Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Fidel Castro’nun ideolojik mirası üzerine

Yayınlanma

Çeviren: Hazal Yalın

Küba Devlet Başkanı Miguel Mario Díaz-Canel’in 20 Kasım’da Moskova’ya yaptığı resmi ziyaret ve 22 Kasım’da Putin’le birlikte Moskova’da Fidel Castro anıtını açmaları, Rusya’da sadece iki ülke arasındaki iktisadi-siyasi ilişkilerin geleceği açısından değil geçmişi açısından da önemliydi.

Neredeyse tamamını çevirdiğim aşağıdaki yazı, bu ziyaret vesilesiyle Castro’nun mirasına soldan bir bakışı özetliyor.

Yazar, Sergey Batçikov, dikkat çekici bir kişilik. Komünist Partisi’nden Ortodoks kilisesine, oradan Küba’ya iç içe geçen bir siyasi kimlik; büyük burjuvazi sınıfından saymak gerek, ama Rusya’nın sosyalist dönüşümünden yana ve neoliberal “reformların” en kararlı hasımlarından da biri.

Yazı, Küba ve Castro için yazılmış olmasından ziyade (bu açıdan da önemsiz sayılmaz, zira güçlü ve entelektüel bir kalemin kendi tanıklıklarına dayanan içten kasidesi), en çok şu nedenden ötürü önemli: Rusya’daki bir ideolojik eğilimi gösteriyor; kendine has bir kurtuluş teolojisiyle harmanlanmış, düzeniçi ama bağımsız ve entelektüel bir sosyalist damarın görüşü bu. Batçikov’un Glazyev ile köklü dostluğu, artık iyice yaşlanmış olsa bile Sergey Kara-Murza ile tarih, siyaset, felsefe ve iktisat ekseninde ortaklaşan düşünceleri (üç kitabından ikisi Kara-Murza ve Glazyev ile, biri de sadece Kara-Murza ile ortak imzalı), kitle tabanı bulamayacak kadar elit, ama özellikle Glazyev’in iktidar kanadı üzerindeki önemli etkisi dikkate alınırsa hiç de yabana atılır cinsten değil. Bu nedenle, Batçikov’un Fidel kasidesi, diğer ikisinden ileride yapacağım çeviriler için bir girizgâh olarak kabul edilmeli.

* * *

‘Vatan için ölmek yaşamak demektir’
(Fidel Castro’nun ideolojik mirası üzerine)

Sergey Batçikov

Dünyayı ve hareketi her zaman fikirler idare eder. Arzulanan gelecek ilkin hayalde, sonra iradede ve ancak bundan sonra hakikattedir. İlk antik Yunan idealist filozofu Eflatun çalışmalarında sık sık mağara efsanesinden söz ederdi: bu efsanede mağara yeryüzüdür, insanlık ise mağarada hapsolmuş esirler. Mağaranın dışı yemyeşil, engin kırlardır, güneş ışıldar, hayvanlar gezinir, muhteşem kuşlar şakır. Ama zavallı esirler hiçbirini görmez bunların, sadece mağaranın duvarlarındaki gölgeleri gözler ve bu gölgeleri gerçek sanırlar. Bir ateş yakmayı, esirlerin geleceğe giden yolunu aydınlatmayı ve yeni bir hakikat yaratmayı ancak pek az kişi başarır. Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro da bunlar arasında; onun irade ve kişisel yiğitlikle iç içe geçmiş fikirleri Küba’nın kaderini kökten değiştirmekle kalmadı, dünyadaki sosyal gelişmelere de muazzam bir etkide bulundu. Meşhur söz der ki: geçmişten ateş almalıyız, kül değil. Geçmişten almamız gereken ateştir, Fidel Castro’nun ideolojik mirası.

Fikirsiz ömrün bir kıymeti yok. Onlar uğruna mücadele etmekten daha büyük bir mutluluk yok,” derdi Comandante…

Küba, şüphe yok ki, kendine has bir ülkedir; muzaffer devrimin önderi, 49 yıl boyunca ülkesini aralıksız yöneten Fidel Castro öyle yaptı onu. Bir çağ insanı, uzak görüşlü bir düşünür, büyük bir iyimser, romantik, dava adamı, ateşli halk tribünü, iktidarda tek ilgilendiği şey halkına hizmet imkânı olan bir insan, değişmez prensibi asla ve hiç kimseye yalan söylememek olan bir siyasetçi ve en nihayet, halkının kaderini kökten değiştiren bir insan.

