Görüş
Dünyada tarım savaşları

Nazlı Sarp, Ekonomist
Son yıllarda artan jeopolitik gerilimin sıcak savaşlarla dünyayı çok kutuplu bir kaosa sürüklediği tartışmaları yapılırken; bu kaostan geniş halk kitlelerinin yanı sıra emekçi kesimin de payını almış olduğu bir gerçektir.
Zira ekonomi doğası gereği politik olduğundan aralarındaki ilişki homojen olmayıp ve fakat geçişkendir. Bu nedenle yukarıda değindiğim kaosun sadece jeopolitikte değil ekonomide de yüksek enflasyon ve durgunluk riskleriyle yaşam maliyetini arttıran ve adil bölüşümü bozan ciddi etkileri var…
Son yıllarda İngiltere ve Avrupa’da hatta geçtiğimiz yıl ABD’de bile kitlesel çapta sayılacak grevler gördük fakat hiç biri şu son haftalarda görülen çiftçi grevleri kadar yaygın ve ses getiren türden olmadı diyebilirim. Fransa, Almanya, İtalya, Polonya, Belçika ve Romanya gibi ülkelerdeki çiftçi protestolarının farkı belki de AB’nin iklim politikalarıyla tarım politikalarını bu defa fena halde yüzleştireceğe benzer…
Avrupa’da çiftçiler neden greve gidiyor?
Başta AB manşet enflasyonunun da düşüşüne büyük katkı sağlayan akaryakıt sübvansiyonlarının kaldırılması ve ekstra su tüketimi için tahsil edilen ücretlerden kaynaklanmış gibi gözükse de aslında bu grevlerin AB yeşil dönüşümü çerçevesinde konulan kurallara ve Avrupa’nın tarım ticaretinde önemli bir dönüşümü ortaya koyan AB-Mercosur Anlaşması’na hatta Rusya Ukrayna savaşı sonrası ABD tarafından Avrupa’ya dikte edilen ucuz Ukrayna tahılına kadar pek çok nedeni var.
Aslında çatlak sesler geçtiğimiz yıl Hollanda’daki çiftçilerin toplam azot emisyonunun yarısından sorumlu tutulmasıyla başlamıştı ancak yaklaşan seçimler nedeniyle eylemler bastırılmıştı. Avrupa’daki çiftçi grevlerinin çoğunun altında yatan neden yeşil dönüşümün getirdiği düzenlemeler gibi gözükse de bölgede tarıma yönelik yeşil dönüşümün büyük oranda sağlandığı da görülüyor. Dolayısıyla temelde yatan asıl sorun mevcut sübvansiyonlardan yoksun bırakılma korkusu bağlamında şekilleniyor.
Protestoların yarattığı karmaşa Avrupa basınına da yansımış gibi; birkaç örnek vermem gerekirse:
Avusturya’dan günlük Die Presse gazetesi, çiftçi protestolarının bütün Avrupa Ekonomik Alanı’na zararlar verdiği eleştirisinde bulunuyor. “Emmanuel Macron Salı günü, Avrupa Komisyonu’nun dört MERCOSUR ülkesi Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay ile yürüttüğü serbest ticaret anlaşması müzakerelerinin iptal edildiğini duyurdu.”
Le Temps’in Paris muhabiri Paul Ackermann, Fransa’daki protestoların çabucak sona ermesini beklememek gerektiği yorumunda bulunuyor: Protestoları sarı yeleklilere benzer bir oluşum olarak görüyor ve çiftçilerin farklı ölçekte olduğunu da bu savına gerekçe gösteriyor.
Belçika gazetesi De Standaard, “Marjlar düşük, risk büyük “başlığıyla harekete açık destek veriyor.
Ancak makalenin de ana temasını oluşturan asıl kritik İtalyan La Stampa Gazetesi’nden geliyor. “Hava koşullarıyla yıpranıp sübvansiyonlarla şımartıldılar” başlıklı yazıda iklim koşullarına karşı belirsizlik riski alan tarım kesiminin koşulları zor da olsa; diğer taraftan cömert tarım politikasının karşılıksız devam ettirilmemesi gerektiği yönünde sert bir eleştiri var… Sanki bir yeşiller sloganı gibi ancak hayli opportunist!
Öyleyse nedir bu sübvansiyon hikayesi?
Fransızca’dan dilimize giren sübvansiyon, dilimizde destekleme anlamına gelip, zamanla ekonomik bir terim haline gelmiştir. Devletin kişi ya da kurumlara bir mal, para veya hizmet biçiminde sağladığı karşılıksız yardımları ifade eder. Serbest piyasada devletin ekonomi politikasının şekillenmesi konusundaki sübvansiyon kullanımı aslında tam da Atatürk’ün Devletçilik ilkesine uymaktadır.
Tarımda sübvansiyonlar geçmişte olduğu gibi günümüzde de tarım reformu ve politikasının başat aracı olmaya devam etmektedir. Ancak günümüzde hemen her ülke mevcut küresel düzenin bir parçası olduğundan tarımsal destekler (sübvansiyonlar) da gıda rejimi kavramının bir bileşenidir. Gıda rejimi, ilk kez sistematik olarak, 1989 yılında McMichael ve Friedman tarafından ifade edilir: Teoriye göre dönemsel olarak hegemon olan gücün, bölgesel ya da küresel anlamda tarımsal üretim ve ticareti kontrol etmesidir.
Günümüze kadar gelen gıda rejimleri üç dönem halinde incelenir:
Birinci gıda rejimi: (1870-1914) Emperyal gıda rejimi olarak da adlandırılan süreçte hegemon güç İngiltere olup, temel tarım ürünleri ve canlı hayvan üretimi sömürge devletlere yaptırılmıştır.
