Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Filistinliler topraklarını sattı mı? Modern mandacıların çürük argümanı

Yayınlanma

Uğurcan Yardımoğlu

Filistin direniş güçleri 7 Ekim günü işgalci İsrail’e yönelik güçlü bir saldırı yaptı. Direniş güçlerinin eylemi uluslararası kamuoyunda ciddi bir yankı uyandırırken Türkiye’de de tartışmalara yol açtı.

Genel olarak sol partiler direnişe ilk günden itibaren destek verirken kendisini seküler milliyetçi olarak tanımlayan kesimler, sosyal demokratlar ve liberaller arasında İsrail’e destek verme eğilimi güçlü. Bu kesimin İsrail’e yönelik desteği Batılı kurumlara ve onların siyasetlerine koşulsuz angaje olmaktan kaynaklanıyor. Filistin sorunuyla ilgili bilgisizliğin de beslediği bu tavrın en yaygın argümanı Filistinlilerin Yahudilere toprak sattığı iddiası.

Yahudilere toprak satışı argümanı Türkiye’deki İsrail destekçisi çevreler tarafından ‘toprağını satan bir halkın direnmeye muktedir olamayacağı’, dolayısıyla başına gelenleri ‘hak ettiği’ne dair bir tez üretilmesine yardımcı oluyor. Türkiye’de kıymeti kendinden menkul bir kısım ‘ünlü’nün de ön ayak olmasıyla hızla yayılan bu tezler toplumun İsrail işgaline karşı mücadele eden Filistin direniş güçlerinin eylemini yanlış okumasına yol açtı. Esas olarak ciddi bir tartışmada dile getirilmesi gülünç olan bu argümanlar yaygınlaşarak bir toplumsal histeri yarattı.

Peki Araplar gerçekten de topraklarını sattı mı? Bu noktada hikâyenin başına yani siyonizmin ortaya çıkışına gitmemiz gerekiyor.

SİYONİZMİN DOĞUŞU VE OSMANLI-ARAP DİRENİŞİ

19. yüzyılda Yahudilerin Filistin’e toplu olarak göç ederek bir Yahudi devleti kurma fikri olan “siyonizm” Avrupa’da ortaya çıktı. Siyonist hareketin lideri Theodor Herzl, 1897’de Basel’de düzenlenen Birinci Siyonist Kongre’de bu fikri resmen ortaya koydu.

Siyonistlerin, Yahudilere ‘yurt kurma’ hedefiyle şekillenen çabalara Filistin’i hakimiyetinde bulunduran Osmanlı yönetimi uzun süre direndi. O dönemlerde Filistin topraklarının yüzde sekseni miri arazi statüsünde yani devlet arazisiydi. Özel mülk gibi alım-satıma konu olamazdı. Devlet bu toprakları Yahudilere satmıyordu. Özel mülkiyet statüsündeki toprakların Yahudiler tarafından alınması da devlet kararları ile engellendi.

Ancak Yahudiler bütün engellemelere rağmen çeşitli vesilelerle toprak sahibi oldu. Bu toprakların oranı ise yüzde 1’i bile bulmuyordu. 19. yüzyılın bitiminde Yahudilerin elindeki 219 bin dönümlük toprak, tüm yüzölçümün ancak %0,73’üdür. Üstelik II. Meşrutiyet’in ardından kurulan Meclis-i Mebusan’da yer alan Arap kökenli Osmanlı mebusları Filistin’de toprak satışının engellenmesi için meclis tartışmaları açtılar, konuyu gündemde tuttular. Osmanlı Devleti 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girdikten sonra Filistin’i savaşın son dönemine dek kararlılıkla savundu. Şerif Hüseyin liderliğinde gerçekleştirilen Arap isyanına rağmen Osmanlı Araplarının önemli bir kısmı savaşın sona dek Osmanlıları destekledi.

İŞGAL VE MANDA: İNGİLİZ ELİYLE SİYONİZM

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun İngiliz birliklerine yenilmesi üzerine 9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs İngilizler tarafından işgal edildi. Kudüs İngiliz kontrolüne geçti ve işgal edilen Filistin’de İngiliz askerî yönetimi başladı.

İngiltere, henüz Kudüs’ü işgal etmeden önce Filistin sorununun başlangıç noktası olarak kabul edilen Balfour Deklarasyonu’nu ilân etmişti. 2 Kasım 1917’de Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından siyonistlerin lideri Lord Rothschild’e yazılan mektupta Birleşik Krallık hükümetinin, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına desteği ifade edildi. Arthur Balfour’un bu girişimi Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması fikrini uluslararası alanda meşru hale getirmeye çalıştı ve Yahudi göçünü teşvik etti. İşgalin ardından deklarasyonda ifadesini bulan fikirler uygulama sahasına geçecekti.

