasını” yayımlaması yaygın bir paniğe neden oldu. Batı kamuoyu, askeri fetihlerle dünya toprak alanı bakımından dördüncü sıraya yükselen ABD’nin, yeniden topçu gemisi diplomasisi çağına dönmeye çalıştığı ve zorla veya yağma yoluyla topraklarını genişletme peşinde olduğu endişesini taşıyor. Bu, dünyanın coğrafi, jeopolitik ve siyasi haritasını yeniden yazabilir. Özellikle Grönland, özerk bir bölge olarak teorik ve yasal olarak bağımsızlık ve egemenlik seçimini referandum yoluyla yapma özgürlüğüne sahiptir. Ancak merkezi hükümetle uzun süredir yaşadığı gerilim, Danimarka hükümetinin Trump’ın sözlerinden dolayı özel bir endişe duymasına yol açtı.
2009 yılında Danimarka ve Grönland’ın özerk hükümeti bir anlaşmaya vardı ve Grönland’ın yalnızca bir halk oylaması düzenledikten sonra bağımsızlık ilan edebileceğini kararlaştırdı. Grönland Başbakanı Múte Bourup Egede, bu yılki Yeni Yıl konuşmasında, “Ülkemizin bir sonraki adımı atma zamanı geldi,” diyerek, Grönland’ın sömürge dönemi zincirlerinden kurtulması ve uluslararası arenada kendini temsil etmesi gerektiğini belirtti. Danimarka Başbakanı Frederiksen, ABD’nin Grönland’ı askeri güç kullanarak kontrol altına almasına karşı olduğunu açıkça ifade ederken, “Her şey Grönland halkına saygı çerçevesinde ilerlemelidir” şeklinde konuştu. Analistler, bu açıklamaların Grönland’ın coğrafi ve ekonomik olarak Danimarka ile sıkı bir bağ içinde olmasına rağmen, ABD’nin süper güç statüsünü kullanarak Grönland’ı bağımsızlığa zorlaması veya hatta ABD’nin bir federal eyaleti haline getirmesi ihtimalini dışlamadığını gösterdiğini belirtiyor.
Trump’ın Grönland üzerindeki kararlı ve tehditkâr tavrı ile Grönland’ın İnuit yerlilerinin sömürge yönetiminden kurtularak bağımsız olma potansiyeli göz önüne alındığında, Danimarka son günlerde en kötü senaryoların gerçekleşmesini önlemek için bir dizi önlem aldı. Danimarka Savunma Bakanlığı, Grönland’ın askeri savunmasını ve altyapısını güçlendireceğini duyurarak, Arktik topraklarını ve egemenliğini koruma konusundaki kararlılığını gösterdi. Danimarka Kralı X. Frederick, 1972’den bu yana ilk kez Danimarka ulusal armasını değiştirerek Grönland ve diğer bölgelerin egemenlik sembollerini vurguladı ve güçlendirdi.
ABD’nin Avrupa’daki ortakları, Trump’ın Grönland üzerindeki toprak hırslarını neredeyse oybirliğiyle eleştirdi. Trump’ın Grönland’ı ekonomik ve askeri yollarla zorla ilhak etmesinden endişe ediyorlar. Daha da kötüsü, ABD’nin askeri güç kullanarak adayı ele geçirmesi durumunda NATO’nun kolektif savunma mekanizmasını tetiklemesi ve diğer NATO üyelerinin başka üye devletlere saldırmasının önünü açması ihtimali. Bu durum, diğer 30 üye devleti Danimarka’yı savunmaya zorlayarak, ABD ile felaket niteliğinde bir “NATO iç savaşı”na yol açabilir.
Trump’ın tehlikeli söylemleri, görevden ayrılmaya hazırlanan Biden yönetimi için de bir diplomatik krize neden oldu. Bu durum, Demokrat Parti’nin korumaya çalıştığı transatlantik ilişkileri ve ittifak sistemini büyük bir sarsıntıya uğrattı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Trump’ın önerilerinin gerçekçi olmadığını ve uygulanmayacağını belirterek, Biden yönetiminin müttefiklerle yakın iş birliği içinde olmanın daha iyi sonuçlar getireceğine inandığını, müttefikleri uzaklaştırabilecek davranışlardan kaçınması gerektiğini vurguladı. ABD’nin Danimarka Büyükelçiliği, 9 Ocak’ta Grönland’daki Amerikan askeri varlığını artırma planı olmadığını açıkladı. ABD Savunma Bakanlığı ise 8 Ocak’ta Grönland’a “istila” planları hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığını vurguladı ve bu gibi senaryoların bir sonraki yönetimin tartışacağı konular olduğunu belirtti.
