Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın Elmas Kolyesi

Yayınlanma

Geçtiğimiz hafta Hint şirketi Adani Grubu’nun Endonezya’daki Sabang Limanı’nı geliştirmek için Endonezya hükümeti ile görüşmelere başladığı gündeme geldi. Aynı zamanda İsrail’deki Haifa Limanı’nı da geliştiren grup, önemli bir küresel ticaret yolu olan Malakka Boğazı yakınındaki Sabang’da yeni bir konteyner terminali ve transit liman tesisleri kurmayı düşünüyor. Projeye yapılan ilk yatırımın 1 milyar dolara yakın olduğu tahmin ediliyor ancak gerçek yatırım gereksinimleri şirketin limanı geliştirmek için Endonezyalı yetkililerle anlaşmaya varmasının ardından belirlenecek. Stratejik açıdan yaşamsal öneme sahip Sabang Limanı’nın geliştirilmesi, Hindistan’ın Endonezya ile Malezya arasında dar bir su alanı olan ve dünyanın en önemli nakliye yollarından biri olan Malakka Boğazı’na daha kolay erişmesine olanak tanıyacak. Konuya ilişkin yıllar süren tartışmaların ardından bir fizibilite çalışmasının tamamlandığı ve şu anda Endonezya hükümetinden onay beklendiği söyleniyor.

Hint Okyanusu’nda bulunan Malakka Boğazı, petrol zengini Batı Asya ülkeleri ile Doğu Asya arasındaki mal ve kaynak hareketi için yaşamsal bir ticaret yoludur. Küresel mal ticaretinin önemli bir kısmı Boğaz’dan geçiyor ve Çin’in enerji ithalatının büyük kısmı bu rotaya dayanıyor. Hint Okyanusu dünya yüzeyindeki suyun yaklaşık beşte birini oluşturur; üç kıtaya, 28 ülkeye yayılır ve Pasifik ile Atlantik okyanuslarını birbirine bağlayan uluslararası ticaret için önemli bir rota. Sabang Limanı’nın geliştirilmesi Hindistan’ın Hint Okyanusu’nda Çin’e karşı stratejik konumunu güçlendirecek.

İlk olarak 2018 yılında Endonezya Denizcilik İşleri Koordinasyon Bakanı Luhut Pandjaitan, Sabang Limanı’nın nakliye gemileri ve denizaltıları barındırabileceği fikrini öne sürmüştü. Bu da limanın Hindistan’ın stratejik hedeflerini ilerletebileceği yönünde spekülasyonlara yol açmıştı. Ancak birkaç yıldır devam eden müzakereler nedeni ile limanın inşasında ilerleme yavaş oldu. 2018 yılında her iki ülke de Aceh eyaleti ile Andaman ve Nicobar Adaları arasındaki bağlantıyı geliştirmek amacı ile bir görev gücü kurdu. Adani grubu için Endonezya’daki projeler denizcilik operasyonlarının genişletilmesine yardımcı olacak. Grup aynı zamanda Doğu Afrika (Kenya ve Tanzanya), Vietnam ve Akdeniz’de gelişmekte olan limanları da araştırıyor.

Son zamanlarda borsa manipülasyonu ve dolandırıcılık iddiaları ile oldukça tartışmalı ve sansasyonel olan Adani Grubu, Hindistan’ın en büyük liman ve havaalanı işletmecisi ve en büyük özel kömür ithalatçısı. Hakkındaki suçlamalardan önce dünyanın üçüncü en zengin insanı olan holdingin kurucusu Gautam Adani’nin ise aynı zamanda memleketlisi olan Başbakan Narendra Modi’nin yakın arkadaşı olduğu da spekülasyonlar arasında. Hindistan’daki kilit sektörlerdeki geniş işletmeleri ve 23 binden fazla kişiyi istihdam etmesiyle hâlâ dünyanın en güçlü insanlarından biri. Yükselişi çok hızlı olan Adani, Başbakan Modi’nin desteğinden faydalandı ve aralarındaki bağ, Modi’nin Gujarat’ın başbakanı olduğu ve Adani’nin ucuz fiyatlarla arazi aldığı günlere kadar uzanıyor. Ülke genelinde limanlar, havaalanı sözleşmeleri ve kömür madenleri gibi varlıkları satın alan Adani, çok kısa bir süre içinde ülkenin en büyük ve en güçlü iş adamlarından biri haline gelirken adam kayırma iddiaları da gündeme gelmişti. Ancak burada konumuz Adani ya da şirketi değil, Hindistan’ın “Elmas Kolye” stratejisi. Ki Sabang Limanı da zaten Hindistan’ın Çin’e karşı koymaya yönelik Elmas Kolye stratejisi planının kapsamına giriyor.

Jeopolitik bir teori olarak gündeme gelen Çin’in “İnci Dizisi”ne Hindistan’ın yanıtı Elmas Kolye olarak şekilleniyor. Hindistan’ın stratejik deniz üsleri geliştirdiği Madagaskar, Seyşeller, İran, Umman, Endonezya ve Singapur’un yanı sıra yakın savunma ilişkileri kurduğu Mozambik, Mauritius, Maldivler, Vietnam, Myanmar, Güney Kore, Japonya ve Avustralya gibi ülkeler, Çin’in incileri karşısında Hindistan’ın elmasları olarak görülüyor.

Hindistan 2006 yılında Doğu Afrika ülkesi Mozambik’in geniş kıyı şeridinde Hint Donanması’nın periyodik olarak devriye gezmesine olanak tanıyan bir savunma anlaşmasına sahip olmasının ardından 2007 yılında bir diğer Doğu Afrika ülkesi Madagaskar’da kendi deniz ticaret yollarını korumak için “yabancı topraklardaki ilk dinleme istasyonunu” kurdu. Madagaskar’ın kuzeyinde faaliyete geçen askeri dinleme üssünün amacı Hindistan’da bulunan Mumbai ve Kochi’deki benzer tesislerle bağlantı kurarak bölgede faaliyet gösteren yabancı donanmalar hakkında istihbarat toplamak. Hindistan Deniz Kuvvetleri’nin olası deniz manevralarını kolaylaştıran söz konusu tesisin korsanlık ve terörist faaliyetleri denetleme kaygısı olsa da asıl amacı Hint Okyanusu bölgesinde artan Çin etkisine karşı koymak. Yani, Çin’in Sri Lanka’daki Hambantota Limanı incisine Hindistan’ın yanıtı Madagaskar’daki kontrol merkezi elması oldu.

Benzer bir biçimde Hindistan’ın 2015’te Doğu Afrika’nın iki ada ülkesi Seyşeller’in Assumption Adası ile Mauritius’un Agalega Adası’nda geliştirdiği ve kendisine askeri erişim olanağı sağlayan deniz üsleri, Deniz İpek Yolu projesi ile Afrika kıtasındaki varlığını artıran Çin’e karşı stratejik öneme sahip. Seyşeller’de bir dayanak noktası olması Hindistan’a Afrika kıtasında Hindistan Donanması’nın Cibuti ve Kenya’daki Çin varlığına karşı koyabileceği bir operasyon üssü sağlıyor. Artı, Assumption Adası birçok deniz ticaretinin geçtiği Mozambik Kanalı’nın hemen kuzeyinde yer alıyor.

