Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Britanya’nın Asya kurgusu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Britanya’nın Brexit sonrası oluşturduğu strateji konseptleri, çapından daha büyük arzular kurgulaması nedeniyle pek çok engelle karşı karşıya. Britanya, Doğu Avrupa ve Batı Asya’da Rusya’yı kuşatma stratejisinin ve Almanya’nın belinin bükülmesinin en büyük paydaşlarından biri oldu. Londra, Ukrayna’ya hem savaş öncesinde hem de şu an sunulan askeri yardımlarda NATO içinde lider konumda ve daha önce eski Şansölye Merkel’in de itiraf ettiği üzere Minsk anlaşmalarının sağladığı sükûnet döneminde, Orbital harekatıyla Kiev’i nihai savaşa hazırlayan güçlerin başındaydı. Britanya, son dönemde güneydoğu Asya’da Çin’i dizginleme ve bölgede ABD gibi büyük aktörlerden biri haline gelme hedefiyle bir dizi proje ve teşebbüs geliştiriyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Asya direktörü ve Foreign Policy yazarı James Crabtree yorumlamış.


Britanya’nın Asya’ya sürpriz bir şekilde devam eden eğilimi

James Crabtree — Foreign Policy

11 Nisan 2023

Üç vitrin projesi Britanya’nın Hint-Pasifik’teki geleceğini belirliyor.

Avrupa Birliği’nden ayrıldıktan üç yıl sonra Britanya, mevcut en iyi imaj tazeleyici alternatife dahil oldu. Geçen ay Britanya Başbakanı Rishi Sunak, üyeleri Hint-Pasifik bölgesini kapsayan ve küresel GSYİH’nin yaklaşık onda birini oluşturan bir ticaret paktı olan 11 ülkeli Kapsamlı ve Aşamalı Trans-Pasifik Ortaklığı Anlaşması’nı (CPTPP) imzaladı. Anlaşmanın iktisadi etkisi mütevazı olup, önümüzdeki on yıl içinde Britanya’nın GSYİH’sine yüzde 0,1’den daha az bir katkı sağlayacak. Yine de Britanya’nın Pasifik Okyanusu’na yakın bir yerde olmadığı aşikâr, bu nedenle CPTPP’ye katılması daha ilgi çekici bir hakikatin altını çiziyor; bazen Londra’nın Hint-Pasifik’e “yönelmesi” olarak nitelenen şeyin beklenmedik başarısı.

2021’de dönemin Başbakanı Boris Johnson’un öncülüğünü yaptığı yönelim, küresel iktisadi ve siyasi ağırlığın doğuya yöneldiği bir dönem olması hasebiyle AB sonrası Britanya’yı yeniden konumlandırmayı amaçlıyordu. Fakat daha yakın zamanda bu yönelime karşı dizilen güçler dişli görünmeye başlamıştı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali zihinleri eve daha yakın jeopolitiğe odakladı. Başbakan Liz Truss’ın kısa ama faciayla sonuçlanan görev süresiyle daha da kötüleşen Britanya’nın korkunç kamu maliyesi, uzak savunma ve güvenlik teşebbüsleri konusundaki alternatifleri sınırladı. Hem Johnson hem de Truss, Hint-Pasifik meraklısıydı ve Çin’in şahin ve ideolojik terimlerle değerlendiriyorlardı. Ancak Sunak, Asya konusunda daha ihtiyatlı ve Pekin ile bağları kesme konusunda daha az doktriner görünüyordu. Bu arada anketlerin 2025’te iktidara geleceğini gösterdiği Britanya İşçi Partisi, İngiliz solundaki pek çok kişinin basitçe çöpe atılması gereken bir neo-emperyal fantezi olarak gördüğü genel eğilime karşı derin bir şüphe duymaya devam ediyor.