Küba, halkının sefaleti ve haklardan mahrumiyetiyle komşusu Haiti adasının kaderini paylaşmak için her türlü şansa sahipti. Geçtiğimiz yüzyılın ellili yıllarında diktatör Batista’nın idaresinde ABD’nin de facto sömürgesiydi. ABD Başkanı John F. Kennedy’nin bu yıllardaki sözleri meşhurdur: “… dünyada sefaleti, iktisadi kolonizasyonu, sömürüsü ve aşağılanması Batista rejimi sırasında ülkemin siyaseti sonucu Küba’nın yaşadığından daha kötü bir ülke yoktu.” Önderliğini  Fidel Castro’nun yaptığı devrimin zaferi değiştirdi ülkenin kaderini. Küba Devrimi’nin başlıca idealleri adalet, insan haysiyetine ve kişi haklarına saygıydı.

Küba Anayasası, milli kahraman Jose Marti’nin sözleriyle başlar: “Cumhuriyetimizin birinci kanununun, Kübalıların insan haysiyetine eksiksiz hürmet göstermesi olmasını isterim.” Fidel bu değişmez kanuna cumhuriyetin yönetiminde olduğu bütün yıllar boyunca eğilip bükülmeksizin uydu. Küba favelalarının haklarından mahrum kılınmış halkını devrimin kazanımlarını savunmaya hazır, yıkılmaz bir halk haline getiren de bu ideallerdi.

Ben, Fidel Castro ile görüşmelerde birkaç defa yer almak mutluluğunu tattım. Bunların ilki şubat 1985’te ben henüz genç bir uzmanken oldu. SSCB Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı Yuriy Ovçinnikov’un başkanlığını yaptığı bir heyet Havana’da Kübalı meslektaşlarımızla bilimsel işbirliği mutabakatı imzalamıştı. Akşam geç saatte, kaldığımız kabul binasına ansızın Fidel Castro geliverdi, heyet üyelerine saygısını ifade etmek için. Yarım saatliğine gelmişti, ama Y. Ovçinnikov ile söyleşiye başlayıp öyle bir kaptırdı ki kendini, maddi varoluş problemleri, bilimsel bilginin sınırları ve insan gelişmesiyle ilgili sohbet sabaha kadar sürdü.

Fidel’in şu sözleri aklımdan hiç çıkmadı: “Biliyor musunuz, bütün o gençlik hayallerimi burada, Küba’da gerçekleştiremeyeceğimi çok iyi anlıyorum artık. Ama halkıma haysiyetli bir yaşam ve kalkınma temin edecek iki şeyi mutlaka yapmak istiyorum: insanlara nitelikli ve erişilebilir eğitim ve sağlık hizmetleri sunmak.” Ve gerçekten de yaptı bunu! …

Zenginlikten çok uzak Küba, cömertçe paylaştı başarılarını da. Enternasyonalizm ve Küba’nın muhtaç ülkelere cömert yardımı temelinde — Fidel’in fikri şuydu: gelecek parayla satın alınamaz, ancak adalet ve halkların dürüst ve kardeşçe dayanışması sayesinde temin edilebilir. Ve bunu söyleyen, bugün yetmiş yıldır ambargo şartlarında yaşayan bir ülkenin önderiydi!

Kübalıların kardeş yardımlarının örnekleri sayılamayacak kadar çoktur.

Kübalı doktorlar yıkıcı bir depremin ardından Pakistan’da insanların hayatını kurtardılar, Gine’nin, Liberya’nın, Sierra Leone’nin köylerinde ölümcül Ebola salgınıyla mücadele ettiler, Latin Amerika’nın en zorlu bölgelerinde yerli halka tıbbi yardım götürüyor ve ameliyatlar yapıyorlar. Fidel Castro, Çernobıl çocuklarına yardım için başvuruda bulunan ilk kişiydi ve ambargo altındaki Küba, kendisi için en zorlu zamanlarda bile ücretsiz tedavi etti binlerce acılı çocuğu, yirmi uzun yıl boyunca, ta 2012’ye kadar! Ve onlara, pahalı kemik iliği ameliyatları yaptı.

Demin anlatmaya başladığım, bilim insanı Y. Ovçinnikov ile o uzun gece sohbetinde, Castro, sosyalist projenin ödevlerinin gerçekleştirilmesinin insanları kendiliğinden mutlu kılamayacağına ve insanın manevi alanını zenginleştirmeden maddi refahın büyümesinin de değerler skalasını hiç fark ettirmeden manevi alanı fakirleştirmeye başlayacak şekilde deforme ettiğine dair düşüncelerini paylaştı. Bu ikisi de aynı derecede önemli süreç arasında bir antagonizma bile başlayabilirdi. Sosyalizm teorisinde biçimsel olarak formüle edilmiş bir problemdi bu, ama üzerinde hiç çalışılmamıştı. Fidel Castro bu problemin çözümünü “insana yatırımların” ilkesel artışında, manevi tatmin getirecek faaliyetlere katılım imkânlarının genişletilmesinde görüyordu. Kesinkes bu tür alanlar arasında sayıyordu eğitim ve sağlık hizmetlerini.

