Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın ayrılıkçı fay hatları

Yayınlanma

Hindistan birçok etnik, dilsel ve dini topluluğa ev sahipliği yapmaktadır. Ve Hindistan Birliği çatısı altındaki birçok devlet, Hindistan’ın geri kalanından kültürel, sosyal ve dini farklılıklara sahip olduklarını iddia ederek Hindistan’dan ayrılmaya çalışıyor. Örneğin günlerdir ve dönem dönem Khalistan Sih ayrılıkçılığı üzerine Kanada ile gündeme gelen kriz biliniyor.

Bağımsızlığın arifesinde Britanya Hindistanı 17 devlet ve 500’den fazla prenslikten oluşuyordu. Fransa ve Portekiz tarafından kontrol edilen birkaç sömürge bölgesi de vardı. Hindistan yarımadasındaki bu idari birimler bir zamanlar bölge Britanya’nın kolonisi haline gelmeden önce farklı rajalar (hükümdarlar) tarafından yönetiliyordu. İngilizlerin eski sömürgelerini öyle bir bölme geçmişi var ki eski sömürgelerinin neredeyse tamamı bugün dahi ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya. Aynı şekilde Hindistan da bunlardan biri.

Bu bilinç ile belirli üniter nitelikler ile federal yapının harmanı bir “Devletler Birliği” olarak yapılanan Hindistan Cumhuriyeti, parlamenter hükümet biçimini öngören egemen, sosyalist, laik ve demokratik bir hukuk devleti olarak doğdu.

Hindistan Anayasası’nın 1. Maddesi Hindistan’ı “Devletler Birliği” olarak tanımlar. Birlik sözcüğü, Hindistan Birliği’nin devletler arasındaki istenirse bozulabilecek bir tür düzenlemenin sonucu olmadığını ve onu oluşturan devletlerin ondan ayrılma hak ve özgürlüklerinin bulunmadığını belirtmek için federasyon yerine bilinçli olarak seçilmiştir. Bu, anayasası yarı-federal nitelikte olan Hindistan’ın, federasyonun yeni federe devletler kurma veya mevcut federe devletlerin sınırlarını değiştirme yetkisinin bulunmadığı Amerika Birleşik Devletleri ülkeleri gibi bir devletler federasyonu değil, bir devletler birliği olduğu anlamına geliyor.

Hindistan Anayasası’nın 3. Maddesi uyarınca Birlik hükümeti (merkezî hükümet) devletlerin isimlerini ve sınırlarını onların izni olmadan değiştirebilir; devletler parçalanıp, sınırların değişmesi ile yeniden düzenlenebilir; ancak ülke parçalanamayacak bir birliktir. Hindistan Anayasası’nın babası Dr. Bhimrao Ramji Ambedkar tarafından Hindistan’ın “yıkılabilir devletlerin yıkılmaz birliği” olarak tanımlanmasının nedeni de budur.

Birlik içindeki birimler veya devletler anayasada böyle bir hüküm bulunmadığından ayrılamazlar. Hindistan Birliği yönetimi altında mevcut bir devletten ayrı bir devlet talep etmek, ayrılma yasası kapsamında cezai suçlamalar ve yaptırımlar demek.

Burada önemli bir nokta daha var: Hindistan Anayasası’nın 4. Maddesi 3. Madde kapsamında yapılan toprak değişikliğinin hiçbir zaman anayasa değişikliği sayılmayacağını açıkça belirtir. Bunun nedeni bu tür yasaların parlamento tarafından olağan yasama politikaları izlenerek salt çoğunluk ile kabul edilebilmesidir. Bu daha çok iktidardaki hükümetin çıkardığı bir yasadan etkilenen yasal bir değişiklik ve dolayısıyla parlamentoya anayasa değişikliği yetkisi veren 368. Madde kapsamında herhangi bir değişikliğe gerek yoktur.

Hindistan’ın iç yeniden yapılanma konusunda hâlâ devam eden uzun ve karmaşık bir geçmişi var. Hindistan Birliği cumhuriyet ülkesi hâline geldiğinde 27 devleti vardı ve anayasa bunlar arasında üç türe göre ayrım yapıyordu:

Bölüm A’ya göre devlet yasama organı ve seçilmiş bir vali tarafından yönetilen dokuz devlet vardı ve bunlar Britanya Hindistanı’nın eski valilerinin eyaletleriydi: Assam, Batı Bengal, Bihar, Bombay, Doğu Punjab, Madhya Pradesh, Madras, Orissa ve Uttar Pradesh.

