Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Bölge ve ötesi için Suriye dersleri

Yayınlanma

Suriye’de 54 yılı Esad ailesinin yönetiminde geçen Baas rejimi 61 yıl hüküm sürdü. Ne kadar çarpık bir rejim olduğu giderek daha çok göz önüne seriliyor.

Komşumuz olmasına rağmen ülkemizde çok fazla gündeme gelmeyen bir ülke idi, Suriye. Arap Baharı öncesi ikili ilişkiler ısınmaya başlasa da 2011 yılında başlayan isyanlar ve takip eden iç savaş karmaşık bir tablo ile bizi karşı karşıya bıraktı.

Suriye iç savaşındaki gelgitler, Türkiye açısından hatalar, başarılar ve başarısızlıklar zaten tekrar tekrar yazıldı çizildi. Son tahlilde asıl önemli olan, Türkiye’nin kapı eşiğinde varoluşsal tehditlerin birikmesi ve bir “çözümün” bulunması konusunda umutların giderek azalmasıydı.

27 Kasım’da muhaliflerin başlattığı karşı atak tüm resmi bir anda değiştirdi. Geçmişte Suriye iç savaşında çatışmalar köy köy ilerlerken, bu sefer bir anda Halep, Hama, Humus gibi büyük şehirlerin teker teker düşmesine ve Şam’ın 12 günde ele geçirilmesine tanıklık ettik. Teşbihte hata olmaz. Rejimin içi çürümüş, kovuk bir ağaç olduğu tüm çıplaklığı ile ortaya çıktı. Aslında işin bu boyutu Suriye’yi yakından takip edenler için sürpriz değil.

Rusya ve İran çökmenin eşiğindeki rejimi uzun süre ayakta tutmayı başardı. Rusya’nın büyük ölçüde hava ve İran’ın karadaki kuvvetlerinin desteğiyle muhalifleri Türkiye’nin kapı eşiğine iten rejim, hayat bulmuş gibi duruyordu.

Rejimin Sosyal ve Ekonomik Zafiyetleri

Şimdi daha iyi anlıyoruz ki Esad rejimi zafiyetlerinin ve hükmünü daha fazla sürdüremeyeceğinin üstünü ince bir örtü ile örtme derdindeymiş. Yine anlıyoruz ki bu zafiyetler Türkiye tarafından da yakından takip ediliyormuş.

Peki neydi bu zayıflıklar? İlk olarak, uzun süren iç savaşın kayıpları ve yorgunluğu ile en büyük destekçisi Arap Alevilerinin bile rejimden sıtkı sıyrıldı. Zaten azınlık olan bu grubun daha uzun soluklu bir mücadeleye insan kaynağı sağlaması pek mümkün değildi. Bir de buna ekonomik zorluklar eklendi.

ABD’nin Sezar yasası ile ciddi ekonomik yaptırımlara maruz kalan rejim, kendisinin bir parçası olması gerektiğini düşündüğü, komşusu Lübnan sayesinde en azından enerji, ilaç ve temel ihtiyaçları karşılama konusunda zorlukları aştı. Ancak Lübnan’daki 2019 yılında başlayan ekonomik kriz ile cansuyu kesildi. Uyuşturucu ticareti ile kendini ekonomik olarak desteklemeye çalışsa da rejim için yolun sonu görünmüştü.

Bir parantez açacak olursak, Suriye’de değişimi ateşleyen fitillerin birinin de isyanların öncesinde yaşanan kuraklık ve ekonomik zorluklar olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Koltuk Değnekleri Kırıldı

Rejimin düşüşünün yolunu açan bir diğer gelişme de koltuk değnekleri olan Rusya ve İran için şartların değişmesiydi. Suriye ikisinin de öncelik sıralamasında geriye düştü ve tabiri caizse kendi dertlerine düştüler.

Rusya, görece olarak düşük miktarda kaynak ayırarak rejimi ayakta tutup çeşitli imtiyazlar elde ediyordu. Ancak Ukrayna’da kendi açısından hayati bir mücadeleye devam eden Rusya için Suriye’ye ayrılacak her kaynağın fırsat maliyeti yükseldi ve önemli bir miktar gücü geri çekmek zorunda kaldı. Yani Rusya için çatışmalarda rejimin yanında güçlü bir şekilde durmak pratik olarak pek mümkün değildi. Onun yerine kazanımlarını, en azından bir kısmını, koruyabileceği muhaliflerle bir anlaşma daha kabul edilebilir bir hale geldi.

İran ve vekilleri için de yürürlükte olan bir tasfiye planının olduğunu görmek zor değil. Geriye dönüp bakınca, bu plan muhtemelen 2020’de İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani suikastı ile ete kemiğe bürünmeye başladı. Gazze Savaşı ile İran bir kez daha hedefe alındı. En güçlü vekillerinden biri olarak gösterilen Hizbullah’ın lider ve askeri komuta kademesi geçtiğimiz yıl boyunca neredeyse yok edildi. Hizbullah ki Esad rejimine desteği çok kritikti, İran ile arasındaki kara koridorunu korumak adına Suriye sahasında en ön saflarda muhaliflere karşı savaştı ama artık geri çekilip kendi yaralarını sarması ve Lübnan’da varlığını garantiye alması en büyük önceliği.

İran’ın bu mesajı gayet iyi duyduğu açık. Bu yüzden Suriye’de varlığını korumak için fazla direnmedi. Trump yönetiminde kendileri için şartların daha da çetinleşeceğini kestirmeleri zor değil ve muhtemelen içlerine kapanıp kendi evlerini düzene sokmalarının gerekeceği bir dönem geliyor. Zira, Ankara ziyaretinin akabinde sürpriz şekilde Iraklı yöneticilere İran konusunda talepler ileten ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, İran’a çember daralıyor mesajını veriyor.

Suriye bize gösterdi ki vakti gelmiş değişimlerin karşısında durmak zor. Şartlar gereği ertelense de kapınızı çalmaya devam ediyor. Bölge ve ötesinde herkes için çıkarılacak bolca ders var.

GÖRÜŞ

Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol

Yayınlanma

Yazar

9 Aralık’ta Rusya, Suriye’nin eski Devlet Başkanı Beşar Esad ve ailesine sığınma hakkı tanıdığını resmen duyurdu. Aynı gün, Rusya’daki Suriye büyükelçiliği, yarım yüzyıldan uzun süredir dalgalanan “Suriye Arap Cumhuriyeti”nin iki yıldızlı üç renkli bayrağını indirip muhalefetin üç yıldızlı üç renkli bayrağını çekti. Böylece Rusya, Suriye muhalefet hükümetine sorunsuz şekilde geçiş yapan ilk büyük güç oldu. Aynı zamanda, Suriye’nin uzun zamandır müttefiki olan İran da yeni Şam rejimini tanıdığını kamuoyuna duyurdu. Beşar’ın mücadelesinde yanında duran “stratejik müttefikler” Rusya ve İran, bir gecede eski düşmanlarına kucak açarak eski müttefiklerinin gözyaşlarını görmezden gelen soğukkanlı bir pragmatizm sergiledi. Bu tutum hem kafa karıştırıcı hem de tedirgin ediciydi.

Ancak gerçek, her zamanki gibi acımasız ve açıktır. Politika kalpsizdir ve ulusal çıkarların savunulması ve peşinden koşulması çıplak, merhametsiz ve şeffaftır. Beşar rejimi artık bir yük ve güvenilmez bir ortak haline geldiğinde, terk edilmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Rusya ve İran kendi sorunlarına odaklanmak zorunda kalınca, Beşar’ı terk edip taraf değiştirmek, zarar kontrolü ve kayıpları durdurmak için son dakika çabası olarak görüldü.

