Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hayır, Hindistan süper güç olmaya hazır değil

Yayınlanma

Hindistan’ın küresel süper güç statüsüne yükselişi uzun yıllardır tartışılan bir konu ve bu statüye ne zaman ulaşacağına dair pek çok tahmin yürütülüyor.

Daha da ilginç olanı, Hindistan’ı “pohpohlamak” -ki Hintler dünyadaki en pohpohlanmaya eğilimli insanlardır- veya pohpohlayanların amaçlarına hizmet edecek dış politika adımları atmasını sağlamak amacıyla da Hindistan için süper, küresel, bölgesel güç gibi unvanlar kullanılıyor.

Gerçekte, Hindistan’ın stratejik topluluğu genellikle ülkesinin bir süper güç haline gelmesi fikrine kuşkuyla yaklaşıyor ki daha da önemlisi, Hindistan’ın bırakın dünyayı, -bir yanında Çin ve diğer yanında Pakistan varken- kendi mahallesinde ne tür daha büyük bir rol oynaması gerektiğine dair iç tartışma hâlâ çözülmedi.

Ve zaten bugünden öngörülebilir geleceğe baktığımızda, büyük nüfusuna, ekonomik ağırlığına ve askeri gücüne karşın Hindistan süper güç olmaya hazır değil.

Doğrusu, çağdaş dünyada bir süper güç var mı? Yanıt açıkça olumsuz.

Amerika’nın küresel erişimi var ve ordusu hiç kuşkusuz dünyanın en güçlüsü, ancak bu ona kendi iradesini başkalarına dayatma yeteneği vermez ki ordusunun kapasitesinin ve politik liderliğinin olumsuz politik veya diplomatik tepkilerden kaygı duymadan herhangi bir zamanda herhangi bir yere konuşlanma isteği sürüyor, ancak artan ekonomik zayıflığı nedeniyle ciddi biçimde sekteye uğruyor ve bu bakımdan küresel bir güç, ancak gücün diğer niteliklerinden yoksun.

Ve bir de daha eski bir dönemde, sanayileşmeden önce, bir ülkenin nüfusu büyük ölçüde onun güç statüsüne karar veriyordu. Ancak artık o basit zamanlarda yaşamıyoruz.

Uluslararası İlişkiler literatürü genel olarak bir süper gücü belirleyen dört faktördeki ezici güç ve üstünlük üzerinde durmakta: askeri güç, ekonomik güç, idari kapasite ve ahlaki amaç.

Bu arada, Uluslararası İlişkilerde güç, bir ülkenin başka bir ülkeye kendi başına bırakıldığında yapmayacağı veya yapmak istemeyeceği bir şeyi yaptırma kapasitesi ve bu kapasiteyi kullanacak politik iradedir.

Ve buradaki işlevsel terim güçtür. Literatürde örneğin askeri güçten söz edildiğinde, yalnızca ülkenin sınırlarını etkili bir biçimde savunabilecek güçlü silahlı kuvvetlere sahip olmaktan söz edilmiyor. Hatta bölgesel hegemon olma kapasitesine sahip olmaktan dahi söz edilmiyor.

Bunun anlamı, süper güç statüsünün eşiğindeki ülkelerin veya mevcut süper güçlerin kalplerine ve zihinlerine korku salan askeri cesarettir.

Hindistan’ın askeri gücü ne kadar iyi de olsa ve ne kadar gelişiyor da olsa -her ne kadar oldukça iyi eğitimli birimleri ile yüksek irtifa savaşı ve gerilla operasyonlarında uzmanlaşmış diğer birimleri olan Hindistan’ın ordusu birçok savaşta yer aldığından savaşta kendini kanıtlamış da olsa- Amerikalıların veya Çinlilerin kalplerinde ve zihinlerinde korku uyandıran bir düzeyde olmaktan çok uzak.

Ayrıca Hindistan, askeri donanımının önemli bir kısmı için hâlâ Rusya’ya bağımlı. Ve Rusya, neredeyse üç yıldır küçücük bir komşusuyla yüz yıl öncesinin siper savaşına benzeyen bir çıkmazda.

Bu, Hindistan’ın donanım tedarikini çeşitlendirmediği anlamına gelmiyor. Ama buna yönelik adımların meyve vermesi bir süreç gerektiriyor.

