Dünya Basını
‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’

Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.
Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün
KHALED HAMADEH
Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.
İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.
ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.
Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.
Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.
Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.
Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.
Zaman kazanma
Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.
Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.
Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.
Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.
Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.
Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”
“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”
Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.
Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.
Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.
İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”
Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.
Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.
Siyasi belirsizlik
Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.
Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?
Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.
New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”
Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün
Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.
Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:
“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”
Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.
Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”
İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”
“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”
Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”
İki devletli çözüm
ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.
Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.
ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.
Dünya Basını
‘Rusya tehdidi’ ve Kuzey Avrupa’nın askerileşmesi

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme, Kuzey Avrupa’da giderek derinleşen güvenlik kaygılarını ve NATO’nun bölgesel genişlemesini stratejik bir zaruret çerçevesinde ele alıyor. Finlandiya ve İsveç’in tarafsızlıktan kolektif savunma mimarisine geçişini, tarihsel hafızanın yeniden seferber edilmesi ve Rusya’ya atfedilen tehditkâr süreklilikle temellendiren bir anlatıya yaslanıyor. Ancak metin, bu dönüşümün jeopolitik sonuçlarını incelerken, Soğuk Savaş’tan miras kalan ve günümüzde yeniden üretildiği görülen güvenlikçi tahayyülleri sorgulamadan yeniden kuruyor. NATO’nun genişleyen sınırlarıyla birlikte Arktik coğrafyasının da Batılı güvenlik paradigmasına dahil edilişi, yalnızca askeri caydırıcılık değil, aynı zamanda doğal kaynaklara erişim ve ticaret yolları üzerinde kurulan yeni bir egemenlik dili olarak da okunabilir. Bu bağlamda metin, kuzeyin buzullarında donmuş görünen büyük güç rekabetinin, aslında derin jeoekonomik fay hatlarında ısınmakta olduğunu da ima ediyor; kimi zaman örtük, kimi zaman ise açık bir dille.
Kuzey Avrupa’nın Üzerinde Dolaşan Rus Tehdidi
Hugo Blewett-Mundy
The Arctic Institute
17 Nisan 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Kuzey Avrupa tarihsel olarak hep Rusya ile Batı dünyası arasında bir çatışma alanı oldu. Büyük Kuzey Savaşı’nda (1700-1721) Büyük Petro, Rusya’yı büyük bir güce dönüştürmek için İsveç İmparatorluğu hakimiyetine meydan okumuştu. Bugün ise bölge kendini bir kez daha Doğu-Batı çatışmasının merkezinde buluyor.
Uzun süredir tarafsızlığını koruyan Finlandiya ve İsveç, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya dönük geniş çaplı işgaline hızlı bir karşılık verdi. Rus yayılmacılığına ilişkin ortak tarihsel deneyim, bu iki İskandinav ülkesini, Moskova’nın Ukrayna’nın çok ötesine uzanabilecek uzun vadeli bir tehdit oluşturduğu sonucuna götürdü. NATO’ya katılmak, biraz da bu yüzden Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası düzeni zor yoluyla yeniden yazma çabasına karşı koymak için gerekli görüldü. Ve katılımlarının ardından her iki ülke de Avrupa-Atlantik güvenlik sağlayıcıları olarak rollerine daha da sıkı sarıldılar.
Finlandiya silahlı kuvvetleri, Avrupa’daki birçok muadilinin aksine, Soğuk Savaş’ın sona erdikten sonra da caydırıcılığa odaklanmaya devam etti. Bu durum, Finlandiya’nın NATO’nun kolektif güvenlik sisteminde merkezi bir rol oynamasına imkân tanıdı. Finlandiya Savunma Bakanı Antti Häkkänen, geçtiğimiz yıl olası bir savaş halinde Kuzey Avrupa’nın savunmasını üstlenmekle görevli yeni bir NATO kara komutanlığı kurdu.