Beşar rejiminin ani çöküşü, en gelişmiş istihbarat ve bilgi ağlarına sahip tarafları bile şaşkına çevirdi. Aksi takdirde İsrail’in Suriye askeri hedeflerini süpüren bombardımanını ve daha fazla toprak işgalini, ya da ABD’nin Suriye’de kalan IŞİD hedeflerine yönelik geniş çaplı hava saldırılarını nasıl açıklayabiliriz? Bu eylemler, İsrail ve Batı’nın Beşar rejiminin bu kadar hızlı ve tamamen çökeceğini öngörmediğini gösteriyor. Dahası, İsrail ve Batı için daha büyük tehdit oluşturan muhalif güçlerin, özellikle “Suriye’nin Kurtuluşu” ittifakının, Suriye’nin kalbini bu kadar kolay ele geçirip ülkenin tüm savaş makinelerini kontrol altına almasını beklemiyorlardı.

Beşar rejiminin hızlı ve yıkıcı yenilgisinin derinlemesine incelenmesi büyük değer taşımaktadır. Bu, otoriter hükümetler için yönetişim ve karar alma mekanizmalarına dair önemli dersler sunarken, tüm ülkeler için diplomatik ittifakların nasıl sürdürülmesi ve geçerliliklerinin hangi şartlara bağlı olduğuna dair içgörüler sağlar.

Suriye’deki bu tarihi değişimin birincil nedeni, Beşar rejiminin kendisi veya daha geniş anlamda Suriye’yi 50 yıldan fazla bir süre kontrol eden Esad ailesi ve çevresindeki elit kesimlerdir. Ana çıkarım şudur: savaşın girdabında sıkışıp kalan rejim, duruma uyum sağlayamamış, savaş ve barış hakkında doğru kararlar alamamış veya ulusal bütünleşme çabalarını sürdürememiştir. Bunun yerine rejim, topraklarını, egemenliğini ve iktidarını korumak için aşırı derecede dış güçlere bağımlı kalmıştır. Nihayetinde, bu bağımlılık rejimi, yabancı savaş makinelerinin bir parçası haline getirmiştir. İşlevsiz hale geldiğinde ise terk edilmesi ve değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur.

Suriye’nin yükselişi ve düşüşü, modern Ortadoğu’nun savaş ve barış tarihinin daha geniş bir yansımasıdır; bu karmaşık sürecin bir mikrokozmosu ve canlı bir müzesidir. 1948 yılından itibaren, Arap milliyetçiliği idealleriyle hareket eden Suriye, Filistin’in bölünmesine karşı koyma çabalarına aktif olarak katıldı. Bu durum, Suriye’yi İsrail ile uzun vadeli bir çatışma rotasına soktu ve Batı ile sürekli bir düşmanlığa yol açtı. Sonuç olarak Suriye, Sovyetler Birliği ile ittifak kurmaya, ardından Rusya ve İran ile sıkı bağlar geliştirmeye mecbur kaldı; bu, hayatta kalma ve kalkınma mücadelesinin bir parçası oldu.

Esad ailesi, Şii İslam’ın bir alt kolu olan Alevi mezhebine mensup bir azınlık olarak uzun süre baskı, ayrımcılık ve dışlanmaya maruz kaldı. Fransız sömürge döneminde, Alevi erkeklerinin geçimlerini sağlamak için orduya katılmaktan başka seçenekleri yoktu. Bu zorluk, farkında olmadan Alevi mezhebinin Suriye ordusunda güçlü bir konuma yükselmesini sağladı. Aleviler, Faysal monarşisini devirmede merkezi bir rol oynadı ve Arap Sosyalist Baas Partisi’nin temel direklerinden biri oldu. Sonunda Aleviler, akışı tersine çevirdiler ve Suriye’nin kaderini ellerinde tutan yönetici aile olarak öne çıktılar.

1967 yılında, istihbarat şefi Moskova tarafından etkisi altına alınan Suriye, Sovyetler Birliği tarafından yanıltıldı ve “İsrail’in bir saldırı başlatacağı” yönündeki sahte istihbarata inandırıldı. Mısır ile birlikte Suriye savaşa hevesle hazırlandı; bu durum, büyük bir baskı altındaki İsrail’i önleyici bir saldırı düzenlemeye itti. İsrail, yalnızca kendi gücüyle Suriye, Mısır ve Ürdün’ü mağlup etti; Filistin’in Mısır kontrolündeki Gazze Şeridi’ni, Ürdün Haşimi Krallığı’nın elindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirdi ve ayrıca Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den ise Golan Tepeleri’ni aldı. Bu savaş, Suriye’nin işgal ve saldırı mağduru imajını pekiştirdi, onun “cephe hattı devleti” rolünü güçlendirdi ve Esad ailesinin, çoğunluğu Sünni Müslüman olan halk üzerinde meşruiyetini artırdı.

6 Ekim 1973’te, Suriye ve Mısır, Yom Kippur Savaşı olarak bilinen büyük bir ani saldırı düzenledi. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük blitzkrieg (yıldırım saldırısı) olan bu savaşta, Suriye Golan Tepeleri’ni neredeyse geri aldı ve İsrail’i çöküşün eşiğine getirdi. Ancak ABD’nin desteğiyle İsrail karşı saldırı düzenleyerek Golan Tepeleri’ni yeniden ele geçirdi. Bu savaş, İsrail’in yenilmezlik efsanesini yıktı ve Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ı, Mısır Devlet Başkanı Sedat ile birlikte çağdaş bir Arap kahramanı olarak yükseltti. Her ikisi de Arap milliyetçiliğinin yeni sembolleri oldular.

Ancak, 7 Ekim 2023’te, Filistin İslami Direniş Hareketi olan Hamas, Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümünde İsrail’e sürpriz bir saldırı başlattı. Trajik bir şekilde, bu olay, nihayetinde Suriye hükümetinin çökmesine ve Esad ailesinin iktidarının tamamen sona ermesine yol açtı—sanki tarih büyük bir şaka yapıyordu. Yine de Suriye’nin mevcut trajedisi, Yom Kippur Savaşı sonrasında izlediği yanlış yola kadar uzanıyor.

Yom Kippur Savaşı’nın “zaferi”, Sedat’a siyasi sermaye ve tarihi bir fırsat sundu. Böylece Sedat, Filistin çatışmasından geri çekilerek yönünü değiştirdi. Mısır zaten büyük bir bedel ödemişti—100.000 kayıp, yüz milyarlarca dolarlık maddi zarar ve barış ve kalkınma odaklı 40 yıllık kayıp. Sedat, Camp David Anlaşmaları aracılığıyla Sina Yarımadası’nı tamamen geri almayı başardı ancak bunun karşılığında Suriye, Ürdün ve Filistin’i terk etti.

Mısır’ın bu “ihanetine” uğrayan Suriye, Libya ve Irak ile bir araya gelerek Arap milliyetçiliği bayrağını yükseltti ve Arap direniş hareketinin merkezi haline geldi. Esad, Kaddafi ve Saddam Hüseyin, doğal olarak Arap dünyasının “üç güçlü adamı” olarak ortaya çıktılar. Hem İsrail karşıtı direniş güçlerini desteklediler hem de Arap dünyasında liderlik için birbirleriyle rekabet ettiler.

Ancak Esad’ın Suriye’si, barışın savaşla ya da bağımsız direnişle sağlanmasını imkânsız kılan içsel zayıflıklara sahipti—bu trajik rol, Beşar Esad döneminde de devam etti. Suriye’nin sınırlı toprakları, küçük nüfusu ve karmaşık etnik yapısı, çoğunluk olan Sünni Müslüman halkı laikleşmeyi savunan Alevi elitlerinin yönetimi altında bıraktı. Öte yandan, İsrail’in yalnızca 60 kilometre uzaklıktaki başkent Şam’ın boğazına dayanan stratejik Golan Tepeleri’ni elinde tutması, Esad’ın zorlu durumunu daha da kötüleştirdi.