Bölüm B’de cumhurbaşkanı tarafından atanan Rajpramukh (Hindistan’da 1947-56 arası var olan idari unvan, atanmış vali) tarafından yönetilen sekiz devlet vardı ve bunlar eski prens devletler veya prens devletler grubuydu: Hyderabad, Madhya Bharat, Mysore, Patiala ve Doğu Punjab Devletleri Birliği, Rajasthan, Saurashtra, Travancore-Cochin.

Bölüm C’deki on devlet cumhurbaşkanı tarafından atanan bir baş komiser tarafından yönetiliyordu ve bu devletler ya eski baş komiserlerin eyaletleri ya da prens devletleriydi: Ajmer, Bhopal, Bilaspur, Coorg, Delhi, Himashal Pradesh, Kutch, Manipur, Tripura, Vidhya Pradesh.

Hindistan’ın kurucu ancak günümüzde ana muhalefet partisi olan Hindistan Ulusal Kongresi (kısaca Kongre) dilsel ayrımın büyük bir destekçisiydi ve 1900’lerden beri dilsel devletler fikrini teşvik ediyordu.

Kasım 1956’da, A, B ve C devletleri arasındaki ayrımı ortadan kaldıran ve devlet sınırlarını dilsel çizgilere göre yeniden düzenleyen Devletleri Yeniden Düzenleme Yasası yürürlüğe girdi ve 27 devlet 14 devlet ve 6 birlik bölgesi hâlinde yeniden düzenlendi.

Bu yeniden yapılanma daha çok Güney Hindistan’ı etkiledi. Madras dört devlete bölündü: ana dili Telugu olan Andra Pradesh, Tamil olan Tamil Nadu, Malayalam dili ile Kerala ve Kannada dili ile Mysore.

Hintçenin ortak dil olduğu Kuzey Hindistan’da bu yeniden yapılanma özellikle Madhya Pradesh’e fayda sağlayan birçok küçük devletin ortadan kaybolmasına yol açtı.

Dilsel temelde bölgesel yeniden yapılanma sonraki yıllarda da devam etti: 1960 yılında eski Bombay 2 devlete bölündü: ana dili Gujarat olan Gujarat ve ana dili Marathi olan Bombay’ı da içeren Maharashtra. 1966 yılında ana dili Hintçe olan Haryana ana dili Punjab olan Punjab’dan ayrıldı. 1971 yılında şimdiye dek birlik bölgesi olan Himashal Pradesh devlet oldu.

Kuzeydoğu Hindistan’da sorunun etnik boyutları vardı. Çok sayıda etnik grup arasındaki gerginlikler büyük Assam devletinin Assam ile beraber 8 devlete bölünmesine yol açtı: 1963’te Nagaland, 1972’de Manipur, Tripura ve Meghalaya, 1975 yılında Sikkim, 1987’de Arunachal Pradesh ve Mizoram.

Ülkedeki diğer gruplar daha fazla yerel özerklik, kendi doğal kaynakları üzerinde kontrol ve kültürel farklılıklara saygı gösterilmesini talep etti. 2000 yılında üç yeni devlet tanındı: Jharkhand, Chhattisgarh ve Uttarakhand. 2014 yılında Telangana Andhra Pradesh’ten ayrıldı. Ve şimdilik son değişiklik olarak 2019 tarihli Jammu ve Kashmir Yeniden Yapılanma Yasası Hindistan Birliği’nin Jammu ve Kashmir devletini Jammu ve Kashmir ile Ladakh olmak üzere iki birlik bölgesi hâlinde yeniden yapılandırdı.

Böylelikle 28 devlet ve 8 birlik bölgesi ile şimdilik 36 birimden oluşan Hindistan Birliği’nin haritası hâlâ önemli demografik ve bölgesel asimetriler sunuyor. Yeni devletlere ilişkin talepler de devam ediyor. Öyle ki tüm talepler dikkate alınsa Hindistan’ın neredeyse 50 idari birimi olabilir. Ancak şimdilik Assam’daki Bodoland, Bengal’deki Gorkhaland, Maharashtra’daki Vidarbha, Uttar Pradesh’teki Bundelkhand ve Purvanchal öne çıkanlar arasında.

1950’lerde başlatılan bölgesel yeniden yapılanma birçok devletin daha fazla özerkliğe yönelik umutlarına son vermiyor. Keşmir ve Punjab’da ayrılıkçı hareketler yükselişe geçerken Kuzeydoğu’nun sınır bölgelerinde etno-milliyetçi hareketler zemin kazandı. Pakistan, Çin, Myanmar ve Bangladeş’in yakınlığı, uzun ve geçirgen sınırlar da Birlik hükümeti açısından bu bölgelerin kontrolünü zorlaştırıyor.

