Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın Elmas Kolyesi

Yayınlanma

Geçtiğimiz hafta Hint şirketi Adani Grubu’nun Endonezya’daki Sabang Limanı’nı geliştirmek için Endonezya hükümeti ile görüşmelere başladığı gündeme geldi. Aynı zamanda İsrail’deki Haifa Limanı’nı da geliştiren grup, önemli bir küresel ticaret yolu olan Malakka Boğazı yakınındaki Sabang’da yeni bir konteyner terminali ve transit liman tesisleri kurmayı düşünüyor. Projeye yapılan ilk yatırımın 1 milyar dolara yakın olduğu tahmin ediliyor ancak gerçek yatırım gereksinimleri şirketin limanı geliştirmek için Endonezyalı yetkililerle anlaşmaya varmasının ardından belirlenecek. Stratejik açıdan yaşamsal öneme sahip Sabang Limanı’nın geliştirilmesi, Hindistan’ın Endonezya ile Malezya arasında dar bir su alanı olan ve dünyanın en önemli nakliye yollarından biri olan Malakka Boğazı’na daha kolay erişmesine olanak tanıyacak. Konuya ilişkin yıllar süren tartışmaların ardından bir fizibilite çalışmasının tamamlandığı ve şu anda Endonezya hükümetinden onay beklendiği söyleniyor.

Hint Okyanusu’nda bulunan Malakka Boğazı, petrol zengini Batı Asya ülkeleri ile Doğu Asya arasındaki mal ve kaynak hareketi için yaşamsal bir ticaret yoludur. Küresel mal ticaretinin önemli bir kısmı Boğaz’dan geçiyor ve Çin’in enerji ithalatının büyük kısmı bu rotaya dayanıyor. Hint Okyanusu dünya yüzeyindeki suyun yaklaşık beşte birini oluşturur; üç kıtaya, 28 ülkeye yayılır ve Pasifik ile Atlantik okyanuslarını birbirine bağlayan uluslararası ticaret için önemli bir rota. Sabang Limanı’nın geliştirilmesi Hindistan’ın Hint Okyanusu’nda Çin’e karşı stratejik konumunu güçlendirecek.

İlk olarak 2018 yılında Endonezya Denizcilik İşleri Koordinasyon Bakanı Luhut Pandjaitan, Sabang Limanı’nın nakliye gemileri ve denizaltıları barındırabileceği fikrini öne sürmüştü. Bu da limanın Hindistan’ın stratejik hedeflerini ilerletebileceği yönünde spekülasyonlara yol açmıştı. Ancak birkaç yıldır devam eden müzakereler nedeni ile limanın inşasında ilerleme yavaş oldu. 2018 yılında her iki ülke de Aceh eyaleti ile Andaman ve Nicobar Adaları arasındaki bağlantıyı geliştirmek amacı ile bir görev gücü kurdu. Adani grubu için Endonezya’daki projeler denizcilik operasyonlarının genişletilmesine yardımcı olacak. Grup aynı zamanda Doğu Afrika (Kenya ve Tanzanya), Vietnam ve Akdeniz’de gelişmekte olan limanları da araştırıyor.

Son zamanlarda borsa manipülasyonu ve dolandırıcılık iddiaları ile oldukça tartışmalı ve sansasyonel olan Adani Grubu, Hindistan’ın en büyük liman ve havaalanı işletmecisi ve en büyük özel kömür ithalatçısı. Hakkındaki suçlamalardan önce dünyanın üçüncü en zengin insanı olan holdingin kurucusu Gautam Adani’nin ise aynı zamanda memleketlisi olan Başbakan Narendra Modi’nin yakın arkadaşı olduğu da spekülasyonlar arasında. Hindistan’daki kilit sektörlerdeki geniş işletmeleri ve 23 binden fazla kişiyi istihdam etmesiyle hâlâ dünyanın en güçlü insanlarından biri. Yükselişi çok hızlı olan Adani, Başbakan Modi’nin desteğinden faydalandı ve aralarındaki bağ, Modi’nin Gujarat’ın başbakanı olduğu ve Adani’nin ucuz fiyatlarla arazi aldığı günlere kadar uzanıyor. Ülke genelinde limanlar, havaalanı sözleşmeleri ve kömür madenleri gibi varlıkları satın alan Adani, çok kısa bir süre içinde ülkenin en büyük ve en güçlü iş adamlarından biri haline gelirken adam kayırma iddiaları da gündeme gelmişti. Ancak burada konumuz Adani ya da şirketi değil, Hindistan’ın “Elmas Kolye” stratejisi. Ki Sabang Limanı da zaten Hindistan’ın Çin’e karşı koymaya yönelik Elmas Kolye stratejisi planının kapsamına giriyor.