1920’de kurulan Milletler Cemiyeti kararıyla 1922 yılında Birleşik Krallık Filistin Mandası kuruldu. İşgal yönetimi yerini sivil idareye devrederken İngiltere’nin Filistin mandasına atadığı ilk vali aslen Yahudi olan ve Dünya Siyonist Organizasyonu içerisinde aktif rol alan Herbert Samuel oldu. İngiltere, Balfour Deklarasyonu’yla uluslararası Siyonist harekete verdiği sözü manda yönetimi altında hayata geçirecekti. Filistin’i Yahudi yurdu yapma çabasına hız verildi. İngiltere’nin bu politikası Filistin’de manda yönetimi altında, Yahudi ve Arap toplulukları arasındaki gerilimi giderek artırdı.

İngiliz politikası Filistin’e Yahudi göçünü sürekli destekledi. 1922 yılında 590.000 Arap’a karşı 84.000 kadar olan Filistin’deki Yahudi nüfusu, 1932’de 770.000 Arap’a karşılık 181.000’e yükseldi. 1933-1935 yılları arasında Filistin’e 134.540 Yahudi göç etti.

Yahudi göçünün devam etmesi üzerine Filistinliler 15 Nisan 1936’da 3 yıl süren büyük Arap ayaklanmasını başlattılar.

25 Nisan 1936 tarihinde oluşturulan Yüksek Arap Komitesi, Yahudi göçlerinin durdurulması, Yahudilere toprak satışının durdurulması ve seçilmiş bir halk meclisine karşı sorumlu bir milli hükümetin kurulması talepleri yerine getirilene kadar isyan kararı aldı. Ancak üç yıl süren isyan, İngilizlere görünürde bazı geri adımlar attırmış olsa da başarısızlıkla sona erdi.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Yahudi Soykırımı, siyonizmin popülaritesini daha da artırdı. Ayrıca İngilizlerin Arap İsyanı sonrası siyonizmden geri adım atan politikaları siyonistlerin tepki göstermesine neden oldu. Her şeye rağmen İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin yanında savaşan siyonistler savaştan sonra İngiliz manda yönetimine karşı silahlı terör faaliyetine başladı.

MANDADAN İSRAİL’E

İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan pulları dökülmüş bir imparatorluk olarak çıktı. Dahası İngiltere’yi imparatorluk yapan özellikleri son bulmaya başladı. Hindistan’dan çekilen İngiltere, Filistin’den de çekilmeye karar verdi. Yahudilerle Araplar arasındaki gerilimleri yönetemeyecek duruma gelmişti ve idaresine yönelen bir siyonist terör faaliyeti mevcuttu. İngiltere, Filistin meselesini Birleşmiş Milletler’e devretti.

1947 yılında BM bünyesinde kurulan Filistin Özel Komisyonu, Filistin’in Yahudi ve Araplar arasında ikiye bölünmesini, Filistin topraklarının %57,7’sinin Yahudilere %42,3’ünün Araplara verilmesini, Kudüs’ün uluslararası denetim altında tarafsız kalmasını içeren Taksim Planı’nı kabul etti.

Ancak bu plan Arap ülkeleri tarafından reddedildi.

İsrail Devleti’nin kuruluşu Birleşmiş Milletlerce belirlenen paylaşım planı uyarınca 14 Mayıs 1948 tarihinde ilan edildi. Söz konusu tarihte İsrail Bağımsızlık Bildirgesi yeni İsrail Devleti’nin ilk başbakanı David Ben-Gurion tarafından okundu. İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından BM Taksim Planı’nı reddeden Suriye, Mısır ve Ürdün İsrail’e yönelik taarruza geçti. Ancak Arap orduları yenildi ve İsrail bu ülkelerin her biriyle ayrı ayrı ateşkes antlaşması imzaladı.

İSRAİL KURULDUĞUNDA NE KADAR ‘YAHUDİ TOPRAĞI’ VARDI

İsrail’in kuruluşuna kadar geçen süreçte Yahudilerin Filistin’den aldığı toprak ülkenin yüzde 6’sına tekabül etmektedir. Bundan sonra ise Filistin topraklarına İsrail tarafından zorla el konulacaktı. Yani Filistinliler, Yahudilere gönüllü olarak toprak satmamıştı.