Hindistan 1947’de Britanya’dan bağımsızlığını kazandığında, ülke dışından çok az kişi bu kadar farklı devletlerden oluşan bir birliğin bir arada durabileceğine inanıyordu. Hindistan hayatta kaldı ama birliğine yönelik tehditler olmadan değil. En kalıcı hareketlerden biri ve şu an da hâlâ bir süredir Hint basınını yoğun olarak meşgul eden, Sihler için Punjab bölgesinde Khalistan ismi ile bağımsız bir vatan kurmayı amaçlayan Khalistan hareketi oldu.

Khalistan Hareketi: Sih ayrılıkçılığı

Hareketin kökleri Guru Gobind Singh’in Khalsa Deklarasyonu’na kadar uzanıyor. Ancak bağımsız Hindistan’da Punjab’ın 1966’da Punjab ve Haryana olarak iki devlet biçiminde düzenlenmesi ile bir de birlik bölgesi olarak düzenlenen ve her iki devletin de başkenti olan Chandigarh’ın oluşmasının ardından geniş ölçüde özerklik talep eden ve ayrıca Sihizm’in Hinduizm’den ayrı bir din olarak tanınmasını isteyen 1973 tarihli Anandpur Sahib Kararı Khalistan hareketine temel sağladı. Haryana’nın ve ardından Himashal Pradesh’in ayrılması ile artan yeni ulusta adil olmayan bir anlaşmaya varıldığına dair duygular, 1970’lerde Sihlerin yaşadığı tüm bölgeleri başkenti Chandigarh olmak üzere Punjab’da birleştirmeye yönelik hareketi güçlendirdi. Khalistan hareketinin savunucuları ayrıca Amritsar’ın da kutsal şehir ilan edilmesini istediler. Bu arada Punjab hükümetlerinin Anandpur Kararını uygulamadaki başarısızlığı köktendinci Sih gruplarının yükselişine yol açtı. Ve Jarnail Singh Bhindranwale de bu hareketin lideri olarak ortaya çıktı. 1980’lerin başında Sih eğitim ve hayır kurumu Chief Khalsa Dewan CKD Punjab, Rajasthan, Haryana ve Jammu bölgelerini kapsayacak özgür bir Khalistan talebini duyurdu.

Batı ülkelerine göç eden Sihler ayrı ve bağımsız bir Khalistan talep ediyorlardı. Khalistan hareketi savunucuları 1970’lerin sonlarından 1990’ların başlarına kadar yoğun bir kampanya yürüttü. Indira Gandhi’nin Kongre hükümeti Bhindranwale ile müzakere etmeye çalıştı ancak görüşmeleri Gandhi’nin Hindulara olan eğilimi nedeni ile her defasında başarısızlıkla sonuçlandı. Bhindranwale Punjab’ın Amritsar şehrindeki Akal Takht’ı (Zamanın Ötesinde Olanın Tahtı, Sihizm’in dini otoritesinin ana merkezi) karargâhı yaptı ve onun liderliğinde Khalistan hareketi Sihler arasında giderek popülerleşti.

Başbakan Indira Gandhi hükümeti Sih milliyetçi liderliğini ve takipçilerini ortadan kaldırmak için Mavi Yıldız Operasyonu gerçekleştirdi ve ardından Gandhi’nin Sih korumaları tarafından suikasta uğraması Hint hükümeti ve Sihler arasındaki şiddeti daha da artırdı.

1980’li yıllar Khalistan hareketinin en şiddetli olduğu yıllar, ancak hareket bundan sonra günümüze kadar yavaşlamış olsa da günümüzde giderek yeniden yükselişe geçiyor. Bunun temel faktörleri arasında Hindistan’ın Narendra Modi hükümetinin 2021 yılındaki özel sektörü tarım piyasasına sokan üç tarım reformuna karşı çiftçi protestolarının Khalistan yanlısı bir harekete dönüşmesi, ülkedeki yükselen Hindutva ideolojisi ve başta Kanada olmak üzere Sih diasporasının güçlü olduğu dış ülkelerdeki politikalar sayılabilir. Bu ayrılıkçı hareket artık büyük ölçüde yurt dışından yayılıyor. 