Yine de kaynak kısıtları ve rekabet halindeki öncelikler karşısında yok olmak yerine, büyük İngiliz Hint-Pasifik girişimleri aslında çoğalıyor. CPTPP bunların en sonuncusu ve Britanya’yı bölge dışı ülkeler arasında giriş hakkı kazanan tek ülke yaptı. Geçen ay [AUKUS olarak bilinen] Avustralya-Birleşik Krallık-Birleşik Devletler güvenlik anlaşmasının ikinci aşaması duyuruldu; bu anlaşma önümüzdeki tartışmalarda Avustralya’ya nükleer denizaltı tedarik ederek Çin’e karşı koymayı hedefliyor. Aralık ayında Londra ayrıca Japonya ve İtalya ile birlikte önümüzdeki 10 yıl içinde en az 30 milyar dolar maliyetle altıncı nesil bir savaş uçağı geliştirme girişimi olan yeni Küresel Hava Muharebe Programı (GCAP) için harekete geçti. Bu büyük projeler birlikte, Britanya’nın gelecek on yıllar boyunca Hint-Pasifik bölgesine odaklanmasını sağlayacak üçlü bir stratejik çapayı temsil ediyor.

Yönelimin şaşırtıcı dayanıklılığını üç neden açıklıyor. Birincisi, 2021 ulusal güvenlik entegre değerlendirmesinde ana hatlarıyla belirtildiği üzere Britanya’nın Hin-Pasifik’te artan temel çıkarlarının altında yatan mantık. Brexit sonrası “küresel Britanya” başlığı altında, inceleme bölgede gelecekteki ekonomik büyümeyi vurgularken, aynı zamanda Doğu Asya’ya yeni bir Kraliyet Donanması muhrip grubunun ilk konuşlandırılacağını duyurdu. Ancak özünde Britanya’nın diplomatik ve askeri taahhütleri, bölgede iki küçük gemi konuşlandırmaktan 10 üyeli Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği’nin (ASEAN) sadece bir “diyalog ortağı” olmaya kadar mütevazıydı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden önce bile 2021 stratejisi, Avrupa’nın Britanya’nın birincil odak noktası olmaya devam ettiğini açıkça ortaya koyuyordu. Bu eğilimi önemli bir politika değişikliği haline getirmek için üç büyük proje — AUKUS, CPTPP ve GCAP — lazımdı.

Sunak’ın geçtiğimiz kasım ayında yaptığı ilk büyük dış politika konuşmasında “eğilme” kelimesi kullanılmamış olabilir ama yine de Hint-Pasifik ilişkilerinin derinleştirilmesini üç ana dış öncelikten biri haline getirdi. Entegre değerlendirmenin geçen ayki “yenileme” çalışmasında ise eğilimden sadece birkaç kez söz edildi. Bununla beraber politikanın itici gücünü de yineledi: “Şu an sahip olduğumuz hedef, bu ivme kazanan angajmanı daha güçlü ve kalıcı hale getirmek ve Birleşik Krallık’ın uluslararası politikasının kalıcı bir dayanağı yapmaktır”. Son yıllarda Britanya’nın askeri ve iktisadi hedefleri nadiren birbiriyle yakından alakalı olmuş, stratejik olarak Irak ve Afganistan savaşlarına, iktisadi olarak da Avrupa ile ticaretin geliştirilmesine odaklanılmıştı. Fakat Londra’nın Brexit sonrasındaki Hint-Pasifik politikası, ekonomik ticaret araçlarını stratejik öncelikleriyle daha net bir şekilde uyumlu hale getiriyor, özellikle de Çin’in küresel meydan okumasını yönetmek üzere.