Üstelik ülkenin yüzde 6 oranındaki toprağı da büyük çoğunlukla Filistinli olmayan büyük toprak sahiplerinden satın alınmıştır. Yahudilerin satın aldığı toprakların %52,6’sı Filistinli olmayan toprak sahiplerinden, %24,6’sı Filistinli toprak sahiplerinden, %13,4’ü İngiliz hükümetinden, kiliselerden ve yabancı şirketlerden ve yalnızca %9,4’ü ‘fellah’ denilen Filistinli Arap köylülerden satın alındı. Ayrıca Filistinlileri Yahudilere toprak satmaya zorlayanın da ülkeye göçü teşvik eden İngiliz hükümeti olduğu unutulmamalıdır. Dönemin süper gücü İngiltere tarafından yönetilen Filistin’de halkın Yahudilere topraklarını satması yönündeki baskının Arapları ayaklanma çıkarmaya yöneltecek düzeyde olduğu da akıllardan çıkarılmamalıdır.

Filistin topraklarının Yahudilere satışının da ağırlıklı olarak Yahudi Ulusal Fonu (Jewish National Fund), Filistin Arazi Geliştirme Şirketi (Palestine Land Development Company) ve Filistin Yahudi Sömürgeleştirme Derneği (Palestine Jewish Colonization Association) gibi kurumlar üzerinden gerçekleştiği biliniyor.

1946 yılında Yahudilerin Filistin topraklarının yalnızca %5,7’sine sahipken Filistinli Araplar %80’ini yani toprakların çoğunu elinde tutuyordu. Yahudi nüfusun Filistin’deki toprak sahiplik oranını 1947 yılında % 6,6’ya ulaşmıştı.

Keza sonraki yıllarda Filistinli direnişçiler, Yahudilere toprak satışı yapan az sayıdaki Filistinlinin isimlerini de kamuoyuna ilan ederek onları ifşa etmeyi de görev bilmişti.

Peki, Filistinliler Yahudilere toprak satmadığı halde İsrail hangi topraklar üzerinde kuruldu?

BÜYÜK FELAKET: TOPRAKLAR SATILMADI… İŞGAL EDİLDİ

1948 Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail ordusunun Arap ordularını yenmesinin ardından Filistin topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirdi Filistinliler evlerinden ve topraklarından zorla sürüldü.

1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, İsrail, Filistin topraklarının yaklaşık %78’ini ele geçirdi. İşgalci İsrail, 1.300 köy, kasaba ve şehirde yaşayan 1,4 milyon Arap’ın 800.000’i evlerinden ve topraklarından zorla sürdü, yerleşim yerlerinin 531’ini tamamen yerle bir etti.

Araplar 1948 yılına kadar bölgede çoğunluğu oluştururken, İsrail’in kuruluşu ile evlerinden ve topraklarından zorla sürülen Filistinliler azınlık durumuna düştü. Buna Batı Şeria ve Gazze’ye iltica edenler de eklendiğinde Arapların %85’inin topraklarından çıkarılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Filistinliler için 14 Mayıs 1948’de İsrail’in bağımsızlık ilanının ardından yaşanan zorunlu göç, katliam ve yıkım sürecini ifade eden Büyük Felaket anlamına gelen “Nekbe Günü” her yıl 15 Mayıs günü anılmaktadır.

1914’te 85.000, 1943’te 539.000, 1946’da 608.000, 1947’de 650.000 olan Filistin’deki Yahudi nüfusu, 1949’da 758.000’e ulaştı. İsrail 1950 yılında “Meçhul Mülk Kanunu” çıkararak Yahudilere 1948 yılından sonra yerlerinden edilen Filistinlilerin mülklerine el koyma hakkını tanıdı.

Yani Araplar topraklarını satmadı, ırkçı ve işgalci İsrail rejimi Arap toprakları üzerinde bütün Batı dünyasını arkasına alarak yaptığı saldırı ve katliamlar sonucunda kuruldu.

Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesi, silahla kaybettiğini silahla geri almaya odaklanarak yetmiş yılı aşkın bir süredir sürüyor. Altı Gün Savaşı’ndan Yom Kippur Savaşı’na Oslo Anlaşmalarından, Birinci ve İkinci İntifada gibi kilometre taşları olan bu mücadele şimdi de Aksa Tufanı Operasyonu’yla yeni bir aşamaya girdi. Modern tarihin en baskıcı ırkçı ve sömürgeci rejimine karşı savaşanları ‘topraklarını Yahudilere sattığı’ yalanıyla karalamak tarihin yanlış tarafında durmak anlamına geliyor. Bu yalan, Filistin halkının karşısında İsrail’in yanında olmak isteyenlere argüman sağlıyor. Ancak durdukları yer gibi argümanları da yanlış bir temel üzerine bina edilmiş, tıpkı savundukları İsrail gibi…

GÖRÜŞ

Kim Jong-un’un ‘savaşa hazırlık’ çağrısı ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Yazar

Medyada, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) lideri Kim Jong-un’un savaşa hazırlık çağrısında bulunduğuna ilişkin haberler gündemde.