Naxal-Maoist Hareket, Naxalizm: Komünist ayrılıkçılığı

Hindistan’ın ilk Komünist Partisi (CPI) 1920’de Sovyet rejiminin himâyesinde Taşkent’teki bir toplantıda kuruldu. Hindistan’ın 1947’deki bağımsızlığını takiben Kongre partisini Sovyet gölgesinde desteklemesi sonunda sert bir bölünmeye yol açtı ve 1964’te Hindistan Komünist Partisi (Marksist) kuruldu. Şu anda Hindistan’da sosyal demokrat bir gündem izleyen en büyük komünist parti olan CPI(M) Sovyet hegemonyasından ayrıldı, ancak Çin Komünist Partisi’ne (ÇKP) de mesafesini ilan etti ve Hint karakteristiğinde Komünizm dediği şeyi izledi. Ancak ÇKP tasarısı olan Charu Majumdar liderliğindeki yeni bir grup seçimleri reddetti ve Mao Zedong’un uzun süreli halk savaşı doktrinini tercih etti. Grubun polisle ilk tartışması Batı Bengal’deki Naxalbari isimli küçük bir Himalaya köyünde kendilerinden yüksek faiz aldığı söylenen bir toprak sahibine karşı köylülerin şiddetli protestosu sırasında gerçekleşti. 1967 Naksalbari ayaklanması hızla bastırıldı. Majumdar kısa süre sonra Kalküta’da polis nezaretinde yakalandı ve öldürüldü. Ancak hareket, komünist parti safları içindeki yüzlerce kişiyi heyecanlandırdı ve çok geçmeden ülke genelinde kendilerini Naxalbari yoluna adayan gruplar ortaya çıktı ve ÇKP’ye olan bağlılıklarını kanıtlayan Kalküta, Bombay ve Hyderabad’daki duvarlarda Çin’in Başkanı Bizim Başkanımızdır sloganları belirdi. Mao’nun ölümünün ve Çin’in uluslararası devrimi desteklemeyi bırakmasının ardından hareket neredeyse binbir parçaya bölündü ki 1980’lerde her birinin Naxalbari mirasının gerçek bayraktarları olduklarını iddia eden 149 kadar Naksalit partinin bağımsız olarak faaliyet gösterdiği tahmin ediliyor.

Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) Kurtuluş gibi bazıları silahlı ayaklanma stratejisini bırakarak seçimlere geri dönerken iki en büyük en organize en iyi silahlanmış grup, Nepal’e bitişik bölgelerdeki Maoist Komünist Merkezi (MCC) ve Hyderabad’ın prens devletini (günümüz Andhra Pradesh ve Telangana) oluşturan bölgelerdeki Halk Savaş Grubu (PWG) silahlarına sadık kaldı ve Devrimci Enternasyonalist Hareket (RIM) ile Güney Asya Maocu Partiler ve Örgütler Koordinasyon Komitesi (CCOMPOSA) gibi uluslararası gruplar ile bağlantılarını sürdürdüler. Günümüzde bu iki grubun 21 Eylül 2004 tarihinde birleşerek kurduğu yeni Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Hindistan’da faaliyet gösteren en büyük silahlı grup.

Dönemin Hindistan Başbakanı Manmohan Singh Nisan 2006’da Maoistleri en büyük iç güvenlik tehdidi olarak tanımladı ve geleneksel olarak Maoist karşıtı faaliyetler sivil polisin ve merkezi paramiliter güçlerin yetki alanı altında iken Singh ilk kez Hindistan ordusu dâhil etti. Ancak Hindistan Ordusu’nun iç meselelere karışmak ve silahlarını vatandaşlara çevirmek konusundaki isteksizliği üzerine geçici bir çözüm olarak hükümet karşı milisleri destekledi ve kabileleri Maocuların yanında ve karşısında olanlar olarak ikiye bölerek Maoistlerle savaşmak isteyenlere silah, para ve fahri özel polis memuru rütbesi teklif edildi. Çok geçmeden şiddet kontrolden çıktı ve 2010 bu dönemin en kanlı yılıydı. Ancak sonrasında kademeli ama istikrarlı bir düşüş yaşanıyor olsa da bu, barış vaat eden bir durumdan çok, bir çıkmaza işaret ediyor. Maoistlerin barış görüşmeleri teklif etmesi ve hükümetin onları reddetmesinden Maoistlerin demokratik partiler arasındaki rekabete müdahale ederek ve kritik seçimler sırasında devreye girerek sonuçları etkilemek için birçok kez ateş güçlerini kullanmasına kadar uzanan bir kördüğüm. Örneğin 2007’de Maoistler Batı Bengal’in iktidar partisi olan Hindistan Komünist Partisi’nin (Marksist) 34 yıllık iktidarını devirmede ve muhalefet lideri Mamata Banerjee’nin ezici galibiyetinde kilit bir rol oynadılar. Ancak yine de komünist partilerin aksine politik olarak izole durumdaki Hint Maoist partisi çatışma bölgesine kilitlenmiş durumda. Ayrıca giderek artan kentleşme de ve kabileler arasındaki yabancılaşma da Maoistlerin eski toplumsal yardım yöntemlerini etkisiz hâle getiriyor. Ancak katı bir Hindu milliyetçi gündemi izleyen günümüz Modi hükümetine karşı muhalefetin yakınlaşması ile Hindistan’ın değişen politik iklimi dolaylı olarak Maoist harekete yeni bir soluk getiriyor olabilir.