İkinci gıda rejimi: (1945-1970) Endüstrileşmenin hız kazandığı bu dönemde bu defa gıda akışı endüstriyel tarım ve gıda bağlamında ABD’den sömürge sonrası devletlere doğru şekillenecek; Artık birlikte hareket eden Avrupa ve ABD’yi tarımda kendine yeterli kılarken, Japonya ve üçüncü dünya ülkelerini ithalatçı ülkelere dönüştürecektir.
Günümüzün en önemli konularından biri olan gıda güvenliği sorununun temelleri aslında tam da bu dönemde mekanik ve kimyasal girdi ile üretilen genetiği değiştirilmiş ürünlerle atılmıştır.
Bu dönemde dış ticaret bazlı gıda sübvansiyonları ABD’nin meşhur Marshall yardımları kapsamında elindeki ürün fazlasının iç piyasada fiyatı düşürmesini engellemek amacıyla bazı ülkelere göndermek biçiminde yapılmış. Bu yardımların bir kısmı aynı zamanda komünizmle mücadele kısmında da kendisine stratejik ülkelerde taraftar toplamasını sağlamıştır.
Ülkemiz tarihinde sağlıklı zeytinyağından doymamış yağ oranı yüksek margarin, mısırözü ya da ayçiçek gibi sağlıksız yağlara geçişin tarihi de ne tesadüftür ki bu zaman dilimine rastlar.
Soğuk savaşın bitmesi ve küreselleşmenin başlamasıyla dönüşen dünya eko-politiği, tarımda ülkeler arasında ciddi ayrışma yaratmıştır.
1995’de yürürlüğe giren DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) Tarım Anlaşması üçüncü gıda rejimi için bir milat niteliğindedir. Anlaşmaya göre daha adil bir ticaret rekabeti gerekçesiyle yerli üreticilere verilen tarımsal destek ve sübvansiyonların azaltılması gerekmektedir. Anlaşma hükümleri pazara giriş (tarifelerin kolaylaşması), iç destek (yerli üretimi arttıracak destek ve sübvansiyon) ve ihracat sübvansiyonlarının azaltılması olarak üç kategoride yer almaktadır.
Bu süreçten itibaren gelişmiş ülkelerdeki büyük şirketler gübre ve kimyasallar başta olmak üzere çeşitli tarım ürünlerinin üretimlerinde oligopol haline gelmişlerdir.
AB, tarım politikası çerçevesinde, tarım yatırım ve sübvansiyonlarına öncelik vererek teknolojisini arttırmış ve verimliliği yükseltmiştir. Ayrıca ihraç ürünlerine düşük fiyat uygulayarak, sübvansiyon uygulayamayan gelişmekte olan ülkelere karşı hem sektörel bazda hem de ticari olarak avantaj sağlamıştır.
Sonuç olarak neoliberalizmin sembolü olan Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel aktörler, tarımda serbest piyasa mekanizmasının işlevselliğini ön plan çıkarmış olsalar da bitkisel üretimde önemli bir yeri olan dünya tohum pazarının %76’sı, bitki koruma ilaçları pazarının %95’i, kimyevi gübre pazarının da %41’i az sayıda firma tarafından kontrol edilmektedir (Özalp, B. Bir serbest dönüşüm hikayesi: Türkiye tarımı. Madde, Diyalektik ve Toplum)
Özetle yukarıda sözünü ettiğim La Stampa Gazetesi’ndeki “Hava koşullarıyla yıpranıp sübvansiyonlarla şımartıldılar” başlığı Avrupa için geçerli bir eleştiri olsa da dünyanın “gelişmiş” olarak tabir edilen ülkeler dışında kalan kesimi için yeni bir merkantilizmden söz edilebilir.
Ülkemizdeki duruma bakılacak olursa;
Küresel iklim krizi, pandemi, Rusya Ukrayna savaşı gibi durumlar tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de gıda arz güvenliğini ön plana çıkartmaktadır. Yukarıda aşamalı olarak aktarmaya çalıştığım dönemlere paralel olarak, Türkiye’de tarım politikalarında farklılaşmaya gitmiş, 1980’li yıllardan itibaren tarıma devlet desteği azalarak, KİT’lerin de özelleştirilmesi sağlanmıştır.
2000 yılından itibaren Dünya Bankası’nın tarımsal destekleme politikalarında bir dönüşümle tüm tarımsal fiyat desteklemelerini ve girdi sübvansiyonlarını kaldırılarak Doğrudan Gelir Desteği sistemine geçilir. Özelleştirmeler devam eder…
2009’da DGD uygulamasına son verilmiş, alan ve ürün bazlı destekleme sistemine geçilmiştir. Burada AB’nin IPARD (Instrument for Pre – Accession Assistance Rural Development) aracılığıyla tarım sektörünü ve kırsal alanları sürdürülebilir hale getirmek ve Türkiye’yi Ortak Tarım Politikası ile uyumlu hale getirmek için IPARD kapsamında tarıma finansal destekler sağlamaktadır (T.C. Tarım ve Orman Bakanlığı, 2022).