Beraberinde, İran’ın Chabahar Limanı’nı inşa etmek için 2016’da İran ve Afganistan ile bir anlaşma imzalayan Hindistan, Çin’in bölgede elini güçlendiren stratejik Gwadar Limanı incisine Chabahar Limanı elması ile yanıt verdi. Chabahar erişimine sahip olmak Çin’in Karachi ve Gwadar’daki varlığına doğrudan karşı koyuyor. Orta Asya’ya açılan kapısı olan Chabahar projesi ile Hindistan, İran ve Azerbaycan üzerinden Mumbai’yi Moskova’ya bağlayan “Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru”na bağlanacak. Çin ve Pakistan bypass edilerek özelde Afganistan çevresinde nüfuz alanının genişletilmesi genelde bölgedeki güç projeksiyonunun artırılması planlanıyor.

Her ne kadar Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin gölgesinde kalsa da Hindistan’ın İran ve Rusya ile birlikte 2000 yılında başlattığı “Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru Girişimi”, Çin nüfuzunu kıracak ve Pakistan’ı bypass edecek bir potansiyel taşıması bakımından Hindistan için stratejik önemde. 7.200 km uzunluğunda olan Koridor, Hindistan’ın İran üzerinden Orta Asya, Rusya ve Avrupa’ya kadar doğrudan bağlantı kurmasına olanak tanıyan deniz, demir ve karayollarını içeren çoklu bir ağ sistemini ifade ediyor. Hindistan ile Rusya’nın başat rol oynadığı girişim her ne kadar yavaş ilerliyor olsa da Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne bölgede hâlâ potansiyel bir alternatif sunuyor.

Bölgedeki Çin nüfuzuna bir başka karşı eylem adımı olarak Başbakan Modi’nin 2018 yılında Umman, Singapur ve Endonezya ile sağladığı anlaşmalarla Hindistan Çin’in iki önemli incisi olan Afrika’daki Cibuti ve Pakistan’daki Gwadar arasında yer alan Umman’ın Duqm Limanı’na, Malakka Boğazı’ndan Güney Çin Denizi’ne geçişte önemli durak noktası olan Singapur’un Changi deniz üssüne ve Malakka Boğazı’nın girişinde bulunan Endonezya’nın Sabang Limanı’na askeri erişim olanağı elde etti. Hindistan’ın İran limanına bağlantısı aynı zamanda Umman limanına erişimini de güvence altına alıyor ve Arap yarımadasında ayak izine sahip olarak Hindistan, Körfez’den deniz yoluyla yaptığı hidrokarbon ithalatını da güçlendiriyor. Ayrıca Duqm’un benzersiz yanı aynı zamanda dünyanın en önemli geçiş noktalarından biri olan Hürmüz Boğazı’nın yakınında yer alması. Aynı zamanda Hindistan’ın kritik Malakka Boğazı çevresinde Singapur ve Endonezya limanlarına erişimi birbirini destekliyor ve Hindistan’ın Malakka’nın kuzeyinde konumlanan Andaman ve Nikobar takımadalarını 2020’den bu yana askerileştirmesi bu bağlantıları ayrıca güçlendiriyor.

Bununla beraber 2006 yılında ayrıcalıklı ortaklık ve 2016 yılında savunma eylem planını vücuda getirdiği Güney Asya’nın ada ülkesi Maldivler ile bağlarını güçlü tutuyor. Ancak “borç tuzağı diplomasisi” olarak ifade edilen stratejik Çin etkisinin Maldivler’de hissedilmesine karşın 2018’de başa gelen Maldiv hükümetinin “Önce Hindistan” politikasına yeniden sarılması Hindistan’ın karşı denge şansını artırırken geçtiğimiz eylül ayında Hindistan yanlısı olarak görülen Cumhurbaşkanı İbrahim Mohamed Solih’in yerine Çin yanlısı olarak görülen Mohamed Muizzu’nun seçimleri kazanması bu şansı ne ölçüde etkileyecek bunu zaman gösterecek. Bu arada, borç tuzağı diplomasisinin en çok karşılık bulduğu Sri Lanka’daki Çin’in Hambantota incisi karşısında Madagaskar ile karşı önlem geliştirmiş olsa da Modi’nin Haziran 2015 tarihli Bangladeş ziyareti ile Hindistan’ın Chittagong Limanı’na doğrudan erişim sağlaması ise Çin’in inci dizisinden bir Chittagong incisini kopardığı yönünde bir algıya yol açmıştı.

Aslında Hindistan hükümetinin resmi politikası olan “Doğuya Bakış, Doğuya Hareket” politikasının veya genel Hint-Pasifik stratejilerinin gayriresmi bir isimlendirmesi olan Elmas Kolye stratejisinin bir başka kritik bileşeni ise Çin’in yumuşak karnı Viet Nam ile Hindistan’ın artan ilişkileri. Hindistan stratejik olarak Güneydoğu Asya’nın doğu kenarında konumlanan Vietnam’ı Çin’in güney yönünde genişlemesinin önündeki en büyük engel olarak görüyor. Hindistan ile Vietnam arasında 1994 yılında vücut bulan savunma anlaşması 2000 yılında stratejik tehdit algıları ile istihbarat paylaşımını içeren ortak bir işbirliği protokolü ile güçlendirilmişti. Ayrıca 2011 yılında Vietnam ile Güney Çin Denizi’nde petrol arama faaliyetleri gerçekleştirebilmek için ortak petrol arama anlaşması imzalanmıştı.

Vietnam’ın yanı sıra bölgede Güney Kore, Japonya ve Avusturalya ile savunma ilişkilerini geliştiren Hindistan’ın Japonya ile 2017’de başlattığı “Asya-Afrika Büyüme Koridoru” projesi ayrıca önemli. Amacı altyapıyı geliştirmek ve ekonomik büyümeyi hızlandırmak olan ortak girişimin ayrıca Yeni Delhi ile Tokyo’nun etkisini artırırken aynı zamanda Çin’in Afrika’daki nüfuzu ile mücadele etmek gibi kritik bir misyonu var.

Hindistan’ın hem dışarıdan hem de içeriden yaygın eleştirilere karşın yönetimde uzun bir cunta geçmişi ve etkisi görülen Myanmar ile ekonomik ve askeri ilişkilerini artırması da kritik önemde. Soğuk Savaş döneminde Hindistan ile Çin arasında bir anlamda eşit mesafede durmayı başaran Myanmar’ın 1988 yılındaki demokratik ayaklanmaları bastırdıktan sonra öncekinden daha fazla tecride zorlanması ile Çin’in burada askeri ve ekonomik varlığını hızla yoğunlaştırması Hindistan’ın korkularını tetiklemişti. Bölgedeki Çin müdahalesini önlemek ve aynı zamanda kendi kuzeydoğu sınırlarındaki gerilla hareketlerinde Myanmar’ın bir sığınak hâline gelmesini engellemek için Hindistan Myanmar’a olan ilgisini hep yüksek tutuyor. Çin nüfuzunun Myanmar’da genişlemesi Çinlilere deniz güçlerini Hindistan’ın deniz alanlarına yerleştirme ve sonunda Hindistan’ın doğu kanadını doğrudan tehdit etme potansiyeli taşıdığı için Hindistan açısından özel bir kaygı kaynağı. Güney Asya ile Güneydoğu Asya arasında bir kara köprüsü konumunda olan Myanmar Hindistan’ın problemli kuzeydoğusu ile Çin’in güneyini ayıran yaşamsal bir tampon bölge oluşturduğu için çok kritik bir stratejik alan. Örneğin Hint stratejik inanışına göre Çin Myanmar nüfuzunu tamamlarsa ve Myanmar Çin’in (bir çeşit Orta Krallık geleneğinde olduğu gibi) bir vasal devleti hâline gelirse Hindistan’ın kuşatması veya çevrelenmesi tamamlanacak ve üstesinden gelinemeyecek bir güvenlik ikilemini doğuracak. 2000’lerin başlarından bu yana Myanmar’ın Çin’e olan askeri bağımlılığını azaltmak için Hint Donanması’na yaklaşmaya çalışması üzerine Hindistan Myanmar’da Çin nüfuzuna karşı hamle yapmaya veya Çin ile bir tür kısasa kısas oyunu oynamaya başladı.