Ama Y. Ovçinnikov o zaman Fidel’e itiraz etti: “Siz eğitim verirsiniz, sağlık verirsiniz, ama insanlar gene de mutlu olmazlar, meğerki yaratıcı enerji gerçekleşmezse. Bunun için de bilimi geliştirmek zaruri.” Fidel büyük bir dikkatle dinledi bu sözleri ve sonra uzun uzun, Küba’ya nasıl bir bilim gerektiği üzerine konuştu. Y. Ovçinnikov dikkatleri biyoteknolojiye yoğunlaştırmayı öneriyordu. Küba’nın bu yöndeki başarıları, Fidel Castro’nun o öğüde kulak verdiğine tanıklık eder.

Onun inisiyatifiyle, daha sonra çok kısa bir sürede kovide karşı aşı üretilecek olan çağdaş bir biyoteknoloji merkezi kuruldu Küba’da. Günümüz Küba’sı Fidel’in vasiyetine uyarak bilime yatırım yapmaya devam ediyor. Kasım ayında resmi bir ziyaretle Küba’ya gelen Küba Devlet Başkanı Miguel Mario Díaz-Canel Moskova’da Biokubafarm grubundan temsilcilerle görüşmesi sırasında “ülkeyi kurtaranın bilim insanları olduğunu” vurgulamıştı.

Küba, Fidel’in bilgeliği ve dengeli siyaseti sayesinde, SSCB’nin tersine, iktidarın kiliseyle çatışmasından da kaçındı. Fidel, Küba Devrimi’nin kilise mensuplarından tek bir kişinin bir damla kanını bile dökmediğini, tek bir tapınağı bile kapatmadığını söylerdi her zaman. “Hıristiyanlıkla komünizm arasında, hristiyanlıkla kapitalizm arasından olduğundan on bin kat daha fazla ortak yan olduğuna” emindi. Fidel, “hristiyanlar devrimcilerin müttefikleri olabilirler mi?” sorusuna cevap olarak, sadece geçici taktik ittifakların değil, toplumda adaletli sosyal değişikliklerin gereği olarak stratejik işbirliği de olması gerektiğini söylerdi.

İkibinli yılların başlarında, Rusya ile Küba arasındaki ilişkiler hiç de en iyi döneminde değilken, Fidel o zamanki Smolensk ve Kaliningrad metropoliti Kirill ile görüşmüştü. Sohbet sırasında Küba’nın başkentinde bir ortodoks tapınağı kurulması düşüncesi ortaya çıktı. Asırlar boyunca Rus halkının her tür güçlüğü aşmasına ve işgalcilerle mücadele etmesine yardım edenin tam da ortodoks inancı olduğuna emindi Fidel, böylece fikri hararetle destekledi. Tapınağın inşası için Havana’nın en prestijli semtinde bir arsa tahsis edildi, bütün inşaat masraflarını da Küba tarafı üstlendi. Meryem Ana Kazan ikonası tapınağı ekim 2008’de kutsandı ve Rus kilisesi için kanonik yetki alanına girmeyen, üstelik de ağır iktisadi güçlükler yaşayan bir devletin güçlerince inşa edilen yegâne tapınak oldu.

SSCB’nin çöküşünden sonra Küba’da çok zorlu bir ekonomik durum ortaya çıktı. Şöyle anlatıyordu Fidel Castro: “Büyük bir güç bütünüyle beklenmedik biçimde çökünce ülke afallatıcı bir darbe aldı, bir başımıza kalmıştık, sadece biz, şeker için bütün pazarları kaybetmiştik, gıda, yakıt, hatta ölülerimizi hristiyan usulüyle gömmek için kereste bile alamaz olmuştuk.” Fidel, “sosyalist kampın ve SSCB’nin yıkılışını öngörememiş” ve “böyle bir duruma önceden hazırlanmamış olmasını” devasa, trajik bir hata sayıyordu. SSCB’nin çöküşünün ve sosyalist kampın yok oluşunun nedenini perestroykada buluyordu. Küba Komünist Partisi’nin IV’üncü Kongre’sindeki konuşmasında perestroykanın hedefleriyle felaket doğuran sonuçları arasındaki büsbütün uyumsuzluktan söz etmişti.