Eğilimin başarısının ikinci nedeni, buna karşı çıkanlardan bazılarının argümanlarının yetersiz kaldığı, Britanya’nın dünyadaki askeri rolü üzerine yapılan şiddetli bir entelektüel savaşın sonucu. Bu tür eleştiriler, Britanya’yı haddinden fazla genişlemiş ve yetersiz finanse edilen ordusunun sadece Avrupa’ya odaklanması gereken bölgesel bir orta güç olarak görme eğiliminde. Rusya’dan gelen sıcak tehdit bu görüşü daha da güçlendirdi. Kraliyet Birleşik Hizmetler Enstitüsü analisti Jack Watling, geçen yıl bu eğilimi sert bir şekilde eleştiren bir yazı kaleme aldı ve İngiliz Silahlı Kuvvetlerinde Avrupa’da kara gücüne daha fazla odaklanılmasını isteyen pek çok kişi adına konuştu. Watling, “Hint-Pasifik’teki yeni misyonlarda görev alması için kuvvetleri şekilsiz bırakmak, her iki dünyanın da en kötüsünü — Avrupa’daki taahhütleri yerine getirememek ve Hint-Pasifik ortakları için askerî açıdan yararlı bir şey üretememek — riske atıyor” diye yazdı.

Ama diğerleri aynı fikirde değil ve ülkenin geleneksel deniz gücü odağına dönüşle birlikte daha küresel bir bakış açısını savunuyor. Bu sesler arasında Britanya Silahlı Kuvvetlerinin başındaki Amiral Sir Tony Radakin önemli bir yer tutuyor. Radakin, 2022’de yaptığı düşünceli bir konuşmada “Britanya kıtasal bir güç olmaktan ziyade bir keşif gücüdür” diyerek ülkenin “Avrupa-Atlantik güvenliğini ikiye katlamak ya da Hint-Pasifik’e yönelmek arasında basit bir seçim yapma lüksüne sahip olmadığını” belirtmişti. Son iki yılda, uzun süren iç tartışmaların ardından Radakin gibi düşünenler büyük ölçüde galip geldi. Ukrayna’ya yönelik taahhütlere rağmen Avrupa-Atlantik ve Hint-Pasifik alanları arasında net bir değiş tokuşa henüz zorlamayan bir miktar genişletilmiş askeri bütçe de bu görüşe yardımcı oldu. Örneğin Sunak, son yenileme belgesini açıklarken savunma harcamalarını önümüzdeki iki yıl içinde yaklaşık 5 milyar pound arttırırken, yıllık savunma bütçesini GSYİH’nin yüzde 2,5’ine çıkarma sözü verdi. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü verilerine göre bu oran bugün yüzde 2,2 civarında.

Son olarak ve en önemlisi, Britanya’nın üç büyük Hint-Pasifik çapası girişimine verilen partiler üstü yaygın destek sayesinde bu eğilim başarılı oldu. CPTPP’ye katılmak sadece alternatif ticaret gruplarının olmaması nedeniyle değil, aynı zamanda Avustralya ve Japonya’dan Malezya ve Singapur’a kadar önemli ortaklarla stratejik iktisadi bağları derinleştirmesi nedeniyle de mantıklıydı. Üç girişimin en önemlisi olan AUKUS, Londra’nın özellikle de İngilizlerin sık sık önemlerini kaybetmekten korktuğu Washington ile kritik ilişkilerini güçlendirmesine olanak sağladı. Hakikaten de ABD’nin genel olarak bölgeye ve özel olarak da Çin’e artan ilgisi göz önüne alındığında ABD üzerindeki etkisini korumak Britanya’nın Hint-Pasifik politikasının altında yatan önemli bir stratejik amaç olmaya devam ediyor. AUKUS ayrıca Britanya’nın denizaltı inşa kabiliyetlerini ve istihdamını geliştirme vaadinde bulundu. Aynı şey GCAP için de geçerli; bu proje sadece Britanya’nın Asya’daki en önemli ortağı olan Japonya ile bağlar kurmakla kalmayıp aynı zamanda daha fazla istihdam vaat ediyor.