Çin’in Pakistan üzerinde etkisini artırması ile Gwadar Limanı avantajı ve Orta Asya çevresindeki güçlü nüfuzu karşısında İran kozunu kullanan ve her ne kadar yavaş gidiyor olsa da İran ve Afganistan ile Chabahar Limanı avantajını elde eden Hindistan, Çin’in artan Myanmar nüfuzu karşısında ise Myanmar’ın Sittwe Limanı’nın yeniden inşa edilmesine önemli ölçüde katkı sağladı. Hindistan’ın “Kaladan Çoklu Transit Taşımacılık Projesi”nin bir parçası olan Sittwe Limanı inşası ile elde ettiği altyapı kazanımlarının amacı kargo taşımacılığı için deniz, nehir ve karayolu ulaşım koridoru oluşturmak. Hindistan tarafından finanse edilen ve geçtiğimiz mayıs ayında açılışı yapılan limanın ticari bağlantıyı kolaylaştırması ve Hindistan’ın kuzeydoğu bölgesine bağlantı oluşturmak için alternatif yollar açması ile refah düzeyinde geri kalan sıkıntılı kuzeydoğu bölgesinin ekonomik kalkınmasını artırmaya yardımcı olacağı öngörülüyor.

Myanmar kıyısındaki Andaman Denizi’nin Çin için önemli bir enerji yaşam çizgisi olarak görülmesinin yanında Hindistan’ın da enerji gereksinimini karşılamak için Myanmar’a ihtiyacı var. Bu doğrultuda İran’ın Chabahar Limanı hamlesi ile ilk kez “kendi toprakları dışında” bir liman işleten Hindistan, ASEAN ülkelerine giriş kapısı olarak kendisi için stratejik ve ekonomik açıdan önemli bir ülke olan Myanmar’ın Sittwe Limanı’ndaki faaliyetleri devralması ile Çin’in Hint-Pasifik bölgesindeki Kuşak ve Yol Girişimi’nin dengelenmesi hedefleniyor. Myanmar hem Hindistan hem de Çin için jeo-stratejik önemde ve bu nedenle her ikisi de 2021 yılında Aung San Suu Kyi’nin sivil hükümetinin devrilmesinden bu yana askeri rejim ile bağlarını sürdürdü. İki ülke, ülkedeki politik zulüm ve gözaltılara rağmen Batı’nın yaptırımlarına uymadı.

Hindistan ve Çin arasındaki jeopolitik rekabete konu olan ve Hindistan’ın karşı eylem adımlarının anlatımı olan Elmas Kolye stratejisi yalnız suları kapsamıyor. Moğolistan’ı Hindistan’ın Doğuya Hareket politikasının ayrılmaz bir parçası olarak gören Modi, Çin’in hemen arka bahçesinde bulunan Moğolistan’ı ziyaret eden ilk Hindistan başbakanı. Modi’nin iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasının 60. yıldönümüne denk gelen ve ikili ilişkilerin stratejik ortaklığa yükseltildiği 2015 yılındaki tarihi ziyaretinde kararlaştırılan ve 1,2 milyar dolarlık Hindistan kredisi ile inşa edilecek olan Moğolistan’ın ilk petrol rafinerisinin ilk aşamasının bu yıl sonunda, kalan üç paketin de 2025’e kadar tamamlanacağı söyleniyor. İnşasına 2018’de başlanan petrokimya rafinerisi Moğolistan‘ın yakıt ihtiyaçlarını karşılaması ve Çin ile Rusya bağımlılığını sona erdirmesi bakımından oldukça önemli. Moğolistan, Rusya ile Çin arasında yer alan, denize kıyısı olmayan bir ülke. İki özelliği dikkat çekiyor: İlki, dış politikada bağlantısız yaklaşımı izliyor, ikincisi ise iki otokrasi arasında yer almasına karşın demokratik bir ülke. Daha da önemlisi, bakır, altın, nadir toprak maddeleri ve en önemlisi uranyum yataklarına sahip, maden açısından zengin bir ülke ve büyük bir alanda küçük nüfuslu bir ülke ve bu, çok sayıda boş arazi demek; yani Moğolistan’da kullanılmayan çok büyük miktarda arazi var ve Hindistan’ın tarım uzmanlığından yararlanma arayışında. Ayrıca geçtiğimiz yıl bir Hindistan savunma bakanının bu ülkeye yaptığı ilk ziyarete de tanık olundu. Moğolistan ile stratejik ortaklık her alanda derinleştirilmeye çalışılıyor. Şu anda Moğolistan ile Hindistan arasında direkt uçuşların kurulması için çalışan iki ülke, ticaret ve enerji güvenliği konusunda ikili ilişkileri geliştirmek için doğrudan hava bağlantısı sağlayabileceği bir “hava koridoru” kurma kararı da almıştı. Henüz bu konudaki ilerlemeye ilişkin herhangi bir güncelleme görülmese de koridor, Hindistan’ın 2017 yılında Kabil, Kandahar, Yeni Delhi ve Mumbai arasında kargo uçuşları için Afganistan ile açtığı iki hava koridorunun ardından ikinci bir hava rotası olacak.

Denize kıyısı bulunmayan bir diğer kara ülkesi Afganistan, Hindistan ve Çin çıkarlarının çakıştığı bir başka alan ve her iki ülkenin de Afganistan’ın ulusal kalkınma projeleri için önemli yatırımları söz konusu. Ancak Afganistan’ın kronikleşmiş istikrarsızlığı ve belirsiz geleceği noktasında Hindistan ve Çin’in ortak kaygılar beslemesi ile çıkarların örtüştüğü bir durum söz konusu olsa da iki ülkenin keskin görüş farklılıkları bulunuyor ve Çin’in Pakistan ile yakın ilişkileri ve Pakistan’ın Afganistan üzerindeki geleneksel etkisi düşünüldüğünde Hindistan denklemin diğer tarafını İran ve Afganistan olarak eşitlemeye çalışıyor. Ticaret ve yatırım projeleri için İran’ın Chabahar Limanı ile Afganistan’a doğrudan bağlantı sağlayan Hindistan, Afganistan’ı karayolu, demiryolu ve hava bağlantıları ile enerji boru hatlarının geçtiği bölgesel bir ticaret merkezi olarak öngören “Orta Asya’ya Bağlantı” politikası izliyor. Orta Asya, hidrokarbon rezervleri, nadir toprak mineralleri, uranyum yatakları, hidroelektrik potansiyeli ile potansiyellerle dolu bir yer ve milyonlarca tüketicinin olduğu bir pazar. Hindistan’ın 2012 yılında başlattığı bu politika Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin kara bileşeni olan İpek Yolu Ekonomik Kuşağı projesine yönelik bir karşı eylem stratejisi olarak gelişiyor.