İsveç de bir NATO üyesi olarak Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğine önemli katkılar sundu. 2 milyar doların üzerinde savunma malzemesi ihraç ederek Avrupa’nın en büyük savunma sanayi üslerinden biri olma unvanını elde etti. Kuşkusuz İskandinav yarımadasındaki konumu da onu stratejik açıdan önemli kılmaya devam etti. Öyle ki İsveç Donanması’nın Baltık Denizi boyunca uzanan geniş kıyı hattındaki tehditlere ilişkin doğrudan bilgi elde edebiliyor olması, NATO’nun bölgeye yönelik deniz stratejisi geliştirmesini sağlıyordu.
Ancak belki de tüm bunlardan önemlisi, Finlandiya ve İsveç, NATO’ya geniş bir coğrafi erişim sunuyorlar. 2022-2024 yılları arasında İsveç Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Tobias Billström, NATO’nun İskandinavya’ya genişlemesinin, Kuzey Kutbu, Kuzey Atlantik ve Baltık bölgelerini birbirine bağlama etkisi yarattığını belirtmişti. Bu, uluslararası normlar ya da değerler yerine güç dengesi çerçevesinde düşünen bir Rusya ile yüzleşen NATO için hayati önem taşıyacaktır.
İster Çarlık döneminde, ister Sovyet döneminde, isterse de komünizm sonrası dönemde olsun, bazı sabit coğrafi gerçeklikler, Rusya’nın dış politikasını etkileyegelmiştir. Ural Dağları dışında çok az doğal sınırı olan Büyük Avrasya düzlüğünde Rusya, ulusal bekasını hep genişleme yoluyla sağlamaya çalışmıştır. Biraz tuhaf görünse de, Rusya’nın hissettiği bu içsel güvensizlik duygusu bugün bile ülkenin kendi kimliğine nüfuz etmektedir.
Sovyetler Birliği çözüldüğünde Rus liderliği, ülkelerini Doğu Avrupa’nın sınırlarına mahkum eden ABD liderliğindeki uluslararası düzeni kabul etmeyi reddetti. 1996’dan 1998’e kadar Rusya dışişleri bakanı olarak görev yapan Yevgeni Primakov, Mihail Gorbaçov’un Batı ile tutturduğu uzlaşmacı yaklaşımı terk ederek, Sovyet sonrası hakimiyet alanlarını savunmayı önceliklendirdi.
Primakov’un dış politika anlayışının etkisi, bugün Vladimir Putin yönetimindeki Rusya’da hala görülüyor. “Rusya’nın gelişimini güçlendiren elverişli dış ortam”, Putin’in 2012’de başlayan üçüncü döneminden bu yana Kremlin belgelerinin baskın teması olmuştur. Rusya için Kuzey Denizi’nin kontrolü bu jeopolitik hedefe ulaşmada kritik bir rol oynamaktadır.
Kuzey Denizi Rotası (NSR) –Barents Denizi’nden Bering Boğazı’na uzanan ticaret hattı– Moskova’ya Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Rus gazı ithalatındaki azalmanın ekonomik maliyetini dengeleme fırsatı sunuyor. Eylül 2024’te, Rusya’ya ait sıvılaştırılmış doğalgaz taşıyan bir LNG-2 tankeri, NSR üzerinden geçerek yaptırımları ilk kez bu yolla deldi. Güvenlik çıkarlarına gelince, Rusya NATO ile doğrudan bir çatışma çıkması halinde Barents ve Norveç Denizlerinde ve daha geniş anlamda Kuzey Atlantik’te seyrüsefer özgürlüğünü korumaya çalışıyor.
Bu doğrultuda Rusya, geniş ve giderek daha açık hale gelen kuzey sınırlarının savunmasına büyük bir dikkat gösteriyor. Nitekim son Rus dış politika belgesinde, Arktik bölgesi önemli bir stratejik alan olarak tanımlandı. Rusya’nın Kola Yarımadası’ndaki Kuzey Filosu, Grönland-İzlanda-Birleşik Krallık hattında NATO’ya deniz erişimini engelleme kapasitesini göstermek için önemli tatbikatlar yaptı. Rusya, Ukrayna’da kayıplar vermeye devam ettikçe gücünü gösterebilmek için Arktik’te nükleer caydırıcılığa daha da fazla başvuracaktır.