Doksanlı yılların başında Rusya Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı’nda Latin Amerika Baş İdaresi müdürü olarak çalışıyordum; bizim liberal reformatörlerin Küba’nın da liberal reformlar yoluna gireceğine ve Castro sonrası kapitalist Küba’ya hazırlanmaya başlamanın vakti geldiğine emin olduklarını çok iyi hatırlıyorum. O zaman, Yeltsin-Kozırev dış siyaseti devam ederken, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın orta derecede kadrolarının dürüst profesyonel tutumu sayesinde, o sırada Sergey Glazyev’in başında bulunduğu Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı tarafından Küba’da iktisadi bir felaketi önlemek için olabilecek yegâne karar alındı: “şekere karşılık petrol” mutabakatı imzalandı ve uygulandı.

Fidel Castro, imkânsız görüneni başardı: Sovyetler Birliği’nde sosyalizm yıkılmışken sosyalist Küba’yı korudu. Şundan emindi: “İnsan, eğer iradesi güçlüyse, eğer her durumu doğru değerlendirir ve adaletli ve asil ilkelerinden vazgeçmezse en zorlu şartların bile üstesinden gelmeye muktedirdir.” Doksanların onca ağırlığına katlanmalarında, milli haysiyetlerini ve birliklerini korumalarında Kübalılara yardım eden tam da bu adalet hissiydi. Küba, en zorlu iktisadi krize rağmen ayakta kaldı.

Geçmişe gidip yitmedi, geleceğe atıldı! Fransa Devlet Başkanı De Gaulle tarafından Stalin için söylenen bu sözler, mağlubiyet nedir bilmeyen Fidel için de tamamen geçerli olabilir; zira onun idealleri, öngörmüş olduğu gibi yaşamaya, zihinleri etkilemeye ve geleceği tayin etmeye devam ediyor. Kübalılar Fidel’in ölümsüzlüğe gittiğini düşünüyorlar. Fidel’in kendisi de vatan için ölmenin yaşamak demek olduğunu söylerdi.

Fidel, parlak bir entelektüel olarak, daima çok ilerilere bakardı. Kapitalizmin gelişmesi, dünya ekonomisi, iklim değişikliği, sosyal meselelerle ilgili değerlendirmeleri ve fikirleri onlarca yıl geçtikten sonra da güncelliğini koruyor. “Üçüncü dünyanın” önderlerinden birinin dediği gibi, Fidel geleceğe yolculuk yapıyor ve sonra, onu anlatmak için dönüyordu geri. Putin de iki gün evvel aslında tam bunu söyledi, Fidel Castro ile 2014’teki görüşmesini hatırlarken. Başkan, Fidel Castro’nun o zaman da bugünün jeopolitik durumunu öngörmüş ve eksiksiz tasvir etmiş olduğunu belirtti.

Küba Devlet Başkanı Miguel Mario Díaz-Canel konuşmalarından birinde Fidel’in sözlerini alıntılamıştı: “Bu dünyada, hakikatin ve fikirlerin gücünü kırabilecek bir güç yoktur.” Nasıl da yankılıyor, her bir Rusyalının yüreğinde yeri olan Aleksandr Nevskiy’in sözlerini: “Tanrı kuvvette değil hakikattedir!”

Fidel Castro, ender bulunan sezgilere sahip biri olarak ömrünün sonuna kadar emindi Küba için sosyalizm tercihinin doğruluğundan ve sosyalizm tercihinin bütün insanlık için tayin edici olduğundan. Son konuşmalarından birinde şöyle demişti: “Kapitalizm, her türlü sosyal sistemde kendini yeniden üretme eğilimine sahip, çünkü kökleri egoizmde ve insanların en aşağı içgüdülerinde yatıyor. İnsanlığın bu çelişkiyi aşmaktan başka bir alternatifi yok, çünkü aksi takdirde hayatta kalamayacak.” Dünya, onun görüşüne göre, şu iki alternatifle karşı karşıyadır: daha iyi olmak veya yok olmak.

22 Kasım’da Moskova’da gerçekleşen, Küba’nın efsanevi önderinin, adı eski İspanyolca’da “sadık” anlamına gelen, fikirlerine ve ilkelerine asla ihanet etmemiş bu adamın, bu Maneviyat insanının, bu muzaffer adamın anısına yapılmış anıtın açılışı, düşüncelerin güce üstün olduğunu hatırlatacak bize daima.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English