Ama zaten askeri gücün bir kriteri, donanım ithalatı için sınırsız ödeme kapasitesi değil, ülkenin bunun ne kadarını yurt içinde üretebildiği olmalı ve Hindistan bu açıdan henüz son derece yetersiz.

Ve silah üretimi ile beraber ihracatı da önemli. Hindistan Savunma Bakanlığı verilerine göre Hindistan şu anda dünya çapında 85 ülkeye silah sağlıyor ama SIPRI araştırmasında en çok ihracat yapan 25 ülke arasında yer almıyor.

Ayrıca askeri güç tek başına hiçbir şey ifade etmez. Eski komünist diktatörlüklerin çoğu bunun kanıtı.

Gerçek şu ki gücün -askeri, ekonomik ve diplomatik olmak üzere- üç kurucu unsurundan ekonomik olan çok önemli. Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş’ı kaybetmesinin önemli bir nedeni, yapay bir biçimde yükseltilmiş ordusu ile ekonomisinin onu destekleme ve sürdürme konusundaki yetersizliği arasındaki uyumsuzluktu.

Ekonomik güçten söz ettiğimizde, bir ülkeyi süper güç olma yoluna sokan şey yüksek büyüme, hatta refah dahi değildir. Güçtür.

Literatürde söz edilen, küresel finansın ve tedarik zincirinin küresel ticareti durma noktasına getirebilecek şekilde kontrol edilmesidir. Ve daha da iyisi, sonsuz savaşları finanse etme yeteneğidir.

Britanya’nın 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında yaptığı gibi. Fransa bunu daha önce yaptı ve Amerika da o zamandan beri yapıyordu.

Ya da BRICS’in dedolarizasyon için, yani doların hakim olduğu sermaye piyasası sistemine son vermek için uğraşlarına karşın Hindistan, ticaret söz konusu olduğunda çok ikircikli; katılaşmış, genişleyen devlet sektörü ile labirentimsi bürokrasi tarafından geride bırakıldığı sorunsalını aşamıyor ki son otuz yılda yaşanan geniş çaplı liberalleşmeye karşın eş dost kapitalizminin yaygınlığı ve korumacılık mirası hâlâ varlığını sürdürüyor.

Zaten askeri ve ekonomik gücün en başta karşılanması gerekirken Hindistan’ın üçüncü bir faktör olarak idari kapasite yetersizliği de süper güç iddialarını tuhaflaştırıyor.

İdari kapasite, yani bir ulusun insan potansiyelini üretme yeteneği de herhangi bir alanda ilerleme kaydetmenin gerekli koşulu.

İnsanın ilerlemesi, bir toplum temel geçim kaynaklarının ötesine geçip rezerv mental ve maddi enerjiye sahip olduktan sonra gerçekleşen şeydir. Bu, bazı bakımlardan gücün yansıtılmasında aynı derecede önemli olan kültürel çıktıda da sonuçlanan şeydir.

Ve son faktör olarak ahlaki amaç denildiğinde, Hindistan’ın bu noktada da eksiği var.

Bu arada, ahlaki amaç denildiğinde, felsefi olarak doğru olunması gerektiği anlamına gelmiyor ki ahlaki amaç için ahlak dışı şeyler yaparken dahi bu bir hedef olarak belirlenebiliyor.

Örneğin, İngiltere’nin ticari fikirleri, Amerika’nın kurduğu doların hakim olduğu serbest piyasa sistemleri.

Hindistan’ın sorunu, onun savunulacak herhangi bir amacının olmaması.

Tüm bunlardan söz ettikten sonra biraz da süper güç literatürünün dışına çıktığımızda ve Hindistan’ı biraz daha yakından irdelediğimizde, yine Hindistan süper güç olmaya hazır değil.

Ve bunun pek çok karmaşık nedeni var: Somut bir jeopolitik vizyonun eksikliği, tembel bir tutum, zayıf politikacılar ve bürokratlar, yoksulluk ve eşitsizlik gibi önemli sosyal zorluklar, az gelişmiş bir savunma ekosistemi gibi bir dizi faktör, Hindistan’ın süper güç olmasını engelliyor.