Trump’ın genişleme hezeyanları, Kanada ve Meksika’ya da büyük sıkıntılar yaşattı ve “tilki bile evine en yakın yerde avlanır” gibi, siyasi ve diplomatik normlara tamamen aykırı bir davranışı ortaya koydu. Trump, defalarca Kanada’nın ABD’nin “51. eyaleti” olması gerektiğini iddia etti. Hatta diplomatik protokolü hiçe sayarak, Kanada Başbakanı Trudeau ile yaptığı yüz yüze görüşmede bu talebini doğrudan dile getirerek onu oldukça utandırdı ve Kanada’da hem iktidar hem muhalefet kanadında geniş çaplı öfkeye neden oldu. Trump’ın Meksika Körfezi’ni “Amerikan Körfezi” olarak yeniden adlandırma provokasyonuna gelince, Meksika Devlet Başkanı Sheinbaum, “Neden Amerika Birleşik Devletleri’ne ‘Meksika Amerika’sı’ diyemiyoruz?” şeklinde sert bir şekilde yanıt verdi. Sheinbaum, medyaya 17. yüzyıla ait bir dünya haritası gösterdi. Haritada yalnızca Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş bir coğrafi isim olan “Meksika Körfezi” açıkça işaretlenmekle kalmıyor, aynı zamanda ABD’nin mevcut toprakları da “Meksika Amerika’sı” olarak tanımlanıyordu.
Gözlemciler, Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı üzerinde kontrol sağlama arzusunun gerçekçi olduğunu düşünürken, Kanada’nın egemenliği ve Meksika Körfezi üzerindeki hırslarının daha çok yüksek baskı taktiği olduğunu belirtiyor. Bu, iki ülkeyi ticaret tarifelerinde daha fazla taviz vermeye zorlayan “Trump tarzı” bir strateji olarak değerlendiriliyor. Daha geniş bir açıdan bakıldığında ise Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı üzerindeki kontrol tehditleri, Avrupa, Çin ve hatta Rusya’ya yönelik stratejik bir şantaj niteliği taşıyor. Bu tehditler, AB’yi ABD’ye ticaret ve sanayi rekabeti konusunda daha fazla imtiyaz vermeye; NATO’nun Avrupa’daki ortaklarını, savunma bütçelerini GSYH’nin %2’sinden %5’e çıkarmaya ve böylece ABD’nin yükünü hafifletmeye; ve Çin ile Rusya’yı büyük güçler arasındaki rekabet alanında ABD’ye boyun eğmeye zorlamayı amaçlıyor.
Trump’ın yakın müttefiki Elon Musk’ın son dönemde Avrupa iç siyasetine sık sık açık müdahalelerde bulunmasıyla bağlantılı olarak, “Trump 2.0” yönetim tarzının ilk dönemine kıyasla daha zorba bir tutum sergileyeceği açıkça görülüyor. Bu yaklaşım, uluslararası normları, diplomatik nezaket kurallarını ve küresel düzen düzenlemelerini tamamen göz ardı ediyor. Bu da Trump’ın önümüzdeki dört yıl boyunca dünyaya sonsuz sıkıntılar yaşatacağını ve küresel çapta belirsizlik ve sürekli bir korku dönemine yol açacağını gösteriyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Ateşkes yarın 8:30’da yürürlüğe girecek
Amerikan sağının yeni Vahşi Batı’sı olarak Grönland
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 3
ABD Yüksek Mahkemesi’nden karar: TikTok için son tarih 19 Ocak
Rusya’da Batı’ya karşı savaş için seferberlik hazırlıkları çağrısı
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA1 hafta önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DİPLOMASİ1 hafta önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Belarus’ta seçimler yaklaşırken Batı yanlısı muhalefet ne diyor?