Jeopolitik bir teori olarak gündeme gelen Çin’in “İnci Dizisi”ne Hindistan’ın yanıtı Elmas Kolye olarak şekilleniyor. Hindistan’ın stratejik deniz üsleri geliştirdiği Madagaskar, Seyşeller, İran, Umman, Endonezya ve Singapur’un yanı sıra yakın savunma ilişkileri kurduğu Mozambik, Mauritius, Maldivler, Vietnam, Myanmar, Güney Kore, Japonya ve Avustralya gibi ülkeler, Çin’in incileri karşısında Hindistan’ın elmasları olarak görülüyor.

Hindistan 2006 yılında Doğu Afrika ülkesi Mozambik’in geniş kıyı şeridinde Hint Donanması’nın periyodik olarak devriye gezmesine olanak tanıyan bir savunma anlaşmasına sahip olmasının ardından 2007 yılında bir diğer Doğu Afrika ülkesi Madagaskar’da kendi deniz ticaret yollarını korumak için “yabancı topraklardaki ilk dinleme istasyonunu” kurdu. Madagaskar’ın kuzeyinde faaliyete geçen askeri dinleme üssünün amacı Hindistan’da bulunan Mumbai ve Kochi’deki benzer tesislerle bağlantı kurarak bölgede faaliyet gösteren yabancı donanmalar hakkında istihbarat toplamak. Hindistan Deniz Kuvvetleri’nin olası deniz manevralarını kolaylaştıran söz konusu tesisin korsanlık ve terörist faaliyetleri denetleme kaygısı olsa da asıl amacı Hint Okyanusu bölgesinde artan Çin etkisine karşı koymak. Yani, Çin’in Sri Lanka’daki Hambantota Limanı incisine Hindistan’ın yanıtı Madagaskar’daki kontrol merkezi elması oldu.

Benzer bir biçimde Hindistan’ın 2015’te Doğu Afrika’nın iki ada ülkesi Seyşeller’in Assumption Adası ile Mauritius’un Agalega Adası’nda geliştirdiği ve kendisine askeri erişim olanağı sağlayan deniz üsleri, Deniz İpek Yolu projesi ile Afrika kıtasındaki varlığını artıran Çin’e karşı stratejik öneme sahip. Seyşeller’de bir dayanak noktası olması Hindistan’a Afrika kıtasında Hindistan Donanması’nın Cibuti ve Kenya’daki Çin varlığına karşı koyabileceği bir operasyon üssü sağlıyor. Artı, Assumption Adası birçok deniz ticaretinin geçtiği Mozambik Kanalı’nın hemen kuzeyinde yer alıyor.

Beraberinde, İran’ın Chabahar Limanı’nı inşa etmek için 2016’da İran ve Afganistan ile bir anlaşma imzalayan Hindistan, Çin’in bölgede elini güçlendiren stratejik Gwadar Limanı incisine Chabahar Limanı elması ile yanıt verdi. Chabahar erişimine sahip olmak Çin’in Karachi ve Gwadar’daki varlığına doğrudan karşı koyuyor. Orta Asya’ya açılan kapısı olan Chabahar projesi ile Hindistan, İran ve Azerbaycan üzerinden Mumbai’yi Moskova’ya bağlayan “Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru”na bağlanacak. Çin ve Pakistan bypass edilerek özelde Afganistan çevresinde nüfuz alanının genişletilmesi genelde bölgedeki güç projeksiyonunun artırılması planlanıyor.

Her ne kadar Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin gölgesinde kalsa da Hindistan’ın İran ve Rusya ile birlikte 2000 yılında başlattığı “Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru Girişimi”, Çin nüfuzunu kıracak ve Pakistan’ı bypass edecek bir potansiyel taşıması bakımından Hindistan için stratejik önemde. 7.200 km uzunluğunda olan Koridor, Hindistan’ın İran üzerinden Orta Asya, Rusya ve Avrupa’ya kadar doğrudan bağlantı kurmasına olanak tanıyan deniz, demir ve karayollarını içeren çoklu bir ağ sistemini ifade ediyor. Hindistan ile Rusya’nın başat rol oynadığı girişim her ne kadar yavaş ilerliyor olsa da Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne bölgede hâlâ potansiyel bir alternatif sunuyor.