Medyada doğal olarak yalnızca Kim’in savaş hazırlığı çağrısı gündeme gelse de, Kore’de aslında önemli bir askeri toplantı düzenlendi.

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde, 15-16 Kasım tarihlerinde ‘Kore Halk Ordusu Tabur Komutanları ve Siyasi Eğitmenler Toplantısı’ düzenlendi. Yarımadada gerilimin had safhaya ulaştığı bir dönemde, bu yıl dördüncüsü düzenlenen bu toplantıların üçüncüsü 10 yıl önce gerçekleştirilmişti.

Toplantı konusu olan ‘taburlar’, Kore ordusunda yalnızca askeri bir birimi değil, siyasi bir zemini de ifade ediyor.

Sayıları genellikle yaklaşık 300 ila bin personel arasında değişen bu taburlar, Kore İşçi Partisi’nin doğrudan bağlantılı olduğu, ideolojik rehberliğini doğrudan uyguladığı bir askeri birim. Bu taburlara yönelik ideolojik eğitim, partinin askeri doktrininin merkezinde yer alıyor.

Partinin bir nevi ‘askeri tabanı’ olan bu birimler, parti ve devlet için ‘sadakatle savaşacak elit güçler’ olarak tanımlanıyor.

Toplantıda neler yaşandı?

Toplantıya KDHC’nin silahlı kuvvetlerinin tabur komutanları ve siyasi eğitmenleri ile farklı askeri ve siyasi organların komuta subayları katıldı.

Savunma Bakanı No Kwang-chol, Kore Halk Ordusu Genelkurmay Başkanı Ri Yong-gil, Kore Halk Ordusu Genel Siyasi Bürosu Müdürü Jong Kyong-thaek de toplantıda hazır bulundu.

Toplantıda, Kore İşçi Partisi Merkez Askeri Komisyonu tarafından gönderilen ‘Güçlü Ordu İnşa Etme Davasını, Taburların Güçlendirilmesinde Elde Edilen İlerleme ile Garanti Altına Alalım’ başlıklı bir mektup okundu.

Katılımcılara okunan mektupta, sadece askeri meydan okumalara değil, aynı zamanda halkın yaşamını tehlikeye atan ani krizlere de proaktif olarak karşı koyan tabur komutanları ve siyasi eğitmenlerin öncülük rolüne vurgu yapıldı.

Toplantıda ayrıca, Savunma Bakanı No Kwang-chol da bir rapor sundu.

Kore ordusunu ‘demir yumruk ve mutlak güçten oluşan bir yapı’ olarak tanımayan bakan, raporunda genel olarak Kim Jong-un’un orduyu güçlendirme konusundaki fikirlerini övdü.

Toplantıda Kim Jong-un da uzun bir konuşma yaptı ve konuşması üzerine bu sefer 16-17 Ekim tarihlerinde ayrı bir çalıştay daha düzenlendi.

Kim’in uzun konuşmasından öne çıkan ifadeler ise şu şekilde:

“Şu anda devrimci güçlerimizin sorumlu olduğu pek çok cephe bulunuyor ve bunların her biri ülkenin ve halkın kaderini, devrimin ilerleyişini veya geri çekilmesini belirleyen önemli cepheler.

‘En önemli görev’

Ancak bunlar arasında en önemli cephe anti-emperyalist sınıf cephesidir ve en önemli görev savaşa hazırlıktır.

Savaş hazırlığı ne kadar eksiksiz olursa, bu topraklarda barış o kadar güçlü olacak ve güçlü, refah içinde bir devlet inşa etme hedefimize o kadar yaklaşacağız.

Silahlı kuvvetlerimizin savaş hazırlığının tamamlandığı an, devletimizin egemenliğinin ve huzurunun kalıcı hale geldiği andır.

Bu, devrimci silahlı kuvvetlerin asıl görevi ve misyonudur.

ABD-Güney Kore-Japonya ittifakı

ABD, Kore ile arasındaki ittifakı tam anlamıyla bir nükleer ittifaka dönüştürmekte ve ABD-Japonya-Güney Kore üçlü askeri işbirliğini güçlendirerek ‘Asya tipi NATO’yu hızla kurmakta, Kore ve çevresine her gün stratejik askeri teçhizat unsurları göndererek NATO üyesi ülkeler de dahil olmak üzere müttefik ülkelerin silahlı kuvvetlerini bölgeye çekerek istilacı savaşlarda eğitmeyi amaçlayan çeşitli tatbikatlar gerçekleştirmekte.

Nükleer güçler merkezli, halkın öz savunma yeteneklerini sınırsız bir şekilde güçlendirmeye devam edeceğiz.