Bir zamanlar dünyanın hemen her yerinde mevcut olan Komünist gerillalar ve onların hükümetlere karşı silahlı saldırıları 20. yüzyılın çoğunu şekillendirmişti. Ancak bugün gelinen noktada bu grupların çoğu ya tarih oldu ya da politik önemsizliğe gömüldü. Bu eğilimi tersine çeviren Maocu gerillalar ile Hindistan hükümeti arasında son 60 yıldır sonu görünmeyen uzun süreli bir halk savaşı aslında hâlâ sürüyor. Khalistan Sih ayrılıkçılığı gibi ve daha da bilineni Keşmir sorunu gibi çok gündeme alınmıyor olsa da aslında gerilla ordusunda 10 binin üzerinde düzenli birlik ve halk milislerinde kabaca 50 bin kadro ile Hint Maoistler, Suriye YPG dışındaki en büyük organize Komünist savaşçılardır. Dolayısıyla Hint Maoistler ülkede bir güç olmaya devam ederken aynı zamanda Hint hükümeti açısından da kritik bir fay hattı olmaya devam ediyor. 1967’de Batı Bengal’deki Naksalbari ayaklanması ile başlayan, daha sonra Hindistan’ın güney devletlerine de yayılan ve şu anda Hindistan Komünist Partisi (Maoistler) tarafından yönetilen ve Chhattisgarh, Bihar, Jharkhand, Maharashtra, Odisha, Andhra Pradesh ve Telangana devletlerinin bazı bölgelerinde, yani Kızıl Koridor olarak da bilinen nüfuz bölgelerinde faaliyet gösteren ve her şeye karşın seçilmiş hükümet tarafından sıklıkla ihmâl edilen Hindistan’ın kabile nüfusundan destek bulan Maoist politik duygu ve ideolojiyi destekleyen aşırı sol radikal komünist grupların Naksalit hareketi veya Naksalizm, hâlâ ülkenin karşı karşıya kaldığı en büyük iç güvenlik sorunu olarak niteleniyor.

Kuzeydoğu fay hatları:

Hindistan’ın sıkıntılı Kuzeydoğu bölgesi yedi kız kardeş ve bir erkek kardeş diye ifade edilen sekiz devletten oluşuyor. Bunlardan Arunachal Pradesh, Assam, Manipur, Meghalaya, Mizoram, Nagaland ve Tripura yedi kız kardeşi; Sikkim erkek kardeşi temsil ediyor. Çin, Myanmar, Bangladeş, Bhutan ve Nepal ile çevrelenmiş bir konumda olan bölge son zamanlarda Hindistan ile Çin arasında kavgaların da yaşandığı Siliguri Koridoru veya Tavuk Boynu olarak da anılan 37 km uzunluğundaki kara şeridi ile Hindistan’ın geri kalanına bağlanıyor ve Sikkim diğer kız kardeşler gurubundan ayrı olarak tam da bu Tavuk Boynu’nun ucunda yer aldığı için erkek kardeşi temsil ediyor. Kız kardeşleri Hindistan’ın geri kalanına bağlayan esasen Batı Bengal. Kuzeydoğu bölgesi Hindistan’ın en az gelişmiş bölgesi ve gerçekte en sorunlu bölgesi. Bölgenin hemen her unsuru Hindistan’ı bir “üvey anne” gibi görüyor ve Hindistan hükümetine ezelden beridir zor anlar yaşatıyor. Yakın zamanlarda Hint haber kanallarında Assam polisi ile Mizoram polisi arasında kabaca 1,5 milyon nüfuslu ve çoğunlukla Assam’dan gelen kaynaklara bağlı Mizoram devleti ile ortalama 35 milyon nüfuslu Assam devleti arasındaki toprak meselesi nedeni ile şiddetin patlak verdiği haberleri çıkmıştı ve bu türünün ilk örneği değildi. Hindistan’ın yedi kız kardeşleri veya Kuzeydoğu devletlerinden Mizoram, Manipur, Assam, Nagaland ve Tripura 1945’ten bu yana farklı düzeylerde şiddete tanık oldu. Ancak halk arasında “isyanların anası” olarak bilinen Nagaland’daki çatışma daha ön planda.