Norveç, büyük güç rekabetinin ortaya çıkması ve Kuzey Kutbu’nda giderek artan yanlış hesaplama riskinden büyük endişe duymaya başladı. Norveç hükümeti geçtiğimiz yıl 83,281 kilometrelik kıyı şeridi boyunca harekât kabiliyetine ve durumsal farkındalığa öncelik veren uzun vadeli savunma planını açıkladı. Öneriler kapsamında Norveç, önümüzdeki on yıl içinde savunmaya 600 milyar Norveç kronu (yani 50,9 milyar Avro) harcayacağını açıkladı.
Diğer NATO müttefiklerinin de Norveç örneğinin izinden giderek Rusya’nın oluşturduğu uzun vadeli tehdide uygun, güvenilir bir savunma ve caydırıcılık duruşu inşa etmeleri gerekecektir. Her ne kadar 2022 Stratejik Konsepti Rusya’yı “en önemli ve doğrudan tehdit” olarak tanımlasa da, NATO’nun Rusya’nın sistemik tehdidine karşı hazırlıklı olup olmadığı net değil. Savunma harcamaları için belirlenen yüzde 2’lik asgari eşik, Moskova’nın NATO topraklarına saldırısını caydırmak için gereken “ileri savunma” yeteneklerini elde etmek için oldukça yetersiz görünmektedir.
NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, aralık ayında yaptığı uyarıda, NATO’nun Rusya ile “uzun vadeli bir çatışma” karşısında yetersiz kalabileceğini söylemişti. Rus ekonomisi savaş zamanı modunu açmış durumda, öyle ki 2025 yılı bütçesinin üçte biri savunmaya ayrıldı bile.
Moskova, NATO’nun 5. Maddesinin¹ inandırıcılığını test ettiğinin bir işareti olarak hibrit savaşa yöneldi. Finlandiya’ya göre Moskova, doğrudan askeri güç kullanılmayan [siber saldırılar, dezenformasyon, ekonomik baskı gibi] müdahale biçimlerinin artışından sorumlu. Bu kötü niyetli faaliyetler, oldukça karmaşık ve bir o kadar da kapsamlı: Sabotajdan göçün araçsallaştırılmasına ve Baltık Denizi’ndeki deniz seyrüsefer sistemlerine müdahaleye kadar uzanıyor.
Rusya-NATO ilişkilerindeki kopukluk, Moskova’nın jeopolitik hedeflerine ulaşmak için askeri hazırlıklarını sürdürdüğünü düşündüğümüzde, muhtemeldir ki öngörülebilir gelecekte de devam edecek. Bu yeni güvenlik durumunda, Kuzey Kutbu artık Avrupa-Atlantik alanından ayrı bir varlık olarak görülemez. NATO, Rusya’yı caydırma ihtiyacıyla Arktik’te barış ve istikrarı sürdürme gerekliliği arasında bir denge kurmanın yolunu bulmak zorundadır.
¹ NATO’nun 5. maddesi, bir üyeye yönelik silahlı saldırının tüm üyelere yapılmış sayılacağını belirtir. 5. madde, NATO’nun kolektif savunma ilkesini tanımlar; ancak bu ilke, siyasi koşullara ve ittifak içi güç dengelerine bağlı olarak uygulanabilirliği tartışmalı bir güvenlik vaadine dönüşebilmektedir. İttifak tarihinde sadece bir kez işletilmiştir, o da 11 Eylül saldırılarından sonra, ABD için. (ç .n.)
Dünya Basını
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.
Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:
***
Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde
Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.
Yuval Yoaz / Times of Israel
Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.
Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.
Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.
Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.
Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.
Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.
Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.
Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.
Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.
Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:
- Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
- Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
- Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
- Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
- Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.
Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.
Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.
Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:
Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.
İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.
Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.
Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.
Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.
Dünya Basını
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.
Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor
David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.
Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.
Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.
Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.
Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.
Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.
Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur. Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.
Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.
Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.
Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.
Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.
Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.
Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.
Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.
Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.
Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.
Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.
Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.
Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?
-
Ortadoğu2 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Avrupa3 gün önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Görüş1 hafta önce
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’