Bu durum Esad rejimini zorlu ve bölünmüş bir duruma soktu: İçeride, Arap Sosyalist Baas Partisi’nin “tek millet, tek parti, tek lider” ideolojisine dayanarak, İsrail işgaline direniş söylemi altında otoriter yönetimi sürdürdü; dışarıda ise daha fazla yıkımdan kaçınmak için İsrail ile askeri çatışmadan kaçındı ve yarım yüzyıl süren “soğuk barışı” koruyarak, nispeten istikrarlı bir ortamda yavaş bir ulusal kalkınma sağladı.

Irak’taki Baas Partisi ile Arap milliyetçiliğinin meşruiyeti ve liderliği için rekabetin yanı sıra, Alevi elitlerinin Sünni çoğunluktan duyduğu korku nedeniyle Esad, 1979-1988 İran-Irak Savaşı sırasında kesin bir şekilde İran’ın yanında yer aldı ve geniş Arap topluluğunu arkasında bıraktı. Şubat 1982’de, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi’nin başlattığı İslami uyanıştan ilham alan Suriye Müslüman Kardeşler örgütü, Suriye’nin “kafir rejimini” devirmek amacıyla Hama’da silahlı bir ayaklanma başlattı. Bu isyan acımasız bir şekilde bastırıldı. Bu tarihi olay, 2011 Arap Baharı sırasında Hama’nın muhalefeti desteklemesinin zeminini hazırladı ve Suriye savaşında yerel halkların isyancı güçlere büyük saldırılar düzenlerken ya işbirliği yapmasına ya da pasif kalmasına yol açtı.

1982 Lübnan Savaşı’ndan sonra Golan Tepeleri’ni zaten kaybetmiş ve Lübnan’ı nüfuz alanının bir parçası olarak gören Esad rejimi, İsrail ile doğrudan yüzleşecek güce sahip değildi. Bunun yerine, kaybedilen toprakları geri alma ulusal sorumluluğunu, İran tarafından yeni silahlandırılan ve yetiştirilen Hizbullah’a devretti. Bu durum, İran’ın Arap topraklarına batıya doğru genişlemesine kapı açtı ve Suriye’yi kademeli olarak “Şii Hilali” olarak adlandırılan oluşuma entegre etti. Bir bakıma, bu durum Esad rejiminin, Mısır’ın yaptığı gibi cesurca İsrail ile barış arayarak kalkınmaya, demokrasiye, halkın refahına ve sivil haklara odaklanmak yerine, Suriye’nin ulusal kaderini ve kendi iktidarını üçüncü bir tarafa emanet etmesi anlamına geliyordu.

1991 Körfez Savaşı’nın ardından Orta Doğu, umut verici bir barış on yılına girdi. Kuveyt’i işgal ederek İsrail’in geri çekilmesini sağlamayı amaçlayan Saddam Hüseyin’in bir milyondan fazla elit askerden oluşan ordusu, Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilen ve ABD liderliğindeki koalisyon tarafından ezildi. ABD Başkanı George H. W. Bush, “Çöl Fırtınası Operasyonu”nu başlattı ve ardından Rusya (Sovyetler Birliği’nin halefi), Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve İspanya ile birlikte Madrid Barış Sürecini başlattı. İsrail, alışık olduğu “düşmanları birer birer alt etme” stratejisinden vazgeçmek zorunda kaldı ve Suriye, Lübnan, Ürdün (Filistin temsilcileriyle birlikte) ile aynı çatı altında “toprak karşılığı barış” görüşmelerini müzakere etti.

Beklenmedik bir şekilde, Esad ikinci ve üçüncü Arap ihanetiyle karşılaştı. İsrail’e karşı Suriye ile birlikte hareket etme sözü veren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Ürdün, İsrail ile ayrı anlaşmalar yaptı. FKÖ, 1993 yılında gizli müzakereler yoluyla Filistin’e geçici özerklik tanıyan Oslo Anlaşmalarını imzalarken, Ürdün 1994 yılında İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi. Bu noktadan itibaren Esad, Filistin ve Ürdün liderlerini birer yabancı, hatta düşman olarak görmeye başladı ve tüm ilişkileri kesti.

Esad’ın asıl veliahtı Beşar değil, 1962 doğumlu en büyük oğlu Basil idi. Ancak, Esad’ın yaşlandığı ve Basil’in kişisel itibarının yükseldiği bir dönemde, rejimi devralmaya hazırlanan Basil, 1994 yılında gizemli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu olay, Suriye tarihini yeniden yazdı. Aslen göz doktoru olmayı planlayan Beşar, derhal Suriye’ye geri çağrıldı. Hızla orduya katıldı, rütbeleri tırmandı ve veliaht olarak yetiştirildi; böylece Esad hanedanının devamı sağlandı.

Eğer Esad daha uzun yaşasaydı, Beşar belki bir barış mirası devralır ve farklı bir yol seçebilirdi. Eğer ağabeyi Basil ölmeseydi, Beşar muhtemelen uluslararası alanda oldukça saygı duyulan bir doktor, hatta belki de Nobel Tıp Ödülü sahibi olurdu. Ne yazık ki, kraliyet ailelerinin bazı üyeleri kendi geleceklerini seçebilirken, diğerleri bunu yapamaz; bu, Doğu ve Batı kültürel gelenekleri arasındaki büyük bir tezatı yansıtır.

1999 yılının sonunda, Golan Tepeleri ile ilgili müzakereler bir anlaşmaya oldukça yaklaşmıştı, ancak Orta Doğu tarihini ve Suriye’nin kaderini tamamen değiştiren beklenmedik bir olay nedeniyle tamamen çöktü. 1999 yılının sonlarında, Ürdün Kralı II. Hüseyin hayatını kaybetti. Olağanüstü duygusal zekâsı ve geniş diplomatik bağlarıyla tanınan kralın Amman’daki cenazesi, çok sayıda dünya lideri ve devlet yetkilisinin katılımıyla büyük bir diplomatik buluşmaya dönüştü.

Muhtemelen ömrünün sonuna yaklaştığı için yumuşayan kalbinden, o anki baskıdan ya da açıklanamaz bir hatalı karardan dolayı, sağlığına rağmen Esad, geleneği yıkarak Kral Hüseyin’in cenazesine bizzat katıldı. Amman’daki cenazeden sonra İsrail, Golan Tepeleri müzakerelerini askıya aldığını aniden duyurdu. İsrail parlamentosu, Golan Tepeleri’nin geleceğini etkileyen herhangi bir politikanın Knesset’te üçte iki çoğunlukla onaylanmasını ve ardından ulusal bir referanduma sunulmasını zorunlu kılan bir kararı kabul etti.

Yıllar sonra, güçlü İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın, Esad’ın Amman’daki cenaze töreninde kullandığı geçici tuvaleti gizlice değiştirdiği ve Esad’ın idrarını analiz ettiği ortaya çıktı. Yapılan analiz, Esad’ın kanserin son evresinde olduğunu ve ömrünün az kaldığını doğruladı. İsrail Güvenlik Kabinesi, o dönemde henüz 30’larının başında olan Beşar’ın iktidarını sağlamlaştıramayacağından endişe etti. Eğer Golan Tepeleri geri verilirse ve Şam rejimi Arap milliyetçileri ya da İran yanlısı güçlerin eline geçerse, bu durum İsrail için adeta kendi boynuna ilmek geçirmek anlamına gelecekti. Böylece, barış görüşmeleri kalıcı olarak donduruldu.