Eğilimin üç çapa projesi, İşçi Partisi’nin Hint-Pasifik’e daha fazla odaklanma fikrine yaklaşmasında da önemli rol oynadı. İçgüdüsel olarak İngiliz solunun büyük bir kısmı eğilimi, Union Jack bayrakları ve Brexit’in aptallığıyla sarılmış şüpheli bir gerileme macerası olarak görüyor. Bu okumaya göre, “küresel Britanya” fikri, Johnson ve Truss gibi post-emperyal sanrılardan mustarip liderler tarafından desteklenen bir tür Brexit sonrası güven kazanma numarasıydı. İşçi Partisi lideri Keir Starmer, son zamanlarda partisinin savunma ve güvenlik konusunda ciddi bir aktör olarak itibarını yeniden kazanmaya çalışıyor ve bu süreçte aşırı solcu selefi Jeremy Corbyn’in geride bıraktığı korkunç karmaşayı düzeltiyor. Avrupa savunmasına odaklanılması, Ukrayna’nın desteklenmesi ve NATO’nun desteklenmesi gerektiğine dair kamuoyuna yapılan açıklamalar bu niyeti ortaya koymaya yardımcı oluyor. Aynı şekilde sol görüşlü bir gazeteci ve İşçi Partisi milletvekili adayı olan Paul Mason da geçtiğimiz günlerde partisindeki pek çok kişi adına yaptığı konuşmada bu eğilimi “kötü zamanlanmış bir kibir” olarak tanımladı. Mason’a göre bu fikir tümüyle, “dil, kavram ve pratik öncelik olarak çöpe atılmalı”.

Ancak tüm bu eğilim aleyhtarı söylemlere rağmen İşçi Partisi’nin geliştirmekte olduğu dış politika ve savunma politikası aslında eğilimin temel projelerine oldukça sıkı bir şekilde bağlı. Bu ayın başlarında gölge Dışişleri Bakanı David Lammy, sol görüşlü bir düşünce kuruluşu olan Fabian Society için İşçi Partisi’nin ilk dış politika zeminini ortaya koyan geniş kapsamlı bir broşür yazdı. Lammy, eğilim konusunda bir dizi oportünist eleştiride bulundu ama asıl eleştirileri aslında Londra’nın bölgedeki diplomatik varlığının azaldığını ve çok az bakan ziyareti yapıldığını vurgulayarak ülkenin buraya aslında yeterince eğilmediğini ima etmesiydi. Daha da önemlisi hem AUKUS’u hem de CPTPP’yi destekledi. Lammy, “AUKUS gibi düzenlemeler yoluyla Hint-Pasifik bölgesine yönelik ciddi ve uzun vadeli stratejik yaklaşımların sürdürülmesi, dünya meselelerinde ağırlık merkezinin değişmesine verilecek esaslı bir yanıttır” diye yazdı. İşçi Partisi’nin sertlik yanlısı gölge savunma bakanı John Healey de eğilimi sert bir şekilde eleştirdi. Fakat Lammy gibi o da İşçi Partisi’nin hem AUKUS hem de GCAP dahil olmak üzere eğilimin en önemli girişimlerine tam destek verdiğini telgrafla bildirmeye özen gösterdi.

Liderlik değişimleri her zaman Britanya’nın Hint-Pasifik angajmanının sürdürülmesi için en büyük tehdidi oluşturdu. Yeni başbakanlar çoğu zaman seleflerinin fikirlerini çöpe atarlar. Yine de bu şekilde değerlendirildiğinde bu eğilim şu anda oldukça dayanıklı görünüyor. Johnson’dan Truss’a ve Sunak’a geçiş dönemlerinde adı dışında hep havada kaldı. Ve şimdi Starmer’a olası iktidar geçişini de kesinlikle atlatacaktır. İşçi Partisi iktidara gelirse ve geldiğinde, elbette Hint-Pasifik politikasını yeniden şekillendirmenin yollarını arayacaktır. Aynı şey geçen yıl Canberra’da iktidara gelen Avustralya İşçi Partisi için de geçerliydi. Fakat tıpkı Avustralya Başbakanı Anthony Albanese döneminde olduğu gibi, İngiliz dış politikasında süreklilik, değişimden çok daha muhtemel olacaktır.