Naga ayrılıkçılığı

Naga halkının tarihi Amerikalı Baptist misyonerlerin Nagaland halkına Hristiyan dinini ve Batı eğitimini tanıttığı 19. yüzyıla kadar uzanıyor. Bu eğitim birbirleri ile savaş hâlinde olan Naga Tepeleri’ndeki Naga kabilelerine kolektif kimlik ve milliyetçilik duygusunu aşıladı. Birinci Dünya Savaşı’nda omuz omuza savaşmak üzere orduda 2 bin Naga kabile üyesinin seçilmesi muhtemelen farklı kabilelerden Naga halkının birbirleri ile savaşmadığı ilk seferdi. Bu askerler savaştan döndüklerinde kolektif milliyetçiliği temel alarak Naga Kulübü’nü kurdular. Naga Kulübü, Angami Zapu Phizo liderliğindeki yeni ismi Naga Ulusal Konseyi (NNC) altında Hindistan’ın bağımsızlığından bir gün önce 14 Ağustos 1947’de İngiltere’den bağımsızlıklarını ilân ettiler, ancak daha sonra zorla Hindistan Cumhuriyeti’ne entegre oldular. Hindistan hükümeti ilk başta sömürgeci İngiliz hükümetinin Nagaland’ı yönetmek için kullandığı politikaları benimseyerek Hindistan Anayasası’nın kısmen ve tamamen hâriç tutulan alanlar politikasına göre yönetiliyordu. Bu, Naga kabileleri arasında bir ayrımcılık hissine yol açtı. Phizo ayrılıkçı hareketini sürdürmek için 1952’de yeraltı Nagaland Federal Hükümeti’ni (FNG) ve bir Naga Federal Ordusu’nu (NFA) kurdu. Hindistan hükümeti isyanı bastırmak için Orduyu gönderdi ve 1958’de Silahlı Kuvvetler (Özel Yetkiler) Yasasını yürürlüğe koydu. 1960’ta Naga Halk Konvansiyonu (ılımlı grup) ile bir anlaşma yapıldı ve Aralık 1963’te Nagaland’ın kurulmasına yol açtı. Naga halkına kendi toprakları üzerinde bir miktar özerklik tanındı ve yerel uygulamalar ve yasalar korundu. Ancak daha fazla bağımsızlık, ayrı bir bayrak ve kendi anayasalarını arayan Nagaların taleplerini karşılamadı. Bu çıkmaz bir yandan Hindistan Başbakanı Nehru’nun Naga liderliğiyle yaptığı müzakerelerin çıkmaza girmesine yol açarken öte yandan NNC, Hindistan hükümetinin yararına olacak biçimde Nagaland-Isak Muivah Nasyonal Sosyalist Konseyi (NSCN-IM) ve NSCN-Khaplang olmak üzere iki gruba ayrıldı. Hindistan bu bölünmeden yararlanmış olsa da söz konusu çıkmaz bugüne kadar devam etti ve hâlâ da devam ediyor. Örneğin 2019 yılında Naga Öğrenci Federasyonu (NSF) Hindistan’ın 73. Bağımsızlık Günü’nden sadece bir gün önce bölge genelinde Nagaland bayrağını çekerek tek taraflı olarak Hindistan’dan bağımsızlığını ve ayrılmasını ilan etmişti.

Hindistan 1947’de İngiliz yönetiminden bağımsız hale geldikten sonra Nagalar Hindistan vatandaşı olsa da ve Hindistan’ın Kuzeydoğu bölgesinde yer alan Nagaland devleti Aralık 1963’te Hindistan’ın 16. devleti olarak Devletler Birliği’nin ayrılmaz bir parçası hâline gelse de bölgede 1958’den beri devam eden bir etnik çatışma var. Naga sözcüğü günümüzde Hindistan’ın Nagaland, Manipur, Assam ve Arunachal Pradesh devletlerinin yanı sıra Myanmar’da yaşayan çok sayıda etnik grubu kapsayan şemsiye bir terim olarak kullanılıyor. Çoğunlukla kendilerini Hristiyan olarak tanımlayan ve etnik kökene dayalı bağımsız bir Naga devleti kurmayı düşleyen Nagalar, Tripura hariç tüm Kuzeydoğu Hindistan devletlerine yayılmış durumda ve Arunachal Pradesh, Assam, Manipur, Meghalaya, Mizoram ve Nagaland olmak üzere 6 Kuzeydoğu devletinde Naga topluluğunun resmi olarak tanınması anlamına da gelen Planlanmış Kabileler (ST’ler) olarak listelenmiştir. Nagalar Manipur, Arunachal Pradesh ve Assam’dan oluşan atalarının vatanlarının entegrasyonunu talep ederken bu üç devletten hiçbiri topraklarını Nagalara bırakmaya hazır değil. Ve Nagaland’daki çeşitli militan gruplar ya Hindistan’dan bağımsızlık ya da ayrı bir anayasa ve bayrak istiyor. Bir anlamda İskoçya ve İngiltere arasındakine benzer bir anlaşma talep ediyorlar.