Bölgedeki Çin nüfuzuna bir başka karşı eylem adımı olarak Başbakan Modi’nin 2018 yılında Umman, Singapur ve Endonezya ile sağladığı anlaşmalarla Hindistan Çin’in iki önemli incisi olan Afrika’daki Cibuti ve Pakistan’daki Gwadar arasında yer alan Umman’ın Duqm Limanı’na, Malakka Boğazı’ndan Güney Çin Denizi’ne geçişte önemli durak noktası olan Singapur’un Changi deniz üssüne ve Malakka Boğazı’nın girişinde bulunan Endonezya’nın Sabang Limanı’na askeri erişim olanağı elde etti. Hindistan’ın İran limanına bağlantısı aynı zamanda Umman limanına erişimini de güvence altına alıyor ve Arap yarımadasında ayak izine sahip olarak Hindistan, Körfez’den deniz yoluyla yaptığı hidrokarbon ithalatını da güçlendiriyor. Ayrıca Duqm’un benzersiz yanı aynı zamanda dünyanın en önemli geçiş noktalarından biri olan Hürmüz Boğazı’nın yakınında yer alması. Aynı zamanda Hindistan’ın kritik Malakka Boğazı çevresinde Singapur ve Endonezya limanlarına erişimi birbirini destekliyor ve Hindistan’ın Malakka’nın kuzeyinde konumlanan Andaman ve Nikobar takımadalarını 2020’den bu yana askerileştirmesi bu bağlantıları ayrıca güçlendiriyor.

Bununla beraber 2006 yılında ayrıcalıklı ortaklık ve 2016 yılında savunma eylem planını vücuda getirdiği Güney Asya’nın ada ülkesi Maldivler ile bağlarını güçlü tutuyor. Ancak “borç tuzağı diplomasisi” olarak ifade edilen stratejik Çin etkisinin Maldivler’de hissedilmesine karşın 2018’de başa gelen Maldiv hükümetinin “Önce Hindistan” politikasına yeniden sarılması Hindistan’ın karşı denge şansını artırırken geçtiğimiz eylül ayında Hindistan yanlısı olarak görülen Cumhurbaşkanı İbrahim Mohamed Solih’in yerine Çin yanlısı olarak görülen Mohamed Muizzu’nun seçimleri kazanması bu şansı ne ölçüde etkileyecek bunu zaman gösterecek. Bu arada, borç tuzağı diplomasisinin en çok karşılık bulduğu Sri Lanka’daki Çin’in Hambantota incisi karşısında Madagaskar ile karşı önlem geliştirmiş olsa da Modi’nin Haziran 2015 tarihli Bangladeş ziyareti ile Hindistan’ın Chittagong Limanı’na doğrudan erişim sağlaması ise Çin’in inci dizisinden bir Chittagong incisini kopardığı yönünde bir algıya yol açmıştı.

Aslında Hindistan hükümetinin resmi politikası olan “Doğuya Bakış, Doğuya Hareket” politikasının veya genel Hint-Pasifik stratejilerinin gayriresmi bir isimlendirmesi olan Elmas Kolye stratejisinin bir başka kritik bileşeni ise Çin’in yumuşak karnı Viet Nam ile Hindistan’ın artan ilişkileri. Hindistan stratejik olarak Güneydoğu Asya’nın doğu kenarında konumlanan Vietnam’ı Çin’in güney yönünde genişlemesinin önündeki en büyük engel olarak görüyor. Hindistan ile Vietnam arasında 1994 yılında vücut bulan savunma anlaşması 2000 yılında stratejik tehdit algıları ile istihbarat paylaşımını içeren ortak bir işbirliği protokolü ile güçlendirilmişti. Ayrıca 2011 yılında Vietnam ile Güney Çin Denizi’nde petrol arama faaliyetleri gerçekleştirebilmek için ortak petrol arama anlaşması imzalanmıştı.

Vietnam’ın yanı sıra bölgede Güney Kore, Japonya ve Avusturalya ile savunma ilişkilerini geliştiren Hindistan’ın Japonya ile 2017’de başlattığı “Asya-Afrika Büyüme Koridoru” projesi ayrıca önemli. Amacı altyapıyı geliştirmek ve ekonomik büyümeyi hızlandırmak olan ortak girişimin ayrıca Yeni Delhi ile Tokyo’nun etkisini artırırken aynı zamanda Çin’in Afrika’daki nüfuzu ile mücadele etmek gibi kritik bir misyonu var.