Ukrayna savaşının amacı

ABD ve Batı’nın Ukrayna ile birlikte Rusya’ya karşı savaşı, pratik savaş deneyimini artırmayı ve dünya çapında askeri müdahalenin kapsamını genişletmeyi amaçlayan bir savaş olarak görmeliyiz.

Silahlı kuvvetlerimizin her kademesi, tüm faaliyetlerini kesinlikle savaş hazırlıklarına yönlendirmeli ve bunların hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi için her türlü çabayı göstermelidir.

Bugün her gün, savaşa karşı hazırlıkların hızlandırılması açısından çok değerli bir zaman. 

Silahlı Kuvvetler bu değerli zamanı mümkün olduğu kadar verimli kullanmalı ve proaktifliğini kaybetmeden herhangi bir askeri durumda proaktif rol üstlenmek için her türlü hazırlıkları yapmalı.

İdeolojik üstünlüğe vurgu

Modern harbin yönleri nasıl gelişirse gelişsin ve ileri askeri teknolojinin harekât ve muharebeler üzerindeki etkisi ne olursa olsun, ideolojik ve psikolojik zaferi öncelemek, dün, bugün ve yarın, değişmeyen savaş yöntemimiz ve zafer felsefemizdir.

Düşman anti-komünizm

Bize karşı çıkan ABD ve Kore, en vahşi anti-komünist ideoloji ve anti-komünist ruha sahip.

Anti-komünizm sadece ABD ile Kore arasında ulusal bir politika olarak algılanmamalı. 

Karşımızdaki düşman, kökten komünizm karşıtı olan ve anti-komünizm yolunda ilerleyen bir düşmandır.” 

Kim’in konuşmasından ne anlıyoruz?

Kim Jong-un’un orduya “Savaşa hazır olun” demesi aslında sürpriz değil. Sürpriz olmadığı gibi, Kore halihazırda silahlı kuvvetlerini sürekli savaşa hazır halde tutan bir ülke. Çünkü yarımadada 1950-53 yıllarında yaşanan savaşın ardından henüz bir barış anlaşması imzalanmadı.

Peki, Kim’in konuşması ve savaş vurgusu ne anlama geliyor?

Kore Yarımadası’nda bir süredir köprüler tam anlamıyla atılmış durumda. Ekim ayının başından bu yana, Güney’in gönderdiği insansız hava aracı, karşılıklı sert açıklamalar ve Güney’e giden yolların patlatılması gibi adımları, Rusya ile Kore arasında imzalanan savunma anlaşması, balistik füze denemeleri ve ABD-Kore-Japonya arasındaki askeri anlaşmalar takip etti.

Kim ayrıca, geçtiğimiz günlerde yeni geliştirilen saldırı tipi insansız hava araçlarını yerinde inceledi. İnceleme sırasında yaptığı konuşmada Kim, insansız hava araçlarının savaşlardaki önemine dikkat çekti ve ‘savunma bilimi ve eğitim sektörünün acilen harekete geçmesi ve çabalarını iki katına çıkarması gerektiğini’ söyledi ve bunun partinin ‘merkez planlarından biri’ olduğunu vurguladı.

Bu konuşmanın hemen ardından, Ticari-Ekonomik ve Bilimsel-Teknolojik İşbirliği Komitesinin 11. toplantısına katılmak üzere yeni bir Rus heyet daha Pyongyang’a gitti.

Bu süreçte, Kim, üst düzey devlet yetkilileri ve devlet medyasının, dünyada devam eden bütün çatışmaların birbiriyle bağlantılı olduğunu, ancak ‘en sıcak noktanın’ Kore olduğu yönündeki vurguları dikkat çekici.

Yani Kim liderliğinde Güney’le köprüleri atan Kore, artık açık bir şekilde ‘gelecekteki savaş’ diye bahsettikleri savaşın önce kendi topraklarında çıkacağını düşünüyor, bunun için yeni askeri önlemler alıyor ve teknolojik gelişmeleri yakalamaya uğraşıyor.

Bütün bunları yaparken de, ‘ideolojik hazırlığın’ en önemli faktör olduğu görüşünü dile getiriyor. İdeolojik hazırlığa yapılan bu vurgunun alıcısının yalnızca askeri personel olmayacağı açık. Dolayısıyla, ‘taburlarla’ başlayan bu toplantıların, sivil gönüllüleri kapsayacak şekilde devam etmesi öngörülebilir. Çünkü Kore, askeri gücü merkeze alsa da, nihayetinde ‘halk savaşını’ politikasının merkezinde tutan, seferberlik odaklı bir yönetim biçimine sahip.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesmesinin Ortadoğu’ya etkisi sınırlıdır  

Yayınlanma

Yazar

Cumhurbaşkanı Erdoğan 13 Kasım’da Türkiye’nin İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı. Anadolu Ajansı, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ve Azerbaycan ziyaretleri dönüşünde yaptığı açıklamayı aktardı. “Şu anda bu ülkeyle hiçbir ilişkimiz yok” diyen Erdoğan, Türkiye’nin tüm ticari alışverişi durdurmak da dahil olmak üzere somut önlemler alarak ‘İsrail’in zulmüne’ en güçlü şekilde yanıt verdiğini vurguladı. Ayrıca iktidardaki Cumhur İttifakı’nın da bu tutumu kuvvetle desteklediğini belirtti.