Altı ay sonra Esad vefat etti. İsrail hükümeti, düşman ve savaş halinde olan bir ülke olmasına rağmen, Suriye halkına, hükümetine ve Esad’ın ailesine başsağlığı dileyerek, onu barışa sadık bir lider olarak tanımladı. Beklendiği gibi Beşar Esad iktidarı devraldı ve rejimini sağlamlaştırdı. Ancak, Golan Tepeleri’ni barışçıl yollarla geri alma fırsatını sonsuza dek kaybetti. Bunun yerine, Suriye’yi “Şii Hilali” ve “cephe hattı devleti” olmak üzere iki farklı araca bağlanmaya zorladı ve nihayetinde “Direniş Ekseni”nin merkezi haline gelerek her taraftan sömürüldü. Bu anlamda Beşar’ın Suriye’si, Batı Roma İmparatorluğu’na benziyor; kuzey barbarlarının son darbeleri altında çökmüştü. Ya da Doğu Roma İmparatorluğu gibi, bin yıllık hayatta kalmanın ardından savaşlar ve kuşatmalarla yıpranmış, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında işgal edilip parçalanmasının ardından nihayet Osmanlı İmparatorluğu tarafından mezara gönderilmişti.

Beşar, hiçbir zaman Suriye’nin meleği ya da reform kahramanı olmayı arzulamadı. 2000 yılında iktidarı devraldıktan sonra hemen reform yapmayı denedi, kısıtlamaları gevşetti ve geçici olarak canlı ve övgüye değer bir “Şam Baharı” başlattı. Ancak, liberalizasyon ve demokratikleşme eğilimlerinin siyasi dönüşümü tehdit etmeye başlamasıyla birlikte, Beşar, güçlü muhafazakâr güçlerin ve kökleşmiş elitlerin yoğun baskısı altında kaldı—ve bu süreci sürdürecek gücü ve siyasi zekâsı olmadığından—yalnızca iki yıl sonra reform kapısını ani bir şekilde kapattı. Bu, tarihi, İran’ı ve Şii Hilali’ni geride bırakıp Golan Tepeleri’ni ayrı müzakereler yoluyla geri alma fırsatının kaçırıldığı an oldu. Beşar, böyle bir riski göze alamadı; toprak karşılığı barış arayışında olan Sedat’ın, hayatıyla ödediği kaderini tekrar etmekten korkuyordu.

2005 yılında, Suudi destekli Lübnanlı Sünni Başbakan Refik Hariri’nin suikaste uğraması, Suriye istihbaratını ve Hizbullah’ı işaret etti. Bu durum, İslam dünyasındaki mezhepsel çatışmaları ve Lübnan üzerindeki mücadeleyi gözler önüne serdi. Bu olay, “Beyrut Baharı” ya da “Sedir Devrimi” olarak adlandırılan hareketi tetikledi ve Suriye’yi, Lübnan’daki 30 yıllık askeri varlığını sonlandırmaya zorlayarak Lübnan’ın bağımsızlığını daha da pekiştirdi.

2011 Arap Baharı, Tunus’un “Yasemin Devrimi” ile başladı ve Akdeniz’in kuzeybatısındaki birçok otoriter Arap hükümetinin çökmesine yol açtı. Bu devrim dalgası, nihayetinde doğudaki Suriye’ye ulaştı. Güneydeki Dera kasabasında öğrencilerin protestolarına yönelik sert müdahaleler, daha geniş çaplı bir ayaklanmaya yol açtı ve huzursuzluk, Alevi karşıtı geleneksel kalelerden biri olan Hama gibi şehirlere yayıldı. Beşar, iktidardaki on yılının ardından ilk büyük sınavıyla karşı karşıya kaldı ancak kötü bir performans sergiledi. Özür dilemek ve yolsuzluk ile kötü yönetimi ele almak yerine, Batı’yı “renkli devrim” planlamakla suçladı ve diyalog kapısını kapattı. Bu durum, ülkeyi kaosa sürükleyen yaygın memnuniyetsizliği körükledi.

Kritik bir anda, Suudi Kralı Abdullah Beşar’ı arayarak, 20 milyar dolarlık bir ekonomik destek paketi teklif etti. Bu yardımın amacı, istihdam yaratmak, ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve rejimin devamlılığını sağlamaktı. Ancak bunun şartı, Şam’ın İran ve Şii Hilali ile olan stratejik bağlarını koparmasıydı. Beşar, Suudi Arabistan’ın sunduğu bu ilacı bir zehirli hap olarak gördü; çünkü Alevi azınlık rejimi, hayatta kalmak için Şii ittifakına bağımlıydı. Ayrıca, Golan Tepeleri’ni geri alma çabası, İran ve Hizbullah’ın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Suudi Arabistan’ın uzattığı zeytin dalı reddedildi. Bunun üzerine Suudi Arabistan, Arap Ligi’ni harekete geçirip Batılı ülkelerle iş birliği yaptı ve sivilleri koruma ve insan haklarını savunma bahanesiyle Suriye iç işlerine müdahale etti. Böylece, Suriye İç Savaşı başlamış oldu ve muhalefet güçlerine dış finansman ve destek sağlandı.

Rejimin çöküşün eşiğine geldiği bir noktada, Rusya devreye girdi. ABD ve NATO ile Ukrayna üzerinden jeopolitik bir mücadeleye girişmiş olan Rusya, baskıyı azaltmak ve Orta Doğu’daki son Sovyet dönemi nüfuz alanını, özellikle Suriye’deki Akdeniz deniz üssünü korumak istedi. Bu doğrultuda Rusya, Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Arap Ligi ve Batı’nın desteklediği Suriye tasarılarını veto ederek, Libya’daki rejim değişikliği senaryosunun Suriye’de tekrarlanmasını engelledi. Terörle mücadele altında, Hizbullah ve on binlerce Şii milis sınırları geçerek rejime destek oldu. Böylece Beşar’ın hükümeti, kaybettiği toprakların büyük kısmını ve önemli nüfus merkezlerini geri aldı. Mart 2020’de muhalefetle imzalanan ateşkes anlaşması, on yıllık bir dönemde ilk kez istikrar sağladı. Ancak bu durum, ülkeyi bölünmüş halde bırakarak iç savaşın köklerini ve parçalanmayı devam ettirdi.

Beşar, muhalefeti ortadan kaldırmanın önemini biliyordu; ancak Suriye, kuzeybatıda Türkiye tarafından korunan isyancıları ve kuzeydoğu ile doğuda ABD tarafından desteklenen Kürt güçlerini bertaraf edecek güce sahip değildi. Rusya ve İran da Beşar’ın birleşme hedefini gerçekleştirmek için Türkiye veya ABD ile doğrudan bir çatışmaya girmeyi göze alamadı. Defalarca Beşar’a istikrarı kabul etmesini ve müzakereler yoluyla bir koalisyon hükümeti kurmasını önerdiler—ancak Beşar bu teklifi reddetti. Temelde Suriye, Rusya ve İran’ın jeopolitik çıkarları için bir pazarlık kozu olmaya devam ediyor. Onlar için önemli olan, Şam’da kimin iktidarda olduğu değil, kendi ulusal çıkarlarının korunmasıdır. Aksi takdirde, neden Rusya, İran, Hizbullah ve Iraklı milisler, Beşar’ın son anında onu yüzüstü bıraktı?

Beşar, aslında “kendi haline bırakılmış” bir figürdü. Dindar olmamasına rağmen, Hangzhou’daki Asya Oyunları sırasında Lingyin Tapınağı’nı ziyareti, onu bir internet sansasyonuna dönüştürdü ve birçok tartışmayı ve temelsiz spekülasyonu ateşledi. Belki de artık bir sürgün lider olarak Beşar, 24 yıldır taşıdığı ağır yüklerden sonunda kurtulabilir—bu yükler, onun taşıyamayacağı kadar ağırdı. O, sıradan bir insana veya eski mesleği olan tıbba geri dönebilir. Ancak yarım yüzyıldır ameliyat masasında olan Suriye, hâlâ parçalanmış ve kanamakta. Onu bu ıstıraptan kim kurtaracak?