Türkiye’de tarım reformunun hiçbir zaman yapılamadığı ve yıllar itibariyle uygulanan politikaların çiftçiyi yeteri kadar tatmin etmemesiyle kırsaldan kente göçlerin yaşandığı, tarım alanlarının azalarak otel, konut gibi yerleşim alanlarına terk edildiği ve nihayetinde tarım ihracatından ithalata yönelen bir ülke olduğumuz konusu bildim bileli hep vardır…
Tarım ve Orman Bakanlığı Ocak 2024’te tam da bu sorulara yanıt niteliğinde bir kılavuz yayınlamış sitesinde. Dileyen bu linkten ulaşabilir:
https://www.tarimorman.gov.tr/Belgeler/IddialarveGercekler.pdf
Güncel Karne (Tarım Dünyası-Ali Ekber Yıldırım)
Gayri Safi Milli Hasıla | 58,6 milyar dolar |
Tarımsal destek bütçesi(2024) | 91,5 milyar lira |
Tarımsal krediler (Kasım 2023) | 535 milyar lira |
İhracat(2023 11 aylık) | 27,1 milyar dolar |
İthalat(2023 11 aylık) | 22,7 milyar dolar |
Gayri Safi Milli Hasılada tarımın payı | % 5,8 |
Tarımda istihdam edilenlerin sayısı | 4,6 milyon |
Büyükbaş hayvan varlığı(2022) | 16 milyon 687 bin baş |
Küçükbaş hayvan varlığı(2022) | 53 milyon 274 bin baş |
Velhasılı kelam bu tartışmaları sahiplerine bırakıp, bir dizi can alıcı noktayı vurgulamak istersem;
- Tarımın ülkemizdeki en belirgin sorunu ithal girdi maliyetleridir. Bu nedenledir ki son aylarda FAO küresel gıda endeksinde düşüş yaşanmasına karşılık, ülkemizde gıda fiyatları enflasyonun birincil nedeni olarak, artışını sürdürmektedir. Ayrıca gıda tedariğinin geçmişte yanlış planlanmış olması; çiftçiden satıcıya gelene kadar ürünün fiyatını arttıran bir başka sorunsaldır.
- Yine gıda fiyatlarını ve ucuz gıdaya erişimi kısıtlayan bir diğer faktör halihazırda uygulanan dış ticaret rejimidir. Gümrük Birliği’nin halen güncellenmemiş olması, diğer taraftansa AB’nin üçüncü taraflarla STA’lar imzalıyor oluşunun ki Mercosur Ticaret Anlaşması buna en güncel örneği teşkil edebilir, tarım ürünleri ihracatı ve dahi tarım sektörünün gelişiminde önemli bir handikaptır.
- Yeni Tarım ve Ormancılık Yönetimi’yle tarım sayımı yapılmasına karar verilmiş, canlı sığır ithalatı devlet tarafından kontrol altına alınmıştır ki bunlar olumlu gelişmelerdir. Ancak diğer taraftan tarımda çalışan nüfusun giderek yaşlandığı görülmektedir. Bu nedenle özellikle tarım ve hayvancılığa yönelik olarak verilen sübvansiyonların şehirde hayatından sıkılmış insanlar yerine kırsal kesimdeki genç işsizlere yönlendirilmesi ve bu bağlamda kırsalda bir cazibe merkezi yaratılmasının önü açılmalıdır.
- Küresel ısınma ve su sorununa yönelik ARGE çalışmalarının bir an evvel hızlanmasını gerektiği aşikarken; sonraki kaos teorisinin gıda güvenliği bile değil doğal gıdaya erişim olacağı, çokça yazılıp, çizilmektedir!
Görüş
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na

İran-İsrail çatışmasının/savaşının muhtemelen birinci raundu sona erdi. Karşılıklı hava akınları ve füze salvoları şeklinde geçen bu raundun adı Orta Doğu’nun yakın tarihine On iki Gün Savaşı olarak geçecektir. Geçmişte Altı Gün Savaşı yaşanmış; 5 Haziran 1967 tarihinde İsrail önce Mısır’a sonraki günlerde de Suriye ve Ürdün’e saldırarak altı günde üç Arap devletini çok ağır bir yenilgiye uğratıp topraklarını dört katına çıkarmıştı.
İsrail bu üç devlet ile daha önce 1948 yılında bağımsızlık ilanının hemen ardından savaşmış ve bunlardan Mısır ve Suriye’yi ciddi bir yenilgiye uğratırken Ürdün’e yenilmiş ve büyük ölçüde İngiliz subaylarının eğittiği ve onların komutasında savaşan Ürdün kuvvetleri bugünkü Batı Şeria ve Doğu Kudüs bölgelerini ‘işgal’ etmişlerdi. Arap komşularına 1967 yılının haziran ayında saldıran İsrail 1948 savaşında yendiği bu iki devleti tekrardan çok ağır bir yenilgiye uğratırken Mısır’ın Sina yarımadasını ve Suriye’nin Golan bölgesini işgal etmiş; Ürdün’ü yenerek Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgelerini topraklarına katmış ve böylece kendi yüzölçümünü kabaca dörde katlamıştı. Ve bütün bunları altı günde yapmayı başardığı için de bu çatışmalar Altı Gün Savaşı olarak tarihe geçmişti.
Bu yenilgi savaşan Arap devletleri ve genel olarak Arap ülkeleri açısından çok ağır ve onur kırıcı olmasının yanında efsanevi Mısır lideri Nasır’ın da sonunu getirmiş ve üç yıl sonra (1970) ani bir kalp krizi sonucu ölmesinin ardından sadece Mısır’da değil bütün Arap dünyasında Pan-Arabizm ideolojisinin de sonunu getirmişti. Arap devletlerinden Mısır ve Suriye bu yenilgiye 1973 yılında belki de ilk defa senkronize ve iyi planlanmış bir saldırı (Yom Kipur Savaşı, 7 Ekim 1973) ile karşılık verdiklerinde ilk günde İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği bütün topraklarını geri almayı başarmışlar; ancak Amerika’nın büyük askeri nakliye uçaklarıyla doğrudan cepheye yaptığı tarihin en kapsamlı silah ve mühimmat sevkiyatı sayesinde İsrail savaşın gidişatını geri çevirmeyi başarmış ve başladığı noktada bitirmeyi sağlamıştı. Sovyetler Birliği’nin Arap ülkelerine aynı şekilde sevkiyat yapması özellikle Mısır’ın Sina yarımadasında kuşatma altına giren üçüncü ordusunu imha olmaktan kurtarmış; ancak ilk günlerde elde edilen askeri başarıları tekrardan kazanmaları mümkün olamamıştı.
İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA
HERHANGİ BİR DEVLET İLE SAVAŞMADI
Yom Kipur Savaşı Arap-İsrail mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Savaştan hemen önce Mısır lideri Enver Sedat’ın başlattığı Sovyetler Birliği’nden hızlıca uzaklaşarak ABD ile yakınlaşma siyaseti Kahire açısından sonuç vermiş ve Amerika’nın arabuluculuğu ile başlayan barış süreci (Camp David) sayesinde Mısır 1967 savaşında kaybettiği ve 1973 savaşının ilk günlerinde geri aldığı; ancak savaşın İsrail lehine dönmesiyle tekrardan kaybettiği topraklarına büyük ölçüde kavuşmuştu. Fakat İsrail’in Orta Doğu’da var olma hakkını tanımakla başlayan bu süreç iki ülke arasında büyükelçilikler atanması ve Camp David Antlaşmalarının imzasına kadar gidince özellikle Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerin başını çektiği Arap ülkelerinin girişimleriyle Mısır Arap Ligi’nden atılacaktı.
Sonraki yıllar İsrail ile sonuna kadar mücadele etmekten yana olan Arap devletleri ve Filistinliler açısından hiç de olumlu olmadı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika’nın liderliğinde ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni İsrail açısından bütün fırsat pencerelerini sonuna kadar açtı. Sonunda İsrail ile uzlaşmaya karşı çıkan Irak ve Libya yönetimleri devrildi ve yöneticileri (Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi) öldürüldüler. Bu halkaya bizim de yanlış politikalarımızla istikrarsızlaştırılan Suriye eklendi (2011-2024). Bu arada 1990’ların başlarında başlatılan Oslo Barış Süreci ise İsrail’deki aşırılıkçı partiler ve siyasi elit tarafından baltalandı.
Bu dönemde İsrail bir yandan Filistinlilere ve Güney Lübnan’da Hizbullah’a dönüşecek olan gruplara yıllarca kan kustururken Irak’ta ortaya çıkan istikrarsızlık ve halkın tepkileri İran’ın bu ülkede ve Suriye’de muazzam bir derinlik kazanmasına yardımcı oldu. Direniş Ekseni diye anılan güçlerin ortaya çıkma süreci böylece başladı. Hamas, Hizbullah, Haşdi Şabi ve Yemen Ensarullah hareketleri bu dönemde başladı veya gelişti. Suriye devleti ise İran’dan Hizbullah’a ve hatta Hamas’a uzanan Direniş Ekseni arasında bir köprü vazifesi görür gibiydi.
İsrail’in 13 Haziran İran saldırısını 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın düzenlediği saldırılara karşılık olarak başlattığı önce Hamas’a karşılık Gazze’de yürüttüğü ve dünya uzman kamuoyunun büyük çoğunlukla ‘soykırım’ olarak değerlendirdiği savaşlar silsilesinin devamı olarak görmek yerinde olur. Hizbullah’a karşı yeterince başarılı olamayan İsrail’in belki de önünü açan en önemli gelişme Suriye’de yönetimin 2024 yılının aralık ayında hiç beklenmedik şekilde düşmesi ve eski Başkan Beşar Esat’ın Moskova’ya kaçması oldu.
İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA İLK DEFA
BİR DEVLET AKTÖRÜ İLE SAVAŞA TUTUŞTU
İsrail’in 13 Haziran tarihinde İran’a karşı başlattığı hava harekậtı 1973 yılında Mısır ve Suriye’ye karşı yaptığı üç haftalık savaştan bu yana bir devlet aktörüyle ilk çatışmasıdır. Üstelik bu, tam bir savaş da sayılmaz; çünkü kara sınırları itibariyle birbirlerine yaklaşık iki bin kilometre uzaklıkta bulunan bu devletlerin kara ve deniz kuvvetleri çatışmalara katılmamış ve özel kuvvetleri birbirlerine karşı operasyon yapmamışlardır.
İsrail’in İran’a hava saldırıları aynı zamanda İran içerisinde oluşturduğu muhalif/casus unsurlar ve onların suikast operasyonları ile eş zamanlı başlatılmış ve Tahran’ın sivil/askeri üst düzey yöneticileri öldürülmüşlerdir ki, bu açıdan İsrail’in saldırısı tam anlamıyla bir baskın etkisi yaratmış olsa gerektir. Ancak bunun abartılmaması gerektiği de ortadadır. Nitekim İran yönetimi saatler içerisinde yeni tayinleri yaparken aynı günün akşamı İsrail’e ilk füze saldırılarına da başlamıştır. İran’ın giderek artan bir dozda yürüttüğü füze saldırılarını Batılı hiçbir hava savunma sistemi tam olarak durduramamış; Demir Kubbe adıyla bilinen ve efsaneleştirilen hava savunma sistemi büyük ölçüde etkisiz kalmış; buna karşılık İsrail hava kuvvetlerinin hava saldırıları ancak sınırlı bir etki yaratmış; ABD’nin savaşa sınırlı olarak dahil olması İran’ın füze fırlatma kapasitesine fazla zarar verememiş ve sonuçta taraflar – muhtemelen İsrail – ateşkes istemiş veya ateşkese razı olmuşlardır.