Gözlemciler Erdoğan’ın Riyad Arap-İslam Zirvesi’nin hemen ardından yaptığı bu açıklamaların Türkiye’nin söylem gücünü artırmayı, Filistin halkının çektiği acılara daha fazla sempati duyduğunu ifade etmeyi, İsrail’in saldırganlığına yönelik öfkesini sürdürmeyi ve Beyaz Saray’a dönmek üzere olan İsrail yanlısı Trump üzerinde baskı kurmayı amaçladığını düşünüyor. Bu hamle aynı zamanda ülke içindeki güçlü İsrail karşıtı kamuoyunu yatıştırmaya da hizmet edebilir. Ancak bu duruşun jeopolitik manzarayı değiştirmek bir yana, Ortadoğu’daki mevcut savaş durumunun gelişimini etkilemeyeceği, aksine Türkiye’ye ABD ve Avrupa Birliği’nden baskı getirebileceği düşünülebilir.

Erdoğan’ın açıklamaları ayrıca Türkiye’nin geçtiğimiz yıl İsrail’e karşı sert tutumunu ve yaptırımlarını vurgulayarak, Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir ülke, özellikle de İslami bir güç olarak siyasi sorumluluğunu, insani kaygılarını ve dini yükümlülüklerini göstermeye çalışıyor. Nesnel olarak bu, İsrail’le siyasi ilişkilerini sürdüren altı Arap ülkesini mahcup edecek ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki anlaşmazlıklarda, özellikle de bu tür çatışmaların azaltılması sürecini teşvik etmede söylem gücünü artıracaktır.

Türkiye sadece Ortadoğu ve İslam dünyasının önemli bir ülkesi değil, aynı zamanda bir NATO üyesi ve AB aday ülkesi ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın başlatıcısı ve lideridir. Türkiye, 2011’de ‘Arap Baharı’nın patlak vermesinden 2022’deki Rusya-Ukrayna savaşına kadar çok aktif bir jeopolitik aktör olmuş ve bölgesel manzaranın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak mevcut İsrail-Filistin çatışmasının tetiklediği İsrail’in “sekiz cepheli savaşının” büyük satranç tahtasında Türkiye’nin manevra alanı çok sınırlı.

Erdoğan’ın kamuoyuna açıkladığı İsrail ile ilişkilerin kesilmesi bir tür “selamı kesme”, hatta acısız bir “yumuşak kesme” gibi görünüyor ve bu nedenle önemli şok dalgalarına neden olmayacak. Türkiye geçen yıl kasım ayında İsrail’deki büyükelçisini geri çağırmış ve bu yılın mayıs ayında da Filistin halkının yaşadığı insani trajediyi daha da kötüleştirdiği için İsrail’i cezalandırmak amacıyla bu ülkeyle tüm ithalat ve ihracatı askıya aldığını duyurmuştu. Ağustos ayında Türkiye, İsrail’in sözde “soykırımına” karşı Güney Afrika tarafından başlatılan davaya katılmak üzere Uluslararası Adalet Divanı’na resmen başvuruda bulunarak İsrail’e karşı uluslararası hukuk yollarını kullanan az sayıdaki Üçüncü Dünya ülkesinden biri haline geldi.

Ancak Türkiye ne İsrail’deki diplomatik temsilciliklerini kapattığını açıkladı ne de İsrail’i Mayıs 2018’de olduğu kadar sert ve hatta kaba bir şekilde cezalandırdı. Altı yıl önce Trump, ABD’nin İsrail’deki Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını ve böylece Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıkladığında, Erdoğan hükümeti ABD ve İsrail’deki büyükelçilerini derhal geri çağırmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in Türkiye Büyükelçisini de sınır dışı etti. Büyükelçinin havaalanında üst araması ve ayakkabılarının çıkarılması da dahil olmak üzere bir dizi aşağılayıcı güvenlik kontrolüne tabi tutulması, ikili ilişkilerin tarihi bir dibe vurmasına neden oldu, ancak iki yıl önce ilişkiler yavaş yavaş düzelmeye başladı.