Beşar rejimini devirmek ve Baas Partisi’nin kalıntılarını ortadan kaldırmak, Suriye’nin onlarca yıllık kanlı tarihini sona erdirmek yerine, Saddam Hüseyin rejiminin 20 yıl önceki yıkılışında olduğu gibi, yeni çatışmaların ve acıların başlangıcı olabilir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Irak’tan Suriye’ye… tatsız senaryolar

Yayınlanma

Yazar

Şu sıralar bütün ilgimiz Suriye üzerinde. Aslında belki de son on dört yıldır 2011 yılından bu yana dış politikada odaklandığımız en önemli konu galiba Suriye oldu, daha doğrusu Esat yönetiminin devrilmesi. Olağanüstü kaynaklar boşa harcanıp ‘diktatör’ adını verdiğimiz Esat yönetimini Orta Doğu’daki pırıl pırıl demokrasiler (!) ve Amerika, Batı dünyası ile birlikte yıkmaya çalıştık. Diktatör gitti, şimdi de temiz yüzlü, iyi niyetli (!) (her ne kadar eskiden cihatçı terör örgütü olarak terör örgütü listelerimizde yer almış olsalar da…) gençlerle Suriye’yi yeniden yapılandırmaya soyunmuş durumdayız. İnşallah arabasına bindiğimiz bu idealist gençler (!) bizi dolmuşa bindirmezler.

Orta Doğu’da bir yönetimi ‘diktatör’ diyerek suçlamaya kalkıştığınızda bunun bir anlamı olmadığını bilmeniz gerekir; zira cevap rahatlıkla ‘eee ne varki…’ şeklinde olabilir. Kayseri’ye gidişlerimin birisinde beni ağırlayan arkadaşlar güzel bir şey söylemişlerdi. Pastırma yerken ağzımız kokar endişesiyle çok sevdiğim halde biraz isteksiz biraz da dikkatli yiyordum galiba. Masadakilerden birisi yüzüme bakarak ‘hayırdır Hoca, niye gayretli değilsin’ deyince ben de ‘ama kokar’ diyecek oldum. Bunun üzerine ‘Hocam korkma, bizim Kayseri’de pastırma kokmaz’ dedi. Yani en azından o yıllarda – şimdilerde mevcut ekonomik krizde mümkün mü bilemiyorum – Kayseri’de herkes pastırma yediği için kimse birbirine kokmuyordu anlaşılan.

Şam’daki diktatör devrildi. HTŞ merkezli devirme operasyonu sırasında ve hemen sonrasındaki günlerde başlayan Esat’ın ülkeyi bırakıp kaçmasının ardından zirve yapan kutlamalar yerini bir miktar ihtiyatlı hatta bana sorarsanız endişeli bekleyişe bırakmış görünüyor. Türkiye’nin beklentileri Suriye’nin fazlaca gevşek olmayan bir federal yapıda bir arada tutulması gibi görünse de bunun mümkün olmaması ihtimali aksine ihtimalden oldukça yüksek. En azından bu aşamada durum böyle görünüyor.

IRAK’TAN SURİYE’YE DÜŞÜNCELER…

Suriye’de olması muhtemel gelişmelerin laboratuvarı Irak’ta Amerika’nın 2003 işgali sonrasında yaşananlardan görülebilir. Zaten yeterince milletleşememiş durumdaki Irak toplumu millet kavramından tamamen çıkartılarak etnik ve mezhebi bir anayasal yapıya dönüştürüldü. Iraklılık bilinci oluşturma çabası daha önceki yönetimlerde de yeterince dikkatle ele alınmamıştı; ancak Amerikan işgalinden sonra böyle bir ihtimal tamamen ortadan kaldırıldı. Cumhurbaşkanının mutlaka Kürt, başbakanın şii ve parlamento başkanının sünni olması ve kuzeyde tam otonom bir Kürdistan bölgesi kurulması gibi düzenlemeler Iraklılık bilincine vurulan son darbeler oldu. Çünkü bu tür etnik/mezhebi kotalar üzerine inşa edilen bir anayasal yapı toplumda liyakatı yok eder, devlete mensubiyet duygularını aşındırır ve aşiret veya benzer sosyal yapıları ön plana çıkarır.

Orta vadede Irak’ta yaşayan herkesi kapsayacak bir milletleşme sürecinin gelişmesini beklemek mevcut şartlarda aşırı iyimserlik olur. Öte yandan Irak’ta İslami bir yönetim kurularak devletin üniter bir çatıda toparlanması ihtimali de aynı derecede imkansız; çünkü böyle bir girişime baştan itibaren olduğu gibi kuzeydeki Kürt gruplar kendilerinin toplumsal yapılarının laik/seküler olduğunu söyleyerek itiraz edip kabul etmeyeceklerdir. Kısacası Irak’taki bu bölünmüş yapı dünyada ve bölgede olağanüstü gelişmeler yaşanmadığı takdirde aynen devam edecektir. Bu arada Orta Doğu’nun pek çok başka ülkesinde olduğu gibi, Hristiyan Araplar Batı’ya göç ederek orta vadede Irak coğrafyasından silinebilirler. Amerikan işgalinden bu yana sayıları epeyce azaldı zaten…

Suriye ise Irak’a göre çok daha renkli. Ciddi bir Sünni nüfus olmasına karşın, hiç de azımsanmayacak bir Alevi ve Dürzi nüfus da bulunuyor. Ayrıca Hristiyanların toplam nüfusa oranı Arap ülkeleri içerisindeki en yüksek olanlardan… Öte yandan en büyük grubu oluşturan Sünniler hem etnik hem de devlet anlayışı olarak parçalı bir yapıya sahip… Araplar, Kürtler ve Türkmenler Sünni nüfusun unsurlarını oluşturuyor. Aynı zamanda ülkenin büyük şehirlerinin Sünni nüfusunun önemli bir kısmı arasında laik/seküler devlet ve toplum anlayışı epeyce yer etmiş durumda. Bunların hepsinin üniter bir devlet yapısında bir arada tutulması hiç de kolay olmayacaktır. Kaldı ki, bu gruplardan bazıları zaten Amerika ve İsrail’in koruması altında görünüyorlar. Örneğin Batı’nın ‘Kürtler’ diye tanımlamakta ısrar ettiği Fırat’ın kuzey doğusunu etnik temizlik yoluyla büyük ölçüde kontrolleri altına almış bulunan PKK/PYD doğrudan Amerika, İsrail ve Kolektif Batı’nın uzantısı gibiler.

Böyle bir Suriye’de ‘demokratik ve çoğulcu’ ve büyük ölçüde ‘üniter’ bir anayasal yapı oluşturmak pek kolay olmayacaktır. Mevcut HTŞ yönetimi ve bileşenleri birazcık İslami bir yönetim – kaldı ki, gayet sert karakterli bir dini yönetim dayatmaya kalkışmaları da oldukça muhtemel – getirmeye kalkıştıklarında başta PKK/PYD olmak üzere Alevilerin, Dürzilerin ve Hristiyanların itirazıyla karşılaşacaktır. Ve Amerika ile İsrail ve diğer Batılı ülkeler aynı anda hem HTŞ ve bileşenlerinin dini bir yönetim dayatmasına hem de diğerlerinin itiraz etmelerine farklı farklı enstrümanlarla kolayca destek verebilirler. Ve sonuç anayasa yapma sürecinde veya sonrasında kaosa sürüklenebilir.

TÜRKİYE’NİN ÖNCELİKLERİ

Aslında İsrail’in yaptıklarına baktığımız zaman böyle bir kargaşa sürecinin yaklaşmakta olduğunu görebiliriz. Tel Aviv yönetimi Suriye’yi devletsizleştirmek için elinden geleni yapıyor. Askeri tesisleri, mühimmat depolarını, ordu üslerini vs. yani Suriye’nin bütün teçhizatını bombalayarak yok ediyor. Haberlere bakılırsa sivil kurumlar da bu ağır bombardımandan nasibini alıyor. Öyle ki, Suriye’de bir devlet otoritesi teşkil edilmesini önlemeye yönelik ne gerekiyorsa yapıyor.