Hindistan’ın hem dışarıdan hem de içeriden yaygın eleştirilere karşın yönetimde uzun bir cunta geçmişi ve etkisi görülen Myanmar ile ekonomik ve askeri ilişkilerini artırması da kritik önemde. Soğuk Savaş döneminde Hindistan ile Çin arasında bir anlamda eşit mesafede durmayı başaran Myanmar’ın 1988 yılındaki demokratik ayaklanmaları bastırdıktan sonra öncekinden daha fazla tecride zorlanması ile Çin’in burada askeri ve ekonomik varlığını hızla yoğunlaştırması Hindistan’ın korkularını tetiklemişti. Bölgedeki Çin müdahalesini önlemek ve aynı zamanda kendi kuzeydoğu sınırlarındaki gerilla hareketlerinde Myanmar’ın bir sığınak hâline gelmesini engellemek için Hindistan Myanmar’a olan ilgisini hep yüksek tutuyor. Çin nüfuzunun Myanmar’da genişlemesi Çinlilere deniz güçlerini Hindistan’ın deniz alanlarına yerleştirme ve sonunda Hindistan’ın doğu kanadını doğrudan tehdit etme potansiyeli taşıdığı için Hindistan açısından özel bir kaygı kaynağı. Güney Asya ile Güneydoğu Asya arasında bir kara köprüsü konumunda olan Myanmar Hindistan’ın problemli kuzeydoğusu ile Çin’in güneyini ayıran yaşamsal bir tampon bölge oluşturduğu için çok kritik bir stratejik alan. Örneğin Hint stratejik inanışına göre Çin Myanmar nüfuzunu tamamlarsa ve Myanmar Çin’in (bir çeşit Orta Krallık geleneğinde olduğu gibi) bir vasal devleti hâline gelirse Hindistan’ın kuşatması veya çevrelenmesi tamamlanacak ve üstesinden gelinemeyecek bir güvenlik ikilemini doğuracak. 2000’lerin başlarından bu yana Myanmar’ın Çin’e olan askeri bağımlılığını azaltmak için Hint Donanması’na yaklaşmaya çalışması üzerine Hindistan Myanmar’da Çin nüfuzuna karşı hamle yapmaya veya Çin ile bir tür kısasa kısas oyunu oynamaya başladı.

Çin’in Pakistan üzerinde etkisini artırması ile Gwadar Limanı avantajı ve Orta Asya çevresindeki güçlü nüfuzu karşısında İran kozunu kullanan ve her ne kadar yavaş gidiyor olsa da İran ve Afganistan ile Chabahar Limanı avantajını elde eden Hindistan, Çin’in artan Myanmar nüfuzu karşısında ise Myanmar’ın Sittwe Limanı’nın yeniden inşa edilmesine önemli ölçüde katkı sağladı. Hindistan’ın “Kaladan Çoklu Transit Taşımacılık Projesi”nin bir parçası olan Sittwe Limanı inşası ile elde ettiği altyapı kazanımlarının amacı kargo taşımacılığı için deniz, nehir ve karayolu ulaşım koridoru oluşturmak. Hindistan tarafından finanse edilen ve geçtiğimiz mayıs ayında açılışı yapılan limanın ticari bağlantıyı kolaylaştırması ve Hindistan’ın kuzeydoğu bölgesine bağlantı oluşturmak için alternatif yollar açması ile refah düzeyinde geri kalan sıkıntılı kuzeydoğu bölgesinin ekonomik kalkınmasını artırmaya yardımcı olacağı öngörülüyor.

Myanmar kıyısındaki Andaman Denizi’nin Çin için önemli bir enerji yaşam çizgisi olarak görülmesinin yanında Hindistan’ın da enerji gereksinimini karşılamak için Myanmar’a ihtiyacı var. Bu doğrultuda İran’ın Chabahar Limanı hamlesi ile ilk kez “kendi toprakları dışında” bir liman işleten Hindistan, ASEAN ülkelerine giriş kapısı olarak kendisi için stratejik ve ekonomik açıdan önemli bir ülke olan Myanmar’ın Sittwe Limanı’ndaki faaliyetleri devralması ile Çin’in Hint-Pasifik bölgesindeki Kuşak ve Yol Girişimi’nin dengelenmesi hedefleniyor. Myanmar hem Hindistan hem de Çin için jeo-stratejik önemde ve bu nedenle her ikisi de 2021 yılında Aung San Suu Kyi’nin sivil hükümetinin devrilmesinden bu yana askeri rejim ile bağlarını sürdürdü. İki ülke, ülkedeki politik zulüm ve gözaltılara rağmen Batı’nın yaptırımlarına uymadı.