İsrail, Türkiye’nin “diplomatik ilişkileri kesme” yönündeki son açıklamasına herhangi bir yanıt vermedi ve düşük bir profil sergilemeye ya da itidalli davranmaya devam edebilir. Belki de İsrail Türkiye’nin yaklaşık yirmi yıldır sürdürdüğü “öfkeli diplomasiye” uyum sağlamıştır ya da şu anda Ankara’yı kışkırtacak ve böylece kendisine yeni düşmanlar yaratacak enerji ve istekten yoksundur. Zaten İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ve Birleşmiş Milletler ile uğraşmaktan bunalmış durumda, üst düzey yetkilileri arasındaki iç sürtüşmeler ve güç mücadelelerinden bahsetmeye bile gerek yok.

Türkiye’nin İsrail’e karşı sert tutumu aslında çok benzer tarihsel senaryolarla karşı karşıyadır ve Filistin kartını oynarken güçsüz ve hatta verimsiz görünmesine neden olmaktadır. Çünkü Arap dünyası, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun halefinin uzun süredir devam eden Batı odaklı “Kemalizm’i” “doğuya ve güneye doğru” bir yaklaşımla değiştirmesini hoş karşılamıyor. Özellikle Türkiye’nin Arap meselelerine derinlemesine müdahil olmasına şiddetle karşı çıkıyorlar, tıpkı İran’ın Arap dünyasında bir “Şii Hilali” inşa etmesine duydukları güçlü nefret gibi. Bu perspektiften bakıldığında, Ortadoğu ülkeleri, özellikle de Arap dünyası, Filistin meselesini adil bir şekilde çözmekten aciz olsalar da, her türlü dış müdahaleye karşı çıkarak bir “Arap Monroe Doktrini” sergilemektedir.

Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’deki genel seçimleri kazanmasından bu yana, AB üyeliği yolunda tekrarlanan başarısızlıklardan kaynaklanan hayal kırıklığı ve memnuniyetsizliğin yanı sıra Yeni Osmanlıcılık ve İslamcılığa ikili bir dönüşe dayanan Türkiye, dış politika çerçevesinde Doğu’da, özellikle de geleneksel etki alanı olan Ortadoğu’da stratejik konumunu önemli ölçüde yükseltmiştir. Ankara buna, İran nükleer krizinde aktif bir şekilde arabuluculuk yapmaya çalışarak başladı, Filistin meselesine aniden yüksek profilli bir ilgi gösterdi ve 2008’de Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda dönemin Başbakanı Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Peres arasında kamuoyu önünde bir tartışma patlak verdi.

Mayıs 2010’da Türkiye, İsrail’in uyarılarını dikkate almayarak insani yardım gemisi “Mavi Marmara”yı gönderdi ve İsrail’in deniz ablukasını zorla geçerek Gazze Şeridi’ne yanaşmaya çalıştı. Bunun üzerine İsrail özel kuvvetleri gemiye hava saldırısı düzenleyerek kanlı bir çatışmaya yol açtı. Türkiye, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı ve İsrail’in özür dilemesinin ardından ikili ilişkiler yeniden tesis edildi. Ancak Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve hatta FKÖ’nün İsrail’e karşı tek başına savaşan Filistin İslami Direniş Hareketi’ne (Hamas) karşı kayıtsız ve hatta eleştirel tutumu nedeniyle Türkiye’nin proaktif “dış yardım” eylemleri coşkulu tepkiler almadı.

2011’in başlarında “Arap Baharı”nın patlak vermesinin ardından Arap dünyasının kalkınma modeli geniş çapta sorgulandı ve hatta gelecekteki yönünü kaybetti. “Türk modeli” yaygın bir uluslararası ilgi gördü ve hatta Arap ülkeleri için bir referans veya seçenek olarak kabul edildi. Başarısızlık ve kaosa saplanmış bir Arap dünyası karşısında Erdoğan hükümeti oldukça proaktif davrandı, hatta “İslam dünyasının lideri gibi davranmaya çalışıyor” şeklinde tanımlandı. Bu tür arzulu düşünceler ve stratejik dürtülerle hareket eden Türkiye, Mısır’ın “Meydan Devrimi”ni yüksek profilli bir şekilde desteklemekle kalmadı, iktidar mücadelelerine karışan Müslüman Kardeşler’i güçlü bir şekilde destekledi, Suriye ve Libya’ya asker gönderdi, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz anlaşmazlıklarına müdahil oldu ve Suudi Arabistan ile rekabetinde Katar’ı açıkça destekledi. Sonuçta, Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkileri idealize edilen “sıfır sorun diplomasisi”nden kabus gibi bir “tüm sorunlar diplomasisi”ne dönüştü.