Bu yaptıkları Suriye halkı için yeni felaketlerin habercisi olsa da İsrail açısından normal ve ulusal çıkarlarıyla tam örtüşen işler. İsrail’in resmen kurulduğu 1948 Mayıs ayından bu yana bir tek kurşun atmadan elde ettiği en büyük başarıdan söz edilebilir. Daha önceki dönemlerde de İsrail Arap devletlerine karşı ‘başarılı’ savaşlar yapmış (1948, 1967) ve Mısır ile Suriye’nin ilk defa senkronize bir şekilde başlattığı ve ilk haftasında 1967 savaşında işgal ettiği toprakları kaybetmesiyle sonuçlanan 1973 savaşını ise Amerika’nın da büyük yardımlarıyla berabere bitirmeyi başarmıştı. Fakat onların hepsinde ciddi ciddi savaşmak zorunda kalmıştı. En İsrail karşıtı rejimler olan Irak işini Amerika’ya hallettiren İsrail şimdilerde çok az gayretle Suriye’nin de istediği gibi at oynatabileceği bir alan haline gelmesini maksimum faydaya çevirmeye çalışıyor. HTŞ lideri Colani’nin ise İsrail’in bütün bu yaptıklarından hiç mi hiç rahatsızlık duymadığı yaptığı açıklamalarda bariz bir şekilde görülebiliyor.

Türkiye’nin de benzeri bir mantıkla hareket etmesinde fayda olacağı aşikar. Libya örneğinde de yaşamıştık. Tobruk merkezli generalin kuvvetlerini Trablus merkezden kovalayınca bütün Libya bizim oldu zannetmiştik. Daha sonra bunun böyle olmadığını/olmayacağını fark etmek biraz zaman aldı. Şimdi de Suriye’nin bizim olduğunu veya zaten olması gerektiğini düşünerek hareket edersek ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz. Birinci Dünya Savaşını kaybetmeseydik buralar zaten bizim olurdu tezine Ruslar Bolşevik İhtilali olmasaydı İstanbul, Boğazlar ve mücavir alanlar bizim olacaktı diye karşılık verebilir. Başka devletler de başka şeyler söyleyebilirler. Tarihçilikte ‘öyle olmasaydı ne olurdu’ diye bir tartışmanın yeri yoktur.

Şu anda Suriye’de, esas önceliklerimiz olan sığınmacıların gönderilmesi, Fırat’ın kuzey doğusunda yuvalanmış bulunan PKK/PYD’nin yok edilmesi ve Suriye’de uluslararası bir tanınma elde edecek ilk hükümetle (muhtemelen Colani liderliğinde) deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması imzalamaya odaklanmalıyız. Hatta PKK/PYD konusunda hızlı adımlar atarak Trump gelmeden evvel bu işi bitirmeyi değerlendirmek mantıklı olabilir. Trump geldiğinde ekibiyle birlikte siyaset planlaması yaparken Fırat’ın kuzey doğusunda böyle bir örgütün olmaması yeni denklemde gayet iyi sonuçlar verebilir. Sığınmacılar konusunu acil gündem yapmak gerektiğini söylemeye bile gerek yok.

Bu şekilde ulusal çıkar odaklı davranmak yerine bütün mesaimizi Suriye’nin iç işlerine hasreder ve içerdeki gruplar arasındaki muhtemel mücadelenin parçası olursak bir sonraki adımda sığınmacıları göndermek ve PKK/PYD’ye karşı etkili mücadele etmek için uygun ortamı bulmakta zorlanabiliriz. Olumsuz dış etkilerle hareket edecek bir Suriye hükümeti bizimle deniz yetki alanları anlaşması imzalamayı da istemeyebilir. Veya dış etkiler o şekilde karar almaya zorlarlar.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Suriye’deki çalkantının Hindistan’a yansıması

Yayınlanma

8 Aralık Pazar günü Suriye’de Beşar Esad ve ailesinin onlarca yıllık iktidarı sona erdi. Şimdi Suriye’de çok fazla belirsizlik var. Esad rejimi düşmüş ve Esad ve ailesinin Rusya’da sığınma hakkı aldığı biliniyor olsa da şimdi nasıl bir geçişin yaşanacağı henüz net değil. HTŞ liderliğindeki muhalif gruplardan oluşan karma bir grubun Şam’daki bir sonraki hükümeti kurması bekleniyor ama bu gruplar içinde bir güç mücadelesi olasılığı da dikkate alınıyor ki bu durumda siyasi geçişin sorunsuz veya barışçıl bir süreç ile olmayabileceği riski de var.

Birbirlerine yaklaşık 4 bin km’lik bir mesafede duran Hindistan ve Suriye ne alaka diye düşünülebilir ancak Delhi’nin uzun süredir dostu olan Beşşar Esad’ın muhalifler tarafından devrilmesinin Orta Doğu’nun çok ötesinde de yankı bulması ve Hindistan’ı beklenmedik şekillerde etkilemesi çok muhtemel. Çünkü her iki ülke tarihi ve kültürel bağlara dayanan uzun süreli dostane bir ilişkiye sahip ki bu ilişki yıllar içinde, özellikle Esad’ın görev süresi boyunca daha da gelişen bir ilişkiydi. 2011’de başlayan iç savaş sırasında Yeni Delhi askeri olmayan, kapsayıcı ve Suriye liderliğindeki bir siyasi süreç ile çatışma çözümünden yana bir duruş benimsedi. Şam’daki büyükelçiliği her daim faal idi ve şimdi de öyle. Siyasi denklemlerin değişebileceği yeni Suriye, Hindistan’ın hem şu an çok kaygan, kaotik ve belirsiz bir zemin teşkil eden Şam ile ilişkilerini ve dahası hem de Orta Doğu dinamiklerini etkileyebilecek bir potansiyel taşıyor.

Hindistan’ın Suriye petrol sektöründe iki önemli yatırımı var: ONGC Videsh ile IPR International arasında petrol ve doğalgaz aramalarına ilişkin 2004 yılında yapılan bir anlaşma ile Hindistan’ın ONGC’si ile Çin’in CNPC’sinin Suriye’de faaliyet gösteren Kanadalı bir firmanın yüzde 37 hissesini satın almak için yaptığı bir başka ortak yatırım. Yeni Delhi ayrıca bir süredir Suriye’yi de içeren Hindistan-Körfez-Süveyş Kanalı-Akdeniz/Levant-Avrupa koridoru inşa etmeye büyük yatırım yapmayı da hedefliyor(du). Ve Hindistan’ın Şam ile yakın ilişkisi Yeni Delhi’ye diğer Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerini daha geniş anlamda güçlendirme fırsatı verecek durumdaydı… Hindistan açısından Suriye ve Orta Doğu’daki diğer önemli aktörler ile istikrarlı ilişkiler sürdürmenin, Pakistan’ın Müslüman çoğunluklu bu ülkelerdeki söylemlerine karşı koymak açısından da yaşamsal bir önemi var…

Hindistan Dışişleri Bakanlığı’nın 9 Aralık Pazartesi günü yaptığı açıklamada, “Suriye’deki durumu devam eden gelişmeler ışığında izliyoruz. Tüm tarafların Suriye’nin birliğini, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak için çalışması gerektiğinin altını çiziyoruz. Suriye toplumunun tüm kesimlerinin çıkarlarına ve isteklerine saygı gösteren, barışçıl ve kapsayıcı bir Suriye liderliğindeki siyasi süreci savunuyoruz. Şam’daki büyükelçiliğimiz, güvenlikleri ve emniyetleri için Hint topluluğu ile temas halindedir” denildi. 7 Aralık’ta da vatandaşlarına Suriye’ye seyahat etmeme uyarısında bulunan Delhi’nin acil kaygısı ülkedeki vatandaşlarının güvenliği idi. Hindistan Dışişleri Bakanlığı’na göre Suriye’de yaklaşık 90 Hint bulunmakta ve dün (11 Aralık) itibarıyla -aralarında Jammu ve Keşmirli 44 hacı da olmak üzere- 75 Hint vatandaşını tahliye ettiğini açıkladı.