Daha önce değinildiği üzere Hindistan hükümetinin resmi olarak izlediği ve birbiri ile bir biçimde bağlantılı olan ve özünde kendi güç projeksiyonu ile hareket alanı özgürlüğünü sağlamak amacıyla coğrafi konumu ile jeopolitik durumu bağlamında kendi etrafını güvence altına almayı hedefleyen “Doğuya Bakış, Doğuya Hareket, Orta Asya’ya Bağlantı” politikaları başta olmak üzere “Güneye Bakış (Hint Okyanusu), Batıya Bakış (İran, Körfez ülkeleri, İsrail, Suudi Arabistan başta olmak üzere Batı Asya ve Afrika) ve Kuzeye Bakış (Orta Asya ve Şanghay İşbirliği Örgütü)” ismi altında bölgesel politika kombinasyonlarının bir çeşit şemsiye anlatımı olan “Genişletilmiş Komşuluk” konsepti ya da bir anlamda toplu bir biçimde Hint-Pasifik stratejilerini ve hatta Hint Okyanusu’ndaki “ağ güvenlik sağlayıcısı” pozisyonuna temel sağlayan ve “Bölgedeki Herkes için Güvenlik ve Büyüme” anlamına gelen “Sagar” stratejisini içeren adımları ayrıca Elmas Kolye olarak betimleniyor. Ve bu betimlemenin sembolik belirtisi ise Hindistan’ın stratejik üsleri olan Singapur’daki Changi Deniz Üssü, Endonezya’daki Sabang Limanı, Umman’daki Duqm Limanı, Seyşeller’deki Assumption Limanı ve İran’daki Chabahar Limanı ile Hindistan’ın stratejik işbirliği yürüttüğü Moğolistan, Japonya, Vietnam ve Orta Asya üzerinden yansıtılıyor. Teorik bir değerlendirme olan Elmas Kolye anlatımı ilk olarak Hindistan’ın eski Dışişleri Sekreteri Lalit Mansingh tarafından Ağustos 2011’de bir düşünce kuruluşunda Hindistan’ın Bölgesel Stratejik Öncelikleri konulu konuşması sırasında dile getirildi. Amaç, “Çin çevresinde bir çevreleme bloğu oluşturmak”; nihai hedef, “Çin’in İnci Dizisini etkisiz hâle getirmek.”

Ancak Hindistan’ın Elmas Kolyesi, Çin’in İnci Dizisi ile karşılaştırıldığında zayıf görülüyor. Bu inanç eksikliği hiçbir yerde ASEAN bölgesinden daha belirgin değil. ASEAN üyeleri Hindistan’ın çoğu artısını kabul ederken aynı zamanda Hindistan’ın kararlılığından ve Çin’e rakip olma kapasitesinden kuşku duyuyor. Ve bu kuşkuların çoğu Hindistan’ın kötü şöhretli bürokrasisinden ve geçmişteki sözleri yerine getirememesinden kaynaklanıyor. Örneğin, İran’da Hint firmaları ülkenin sıkı yaptırımlar altında olması nedeni ile büyük zorluklar yaşadı. Hint firmalarının ikincil yaptırım riskine girmemesi için sürekli olarak geçici çözümler müzakere ediliyor. Çin aynı zamanda Hindistan’dan daha zengin. Hindistan’ın yetemediği birçok yerde Çin para koyabilir. Şu ana kadar Çin örneğin İnci Dizisi’nin yalnızca Afrika’daki kısmına yaklaşık 60 milyar dolar yatırım yaparken Hindistan’ın en büyük yatırımı ise 8 milyar dolar ile Chabahar Limanı’na oldu. Ancak bir yandan da Hindistan yetemediği boşlukları silah satışları ile doldurmaya çalışıyor. BrahMos füzelerinin ilk alıcısı olan Filipinler’in ardından Hindistan BrahMos füzelerinin ihracatı için aynı zamanda Endonezya, Vietnam ve Rusya’nın da aralarında olduğu 12’den fazla ülke ile görüşmelerde bulunuyor. BrahMos ses hızının yaklaşık üç katı hızda uçan dünyanın en hızlı seyir füzesi. 200 kiloluk savaş başlığı taşıyabiliyor ve karadan, denizden ve havadan fırlatılabiliyor. Silah satışlarının giderek daha belirleyici bir rol oynayacağı şaşırtıcı olmayacaktır. Ki silah satışı nüfuz satışıdır.

GÖRÜŞ

Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’

Yayınlanma

Yazar

Hafta sonunda gelen haber bölgesel ve küresel siyaset üzerine tam manasıyla bomba gibi düştü. Önce İsrail’in ağır bombardımanı sonucunda içinde Hizbullah Lideri (Hizbullah Genel Sekreteri) Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu binaların tamamının tahrip edildiği ve Nasrallah dahil örgütün üst düzey komutanlarının neredeyse tamamının öldürüldüğü haberleri geldi. Batı dünyasında sevinçle karşılanan haber ertesi gün (27 Eylül Cumartesi) teyit edilince askeri/siyasi durumdaki belirsizlik devam etmekte olsa da Hizbullah-İsrail çatışmasında/mücadelesinde bundan sonra nelerin muhtemel olduğuna dair yorumlar Türk medyasını kaplamaya başladı.

Haber ve analizlerini büyük ölçüde Batı’dan alan veya almayı yeğleyen Türk medyası ‘terör örgütü lideri’ olarak takdim edilen Nasrallah’la ilgili değerlendirmelerde Vaşington veya Avrupa merkezli yorumcuları pek aratmadı. Batılı ve sistem yanlısı analistlere göre, Nasrallah bir terör örgütünün başı olmasının yanı sıra Filistin’de ulaşılması mümkün bir barışın önündeki (herhalde Abraham Antlaşmalarını kastediyorlar) en önemli engellerden birisiydi. Dolayısıyla ortadan kaldırılması hiç de fena olmamıştı.

Biden ve diğer Amerikan ve Avrupalı yetkililerin resmi olarak dile getirdiği bu görüşlere Trump’ın damadı Jared Kushner de uzun bir tivit serisiyle destek oldu. Aslında Nasrallah ve/veya Hizbullah olmasaymış Abraham Antlaşması çoktan uygulamaya girecekmiş. Bu iddiaların hepsi de Amerika ve Avrupa yönetimlerinin/hükümetlerinin resmi gözlüğüyle bakıldığında mantıklı ve doğru. Sonuçta özellikle Amerika açısından Gazze’de soykırım yapılmış/yapılmakta olmasının fazlaca bir önemi yok. Eğer bu soykırım medyanın ve özellikle sosyal medyanın bu kadar yaygın kullanılmadığı bir dönemde gerçekleştirilseydi Amerikan yönetimleri ‘bize ulaşan bilgilere göre’ diyerek Batı dışı basında yer alan haberleri ‘asılsız’ diyerek bir kenara atıverirdi.

Birkaç insan hakları kuruluşu durumun Amerikan/Avrupa hükümetlerinin söylediğinden çok daha vahim olduğunu anlatmaya çalışır; ama, örneğin internetin de olmadığı bir ortamda, bu haber ve yorumlarını yayımlayacak yer bulamazlardı. Aradan yıllar geçtikten sonra bazı akademisyenler, uzmanlar ve medya mensupları kitap ve/veya makaleler kaleme alırlar ama onlar da sınırlı sayıda okuyucuya ulaşırdı; çünkü yayınevlerinin çoğu bunları basmaz, basanlar da geniş bir dağıtım yapamazdı.