“Arap Baharı”nın “Arap Kışı”na dönüştüğü yaklaşık on yıllık dönemin, Türkiye’nin realist saldırı diplomasisinin ve ‘doğuya ve güneye doğru’ stratejisinin büyük yenilgiler aldığı bir dönem olduğu söylenebilir. Türkiye sadece geleneksel müttefiki İsrail’i kaybetmekle ve Arap dünyasının yarısından fazlasını küstürmekle kalmadı, aynı zamanda Rusya ve ABD ile ilişkileri de benzeri görülmemiş zorluklarla karşılaştı.

Bugün Ortadoğu bir kez daha savaş ve kargaşaya sürüklenmiş durumda ancak bunun nedenleri, doğası, çatışmaları “Arap Baharı” ya da Soğuk Savaş dönemindeki Arap-İsrail çatışmalarından çok farklı. Arap ülkelerinden birçok devlet dışı aktör, bazılarının “Altıncı Ortadoğu Savaşı” olarak adlandırdığı bu savaşa dahil olmuş durumda. Ancak İsrail ile ilişkilerini normalleştiren Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan, Fas ve hatta Filistin Kurtuluş Örgütü gibi ülkelerin Arap-İsrail çatışmasının tarihsel akışına yeniden girmeye niyetleri yok. Aksine, İran ve “Şii Hilali” liderliği, bu yeni Ortadoğu savaşında İsrail’in karşısındaki ana güçler haline gelmiştir. Arap ülkelerindeki bazı devlet dışı aktörler Şii Hilali ile ittifak halinde yeni bir “Direniş Ekseni” oluşturmuştur. Jeopolitik ilişkilerdeki bu değişim, Arap ülkelerinin tutumlarını daha nüanslı hale getirmektedir. Yine de “çıkarlar ve doğrular” arasında denge kurarken, zor kazanılan Arap-İsrail barışına ve önemli Arap-Amerikan ilişkilerine hala değer veriyorlar. Her ne kadar Arap ülkeleri İsrail’in ateşkesi reddetmesinden dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramış ve durumu değiştirmek için kendilerini güçsüz hissetmiş olsalar da, İran ve Türkiye’nin Arap meselelerinde liderlik etmesini kesinlikle kabul etmek istemiyorlar.

Bu nedenle Türkiye’nin yeni Orta Doğu diplomasisi, “Arap Baharı” sonrasındakine benzer garip bir pozisyona düşecektir. Arap dünyasında yaygın ve olumlu tepkiler alması ya da mevcut “sekiz cepheli savaş” üzerinde önemli bir etki yaratması pek olası değil. Bununla birlikte, Ankara’nın Filistin halkının haklarını desteklemeye yönelik diplomatik çabaları övgüye değer, makul ve hatta ana akım uluslararası kamuoyunda yankı uyandırıyor.

Açıkça İsrail yanlısı olan Trump ekibinin Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’u kontrol etmesi ve İsrail’e her zaman daha sıcak bakan Cumhuriyetçi Parti’nin ABD yasama, yürütme ve yargı organlarını tamamen kontrol etmesiyle Washington’un Ortadoğu politikası daha da İsrail’e doğru kayacaktır. Yeni ABD hükümeti İsrail’i mevcut çatışmaları ve savaşları tırmandırmaya ve genişletmeye teşvik etmese bile, İsrail’in muhaliflerini uzlaşmaya zorlamak için tüm kaynaklarını seferber edecek ve onlara azami baskı uygulamak için her türlü aracı kullanacaktır. O zaman, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri İsrail’e karşı sert tutumu nedeniyle yeni sürtüşmeler ve belirsizlikler yaşayacaktır.

Yeni ABD hükümetinin Ortadoğu politikası Türkiye’nin İsrail’e yönelik sert yaklaşımını ödüllendirmeyeceği gibi, aynı zamanda genel olarak İsrail’in güvenliğini destekleyen ve İran ile onun liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne karşı olumsuz görüşlere sahip olan büyük Avrupalı güçler de Türkiye’nin İsrail üzerindeki yoğun baskısından memnun olmayacaklardır. Bu da Türkiye-Avrupa ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde gelişmesini etkileyebilir.

Bu nedenle, Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumu sert olsa da, uygulayabileceği baskı neredeyse tükenmiştir ve İsrail, özellikle Türkiye’nin “ilişkileri yumuşak bir şekilde kesmesinden” kaynaklanan bu tür baskılara dayanma kapasitesine sahiptir. Arap ülkelerinin Türkiye’nin derin müdahalesini hoş karşılamadığı ve ABD ile Avrupa’nın Türkiye’nin İsrail karşıtı kampa katılmasına karşı çıktığı düşünüldüğünde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ve manevra alanı çok sınırlıdır ve önemli atılımlar yapması pek olası değildir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English