Manipur ayrılıkçılığı

Bu yaz döneminde de Manipur’daki yüksek mahkemenin Meitei topluluğunun resmi olarak tanınmasının ilk adımı olan Planlanmış Kabile (ST) statüsünde sınıflandırılma talebini desteklemesinin ardından hâlihazırda Planlanmış Kabileler (ST’ler) kategorisinde sınıflandırılan Kukilerin Meiteilerin topraklarını alacağını söyleyerek protesto etmeye başlaması ile ağırlıklı olarak Hindu olan Meiteiler ve çoğunlukla Hristiyan olan Kukiler arasında altı aydır şiddet olaylarına tanık olan ve yalnızca kabaca 3,5 milyonluk nüfusu ile Hindistan Birliği’nin en küçük devletlerinden biri olan Manipur da bir grup huzursuz Kuzeydoğu devleti olan yedi kız kardeşlerden biri. 2019’da Manipur devletinin muhalif siyasi liderleri tek taraflı olarak Hindistan’dan bağımsızlıklarını ve Britanya’da sürgünde bir hükümet kurulduğunu ilan etmişti. Manipur, Britanya’nın Hindistan’daki sömürge hükümetini sona erdirmesinden iki yıl sonrasına kadar özerk kaldı, ancak 1949 yılında Hindistan’ın bir parçası hâline geldi. O zamandan bu yana onlarca yıldır şiddetli ayrılıkçı hareketlere tanık oluyor. Manipur aynı zamanda Nagaland gibi Myanmar’a da sınır komşusu.

Ve Manipur da çok etnik gruptan oluşan, çok dilli, çok dinli bir devlet. Tepe bölgelerinde genel olarak Naga kabileleri ve Kuki-Chin-Zo kabileleri olmak üzere iki etnik gruba ayrılan 33 kabile var. Naga kabilelerinin kendi aralarında ortak bir dili yok, ancak ortak mit ve tarihsel gerçeklere dayanarak politik özlemleri Nagaland, Assam, Arunachal ve Myanmar Nagaları ile bütünleşmiştir. Naga’nın ayrı bir ulus talebi Hindistan’ın bağımsızlığından önce başlamıştı. Kuki-Chin gruplarının kendi aralarında iletişim kurabilecekleri ortak bir dil var ancak yakın zamana kadar genel olarak ortak bir politik platform oluşturulamıyordu. Bereketli Manipur vadisinde ise Meitei (yedi klandan oluşan bir topluluk) ve Meitei-lon dilini konuşan Meitei-Pangal (Manipur Müslümanları) etnik grupları var ve bunların arasında da çatışmalar söz konusu.

Çoğunlukla Imphal Vadisi’nde yaşayan Meiteiler nüfusun yüzde 53’ünü oluştururken tepe bölgelerinde yaşayan kabile toplulukları Naga kabileleri yüzde 24 ve Kuki/Zomi kabileleri ise yüzde 16 olmak üzere nüfusun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyor ve şiddetin günlük yaşamın bir parçası olduğu bu bölgede hemen her etnik topluluğun birbiri ile çatışması söz konusu iken çatışma üvey anne muamelesi gördükleri iddiası ile Hindistan’dan bağımsızlık talebi çizgisinde Birlik hükümetine karşı da yürütülüyor.

En bilineni Keşmir sorunu

Pakistan, Hindistan, Çin ve Afganistan arasında sıkışmış ve Tacikistan’a yakın olan Keşmir, alt kıtanın en tartışmalı ve askerileştirilmiş bölgelerinden biri. 1947’den bu yana Hindistan ile Pakistan arasında ciddi bir çekişme konusu hâline geldi ve birçok savaşa sahne oldu. Hindistan için çok kültürlülüğü, çeşitliliği ve çoğulculuğu simgeliyor. Öte yandan Pakistan’a göre Keşmir’in Müslüman çoğunluğu, devleti kendi sınırlarının doğal bir parçası hâline getiriyor.