Kısacası İsrail’in Gazze’de soykırım yapmasında veya Güney Lübnan’ı feci şekilde bombalamasında ve Hizbullah lideri Nasrallah’ı çok sayıda diğer Hizbullah üst düzey komutanlarıyla birlikte öldürmesinde ve toplamda dört ülkeyi (Gazze, Lübnan, Suriye ve zaman zaman Yemen) aynı anda bombalamakta olmasından rahatsızlık duymaları için bir sebep yoktu ve olamazdı. Hatta bıyık altından sırıtarak ‘yeni Hizbullah lideri ve üst düzey komutanları bakalım kaç gün veya kaç saat yaşayabilecek’ gibi laflar etmeye devam edeceklerdir. Batı dünyasının özellikle de Amerika’nın onlarca yıldır İsrail konusunda izlediği politikalar açısından bunların hemen hemen hepsi normal; sadece bu konuların mevcut medya mecraları yoluyla dünya kamuoyuna anında ulaşmasından dolayı bir dizi sorunlar yaşanıyor, o kadar!

PEKİ TÜRK MEDYASINA, SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARA NE DEMELİ?

Bütün enformasyonunu Batılı medyadan alan Türk ana akım gazete ve televizyonlarına ne demeli? Ayrıca Türkiye’deki siyasal/selefi/İslamcıların adeta bayram yapmasını nasıl yorumlamalı?

Büyükçe bir kısmı hükümete doğrudan olmasa da dolaylı destek veren Türkiye’deki ana akım medya İsrail’in Hizbullah liderini ve diğer üst düzey komutanlarını öldürmesine seviniyor görünmüyor; ancak Batı medyasından aldığı haber ve yorumları fazlaca bir süzgeçten geçirmeden kamuoyuna sunuyor. Bu yayınlarda iki temel unsur ön plana çıkıyor. Birincisi, İsrail bombardımanı ve Hizbullah liderlerinin öldürülmesiyle birlikte Hizbullah yapısının yok olduğu ve bittiği propagandası pompalanıyor.

Oysa Hizbullah, önceki yıllarda giriştiği çatışmalarda Orta Doğu’da yenilmez unvanı bulunan İsrail ordusunu her defasında püskürtmüş ve geri çekilmeye zorlamış. İsrail’in Lübnan’ı işgali ve özellikle Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında çok sayıda Filistinli sivili katletmesiyle başlayan işgal ve kargaşa ortamında oluşan Hizbullah ne bir gerilla örgütü ne de düzenli ordu. Her iki özelliği de bünyesinde taşıyor ve İsrail ile giriştiği bütün çatışmalarda duruma göre bu iki özelliğini de sahaya yansıtabiliyor.

Hava gücü olmadığı için İsrail topraklarına yönelik ileri harekat yapamayan ve yapması da beklenmeyen Hizbullah en son 2006 yılında İsrail ile tutuştuğu ve toplamda otuz üç gün (33) süren çatışmalarda karşı tarafa büyük kayıplar vererek geri çekilmesini sağlamıştı, hem de süklüm püklüm… İsrail yine ağır bombardıman ile başlamış; çoluk-çocuk demeden herkesi hedef almış; fakat kara operasyonuna başladığı andan itibaren karşısında beklemediği ölçüde dirençli bir Hizbullah bulmuş; çok sayıda tank, belli sayıda da helikopterinin tahrip edilmesi, çok sayıda asker kaybı ve önemli sayıda da askerinin esir alınması üzerine zor durumda kalmıştı.

İsrail Hava Kuvvetlerinin sivil yerleşim yerlerini sürekli bombalamasına karşılık İsrail’in kuzey bölgelerini füzelerle vurmaya başlamış ve nihayet Tel Aviv’e de roketler fırlatmayı başarmış ve İsrail Hava Kuvvetleri bombardımanı kesmediği takdirde daha fazla hedefi vuracağını açıklayınca İsrail tarafı savaşı sonlandırarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. İsrail gibi Orta Doğu’da adeta bütün Arap ordularının korkulu rüyası haline gelmiş bir askeri gücü son defa 2006 yılında durdurmayı başarmak kolay bir iş değildi, her ne kadar Türkiye’deki siyasal/selefi İslamcılar burun kıvırsalar da…

O yıllarda da Batı medyası İsrail’in giriştiği saldırı üzerine abartılı haber ve yorumlarla doluydu ama İsrail’in göreceli büyük kayıplar vererek geri çekilmesinden sonra durumu yeniden analiz etmek zorunda kalmışlardı. Hatta savaşın başından itibaren İsrail lehine genel yorumların aksine değerlendirmelere de hep yer vermişti.

TÜRKİYE’DEKİ SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILAR

Türkiye’deki medyanın İsrail’in Hizbullah’ı bitirdiğine dair verdiği haberler ve yorumlarda Nasrallah’ın Mossad ajanı olduğu veya İran’ın zaten ABD’nin ileri karakolu olarak kritik bir noktada Nasrallah’ın bilgilerini Amerika ve İsrail’e verdiği gibi akla ziyanın ötesindeki değerlendirmeleri (!) bir kenara bırakacak olursak, göze çarpan ikinci unsur da siyasal/selefi İslamcı diyebileceğimiz grupların reaksiyonlarından oluşuyor. Meseleye büyük ölçüde Orta Çağ’ın mezhepçi prizmasından bakan bu gruplara göre aslında Nasrallah bugüne kadar hep Müslümanları katletmiş birisi. Ve Filistin meselesinde İsrail’e karşıymış gibi rol yapıyor. Oysa aslında ya İsrail ve Batı’nın ajanı veya Şii olmasından dolayı esas derdi Sünnilerle olduğu için Amerika ve İsrail’in ekmeğine yağ süren politikalar uyguluyor.

Müslümanları katlettiğine dair verilen örneklerin büyük bölümü Suriye savaşına Hizbullah’ın da katılarak Esat hükümeti yanında yer almış olmasından kaynaklanıyor. Suriye yönetimini devirmek amacıyla ABD ve İsrail’in başlattığı ve bu devletin epeyce zayıflatılmasıyla sonuçlanan savaşın jeopolitik çerçevesini göremeyen ve Türkiye’nin bu savaşta Amerika ile İsrail’e doğrudan veya dolaylı destek veren politikasının ülkemizin ulusal çıkarlarıyla hiç mi hiç uyumlu olmadığını anlamayan bu zihniyete göre Hizbullah gibi Esat’a destek veren güçler devreye girmeseydi Esat yönetimi devrilmiş ve ülkede bir ‘İslami’ (!) yönetim kurulmuş olacaktı.

Buradaki çıkmaz şu ki, böyle bir İslami yönetimin İsrail’e veya Amerika’ya karşı durup durmayacağı bir yana Esat hükümetinin bölgede Amerika ve İsrail’in çıkarları ve emellerine en fazla karşı çıktığını görmezden gelmesidir. Oysa IŞİD veya El Nusra gibi bir yönetim gelse aynı şekilde Amerika ve İsrail’e karşı koyarlar mıydı kocaman bir soru işareti. Öte yandan bu grupların eline teslim edilmiş bir Suriye muhtemelen parçalanırdı ve bu da en çok Amerika ve İsrail’in işine gelirdi. Bu savaşta Ankara’nın yanlış politikalarından dolayı Türkiye ve Hizbullah’ın karşı karşıya gelmiş olması mevcut hükümetin yanlışı ile izah edilebilir. Bu anlayış Hizbullah’ın Sünni Hamas’a da destek vermesini ise ya görmezden geliyor ya da bunu da bir oyun olarak söyleyip geçiyor.