Hindistan ve Çin arasındaki jeopolitik rekabete konu olan ve Hindistan’ın karşı eylem adımlarının anlatımı olan Elmas Kolye stratejisi yalnız suları kapsamıyor. Moğolistan’ı Hindistan’ın Doğuya Hareket politikasının ayrılmaz bir parçası olarak gören Modi, Çin’in hemen arka bahçesinde bulunan Moğolistan’ı ziyaret eden ilk Hindistan başbakanı. Modi’nin iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasının 60. yıldönümüne denk gelen ve ikili ilişkilerin stratejik ortaklığa yükseltildiği 2015 yılındaki tarihi ziyaretinde kararlaştırılan ve 1,2 milyar dolarlık Hindistan kredisi ile inşa edilecek olan Moğolistan’ın ilk petrol rafinerisinin ilk aşamasının bu yıl sonunda, kalan üç paketin de 2025’e kadar tamamlanacağı söyleniyor. İnşasına 2018’de başlanan petrokimya rafinerisi Moğolistan‘ın yakıt ihtiyaçlarını karşılaması ve Çin ile Rusya bağımlılığını sona erdirmesi bakımından oldukça önemli. Moğolistan, Rusya ile Çin arasında yer alan, denize kıyısı olmayan bir ülke. İki özelliği dikkat çekiyor: İlki, dış politikada bağlantısız yaklaşımı izliyor, ikincisi ise iki otokrasi arasında yer almasına karşın demokratik bir ülke. Daha da önemlisi, bakır, altın, nadir toprak maddeleri ve en önemlisi uranyum yataklarına sahip, maden açısından zengin bir ülke ve büyük bir alanda küçük nüfuslu bir ülke ve bu, çok sayıda boş arazi demek; yani Moğolistan’da kullanılmayan çok büyük miktarda arazi var ve Hindistan’ın tarım uzmanlığından yararlanma arayışında. Ayrıca geçtiğimiz yıl bir Hindistan savunma bakanının bu ülkeye yaptığı ilk ziyarete de tanık olundu. Moğolistan ile stratejik ortaklık her alanda derinleştirilmeye çalışılıyor. Şu anda Moğolistan ile Hindistan arasında direkt uçuşların kurulması için çalışan iki ülke, ticaret ve enerji güvenliği konusunda ikili ilişkileri geliştirmek için doğrudan hava bağlantısı sağlayabileceği bir “hava koridoru” kurma kararı da almıştı. Henüz bu konudaki ilerlemeye ilişkin herhangi bir güncelleme görülmese de koridor, Hindistan’ın 2017 yılında Kabil, Kandahar, Yeni Delhi ve Mumbai arasında kargo uçuşları için Afganistan ile açtığı iki hava koridorunun ardından ikinci bir hava rotası olacak.

Denize kıyısı bulunmayan bir diğer kara ülkesi Afganistan, Hindistan ve Çin çıkarlarının çakıştığı bir başka alan ve her iki ülkenin de Afganistan’ın ulusal kalkınma projeleri için önemli yatırımları söz konusu. Ancak Afganistan’ın kronikleşmiş istikrarsızlığı ve belirsiz geleceği noktasında Hindistan ve Çin’in ortak kaygılar beslemesi ile çıkarların örtüştüğü bir durum söz konusu olsa da iki ülkenin keskin görüş farklılıkları bulunuyor ve Çin’in Pakistan ile yakın ilişkileri ve Pakistan’ın Afganistan üzerindeki geleneksel etkisi düşünüldüğünde Hindistan denklemin diğer tarafını İran ve Afganistan olarak eşitlemeye çalışıyor. Ticaret ve yatırım projeleri için İran’ın Chabahar Limanı ile Afganistan’a doğrudan bağlantı sağlayan Hindistan, Afganistan’ı karayolu, demiryolu ve hava bağlantıları ile enerji boru hatlarının geçtiği bölgesel bir ticaret merkezi olarak öngören “Orta Asya’ya Bağlantı” politikası izliyor. Orta Asya, hidrokarbon rezervleri, nadir toprak mineralleri, uranyum yatakları, hidroelektrik potansiyeli ile potansiyellerle dolu bir yer ve milyonlarca tüketicinin olduğu bir pazar. Hindistan’ın 2012 yılında başlattığı bu politika Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin kara bileşeni olan İpek Yolu Ekonomik Kuşağı projesine yönelik bir karşı eylem stratejisi olarak gelişiyor.