ON İKİ GÜN SAVAŞI’NIN SONUÇLARI
Bu çatışmalarda İran’ın İsrail topraklarını yoğun bir füze ateşine tabi tutması olağanüstü bir başarıdır; çünkü kurulduğu 1948 yılından bu yana İsrail yerleşim alanları hiçbir devlet tarafından kapsamlı bir şekilde bombalanamamıştı. Bağımsızlık ilanının hemen ardından başlayan 1948-49 savaşında İsrail üç Arap devletine (Mısır, Suriye, Ürdün) karşı savaşmış; buna karşılık Altı Gün Savaş’ında bu üç devlete aniden saldırarak üçünü birden feci bir yenilgiye uğratmış; 1973 Savaşı’nda ise kendisi baskına uğramış ama hiçbirinde toprakları, yerleşim yerleri savaştığı ülkelerin hava kuvvetleri tarafından doğru dürüst hava akınlarına uğramamıştı.
Oysa bu savaşların son ikisinde – ilkinde hava kuvvetleri pek yaygın kullanılmamıştı – İsrail, Mısır, Suriye ve Ürdün’ün başta başkentleri olmak üzere önemli merkezlerini yoğun hava bombardımanı altına almıştı. İran ile çatışmalarda da hava kuvvetleri açısından İsrail’in üstünlüğü açık olmakla birlikte İran’ın füzeler konusundaki tartışmasız üstünlüğü İsrail topraklarının her karışını hedef haline getirdi. Bunun kısa ve orta vadede İsrail halkı üzerinde yaratacağı etki ciddiye alınmalıdır. Büyük bir çoğunluğunun çifte pasaport sahibi olduğu İsrail vatandaşları için hükümetin çatışmalar sırasında güvenlik gerekçesiyle ülkeyi terk etmelerine izin vermemesi bu tezi güçlendiriyor.
Çatışmaların ardından ilk soru bu ateşkesin kalıcı olup olmayacağıyla ilgilidir. İsrail bugüne kadar devletlerle giriştiği savaşların ardından imzalanan ateşkes süreçlerine büyük ölçüde uymuş olmakla birlikte Hamas ve benzeri aktörlere – Hizbullah kısmen istisna- karşı aynı şekilde davranmamıştır. İran gibi bir devlet aktörüne karşı tavrının ne olacağı önemli bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Öte yandan ateşkes kalıcı olsa bile İsrail ve Amerika’nın rejim değiştirme fikrinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur.
İran’ın dünya kamuoyunda ciddi bir sempati kazandığı İsrail’in ise Gazze soykırımın ardından saldırganlığını sürdüren ülke görüntüsü vermesinin somut olarak mücadele alanına nasıl yansıyacağını şu anda tahmin etmek pek kolay olmasa gerektir. Trump’ın İsrail için yapabileceklerinin sınırları olduğunun açıkça görüldüğü bu dönemde İsrail’in çok kutupluluğu bir veri kabul ederek dış politikasını ve güvenlik politikalarını değiştirmesi pek güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkmıyor.
Bu durumda İran’ın Rusya’dan hava savunma sistemleri ve Çin’den gelişmiş savaş uçakları alarak eksiklerini tamamlamaya çalışacağına, buna karşılık İsrail’in ise her zaman olduğu gibi Amerikan silah sanayinin geliştirdiği bütün sistemlerle bir sonraki raunda hazırlanacağına kesin gözüyle bakılabilir. İran’ın güçlü bir caydırıcılık oluşturarak İsrail ve Amerika’yı bundan vaz geçirmesi de ihtimaller arasında sayılabilir. Türkiye’nin bu savaştan çıkarması gereken pek çok ders olduğuna şüphe yok. Başta İsrail’in önünü tamamen açan Suriye politikalarının ne kadar yanlış olduğunu anlaması ve ona göre hareket etmesi Ankara açısından önemli olsa gerektir. Türkiye’nin çıkaracağı dersler konusu bu yazının konusu olmayıp başka değerlendirmelerde ele alınacağı için şimdilik bu kadar…
Prof. Dr. Hasan Ünal
Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Görüş
Modi dönemi, Hindistan’ın ‘karanlık döneminin’ ileri bir uyarlaması mı?

50 yıl önce, 25 Haziran 1975’te, kurucu iktidar Kongre Partisi’nden kurucu Başbakan Jawaharlal Nehru’nun kızı Başbakan Indira Gandhi, iç istikrara yönelik bir tehditten bahsederek ülkede bir Acil Durum ilan etti. Bu dönemde halkın demokratik ve temel hakları çiğnendi. 1975 ile 1977 yılları arasında 21 aylık Olağanüstü Hal döneminde Indira Gandhi ve küçük oğlu Sanjay Gandhi, Anayasa tarafından garanti altına alınan temel hakların askıya alınmasına ve muhalif politikacıların ve demokrasi yanlısı aktivistlerin ve gazetecilerin ve entelektüel kesiminin tutuklanmasına başkanlık etti. Zorla kısırlaştırmalar ve uzun süreli tutukluluğa izin veren İç Güvenliğin Korunması Yasası (MISA) aracılığıyla muhalefetin bastırılması gibi olaylar o dönemin “normalleri” arasındaydı (ancak özellikle zorla kısırlaştırmalar tarihin dehşet verici az bilinen örnekleri olarak kayda geçti).