Hizbullah konusundaki kafa karışıklığın küçük bir kısmı da ortalama her Arap veya İranlıyı kökten dinci, radikal İslamcı gibi görme eğilimindeki laik kesimden geliyor. Onlara göre kökten dinci radikal İslamcı birilerinin Batı’ya karşı galip gelmesi mümkün değil/olmamalı. Bu grup, çatışmaları ve aktörleri yakından takip etmediği için Hizbullah’ın, IŞİD ve El Nusra gibi gruplara karşı sadece Müslümanları değil aynı zamanda Hristiyanları da koruduğunu bilmiyor ve bu Hristiyanların ve laik Lübnanlı toplulukların Hizbullah’a nasıl destek verdiğini de anlayamıyor.

Evet Türk medyası Ukrayna savaşının başlarında Rusya’yı bitirdiği gibi Hizbullah’ı da bitirdi (!); ama sonuç pek de öyle olmayabilir. Hizbullah – İsrail çatışmalarının kısaca gözden geçirilmesi bile bu pilavın daha çok su kaldıracağını gösteriyor. Örneğin, eğer Hizbullah İsrail’in bir darbesiyle yerle bir olmuş olsaydı Tel Aviv karadan operasyona gerek görmez ve bu örgüt Orta Doğu siyasi tarihinin sayfalarında yerini alırdı. Şimdi kara harekatı başladığına göre örgüt bitmemiş. Bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail Nasrallah’ı ortadan kaldırarak ‘direniş eksenine’ meydan okuyor ve onu sınıyor

Yayınlanma

Yazar

28 Eylül’de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı silahlı grubun güney Lübnan’daki karargâhına düzenlediği bir baskın sırasında öldürdüğünü iddia etti. Hizbullah bunu birkaç saat sonra doğruladı. Hemen ardından İran resmi medyası Devrim Muhafızları Genel Komutan Yardımcısı Abbas Nilforuşan’ın da İsrail’in Lübnan’a yönelik devam eden hava saldırılarında öldürüldüğünü duyurdu. Nasrallah ve Nilforuşan’ın ölümleri, İsrail’in birkaç gün süren “Kuzey Saldırısı” taarruzunun, Hizbullah güçleri ve Devrim Muhafızları Ordusu için feci sonuçlarının ve İsrail’in İran liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne yönelttiği maceracı meydan okumanın dönüm noktasıdır. “Direniş Ekseni”nin iklim geliştirme kabiliyetine yönelik ciddi bir sınavdır.

İsrail tarafından “İran ekseninin” merkezi bir unsuru, Batılı akademisyenler tarafından ise “Hizbullah’ın atan kalbi” olarak tanımlanan 64 yaşındaki Nasrallah, 32 yıldır örgüte liderlik eden ve onu iyi silahlanmış, siyasi ve sınır ötesi savaşan bir güç haline getiren en önemli devlet dışı aktör ve bölgesel oyuncudur. Hatta bazı yorumcular Nasrallah’ın tüm ailesini Hizbullah’ın davasına ve İsrail’e karşı direnişine adadığını, iki kız kardeşinin üst düzey Hizbullah yetkilileriyle evlendiğini, en büyük oğlunun İsrail’in elinde öldüğünü ve cesedine el konulduğunu ve bu durumda bir kızının da onunla birlikte gömüldüğünü iddia etmişlerdir.

Nasrallah Ortadoğu’nun siyasi arenasında en az dört “mucize” gerçekleştirmiştir: İsrail’e direnerek ve onu taciz ederek Hizbullah’ın Mayıs 2000’de İsrail’i güney Lübnan’daki 18 yıllık yasadışı işgalini sona erdirmeye zorlamasını sağlamış ve temelde ülkenin egemenliğinin ve topraklarının birliğini gerçekleştirmiştir; Şab’a çiftlikleri gibi toprakların sadece bir kısmı Golan Tepeleri’nin bir parçası olarak İsrail’in kontrolü altında kalmıştır. 2006 yılında Güney Lübnan’daki dağ savaşında İsrail ordusuna ağır kayıplar verdiren ve İsrail’i ateşkese zorlayan Hizbullah güçlerine komuta etti. 2011’den sonra Hizbullah’ın ilk ülke dışı operasyonunu kolaylaştırdı, Şam’ın Batı ve Arap Birliği’nin yıkıcı niyetlerini ezme çabalarına yardımcı oldu ve IŞİD’in yenilgiye uğratılmasına katkıda bulunan “Rusya+Şia Yayı”nda da kilit bir güç oldu. 1992’den bu yana İsrail’in “ölüm listesinde” yer alıyor, ancak bir “hayatta kalma ustası” olarak üçte bir yüzyıl boyunca ölümden kaçmayı başardı.

Ancak Nasrallah nihayetinde İsrail tarafından avlandı ve tasfiye edildi. İsrail istihbaratının Hizbullah kadrolarına karşı başarıyla yürüttüğü dünyayı sarsan “çağrı cihazı savaşları” ve “telsiz savaşları” dalgasının hemen ardından gelen bu sonuç, Hizbullah’ın mümkün olan her şeyin en iyisine sahip olmasına ve Nasrallah’ın nerede olduğunun hiçbir zaman net olmamasına rağmen, İsrail’in istihbarat savaşında nihayet üstünlüğü ele geçirdiğini göstermektedir. İsrail istihbarat savaşında, siber ve teknolojik savaşta ve hatta geleneksel hava saldırılarında ve karşı hava saldırılarında üstünlük sağlamıştır. Bu gerçek bile askeri, teknolojik ve bilimsel bir güç merkezi olan İsrail’in daha az gelişmiş bir ülkenin milis kolu olan Hizbullah’a karşı ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu ve topyekûn savaştan ve kara saldırılarında aynı hataları tekrarlamaktan kaçınarak askeri üstünlüğü elde ettiğini göstermektedir.

İsrail basınında yer alan haberlere göre İsrail Hava Kuvvetleri’nin Hizbullah karargahını bombalaması ve Nasrallah’ı öldürmesi, New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılan İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu tarafından bizzat onaylandı. Bu durum bile İsrail askeri istihbaratının Nasrallah’ı fiziksel olarak ortadan kaldırma fırsat ve kabiliyetinden yoksun olmadığını, daha ziyade en uygun zamanı seçmek ve en iyi sonuçları elde etmek için düşünmek zorunda olduğunu göstermektedir.

Nasrallah’ın ortadan kaldırılmasının zamanlaması, İsrail’in Hizbullah ile çatışmasının hararetli bir aşamaya girdiği ve dünyanın önde gelenlerinin Birleşmiş Milletler’de toplandığı ve Netanyahu’nun doğrudan en geniş ve en etkili kitlenin önünde olduğu bir “zirve” anında, sadece İsrail’in üstün istihbarat ve operasyonel kabiliyeti için bir “gösteriş” değil, aynı zamanda uluslararası topluma ve “direniş eksenine” çifte bir meydan okumadır: İşlediği iddia edilen suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından aranmasını ve uluslararası kamuoyunun “savaşçılığı ve kana susamışlığı” nedeniyle kınamasını umursamamak, İsrail’in savaşa devam etmesini haklı çıkarmak ve savunmak.