Daha önce değinildiği üzere Hindistan hükümetinin resmi olarak izlediği ve birbiri ile bir biçimde bağlantılı olan ve özünde kendi güç projeksiyonu ile hareket alanı özgürlüğünü sağlamak amacıyla coğrafi konumu ile jeopolitik durumu bağlamında kendi etrafını güvence altına almayı hedefleyen “Doğuya Bakış, Doğuya Hareket, Orta Asya’ya Bağlantı” politikaları başta olmak üzere “Güneye Bakış (Hint Okyanusu), Batıya Bakış (İran, Körfez ülkeleri, İsrail, Suudi Arabistan başta olmak üzere Batı Asya ve Afrika) ve Kuzeye Bakış (Orta Asya ve Şanghay İşbirliği Örgütü)” ismi altında bölgesel politika kombinasyonlarının bir çeşit şemsiye anlatımı olan “Genişletilmiş Komşuluk” konsepti ya da bir anlamda toplu bir biçimde Hint-Pasifik stratejilerini ve hatta Hint Okyanusu’ndaki “ağ güvenlik sağlayıcısı” pozisyonuna temel sağlayan ve “Bölgedeki Herkes için Güvenlik ve Büyüme” anlamına gelen “Sagar” stratejisini içeren adımları ayrıca Elmas Kolye olarak betimleniyor. Ve bu betimlemenin sembolik belirtisi ise Hindistan’ın stratejik üsleri olan Singapur’daki Changi Deniz Üssü, Endonezya’daki Sabang Limanı, Umman’daki Duqm Limanı, Seyşeller’deki Assumption Limanı ve İran’daki Chabahar Limanı ile Hindistan’ın stratejik işbirliği yürüttüğü Moğolistan, Japonya, Vietnam ve Orta Asya üzerinden yansıtılıyor. Teorik bir değerlendirme olan Elmas Kolye anlatımı ilk olarak Hindistan’ın eski Dışişleri Sekreteri Lalit Mansingh tarafından Ağustos 2011’de bir düşünce kuruluşunda Hindistan’ın Bölgesel Stratejik Öncelikleri konulu konuşması sırasında dile getirildi. Amaç, “Çin çevresinde bir çevreleme bloğu oluşturmak”; nihai hedef, “Çin’in İnci Dizisini etkisiz hâle getirmek.”

Ancak Hindistan’ın Elmas Kolyesi, Çin’in İnci Dizisi ile karşılaştırıldığında zayıf görülüyor. Bu inanç eksikliği hiçbir yerde ASEAN bölgesinden daha belirgin değil. ASEAN üyeleri Hindistan’ın çoğu artısını kabul ederken aynı zamanda Hindistan’ın kararlılığından ve Çin’e rakip olma kapasitesinden kuşku duyuyor. Ve bu kuşkuların çoğu Hindistan’ın kötü şöhretli bürokrasisinden ve geçmişteki sözleri yerine getirememesinden kaynaklanıyor. Örneğin, İran’da Hint firmaları ülkenin sıkı yaptırımlar altında olması nedeni ile büyük zorluklar yaşadı. Hint firmalarının ikincil yaptırım riskine girmemesi için sürekli olarak geçici çözümler müzakere ediliyor. Çin aynı zamanda Hindistan’dan daha zengin. Hindistan’ın yetemediği birçok yerde Çin para koyabilir. Şu ana kadar Çin örneğin İnci Dizisi’nin yalnızca Afrika’daki kısmına yaklaşık 60 milyar dolar yatırım yaparken Hindistan’ın en büyük yatırımı ise 8 milyar dolar ile Chabahar Limanı’na oldu. Ancak bir yandan da Hindistan yetemediği boşlukları silah satışları ile doldurmaya çalışıyor. BrahMos füzelerinin ilk alıcısı olan Filipinler’in ardından Hindistan BrahMos füzelerinin ihracatı için aynı zamanda Endonezya, Vietnam ve Rusya’nın da aralarında olduğu 12’den fazla ülke ile görüşmelerde bulunuyor. BrahMos ses hızının yaklaşık üç katı hızda uçan dünyanın en hızlı seyir füzesi. 200 kiloluk savaş başlığı taşıyabiliyor ve karadan, denizden ve havadan fırlatılabiliyor. Silah satışlarının giderek daha belirleyici bir rol oynayacağı şaşırtıcı olmayacaktır. Ki silah satışı nüfuz satışıdır.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English