Evet, bu gerçekten de Hindistan’ın otoriterlikle ilk deneyiydi. Demir Leydi Indira Gandhi tarafından ilan edilen sıkıyönetimin 50. yıldönümü şu sıralar -aslında bir süredir-Hindistan’da yeni bir tartışmayı alevlendirdi: Hindistan’ın cumhuriyet tarihinde “karanlık çağ” olarak anılan benzeri görülmemiş bu demokratik kopuş dönemine en yakın tarihsel benzetmenin yapıldığı Modi dönemi…
Narendra Modi’nin 2014’te başbakanlığa yükselmesi, eskiyi süpürüp yeniyi getirme vaadi ile geldi. Geçen yıl 24 Haziran’da Modi, yeni nesil Hindistan’da “Hindistan Anayasası’nın tamamen reddedildiğini, Anayasa’nın her bölümünün parçalandığını, ülkenin hapishaneye çevrildiğini ve demokrasinin tamamen bastırıldığını” asla unutmayacağını söylemişti. Yine geçen yıl temmuz ayında Modi hükümeti, Kongre Partisi’nin Anayasa’ya saygısızlığını vurgulamak amacıyla 25 Haziran’ın her yıl “Samvidhan Hatya Divas” (Anayasa Katliam Günü) olarak anılacağını duyurmuştu.
Bugün Indira Gandhi’nin torunu Rahul Gandhi, Hindistan Parlamentosu’nun alt meclisi Lok Sabha’daki ana muhalefet Kongre’nin lideri. Hindistan demokrasisinin bu karanlık bölümünü vurgulamak, Modi liderliğindeki iktidar Hindistan Halk Partisi BJP’nin Hint halkına başlıca rakibi olan Kongre Partisi’nin demokratik olmayan doğasını hatırlatmasına olanak tanır.
İronik ki veya tuhaf ki bugün Rahul Gandhi cebinde Anayasa’nın bir kopyasını taşırken görülüyor ve partisinin Modi rejimine karşı mücadelesini Anayasa’yı koruma mücadelesi olarak haykırıyor. Hatta Rahul Gandhi’nin dahi partisi adına Olağanüstü Hal dönemindeki aşırılıklar için özür dilediğini de ekleyeyim.
(İronik ki veya tuhaf ki dedim çünkü) Bugün BJP muhaliflerinin Modi’nin 2014’te göreve gelmesinden bu yana Hindistan’da “ilan edilmemiş OHAL” ilan edildiğini iddia ettiği görülüyor. Örneğin, Hindistan’ın önde gelen muhalefet liderlerinden biri olan Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee, Birlik hükümetinin 25 Haziran’ın Samvidhan Hatya Divas olarak kutlanmasını isteyen talebini reddederek, anayasal değerlerin ve demokrasinin Modi yönetimi altında her gün ayaklar altına alındığını iddia etti.
Ki Modi dönemi, yalnızca “yükselen süper güç” olarak değil, aynı zamanda gerek ifade özgürlüğü anlamında olsun gerekse azınlıklara özellikle Müslümanlara yönelik muamele anlamında olsun, çokça tartışmalı bir dönem. Modi’nin, BJP’sinin ideolojik-örgütsel ebeveyni Rashtriya Swayamsevak Sangh RSS ile beraber, sağcı muhafazakar Hindu milliyetçi Hindutva yönetimi, nefret söylemi ile nefret suçlarının artmasına ve azınlıkların özellikle Müslümanların ve Hristiyanların dışlanmasına yol açan bir çoğunlukçu yönetim biçimini adeta normalleştiriyor. Gerçek olaylardan esinlenen dönem filmleri veya dizileri, hükümet politikalarının eleştirileri, karakter isimleri, safran bayrağı veya lotus çiçeği.. Modi hükümeti, kendi monolitik dünya görüşüne uymayan her türlü ifadeye karşı aşırı duyarlı bir tutum içinde..
Bugün Hindistan’da siyasi muhaliflerin yanı sıra Hindistan’ın büyük bir aydın kesiminin Indira Gandhi’nin açık ve resmi Acil Durumu ile Modi’nin “örtülü ve gayrıresmi” otoriterliği arasında paralellikler kurduğu yoğun tartışmalar yaşanıyor. Indira Gandhi hükümeti 1975-77 yılları arasında hakları tamamen askıya alırken Modi döneminde hak temelli yasaların giderek zayıflatıldığı ve terörle mücadele yasalarının ve bunların eleştirmenlere karşı kullanımının daha da sertleştirildiği gözlemlenebiliyor. Öte yandan Acil Durum hükümeti azınlıkları dışlamaya çalışmamışken Modi yönetimi azınlıkların ülkede yalnızca ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamasını sağlamak istiyor gibi görünüyor.
Bugün Indira Gandhi’nin 75-77 resmi otoriter yönetimi ile Modi döneminin örtülü gayrıresmi uygulamaları arasındaki benzerlikler farklılıklar tartışmaları Hindistan demokrasisine ilişkin kaygıları yansıtıyor olabilir, ancak buradaki anahtar soru demokrasinin tehdit altında olup olmadığı değil, içeriden yavaşça metodik aşınıp aşınmadığı. Demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları gibi konular üzerinde yetkin araştırma enstitüleri veya STK’ların son zamanlardaki raporlarında Hindistan’ın sistematik demokratik gerilemeyi takip ettiğine vurgu yapılıyor ve Hindistan artık “seçimsel otokrasi” ve “kısmen özgür” olarak sınıflandırılıyor. Sıralanan başlıca nedenler arasında azınlıklara yönelik dışlama veya eziyet, kurumsal yıkım, muhaliflere karşı yasal araçların silahlandırılması ve Hindu milliyetçi ideolojisi yönünde açık bir baskı. En rahatsız edici sonuçlardan biri ise sıklıkla Müslümanları hedef alan soykırım söylemleri veya çağrıları. Ki 2022 yılında Soykırım Gözlemevi Kurucu Başkanı Gregory Stanton, “soykırımın erken uyarı işaretlerinin çoğunun Hindistan’da görülebilir olduğu” konusunda uyarılarda bulunuyordu.