Tarih boyunca büyük güçlerin hepsinin, güçlü liderler ve etkin bürokrasiler tarafından desteklenen, dışa dönük bir ulusal vizyona sahip olduğu görülüyor ama Hindistan’ın buna benzer bir vizyonu yok.

Hindistan insanlarının pek çoğunda Hindistan’ın süper güç olmasına yönelik açık bir istek görülürken ne ülkenin politikacıları ne de ülkenin diplomatları Hindistan halkını bu hedefin arkasında birleştirecek tek bir ulusal vizyon oluşturmaya dair ciddi bir girişimde bulundu.

Aslında ülkedeki pek çok önde gelen düşünürün, Hindistan’ın süper güç olabileceği veya olması gerektiğine ikna olmadığı öne sürülüyor.

Örneğin, Hindistan’ın tanınmış tarihçisi Ramachandra Guha, Hindistan’ın süper güç olmaya dahi çalışmaması gerektiğine inanıyor.

Kendi sözleriyle: “Toplumumuzda süper güç olamayacak kadar çok fay hattı var. Bir tarihçi olarak şunu söylüyorum: Hazır değiliz, bir Hint vatandaşı olarak da şunu söylüyorum: Buna teşebbüs dahi etmemeliyiz.”

Hindistan devletinin çok çeşitli dilleri, dinleri ve kültürleri var. Batı’nın klasik “tek dil, tek din ve ortak düşman” tarifine göre inşa edilmemiş. Gandhi modern demokratik Hindistan devletini kurdu, ancak bunu Hintler arasındaki köklü bölünmeleri göz ardı ederek yaptı.

Bugün ülkenin Kuzeydoğusu ve Kuzeybatısında bölgesel istikrarsızlık ülkeye kritik fay hatları sağlıyor. Hindistan’ın 28 devletinden en az üçü bağımsızlık mücadelesi veriyor.

Hindistan’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı M.K. Narayanan, süper güç haline gelmenin korkunç büyüklükte kaynakların konuşlandırılmasını gerektirdiğini ve dolayısıyla bunun, yoksul bir Hindistan’ın karşılayamayacağı karşılanamaz bir lüks olduğunu savunuyordu.

Süper güç statüsünü elde etmek için dışarıya bakan popüler bir ulusal vizyon olmadan Hindistan, reformları gerçekleştiremez veya ihtiyaç duyduğu kaynakları harekete geçiremez.

Kaldı ki dış politika ve ulusal güvenlik konuları -bazı istisnalar dışında- ortalama vatandaştan kopuk.

Ulusal bir vizyonun yokluğu aynı zamanda Hindistan’ın politikacı ve diplomatlarının ülkenin doğal olarak bu statüye zamanla ulaşacağını düşünmesine yol açıyor.

Hindistan’ın en üst düzey askeri araştırma kuruluşu olan Savunma Araştırma ve Geliştirme Organizasyonu’nun (DRDO) eski Şefi V.K. Saraswat’ın da söylediği üzere Hindistan insanları -ortalamaya baktığımızda- hırslı insanlar değiller. Dolayısıyla “tembel bir tutum” devreye giriyor.

Hindistan’daki politikacıların çok azı dış politikayla ilgileniyor çünkü odak noktaları çoğunlukla iç konular.

Bu, genellikle dış politikayı belirli bir yöne itecek irade, uzmanlık veya vizyondan yoksun oldukları anlamına gelir.

Ayrıca, Hindistan’daki politika işleyişi veya politikacılar dikkate alındığında, Hindistan’ın siyasi partilerini aile örgütlerine dönüştüren politik elit karşımıza çıkıyor ki bu hem çoğulcu bir sisteme eşlik eden politik kaos nedeniyle uzun vadeli istikrarlı politikalar oluşturmayı zorlaştırmaya hem de üniversite, polis, yargı gibi kamu kurumlarının yıpranmasına ve demokratik açıklık nedeniyle de yolsuzluğa davetiye çıkarıyor.

Dahası, Hindistan’ın diplomatları ve ordusu yetkin olsa da bürokrasi sorunları var.

Hindistan Dışişleri Bakanlığı’nın finansmanı yetersiz ve çok az diplomatı var.