Ayın 27’sinde yaptığı konuşmada Netanyahu şunları vurguladı: “Bu yıl buraya gelmeyi planlamamıştım; ülkem hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ancak bu kürsüde birçok konuşmacıdan ülkeme yönelik yalan ve iftiraları duyduktan sonra buraya gelerek gerçekleri ortaya koymaya karar verdim.” Konuşmasının başında salondaki İsrail yanlısı gruptan alkış sesleri yükselirken, daha fazla katılımcı protesto amacıyla salonu terk etti.

Netanyahu, Birleşmiş Milletler ve Lübnan’ı etkileşimde bulunacağı iki alan olarak seçerek İran ve “direniş eksenine” İsrail’in sonuna kadar savaşmaya kararlı olduğunu ve düşmanlarının çok cepheli saldırısından vazgeçmesi karşılığında Gazze’de ateşkesi kabul etmeyeceğini söyledi. Konuşmasında İran liderliğindeki güçleri İsrail’i yedi cepheden kuşatmakla ve bölgedeki pek çok sorunun arkasında olmakla suçladı. Netanyahu ayrıca İran’ı tehdit ederek “İran’da İsrail’in uzun kolunun ulaşamayacağı hiçbir yer yoktur ve bu tüm Orta Doğu için geçerlidir” dedi.

İngiliz Daily Telegraph gazetesine konuşan üst düzey bir İsrailli yetkili, Netanyahu’nun Genel Kurul ziyaretinin amacının İsrail’in Hizbullah karargâhına düzenlediği hava saldırısına bir yumuşama perdesi çekmek olduğunu söyledi. Gözlemciler, Netanyahu’nun BM Genel Kurul oturumu sırasında bu büyük askeri operasyonu onaylamasının, uluslararası topluma İran liderliğindeki “direniş eksenine” meydan okuyacak kadar güçlü olduğunu göstermeyi amaçladığını düşünüyor.

İsrail’in temmuz ayı sonunda Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi bombalaması, kasıtlı olarak İran’ın yeni cumhurbaşkanının yemin töreniyle aynı zamana denk getirilerek İranlı yetkilileri küçük düşürmek ve onlara meydan okumak için planlanmıştı. Hamas Haniye’nin intikamını alacak güce sahip değildi, İran da Filistinli ortaklarına olan kan borcunu ödeyecek motivasyona sahip değildi ve Haniye’nin intikamını ve hemen hemen aynı zamanda İsrail ordusu tarafından öldürülen Hizbullah lideri Fuad Şükür’ün intikamını, Hizbullah İsrail’e yönelik saldırılarını artırarak aldı. Bir anlamda İran’ın Tahran suikastının ardından gösterdiği itidal ve tereddüt İsrail’e çatışmayı tırmandırmak ve misilleme döngüsünü genişletmek gibi bir niyeti olmadığını gösterdi ancak İsrail’in de zayıflık göstermeye ve Hizbullah’ın yoğunlaşan saldırılarından İran’ı sorumlu tutmaya niyeti yok.

Nitekim Devrim Muhafızları Genel Komutan Yardımcısı Abbas Nilforuşan Lübnan’daki savaş alanında ölmesi, İran’ın Hizbullah’la olan bağlarının gerçekliğini ve İsrail’in İran’ın misilleme yapıp yapmamasını umursamadığını göstermektedir. İsrail’in genel olarak “direniş eksenini”, özel olarak da İran’ı aşağılaması bu kez daha da açık ve İran’ı köşeye sıkıştırmış durumda: İran uzun zamandır müttefiki olan Nasrallah’ın intikamını almak yerine kendi generali Abbas Nilforuşan kan borcunu ödemek zorunda. Eğer bir şey yapılmazsa, İran’ın “direniş ekseni” kampındaki etkisi ve cazibesi ciddi şekilde zayıflayacak ve hatta tüm Orta Doğu’nun jeopolitik oyununda bir “kağıttan kaplan” olarak görülecektir.

Nasrallah ve Nilforuşan’ın ölümlerinin ardından çeşitli medya kuruluşları sözde İranlı yetkililere dayanarak Dini Lider Ayetullah Hamaney’in ülke içinde güvenli bir yere nakledildiğini ve güvenlik önlemlerinin sıkılaştırıldığını duyurdu. Bu tür haberler mantık ve akıl dışıdır ve daha çok İsrail’in İran’ın imajını bozmak için yarattığı bir enformasyon ve kamuoyu savaşını andırmaktadır. Çünkü en azından şimdilik, İran’ın dini lideri Hamaney, İsrail tarafından görevden alınmak üzere hedef alınmayacaktır. Haniye’nin 1 Ağustos’taki cenaze töreninde Hamaney’in gökyüzüne baktığı ve bir insansız hava aracı saldırısından korktuğu da belirtilmişti. İran liderini kötüleyen tüm bu sözde raporlar aslında panik yaratmak ve İsrail’in sürekli aşağılamasına karşı İran’ın alt limitini araştırmak için tasarlanmıştır.

Her halükarda Nasrallah’ın ölümü, yeni bir lider seçmekte ve yetiştirmekte zorlanan Lübnan Hizbullah’ı için ağır bir darbedir ve bu kriz döneminde yıpranmış Hizbullah’a ve silahlı kuvvetlerine kimin açıkça liderlik edebileceği şüphelidir. Nilforuşan’ın ölümü İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bir darbe oldu ama İran’ın Süleymani suikastından sonra yaptığı gibi ABD hedeflerine füzelerle saldıracak cesareti var mı? Suriye’deki diplomatik ofislerinin bombalanmasından sonra yaptığı gibi İsrail’e füze ve insansız hava araçlarıyla sembolik olarak saldıracak mı?

Eğer İran daha önceki intikam sözlerini yerine getirir ve Nasrallah ve Abbas Nilforuşan’ın ölümlerine ek olarak misilleme yaparsa, bu kaçınılmaz olarak İsrail ile doğrudan çatışmanın tırmanmasını tetikleyecektir. İran sözlü tehditlerde bulunmaya devam ederse jeopolitik güvenilirliği büyük ölçüde sarsılacak ve bu da “Direniş Ekseni” için bir dönüm noktası anlamına gelecektir: İsrail’le boy ölçüşemeyecek bir koalisyon ve özellikle de ABD ve diğer Batılı ülkelerin İsrail’in güvenliğini savunmakta kararlı oldukları, Arap ülkelerinin ise genellikle kenarda kaldıkları yeni bir dönem.

Filistin-İsrail çatışması değişmedi, Lübnan-İsrail çatışması değişmedi, Suriye-İsrail çatışması değişmedi ve hatta İran-İsrail çatışması özünde değişmedi ama dünya değişti ve Orta Doğu değişti.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yeni nesil saldırılar

Yayınlanma

Yazar

Savaş araçları, taş ve sopalardan zırh ve kılıçlara, toplardan tanklara, nükleer silahlardan siber saldırılara kadar uzanarak insanlık tarihi boyunca evrilerek değişti. Elbette savaşlar sadece askeri mücadele ile sınırlı değil; ekonomik, siyasi ve diplomatik alanlara uzanması normal. Artık savaşın dijital arenada da gerçekleştiği yeni bir dönemdeyiz. “Yeni nesil saldırı” olarak adlandırılan bu saldırı tipi, bir ülkenin düşmanını sadece fiziksel kuvvetle değil, teknolojik üstünlükle de zayıflatma stratejisine dayanıyor. Yeni nesil saldırılar, geleneksel askeri operasyonların ötesinde, siber saldırılar, elektronik harp, psikolojik operasyonlar ve hassas hedefli saldırılar gibi çok boyutlu teknikleri barındırıyor. Bu tür saldırılar, genelde düşmanı “felç” etme amacı güderek; düşmanın iletişim ağlarını veya savunma altyapısını devre dışı bırakmayı hedefliyor.