Bu, Londra’nın Hint-Pasifik’teki hedeflerinin sorunsuz olduğu anlamına gelmiyor. Britanya’nın Asya’da stratejik açıdan önemli bir aktör olma umudu yok. AUKUS’un potansiyel istisnası dışında, faaliyetlerinin hiçbiri Çin’e dair askeri dengeyi önemli ölçüde değiştirmeyecektir. Örneğin Londra’nın Tayvan ile ilgili bir krize doğrudan askeri olarak müdahil olması pek mümkün değil. Her bir çapa projesinin kendine özgü zorlukları da var. CPTPP’nin faydaları, AB’den ayrılmanın yol açtığı büyük ekonomik kayıplarla kıyaslandığında yuvarlama hatası. AUKUS’un yapacağı teslimat, Britanya’nın denizaltı inşa kabiliyetlerine büyük yatırımlar yapılmasını gerektiren devasa ve karmaşık bir teşebbüs. Pek çok analist programın fazlaca gecikeceğini ve bütçenin çok üzerine çıkacağını düşünüyor. Japonya ve İtalya ile yürütülen gelişmiş savaş uçağı projesi de benzer riskler taşıyor ve her halükârda benzer bir Fransız-Alman planıyla birleşebilir.

Hint-Pasifik meraklıları da mutlak ve topyekûn bir zafer kazanmış değil. Hakikaten de Britanya’nın bölgedeki rolünü daha da genişletmek için son strateji yenileme sırasında ortaya atılan pek çok ilgi çekici fikir vardı. Bunlardan biri İngiliz ordusunun Asya’da daha büyük bir rol üstlenmesini, bir diğeri ise İngiliz deniz unsurlarının daha fazla konuşlandırılmasını içeriyordu. Büyük fikirlere olan hevesi nedeniyle bazen “Radikal Radakin” olarak da anılan Radakin, Britanya’nın iki uçak gemisinden birinin kalıcı olarak Hint-Pasifik’e, büyük olasılıkla da Japonya’ya konuşlandırılmasını uzun zamandır dile getiriyor. Radakin ayrıca uçak gemilerinden firkateynlere kadar askeri varlıkların bir güç gösterisi olarak dünyanın dört bir yanına konuşlandırılması anlamına gelen ve genellikle “mevcudiyet” olarak bilinen şeyi sevme konusunda da yalnız değil. Ama bu ve diğer fikirler Whitehall’da değerlendirildi ve maliyet ya da rakip öncelikler nedeniyle reddedildi. Yenilemede yer alan Britanya’nın ASEAN savunma bakanları toplantılarında gözlemci olma isteği gibi daha az maliyetli diğer planların hayata geçirilmesi muhtemelen uzun yıllar alacak.

Temelde Britanya’nın beklenmedik bir şekilde başarılı olan eğilimi, bir Avrupa gücü olarak konumu ile Hint-Pasifik’teki hırsları arasındaki gerilimlerin aslında çözülmemiş olduğunu gösteriyor. Gerçekten de bu gerilim Brexit sonrası dış politikanın kalıcı ve dağınık bir özelliği olacak gibi görünüyor. Londra’nın bölgesel güç olduğu kaderini kabullenmesi, Hint-Pasifik’ten geri çekilmesi ve sınırlı kaynaklarını Avrupa’ya odaklaması kavramsal açıdan daha temiz olurdu. Ancak Britanya’nın Asya’daki ekonomik ve güvenlik çıkarlarının mantığı, en azından Çin’in yükselen hakimiyetinin ortaya çıkardığı sorulara bir cevap bulma ihtiyacı göz önüne alındığında böyle bir geri çekilmenin pek de mantıklı olmayacağını gösteriyor. Bölgenin kendisinden bakıldığında Hint-Pasifik’teki güç dengesini değiştirebilecek jeopolitik ve askeri ağırlığa sahip değil. Ama her şeye rağmen önümüzdeki on yıllar boyunca bölgenin iktisadi ve askeri ilişkiler ağında giderek daha önemli bir varlık haline gelmesi muhtemel.

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English