26 Ekim 1947’de Keşmir’in Hindu hükümdarı Maharaja Hari Singh, prens devletini yeni kurulan Hindistan Cumhuriyeti’ne entegre eden katılım belgesini imzaladı. Çatışma yine de çözülmedi. Birleşmiş Milletler devletin geleceğine karar vermek için bir referandum planladı ancak bu, çözüme hiçbir katkı sağlamadı. 1949’da kurulan kontrol hattı, devleti Hindistan ile Pakistan arasında böldü. Beşte ikisi batıda Azad veya özgür Keşmir olarak kuzeyde ise Gilgit Baltistan olarak Pakistan’a bağlandı. Geriye kalan beşte üçü ise Hindistan Birliği’nin parçası hâline gelen Jammu ve Keşmir devletini oluşturuyordu. Hindu çoğunluğa sahip Jammu bölgesi ve etnik kültürel olarak Tibet’e bağlı olan Budist çoğunluğa sahip Ladakh bölgesi dışında nüfusunun büyük bir kısmı Müslüman. 1962’de Hindistan ile yapılan savaşın arifesinde Çin, Aksai Chin yüksek platosunun ve daha sonra 1963’te Pakistan’a bırakılan Shaksgam vadisinin kontrolünü ele geçirdi.

Jammu ve Keşmir devleti Hindistan Anayasası’nın 370. maddesi hükümlerine göre özel statüye sahipti ve önemli ölçüde özerkliğe sahipti. Keşmirli olmayanlar mülk sahibi olamıyordu ve kendi bayrağına sahip tek devlet konumundaydı. Devletteki demokratik seçim kurumunun sorunlu olduğu ortaya çıktı. İlk yasama seçimleri diğer Hindistan devletlerinden on yıl sonra yalnızca 1962’de gerçekleşti. 1980’lerden itibaren artan isyanlar, askeri baskılar ve açık çoğunluğa sahip seçilmiş hükümetler kurma konusundaki yetersizlik, yasama meclisinin sık sık askıya alınmasına ve Hindistan hükümetinin doğrudan yönetimi dayatmasına yol açtı. Bu süreçte geleneksel olarak bölgede barışçıl bir Sufizm olan İslam radikalleşti ve halk büyük ölçüde merkezî hükümete düşman oldu. Çok sayıda siyasi parti ve militan grup ortaya çıktı. Bunlar arasında Cemaat-i İslami Pakistan’a entegrasyonu destekliyor, Jammu ve Keşmir Kurtuluş Cephesi Keşmir’in bağımsızlığını talep ediyor. 2019 yılında BJP liderliğindeki Hindistan merkezî hükümeti Jammu ve Keşmir’in Anayasa’da yer alan özel statüsüne son verdi. Askeri baskı ve radikal aşırılıkçı tutumlar soruna geniş çapta kabul edilebilir bir çözüm bulunmasını engellerken Hindistan Birlik hükümeti hâlihazırda kendi normalini gerçekleştirmiş durumda.

Son olarak Hindistan’ın en güney ucundaki iki devletten büyüğü olan ve kendisini uzun süredir Kuzey Hindistan’ın hegemonyasına karşı bir siper olarak gören kabaca 80 milyonluk nüfusu ile Tamil Ülkesi Tamil Nadu,  1960’larda Hintçenin Hindistan’ın tek resmi dili olarak dayatılması önerisine karşı şiddetli protestolara tanık oldu ve bugün hâlâ resmi dili dünyada en uzun süre hayatta kalan klasik dillerden biri yani Tamil olan Tamil Nadu’da Hint karşıtı ajitasyon düşük ölçekte de olsa devam ediyor. Ayrıca Hindistan etnik güç paylaşımı yoluyla azınlıkları entegre ederek Tamil Nadu’daki ayrılıkçılığı bastırmayı başarmış olsa da Sri Lanka etnik meselesi Tamil Nadu halkı için dolayısıyla Hindistan için hâlâ hassas bir konu.

İki cümlelik bir genel sonuç yerine, Hindistan’ın hep övgü ile söz edildiği iç dinamiklerindeki çeşitlilik iki ucu keskin bir kılıçtır ki bu kılıç her zaman iç dünyasında kendisinden daha bütün gibi görünen Çin gibi rakiplerine dünya politikasında kritik bir fay hattı sağlayacaktır. Bu fay hatları da dünya politikasının geleceğinde ülkenin neden tam anlamıyla bir süper güç olamayacağının en başat faktörlerinden biridir ki ülkenin sigortası ve istikrarı köklü ve karmaşık çeşitliliğinin dengede tutulabildiği bir eşgüdümün sağlanabilirliğidir ve bu Hindistan’ı her zaman öncelikli meşgul eden ve yavaşlatan bir faktör olacaktır.

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English