Savunma Bakanlığı’nın savunma uzmanı olmayan Hindistan İdari Hizmeti memurları tarafından yönetildiğini savunan argümanlar var.

Bürokratlar aynı zamanda günlük operasyonlarla da meşgul. Bu, büyük stratejik düşünmeye çok az zaman bırakır.

Bütün bunlar Hindistan’ın süper güç olmak için ihtiyaç duyduğu tutumu geliştirmediği anlamına geliyor.

Başka bir açıdan, sert gücün ve askeri diplomasinin etkili kullanımının büyük güçler için vazgeçilmez bir beceri olduğu görülür ki Hindistan Ordusu’nun dış politika karar alma süreçleri hâlâ oldukça kopuk durumda.

Bunun nedeni olarak Dışişleri Bakanlığı ile Ordu arasındaki sürtüşme öne çıkıyor.

Eski Dışişleri Bakanı Jaswant Singh’in söylediği gibi Hindistan’ın dış politika ve savunma politikası fonksiyonlarının işlevsel bir bütün olmasının yerine, onları iki ayrı faaliyet haline getiren bir planlama eksikliği var.

Örneğin, henüz hâlâ savunma ve diplomatik çabaları entegre edebilecek tek bir ulusal güvenlik stratejisi dahi mevcut değil.

Ayrıca, Hindistan Ordusu ile ilgili, birimler arası rekabet çok fazla iken koordinasyonun az olması, yerli savunma üretim sisteminin zayıflığı, dış savunma ithalatına bağımlılık ve yeni teknolojilerin kolaylıkla benimsenememesi gibi bazı eksiklikler de öne çıkıyor.

Ve bürokrasi, önemli satın alma sorunları, savunma bütçesinin daralması konusunda birimler arası çekişmeler ve ardı ardına gelen hükümetlerin stratejik odak noktasını Pakistan ile Çin arasında sürekli değiştirmesi, askeriyeyi odak noktasında dolambaçlı bir hale getiriyor.

Son olarak, büyük güçler aynı zamanda güçlü ekonomilere ve sosyal hareketliliğe sahiptir ki Hindistan ekonomisi güçlü bir ekonomik büyümeye tanıklık ediyorken sosyal eşitsizlik ve yoksulluğun yüksek, hareketliliğin ise düşük olduğu gerçeği var.

Hindistan artık muazzam ekonomik büyüme yaşıyor ama her ne kadar orta sınıf da büyüyor olsa da paradoksal olarak Hindistan’da zaten yüksek olan zengin ve fakir arasındaki uçurum her geçen gün daha da artıyor.

Ulusal düzeydeki etkileyici büyüme rakamlarına karşın ekonomik faydalar son derece eşitsiz. Hintlerin en zengin yüzde 10’u ulusal servetin yüzde 80’ine yakınını elinde tutuyor.

Güney ve batı Hindistan’ın kuzey ve doğu Hindistan’dan neredeyse yüzde 15 daha hızlı büyümesi gibi bölgesel dengesizlikler de söz konusu.

Ekonomi politiğindeki dengesizliğin temel iki nedeni: siyasi partilerin “kimlik politikaları” nedeniyle ülkenin geniş nüfusunun en geniş kesimini kazanmanın en güvenilir yolu olarak kapsayıcı büyümeye ve istihdam yaratmaya yönelmemesi ve Hindistan’da sürekli bir devlet düzeyinde “seçim akışının” yaşanması nedeniyle kamusal diyaloğun uzun vadeli ekonomik büyüme odaklı perspektiflerden uzaklaştırılarak çarpıtılıyor olması.

Ve büyük güçler aynı zamanda tarihsel olarak mal üretiminde de büyük olmuşlardır ki bu endüstriler endüstriyel kapasite geliştiriyor ve milyonlarca iyi ücretli iş sağlıyor.

Ama Hindistan’ın imalat sektörü GSYİH’nın yalnızca yüzde 15’inden biraz fazlasına katkıda bulunuyor. Ki bu da işsizliği besliyor.

Dünya Bankası verilerine göre 2022’de Hindistan’ın gençlerinin yüzde 25’i işsizdi. (Ki bunların yalnızca kayıtlı veriler olduğunu unutmayın.)

Dahası, bunu ayrıca Hindistan’ın 2030’a kadar her yıl artacak 8 milyon kişi işgücü ile birlikte hesap edin ki bu, sosyal istikrarsızlık ve bölünmeleri daha fazla tetikleyebilecek bir potansiyel anlamına gelir.

Bu arada, en az son 20 yıldır, Hindistan’da kadınların da işgücüne katılım oranı istikrarlı bir düşüş gösteriyor.

Ayrıca, kentli işçilerin yarısından azı tam zamanlı işlerde çalışırken Hindistan’daki istihdamın büyük bir kısmı verimsiz kayıt dışı sektörlerde bulunuyor ve eğitim, beceri geliştirme ve sağlık hizmetleri son derece yetersiz ki 2023 Hindistan Beceri Raporu, genç Hintlerin yalnızca yarısının istihdam edilebilir olduğunu ortaya koyuyor.

Ve ne yazık ki gerçek şu ki hâlâ milyonlarca Hint’in elektriği yok, Hindistan’da hâlâ tuvaletten çok cep telefonu var, milyonlarca çocuk okula gitmiyor, çoğu şehirde kanalizasyon arıtma sistemi yok, hiçbir büyük şehrin sürekli su kaynağı yok, hastalık çok yaygın, altyapı hâlâ çok zayıf, kentlerdeki yoksullar arasında akut yetersiz beslenme ve açlık var, kentlerdeki yoksullar arasında ölen bebek sayısı kentli yoksul olmayanlara göre neredeyse yarı yarıya daha fazla, milyonlarca Hint hâlâ kentsel gecekondu mahallelerinde, kaldırımlarda, inşaat sahalarında yaşıyor.

Ancak her ne kadar Hindistan’ın aşması gereken bazı zor sorunları olsa da ülkenin sürdürülebilir bir biçimde süper güç olabileceği konusundaki iyimser senaryo hâlâ iş görebilir.

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

AMERİKA

Yaşlı kurtlar sahnede: Biden-Trump münazarası

Yayınlanma

 4 yıl aradan sonra Biden-Trump münazarasından ne beklemeli?

Kavga gürültü geçen dört yılın ardından, kısır döngüsünü kıramayan ABD, yine Biden ve Trump’ın ringe çıkmasını bekliyor. 333 milyon Amerikalı, 81 yaşındaki Biden ve 78 yaşındaki Trump’tan daha genç bir aday bulamamanın üzüntüsüyle ekranların başına geçecek. 2020’deki ilk münazara öncesi yorumları anımsıyorum. Merkez medyadan Twitter’a herkes benzer yorumlar yapıyordu. Uykucu Joe, Trump gibi bir siyaset üstadına nasıl kafa tutacaktı? İki kelimeyi bir araya getiremiyor, sürekli kekeliyor, sahneyi nereden terk edeceğini bile kestiremiyordu. Her mitingi bir stand-up edasında geçen Trump, güç bela ayakta duran Biden’ı rezil eder, makinalı tüfek gibi konuşarak üstünlüğünü tüm Amerikalılara ispatlardı!

Biden da işte onu buradan yakaladı. Zar zor kurabildiği cümleleri sürekli kesen Trump’a tek bir cevap verdi;

“Bir sus be adam!”

Amerikan halkı, o günlerde tünelin ucunda ışığı göremiyordu. Covid-19 salgını devam ediyor ve bitecek gibi de gözükmüyordu. Amerikalılar tıkılıp kaldıkları evlerinde televizyon açıp Trump’ın basın toplantılarında medya mensuplarıyla güreşmesini izlemekten artık yorulmuştu. Biden, onlara “eskiyi” anımsatıyordu. Amerikan istihbaratı, eğlence endüstrisi, Hollywood ve neredeyse tüm ünlü tayfası da dahil olmak üzere Biden’a bir omuz verince vatandaş da yaşlı maşlı demeyip oyunu verdi. Covid günlerini hatırlayın, medeniyetin sonu gelecek diyenler bile vardı! Daha kötü ne olabilirdi ki?

Çok konuşan, kaybedince mızıkçılık yapan Trump gitmiş, merkez medyanın öve öve bitiremediği “yetişkinler” ofise geçmişti. Ancak sonraki dört yıl Amerikalılara hiç de “yetişkinler” yönetiyormuş gibi hissettirmedi. Uluslararası meselelerde yaşanan ve ABD’nin küresel hegemonyasının düşüşe geçmesine yol açan skandallar zaten Trump tarafından defalarca Biden’ın yüzüne vuruldu. Ancak bu münazarada ne konuşulur, öncekilerden farkı ne olur bunu anlatmak isterim.

Söz kesmek yok

Adaylar dört yıl öncekiyle aynı olsa da bu sefer kurallar farklı. ABD’nin başkanlık münazara tarihinin aksine ilk kez seyircisiz bir tartışma yapılacak. Adayların mikrofonları söz hakkı olmadığı süre içinde kapalı olacak. Her lafa müdahil olmasının Trump’a geçen seçimde nasıl kaybettirdiği düşünüldüğünde bu kuralın ona yarayacağını bile söylemek abartı olmaz.

Teknik detayların yanında ne konuşulacak ona bakalım. Bu seçimde Trump’ın en büyük meselesi peşini bırakmayan davaları oldu. Geçtiğimiz aylarda, Amerikan devletinin Başkanları için yasal anlamda kırmızı çizgisinin bir porno yıldızına seçim kampanyası sırasında sus payı vermek olduğunu öğrendik. Ortadoğu’da istediğiniz suçu işleyin, Ukrayna’da bireysel çıkarınız için Amerikan küresel gücünü kullanın ama sakın ha porno yıldızına rüşvet vermeyin, bir anda ABD’nin ilk hüküm giyen başkanı oluverirsiniz.

Neyse…

Biden Trump’ı buradan çok yıpratacaktır. Trump’ın kitlesinde tam tersi etki yaratmasına rağmen Demokrat tarafı yasal sürecin kararsızları Trump’tan uzaklaştıracağını umuyor. Daha davaların da sonu gelmedi.

Trump açısından ise en kolay hedef Biden’ın sağlığı. Mitinglerinde de çokça dalga geçtiği için münazarada önemli bir yer tutacağını söylemek gerekir. Ancak Biden’ı eleştirmek için Trump’ın elinde çok malzemesi var. Demokratların başa geçmesinden sonra patlayan göçmen krizi, Cumhuriyetçi eyaletlerin sınır güvenliği üzerinden çıkan tartışmada Federal hükümetle ters düşmesi, özellikle muhafazakarların sıkça bahsettiği fentanil krizi, abarta abarta paylaşılan büyüme rakamlarına karşın Amerikalıların alım gücünün düşmesi derken iç siyasette Biden’a vuracak çok materyal mevcut. Tabii Trump’ı muhafazakârlar gözünde bir kahraman yapan asıl mesele ırkçılık ve LGBT hakları gibi tartışmalar üzerinden başlayan kültür savaşlarının bir şövalyesi olması. Konu, birkaç cümle dahi olsa yine de münazarada gündeme gelecektir.

Trump İsrail’den vurmayabilir

Benim için tartışmanın en can alıcı noktası İsrail üzerine olacak. 2023’ün başında dahi her anket sonrası bir dil altı almak zorunda kalan Biden’ın başına bir de Hamas-İsrail faciası geldi. Obama döneminden bu yana kavga ettiği Netanyahu hükümetinin katliamları, Biden’ı 2020’de George Floyd protestolarıyla konsolide ettiği ilerici sol gruplarla papaz etmişti. Böylece özellikle seçimin kaderini belirleyen Michigan, North Carolina ve Arizona gibi kilit eyaletlerdeki Müslüman ve ilerici gruplar “sandığa gitmeyeceğiz” demeye başladılar. Bu, Biden için kıyamet senaryosuydu. Anketlere göre 7 geçişken eyaletin 7’sinde de Trump önde. Neredeyse her İsrail katliamı sonrası merkez medya kuruluşları “Biden sinirden kuduruyor” haberi yapsa da ilerici kitleler Biden’ın İsrail’e silah desteğini ikiletmediğini biliyorlar.

Biden’a öfke öyle bir hal aldı ki meşhur kampüs protestolarında karşı karşıya gelen Trumpçılar ve sol gruplar Biden’a tek bir ağızdan hakaret etmeye bile başladılar. Şimdi böylesi komik bir senaryo oluşmuşken Trump nasıl bir strateji izler? Kendi tabanı, eskisi gibi olmasa da hala büyük oranda İsrail destekliyor. Bu durumda Biden’a ne şekilde vuracak? “İsrail’e yeterince destek vermiyorsun, ben olsam neler neler veririm” dese belki de sol ilerici gruplar “beterin beteri var” korkusuyla yine Biden’ın arkasında saf tutabilirler. Trump, kendi kitlesindeki İsrail karşıtı “Hristiyan Milliyetçisi” kitleye de güvenerek Biden’ı “senin yüzünden katliam oluyor” diyerek eleştirebilir. Ancak bu sefer de zaten son yıllarda pek ziyaret etmediği Evanjelist grupları kızdırma ihtimali var. Trump için en mantıklısı zaten zor durumdaki rakibini İsrail konusunda “ellememek”. Ancak Trump, her zaman en mantıklısını yapmaz.

Faciaya dönüşen Afganistan çekilmesi, Doların eski albenisini kaybetmesi, Cumhuriyetçilerin bıktığı Ukrayna desteği Trump’ın vurmaktan çekinmeyeceği konular olacak. Demokratlar “Ukrayna savaşını bitirmek için plan ne?” sorusuna hep “ne kadar gerekirse destekleyeceğiz” diye yanıt verdiler. Ancak bu yanıt, geçtiğimiz yıl “gücümüz yettiğince destekleyeceğiz” halini aldı. Trump, Biden’ı Ukrayna meselesindeki plansızlık üzerinden illa ki yıpratacaktır.

Son olarak Trump’ın azla vazgeçmeyeceği konu Biden’ın meşhur oğlu olacaktır. İkircikli Ukrayna ilişkileri, Lap-top meselesi, kamuoyunda büyük tartışmalar yaratan yaşam şekli derken Hunter Biden da Trump gibi suçlu bulundu. Hayır hayır, babasının Başkan Yardımcısı otoritesini Ukrayna devleti üzerinde baskı kurmak için kullanmasından değil, hem uyuşturucu kullanıp hem de silah sahibi olduğu için. Amerikan devletinin kırmızı çizgileri pek ilginç değil mi?

Özetle, anketlere bakarak “tamam seçim bitti” yorumlarına karşıyım. Ben de birçokları gibi Trump’ı şu an için epey avantajlı görüyorum. Ancak seçime daha uzun zaman var. Bu süre zarfında yaşanacak gelişmelerin seçimin kaderini değiştirmesi çok şaşırtıcı olmaz. Bu değişimin sebebi belki münazara performansı, belki yasal gelişmeler, belki de güvenlik tehdidi olabilir. Neticede Trump’ın gelmesini açıkça ulusal güvenlik sorunu olarak gören çokça Amerikalı var. Bu Amerikalıların bir kısmı da ABD’nin karar alma noktalarında oturuyorlar.

Heritage Foundation’ın zamanında Reagan için de hazırladığı “muhafazakâr dönüşüm rehberi” yeni adı “Project 2025” ile Trump için hazırlandı. Bu rehberle Trump’ın koltuktaki ilk gününden itibaren muhafazakârlar, kaybettiklerine inandıkları Amerikan bürokrasisini geri alacaklar. Bunun için neredeyse birkaç yıldır örgütlenmeye başladılar. Tüm eyaletlerde ve Federal yapıda karar alıcıları muhafazakâr olarak atayacaklar.  Vaatlerinin yüzde 20’sini bile yapabilmeleri demek ABD kurumlarındaki Demokrat nüfuzunu etkisiz kılmaya yetebilir. Bu yüzden Demokratlar için bu seçimi kaybetmek, 2016’daki gibi Beyaz Saray’ı kaybetmek değil, komple devleti kaybetmek olacaktır.

Bugün, Trump’ın dönüşüne büyük bir hazırlık var. Avrupa bile kendini buna hazırlıyor. Ancak Pentagon’dan ABD istihbaratına, devlet içinde güçlü konumda bulunan Demokratların yenilgiyi sakince kabulleneceğini sanmıyorum.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English