Şimdi açıkçası Esad sonrası Suriyesi için Hindistan’ın bir B planı yok. Her şeyden önce Suriye’nin Beşşar Esad’ı yıllarca Hindistan’ın ortağıydı VE iktidardan düşmesi ve ardından gelen belirsizlik, Hindistan’ın bölgedeki siyasi ve ekonomik çıkarları için derin bir kaygıya yol açıyor. Son 13 yıldır Suriye acımasız bir iç savaş ile parçalanırken ve Beşşar Esad eylemlerinden dolayı birçok küresel güç tarafından tecrit edilirken yalnızca bir avuç ülke Esad ile çalışmaya devam etti Kİ Hindistan da bu ülkelerden biriydi. Suriye hükümetine, özellikle 2023’teki Türkiye merkezli depremlerden sonra Türkiye’ye ve Suriye’ye yönelik “Dost Operasyonu” ismi altında, milyonlarca dolarlık insani yardım sağlarken Delhi hükümeti üst düzey temasları sürdürdü. Suriye Dışişleri Bakanı 2023’te Hindistan’ı ziyaret ederken üst düzey Hint diplomatlar da Suriye’ye gitti. Hindistan, Birleşmiş Milletler’de Esad rejimine yönelik yaptırımları desteklemeyi reddetti ve Kovid salgını sırasında insani kaygıları gerekçe göstererek yaptırımların gevşetilmesi çağrısında bulundu. Ayrıca yabancı güçlerin Suriye’deki iç savaşa müdahale etmemesini savundu.

Peki tüm bunların nedeni ne idi? Genelden özele kalem kalem açıklayalım:

Öncelikle Bunun Tarih Bağlamında Bir Uzantısı Var.

Hindistan ve Suriye diplomatik ilişkilerin kurulmasından bu yana en üst düzeyde düzenli ikili alışverişler ile tarihi olarak dostça ilişkilere sahip. Her iki ülke onlarca yıldır birlikte çalışıyor. Her iki ülke de Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu üyeleriydi. Ve Yeni Delhi’nin 1947’den sonraki dış politikası genel olarak Arap yanlısıydı. Jawaharlal Nehru ve Atal Bihari Vajpayee gibi başbakanlar Suriye’yi ziyaret etti ve liderleri ile yakın bağlar kurdu. Bu, Hindistan’ın Suriye ile çalışma konusunda çıkarları olduğu anlamına geliyordu Kİ Örneğin 2011 yılında Suriye iç savaşı başladığında Hindistan Tishreen Enerji Santrali’nin geliştirilmesi için 240 milyon dolar sağlıyordu. Dolayısıyla Beşar Esad ve babası Hafız Esad ile olan bu tarihsel zemin, bağların devam etmesini sağladı.

Gerçekte Hindistan İstikrar İstiyordu.

Ne yazık ki çok iyi bilindiği üzere Suriye iç savaşı Arap Baharı hareketinin bir parçası olarak başladı; Arap dünyasının dört bir yanındaki ülkeler, diktatörlüklerin yıkılması ve yeni demokratik hükümetler çağrısında bulunan kitlesel halk protestolarına tanık oldu; ancak Libya gibi bazı ülkelerde işler fena halde ters gitti. Batılı güçler Libya’daki Kaddafi’nin devrilmesine destek verirken ülke istikrarlı bir demokrasiye dönüşmek yerine iç savaşa sürüklendi. Bu okumayı yapan Yeni Delhi de Suriye’nin aynı yola girmemesini sağlamak istiyordu Kİ çünkü enerji kaynaklarından ekonomik yatırımlara ve Orta Doğu ülkeleri ile siyasi ilişkilere kadar Hindistan’ın Orta Doğu’da önemli çıkarları var; ayrıca bölgede yaklaşık 9 milyon Hint yaşıyor. Dolayısıyla Yeni Delhi Suriye’de savaş çıkınca Esad üzerindeki dış baskıyı azaltma güdüsü ile hareket etti: Birleşmiş Milletler’de Suriye’ye yönelik yaptırımları desteklemeyi reddetti, Hem Esad hem de isyancı güçlerin uyguladığı şiddeti kınadı Ve yabancı güçlerin Suriye’ye müdahale etmemesini destekledi. Kİ Bütün bunlar Esad hükümeti tarafından da takdir ile karşılandı.

Terör Boyutu Hint Hükümeti ile Esad Hükümetini Ortak Paydaya Taşıyordu.

Delhi’nin tutumu Esad hükümeti tarafından takdir ile karşılanırken, Beşşar Esad 2017 yılında bir Hint televizyon kanalına verdiği röportajda Hindistan’ın terörizm ile karşı karşıya kalmasından duyduğu kaygıyı dile getirmiş ve durumu Suriye ile kıyaslamıştı: “Bağımsızlığımızın 1940’larda aynı döneme dayandığına inanıyorum. Coğrafyalarımız da farklı olabilir, her iki ülkenin karşılaştığı terörizmin arkasındaki nedenler de farklı olabilir. Ancak özünde terörizm birdir ve her ikimizin de karşı karşıya olduğu ideolojiler benzerdir. Hindistan’da terörizm siyasi amaçlar için kullanılır ve durum Suriye’de de farklı değildir. Bu son derece tehlikeli bir olgudur.”

2014 yılında DEAŞ hızla Suriye’nin büyük bir bölümünü ele geçirerek kendi hükümetini kurarken ve bu, dış müdahaleye yol açarken DEAŞ’ın yükselişi Hindistan’a da tehdit oluşturuyordu çünkü orada da saldırılar düzenlemeye çalışmıştı. Ve Delhi hükümeti Rusya’nın DEAŞ’ı yok etme amaçlı askeri saldırılarına destek verdiğini açıklamıştı. Şimdi Hindistan, Rusya ve İran destekli Esad’ın devrilmesinin o bölge ötesinde de militanları cesaretlendirebileceğinden, Güney Asya’da ve Keşmir’de faaliyet gösteren Hindistan karşıtı militan gruplara ivme kazandırabileceğinden kaygılanıyor.

Can Alıcı Kısım Şimdi Geliyor: Keşmir …

İlginçtir ki Suriye, Hindistan’ın Keşmir tutumunu destekliyor(du). Keşmir’in Hindistan’ın ilgilenmesi gereken bir iç mesele olduğunu belirtiyor(du). Ki Keşmir konusunda destek için Pakistan’ın sıklıkla İslam dünyasına başvurduğu dikkate alınarak Esad hükümetinin bu tutumu Şam’ı Yeni Delhi için yararlı bir ortak haline getiriyor(du). Yani Delhi, Filistin davası ve Suriye’nin Golan Tepeleri üzerindeki iddiası da dahil olmak üzere birçok uluslararası konuda Şam’ı desteklerken Suriye de Keşmir konusunda Hindistan’ın pozisyonunu destekliyor ve bunun Hindistan’ın çözmesi gereken bir iç mesele olduğunu savunuyor ve Yeni Delhi’nin bunu uygun gördüğü şekilde çözme hakkına sahip olduğunu belirtiyor(du). Son örnek, Hindistan’ın 2019’da 370. maddeyi yürürlükten kaldırarak Jammu ve Keşmir’in özel-özerkliğini iptal etme kararını Müslüman dünyasının geri kalanı sert bir şekilde kınarken Suriye bunu Hindistan’ın iç meselesi olarak nitelendirmiş; o dönemde Suriye’nin Hindistan büyükelçisi Riad Abbas, “Her hükümet halkını korumak için kendi topraklarında istediğini yapma hakkına sahiptir. Herhangi bir eylemde her zaman Hindistan’ın yanındayız” demişti.