Bu bağlamda, şu ana kadar dünyanın farklı yerlerinde gerçekleşen siber saldırılarda genelde networklere sızılmış, hassas gizli veriler çalınmıştı. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah mensuplarının çağrı cihazlarının ve telsizlerinin eş zamanlı olarak patlatılması ile ilk defa bu yaygınlık ve ölçekte fiziksel olarak can ve mal kaybı gerçekleşti.

Bu saldırıların ilk günü gerçekleşen çağrı cihazlarının patlaması teknoloji üstünlüğünden ziyade, koordine ve uzun süre fark edilmeden devam eden istihbarat faaliyetlerinin eylemidir. Tedarik zincirine sızılarak çağrı cihazlarının içine patlayıcı madde yerleştirilmesi Hizbullah tarafından büyük bir istihbarat zaafı. Üstelik bu cihazlar teslim alındıktan sonra Hizbullah militanları tarafından neredeyse 5 ay boyunca fark edilmeden kullanıldı. İkinci günkü yeni nesil saldırıda patlayan telsizlerin yanı sıra bölgedeki diğer elektronik cihazların da patladığı gözlemlendi. Solar panellerden tabletlere uzanan bir yelpazede gerçekleşen patlamaların elektromanyetik bir saldırı sonucunda gerçekleşmiş olma ihtimali mevcut.

Her ne kadar kayıplar nicelik olarak büyük ve Hizbullah’ın göreceli olarak üst düzey mensupları hedeflenmiş olsa da bu iki yeni nesil saldırıdaki amaç yalnızca Hizbullah kadrolarını demoralize etmek değildi. Psikolojik savaş taktiği olarak amaç sadece Lübnan halkına korku aşılamak, insanları terörize etmek değil; bu korkuyu her şeyi kapsayan ve kaçınılmaz hale getirmeyi amaçlayarak, İsrail’in her yerde olduğuna inandırmak: ceplerinde, kulaklarında ve hatta çocuklarının yatak odalarında.

Lübnan’da meydana gelen yeni nesil saldırılar tüm dünyada savaş algısını değiştirerek cepheden çok uzaklarda olsak bile evimizde, okulda, işyerinde, markette, berber koltuğunda elimizden düşürmediğimiz elektronik eşyalarımızla hedefe alınabileceğimizi gösterdi. Karamsarlık aşılamadan önlem almak için gecikmememiz adına, yeni nesil savaşlar muhtemelen düşündüğümüzden korkunç ve çoktan hayatımızın içinde.

Savaş büyür mü?

Yeni nesil saldırılarla gündemimizi sarsan ve hepimizi ürküten bu savaş nasıl evrilecek? İsrail, muhtemelen geniş çaplı bir kara harekâtı başlatmadan önce yeni nesil saldırıları ve hava saldırılarını tercih ediyor. Böylece olası büyük bir savaşı başlatmadan önce hem insanlara korku salmış oluyor hem de Hizbullah yönetimine ve üst düzey komutanlarına suikast düzenleyerek onları elimine ediyor. Güney Lübnan’daki ve Bekaa’daki Hizbullah mevzilerini hedef alarak, örgütün silah depolarını ve askeri altyapısını büyük ölçüde yok ediyor.

Güney Lübnan’daki 150.000’den fazla insanı evlerini terk etmek zorunda bırakmayı da bir savaş taktiği olarak uyguluyor. Bu İsrail’in savaşı nasıl idare etmek istediğine yönelik ipuçları içeriyor olabilir. Öncelikle ilan ettiği hedef olan Litani nehrinin güneyinde sivil halkı bölgeden uzaklaştırarak belki de bir kara harekâtına gerek duymadan askeri amaçlarına ulaşmak. İkincisi, zaten peşpeşe krizlerin altında ezilen Lübnan halkının, yerinden edilen Güney Lübnanlı göçmenler eliyle, yaşam şartlarını daha da ağırlaştırmak isteyebilir. İsrail’in burada beklentisi de cephe gerisinde destek yerine ağır eleştirilere maruz kalan Hizbullah’ın mücadele kapasitesini iyice azaltmak.

Hizbullah ise tam ölçekli bir savaşa girmeden önce taktiksel saldırılarla devam ediyor. Genelde kuzey İsrail’deki askeri tesisler ile sınırladığı saldırılarını Haifa’ya, Tel Aviv’e kadar taşımaya başladı. Ancak şimdiye kadar verilen tepkilerin sınırlı kalması, çoğu Hizbullah yanlılarını bile yeterince tatmin edebilmiş değil. Sivil halkın da çok ciddi bedel ödediği bu kritik dönemeçte bu bedelden sorumlu tutulan Hizbullah’ın İsrail için en küçük caydırıcılık üretememesi artık daha yüksek sesle dile getiriliyor.

Aslında Hizbullah, İsrail’in güç zehirlenmesi yaşayarak Hizbullah’ı hafife alıp bir kara harekâtına başlamasını körüklemek de istiyor olabilir. Olası bir kara harbinde üstünlük sağlayarak İsrail’e büyük zahiyatlar verdirmeyi umuyor olabilir. Dağlık ve ormanlık bir bölge olan Güney Lübnan’ı Hizbullah’ın özellikle Rıdvan gücü çok iyi tanıyor. Hizbullah’ın tünelleri de hesaba katılırsa İsrail’in kara harbi opsiyonundan elinden geldiğince kaçınmaya çalıştığını görüyoruz. Zira Hizbullah’ı kuzey sınırından uzaklaştırıp kendi vatandaşlarının güvenli eve dönüşlerinin sağlamanın ötesinde Litani Nehri gibi yani zengin bir su kaynağı da İsrail’in iştahını kabartıyor.

Bir yandan İsrail kara harekatı başlatarak Lübnan’ın içlerine gelmesi mümkün ama işgali uzun süre sürdürmesi ve bunu tolere edebileceği kayıplar ile başarması çok daha zor. 2006’da Beyrut’a kadar girmiş ve sonra Mavi Hat’ta kadar geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Lübnan’ın Gazze’nin kaderini paylaşmasına ne engel olabilir?

İsrail kural ve sınır tanımazlığı ile bölgeyi ateşe atmaya devam ediyor ve önüne geçilmesi gerektiği her geçen gün daha da açık hale geliyor. Hizbullah’ın neredeyse yok olan komuta kademesine ve şimdiye kadar kayda değer caydırıcılık üretme iradesi ortaya koy(a)mamasına bakarsak cevap onlarda değil. Bölge ülkelerinin farklılıklarını bir kenara bırakıp İsrail’e karşı bir koalisyon kurma gerekliliği daha çok ön plana çıkıyor. İsrail kendisine “tehditleri” yok ettiğini düşünürken daha güçlü rakipler yaratıyor olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English