Çağdaş Hint tarihçi Gyan Prakash’ın “hukukun yasal askıya alınması” olarak tanımlamış olduğu Indira Gandhi’nin Acil Durumu olağanüstü bir istisna idi ise, Modi’nin yönetimi istisnanın kendisini normalleştirerek rutin bir yönetim aracına dönüştürüyor gibi gözüküyor. Çağdaş İtalyan filozof Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı, yasallık ile yasadışılık arasındaki sınırın kaybolduğunu anlatır.
Örneğin 2019’da Jammu ve Keşmir’in özel statüsünü kaldırılması tam siyasi bir mutabakat olmaksızın gerçekleştirildi ki Hindistan anayasacılığının merkezinde yer alan federal normları da ihlal etti. Ya da 2019 Vatandaşlık Değişiklik Yasası, örneğin, bağımsız Hindistan’da ilk kez dini, vatandaşlık için bir ölçüt olarak tanıttı. Ve aslında nihai hedef ise Hindistan’ın laik demokratik cumhuriyetini demokratik olmayan amaçlar için demokratik yollarla yeniden inşa ederek demokratik olmayan bir teokratik “Hindu rasthra” kurmak..
Görüş
Seçim Arefesinde Moldova

2025 Parlamento Seçimleri arifesinde Moldova, ülke içerisindeki çelişkiler, iç politikadaki istikrarsızlık ve büyük ölçekli dış etkiler nedeniyle derin dönüşümler içindedir. Ülkenin verimli bir değişim noktasına mı veya tam tersine mevcut otoriter gidişatı sürdürmeye mi daha yakın olduğunun tartışıldığı günümüz koşullarında, hali hazırdaki gerçekliği şekillendiren temel faktörlerin analizi özellikle değerlidir. Çünkü bu durumun sıradan bir seçim süreci olmadığına; dahası ülkenin nihai medeniyet paradigmasını değiştirebilecek potansiyeldeki ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir noktaya sürüklenmesi muhtemel bir süreç olduğuna dair veriler mevcut.
İç Politikanın Kısa Analizi
Son yıllarda, Eylem ve Dayanışma Partisi – PAS ve bireysel olarak Mayya Sandu tarafından yönetilen iktidar rejimi, muhalefete, bölgesel hareketlere ve Rusça konuşan nüfusa karşı baskıyı artırma yönünde bir politika izledi. Bu süreçte Moldova’da enformasyon alanında tam sansüre odaklanan otoriter devletin oluşturulduğu gözlemleniyor. Örneğin: Rumen faşist diktatör Ion Antonescu’yu yücelten ders kitapları, eğitim müfredatına sokuldu. Yerel yetkililer, “Rus müdahalesine” karşı mücadele gerekçe gösterilerek siyasi muhaliflere karşı baskıcı önlemler alıyorlar. Alexandr Nesterovschi, İrina Lozovan ve Marina Tauber gibi siyasetçilere yönelik baskılarla birlikte alternatif politikaya engel getirildiği gözlemleniyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nda Faşizme karşı zaferin temsili olan 9 Mayıs Zafer Günü kutlamaları da yasaklanıyor. Bu da demokrasinin kademeli olarak terk edilmesi ve otoriter eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor.
Yetkililerin yetkileri sınırlama ve ekonomik baskı politikası izlediği özerk bir bölge olan Gagauzya’daki duruma da özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Ülkedeki birçok siyaset bilimciye göre bu tür eylemler özerklik nüfusunu protestolara ve çatışmalara itebilir. Pekala bu durum da iç düzeni daha da istikrarsızlaştıracaktır.
Yaklaşan seçimler bağlamında, protestocuların haklarını kısıtlayan yasaların aktif bir şekilde kullanılması ve bölgelerdeki seçim sürecini yeniden biçimlendirme girişimleri gözlemleniyor. Örneğin: Mevcut iktidar, Gagauzya’daki seçim prosedürünü değiştirmek suretiyle oylamanın sonucunu kontrol etme ve muhalif güçlerin etkisini en aza indirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.
Bir diğer husus ise “Transdinyester Meselesi”. Moldova yetkilileri, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti üzerinde ekonomik ve insani baskı politikası izliyor gibi görünüyor. Bölgeye yönelik çifte gümrük vergisi politikası, bankacılık ablukası ve ilaç tedariğinin yasaklanması gibi durumlar gözlemleniyor. Transdinyester lideri Vadim Krasnoselski, kendilerine “soykırım politikasına eşdeğer bir politika” izlendiğini iddia ediyor ve Moldova iktidarının bölgede fiziksel ve politik bir yıkıma yönelik girişimleri olduğunu belirtiyor.
Dış Politikanın Kısa Analizi
Ülke liderliğinin Bağımsız Devletler Topluluğu – BDT ile bağları koparma ve Rusya ile kültürel ve ekonomik bağları azaltma çabalarına rağmen, bu önlemler ekonomik durumun kötüleşmesine ve iç gerginliklerin artmasına yol açıyor. Özellikle, BDT ülkelerinin çoğuyla vizesiz rejimin sona ermesi ve Rusya ile işbirliği yapmayı reddetme kararının ardından ülkenin ihracat verilerinde bir düşüş meydana geliyor. Resmi rakamlara göre 2024 yılının sonuna kadar yaklaşık %45 oranında ihracatın azaldığı belirtiliyor ve Rus pazarına yapılan ihracatın da %50’den fazla azaldığı görülüyor. Bu tür göstergeler, nüfusun refahı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olan önemli bir ekonomik izolasyona işaret ediyor.