E, Pek Tabii İşin “Duygusal” Boyutu Olmaz Mı? Yatırımlar …

Delhi şimdi Suriye’deki yatırımlarının, özellikle de petrol sektöründekilerin kaderi konusunda da kaygı duyacak. Suriye’nin jeostratejik durumundan yararlanmayı hedefleyen Yeni Delhi onun altyapısına ve kalkınmasına onlarca yıldır yatırım yapıyor. Suriye’nin petrol sektöründe iki önemli yatırıma sahip olduğunu ve Tishreen Termik Santrali projesi için 240 milyon dolar tutarında kredi sağladığını başta belirtmiştik. ONGC Videsh Kuzey Suriye’deki Rakka ve Deyrizor bölgelerini kapsayan 24. Blok içinde yüzde 60’lık bir katılım payına sahip; petrol ve doğalgaz arama faaliyetleri için ONGC Videsh Mayıs 2004’te IPR International ile birlikte keşif, geliştirme ve üretim lisansını satın almış, daha sonra ONGC India ile CNPC China Suriye’de faaliyet gösteren bir Kanada firmasının yüzde 37’lik hissesini ortaklaşa satın almıştı. Amerika ve Avrupa Birliği tarafından uygulanan Suriye yaptırımları nedeni ile Delhi zaten buralardaki faaliyetlerini güç bela yürütüyordu ki Esad sonrası Suriye’deki kırılgan durum bu yatırımların faaliyete geçmesini daha da zora sokacaktır.

Ayrıca, ikili ticaret açısından, 2020’den 2023’e kadar 100 milyon doların üzerinde olan iki ülkenin ticareti 2024’te 80 milyon dolara geriledi. Ve bu arada, Suriyeli gençler için kapasite oluşturmayı da desteklemiş olan Yeni Delhi’nin “Hindistan’da Eğitim” programı kapsamında 2017’den 2018’e kadar dört aşamada Suriyeli öğrencilere lisans, yüksek lisans ve doktora programları için 1.500 kontenjan teklif edilmişti.

SonSözler

Hindistan’ın Suriye ile etkileşimi Orta Doğu’daki varlığını ve etkisini artırmaya yönelik daha geniş stratejisinin bir parçası aslında VE iyiliğe iyilik veya karşılıklılık yani Quid Pro Quo politikası mantığı ile işliyor. En can alıcısı, Şam’ın Keşmir gibi konulardaki desteğine karşılık Delhi’nin -önemli kalkınma ve insani yardım sağlamakla beraber- “Suriye’nin işgal altındaki Golan Tepeleri’ni geri alma konusundaki meşru hakkını” desteklemesi. Ki İsrail 1967 Altı Gün Savaşı’nda Suriye’den Levant bölgesindeki kayalık Golan Tepeleri’ni ele geçirmişti… 2011’de Suriye ziyaretinde bulunan dönemin Hindistan Cumhurbaşkanı Pratibha Patil şöyle diyordu: “Hindistan, tüm Arap davalarını tutarlı bir şekilde desteklemiştir. Ayrıca Suriye’nin Golan Tepeleri’ne ilişkin meşru hakkına ve Suriye’ye çok erken ve tam bir şekilde geri dönmesine olan güçlü desteğimizi yinelemek istiyorum.”

Esad yönetimindeki Suriye’nin Keşmir konusunda Delhi’nin güçlü bir destekçisi olması Müslüman dünyasında nadir görülen bir durumdu. ANCAK Şimdi Suriye’de yeni bir sayfanın açılması ile süregelen bu Al-Ver’in yani Quid Pro Quo’nun sürüp sürmeyeceği özellikle Hindistan için önemli bir merak konusu. Hiç kuşku yok ki Yeni Delhi durumu yakından izliyor, izleyecek. Ve şimdi yeni bir Suriye’nin karmaşık atmosferi başta olmak üzere bölgede hızla değişen olaylara ihtiyatlı yaklaşıyor. Şam’ın Keşmir konusundaki duruşunun ne olacağı ve Hindistan’ın Golan Tepeleri’ne yönelik Suriye iddiası konusunda şimdi nerede durduğu, bunlar yeniden ele alınabilecek konular. Esad’ın düşüşü bölgesel jeopolitik dinamikleri de önemli ölçüde değiştirirken bölgedeki etkisini ve konumunu ciddi şekilde zayıflattığı Rusya ve İran, Hindistan’ın kilit stratejik ortakları. Delhi’nin lehine olması gereken nokta Suriye politikasında tarafsız bir aktör olarak görülmesidir Kİ Hindistan için şu anda işe yarayan bir şey, devlet dışı militan aktörlerin dahi genellikle Hindistan ile sorun yaşamaması ve onu tarafsız olarak görmesidir.

Ve Bir Başka Can Alıcı Bonusu En Sona Sakladım:

Delhi’nin Yeni Suriye Durumuna İlişkin Kaygılarında Bir Başka Boyut Yani Türkiye Boyutu Da Var.

İran ve Rusya Esad’ın başlıca destekçileri iken Amerika gibi Batılı aktörler Esad karşıtıydı. Ve Türkiye, deyim yerindeyse Suriye konusunu hep sırtında taşımış ve ilkeli duruşundan hiç bir zaman ödün vermemiş bir aktör olarak, Suriye muhalefetine destek veren oyun kurucu/değiştirici önemli güçlerin başında yer alıyordu. Hindistan tarafsızdı – zaten doğrudan kendini ilgilendirmeyen/etkilemeyen bu gibi durumlara karışma huyu pek yok. Yeni Delhi, Suriye’de yaşanan gelişmelerde taraf olmaktan kaçındı kaçınmasına AMA bir anlamda da Esad’ın “pasif” destekçisi idi. Kİ şimdi Esad’ın devrilmesi Delhi’nin Müslüman dünyasındaki bir dostunu kaybettiği anlamına geliyor.

İran’ın Gazze’deki, Hizbullah’ın Lübnan’daki, Rusya’nın Ukrayna’daki kendi çatışmaları ile meşguliyetinin de yarattığı destek boşluğu ile Esad’ın düşüşü ve dolayısıyla ardından -belki şimdilik kısa vadede- Rusya’nın ve İran’ın Suriye’deki etkisinin azalma olasılığı VE Türkiye’nin Esad’ı deviren muhalefete desteği ile tarihin kazanan tarafında oluşu… Mevcut durumu bu şekilde okuyan Hindistan, sonucunda mevcut Suriye senaryosunu Delhi’nin Şam ile gelecekteki etkileşiminin Türkiye’nin dümende olduğu yeni dinamikler tarafından şekillendirilebileceği üzerine çiziyor. Yani Türkiye destekli yeni rejimin oluşması durumunda -Ki Hindistan da bunun kuvvetle muhtemel olduğuna inanıyor- Hindistan ve Pakistan meselelerinde Delhi’nin tarafını tutmayabileceği düşüncesi ile Esad sonrası Suriye’nin Keşmir konusunda Pakistan’ı destekleyebileceği düşünülüyor. Yani açıkçası Türkiye söz konusu olduğunda, siyaseten ne yazık ki okumalarını çoğunlukla salt Keşmir ve Pakistan prizmasından yapmakta olan Hindistan’ın “Türkiye İçeride” mevcut Suriye senaryosunda çekinceleri yok değil… ANCAK Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yakın zamanda Birleşmiş Milletler konuşmasında Keşmir’den bahsetmeyişine de büyük bir dikkat ve önem atfediyor olduklarını da belirtmeliyim…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English