Bununla birlikte, yetkililerin jeopolitik yönelimine rağmen, nüfusun çoğunluğu hala Rusya yanlısı veya dengeli bir dış politikayı tercih ediyor (anketlere göre, katılımcıların %60’tan fazlası Rusya’ya veya her iki etki merkezine -Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği- yönelik bir dış politika yönelimine meyilli). Bu, Batı yanlısı stratejileri destekleyen entelijansiya ile Rusya’yla kültürel ve tarihi bağları sürdüren vatandaşlar arasındaki iç çatışmayı gözler önüne seriyor.
AB ve diğer Batılı yapıların tepkisi de açık: Seçim arifesinde Avrupa Komisyonu, Moldova’ya yardımı onayladı. Bu, Avrupa’nın etkisini güçlendirme ve ülkeyi yeni rotasında istikrara kavuşturma çabalarını göstermektedir. Ancak, bu tür mali destek (2 Milyar Avro), ülkenin dış bağışçılara bağımlılığı ve olası koşullar konusunda endişelere yol açmaktadır.
Öte yandan NATO ve Avrupa Birliği’nin açıkça desteğiyle birlikte Moldova’da aktif bir şekilde militarizasyon gözlemlenmektedir. Ulusal ordu 8.000 kişiye çıkarıldı ve Avrupa hava savunma sistemlerine entegrasyon söz konusu. Ek olarak Moldova karayolları ve hava sahası, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemek için Batı güçleri tarafından kullanılıyor.
İfade Özgürlüğü ve Jeopolitik
İfade özgürlüğüne karşı ve medyayı kontrol etmeyi amaçlayan enformasyon politikasının etkinleştirilmesi konusu da Moldova özelinde hususi bir yer işgal etmektedir. Seçim kampanyası sırasında yetkililer, kamu protestolarını kısıtlayan yasa tasarıları yürürlüğe koyuyor ve ek olarak nüfusun önemli bir bölümüne nesnel bilgi sağlayan Rusça yayın yapan medyayı bastırmaya çalışıyorlar.
Buradaki kilit bir faktör ise: Rusya ve Batı’nın enformasyon savaşları yoluyla iç siyasi durumu etkileme girişimleridir. Bu, olası krizlerin ve artan iç anlaşmazlıkların habercisi haline gelmektedir. Ekonomik durum ve toplumsal gerginliklere yol açması muhtemeldir ve bunun örnekleri yakın geçmişte birçok şekilde karşımıza çıktı.
Bir diğer yandan Moldova ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Sanayi geriliyor, gaz ve elektrik ithalatına olan enerji bağımlılığı yüksek kalmaya devam ediyor ve tarife politikaları halk arasında hoşnutsuzluğa neden oluyor. 2024 yılında hem Rusya hem de diğer BDT ülkeleriyle ihracatta düşüş yaşandı ve bu da ekonomik durumu kötüleştiriyor.
Sosyolojik açıdan incelendiğinde özellikle gençler ve Rusça konuşan nüfus ciddi anlamda baskı altında gibi görünüyor. Yetkililer, etnik azınlıkların haklarını sınırlamak için adımlar atıyor. Örneğin: Onlara seçimlere katılma fırsatını veya Rusça konuşan vatandaşlara yönelik entegrasyon önlemlerini reddediyorlar. Bu, direnişe ve potansiyel çatışma durumlarının gelişmesine neden oluyor.
Romanya ile Etkileşim ve Entegrasyon Süreçleri
Buradaki en kritik hususlardan birisi: Moldovalılara Rumen vatandaşlığı verilmesidir. Ek olarak Rumen işadamlarının ekonomiye dahil edilmesi ve kamuoyu üzerinde medya etkisi yoluyla uygulanan Romanya ile entegrasyon çabalarının yoğunlaşmasıdır. Uzmanlara göre bu stratejinin ülkenin egemenliğinin kaybına ve Moldova halkının fiili olarak Romanya’ya asimile olmasına veya Avrupa Birliği’ne entegrasyonun genişlemesine yol açabileceğine inanıyor.
Nüfusun çoğunluğu tarafsız kalmaya veya Rusya ile entegrasyona sıcak bakan duygulara sahip. Buna karşılık yetkililerin AB’ye ve milliyetçi söylemlere yakınlaşmak için başlattığı adımlar ise iç direnişe neden oluyor.
Sonuç olarak, Moldova’daki 2025 parlamento seçimleri öncesi durum, yüksek derecede iç gerginlik, artan dış bağımlılık ve ülkenin kimliği için mücadele ile karakterize haldedir. Dış güçlerin etkisi altındaki siyasi elit, bölge üzerindeki gücü ve kontrolü sağlamlaştırmak için baskıcı yöntemler kullanıyor. Bu da otoriterlik risklerine yol açıyor. İç çelişkiler, ekonomik kriz ve vatandaşların hükümete olan güvensizliğinin seviyesi, protesto hareketlerinin ve toplumun daha da bölünmesinin ön koşullarını yaratıyor. Moldova’nın kalkınma beklentileri, siyasi istikrarı koruma, dış etkiyi dengeleme ve değişim için kamuoyu desteğini sağlama becerisine bağlı gözüküyor. İç güçlerin, çeşitli etnik ve bölgesel grupların görüşlerini dikkate alan ve demokratik kurumlar ve ekonomik sürdürülebilirlik geliştirme yoluna bağlı kalan bir uzlaşmaya varabilmesi bu süreçteki en önemli hususlardan birisi olarak ön plana çıkıyor.
-
Dünya Basını1 hafta önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş1 hafta önce
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor
-
Görüş2 hafta önce
İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak
-
Avrupa2 hafta önce
Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’
-
Görüş2 hafta önce
Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi
-
Görüş2 hafta önce
‘Mükemmel fırtına’nın gözünde korkuyla dalgalanan piyasalar
-
Ortadoğu3 gün önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti