DÜNYA BASINI
Husilerin dünya ekonomisine söylendiği kadar zararı dokunuyor mu?
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Mart 2015’te Ensarullah Yemen’in batısında iktidarı ele geçirdikten sonra Suudi Arabistan ve Emirliklerin öncülüğündeki koalisyonun müdahalesiyle karşı karşıya kalan Yemen’de son yıllarda durum sakindi. Gazze savaşıyla beraber Kızıldeniz ve Aden Körfezi’nde abluka uygulayan Ensarullah, şimdi ABD ve Britanya’nın saldırılarının muhatabı. Eugene Gholz’a göre Kızıldeniz’deki hadisenin etkileri medyada abartıldığı ölçüde değil. Hatta ABD ve müttefiklerinin saldırıları, Husilerin görece ucuz teçhizat kullanmaları göz önüne alındığında “israf” sayılır.
Husi saldırıları dünya ekonomisine söylendiği kadar zarar veriyor mu?
Kızıldeniz krizinin gerçek etkisi pek çok kişinin iddia ettiğinden çok daha az net
Connor Echols
26 Ocak 2024
Geçtiğimiz iki hafta içinde ABD, Kızıldeniz’deki gemilere dönük saldırıların artmasına karşılık vererek Yemen’deki Husilere karşı en az 10 hava saldırısı düzenledi. Biden yönetimi, küresel ticaret akışının devamını muhafaza etmek adına artık “sürekli bir saldırı kampanyasının” gerekli olduğunu savunuyor.
Üst düzey bir Pentagon yetkilisi, pazartesi günü yaptığı açıklamada, “Bu saldırılar, özellikle de gemi savar balistik füzelerin benzeri görülmemiş kullanımı, dünyanın en kritik su yollarından birinde ticaretin serbest akışını ve seyrüsefer haklarını ciddi ölçüde kesintiye uğrattı,” dedi.
Bu argümanı destekleyen bazı veriler mevcut. Husiler şu ana kadar bir gemi kaçırdı ve en az 34 saldırı düzenledi; bunların hiçbiri can kaybına ya da gemilerde büyük hasara yol açmadı. Bazı analistlere göre normalde Süveyş Kanalı’ndan geçen konteyner gemilerinin yüzde 90’ı artık Afrika’yı dolaşıyor.
Kesinti aynı zamanda geçen yılın aralık ayında küresel ticarette yüzde 1,3’lük bir düşüşe yol açtı ve Kızıldeniz gemiciliğine ilişkin belirsizlik Sudan’a uluslararası yardım ulaştırılmasını daha da zorlaştırdı. ABD’nin müttefiki sayılmayan Çin bile deniz taşımacılığının yeniden rayına oturması için Kızıldeniz’de gerilimin düşürülmesi çağrısında bulundu.
Peki Biden yönetiminin iddia ettiği gibi Husilerin saldırıları hakikaten de dünya ticareti için büyük bir tehdit oluşturuyor mu? Eğer öyleyse bu, daha az riskli seçenekler varken Husileri bombalayarak gerilimi daha da tırmandırmak için yeterince iyi bir sebep mi?
Responsible Statecraft bu soruları Notre Dame Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü ve ekonomi politikası ile ulusal güvenlik arasındaki ilişki konusunda uzman olan Eugene Gholz’a yöneltti. Aşağıdaki mülakat uzunluk ve anlaşılırlık açısından düzenlenmiştir.
RS: Cato Enstitüsü için kaleme aldığınız yakın tarihli bir makalede “deniz taşımacılığını Kızıldeniz’den başka güzergaha yönlendirmenin maliyetinin küresel ekonominin büyük şemasında çok önemli olmadığını” yazmıştınız. Bana bu argüman hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Gholz: Yakıt ve personel maliyetlerindeki kayda değer artışlardan yüzde olarak bahsetmek kolay. Bunlar yüzde 100 artabilir, bu da nakliye maliyetlerinde dramatik bir artış gibi görünmesine neden olur. Fakat bu maliyetler aslında ortalama bir yük gemisindeki yükün maliyetine kıyasla oldukça azdır. Orta büyüklükte bir konteyner gemisi için tam dolu yakıt birkaç milyon dolara mal olur. Kızıldeniz’den geçmek yerine Afrika’yı dolaşmak, yakıt maliyetini iki katına çıkarsa bile bu yalnızca birkaç milyon dolar ekleyecektir. Ortalama bir konteyner gemisindeki bir milyar dolar değerindeki yük üzerinden amorti edildiğinde, tüketicilerin ürünlerini teslim alma maliyetinde oldukça marjinal bir değişiklik olur.
Biri diğerinden iki kat daha yüksek yakıt maliyetine sahip iki nakliye hattınız varsa, bunun taşınan yükün sektöründe değil, nakliye gemisi sektöründe önemli bir rekabet etkisi olacaktır. Eğer gemicilik sektöründe herkes Afrika’yı dolaştığı için yakıt maliyetleri artarsa ya da Kızıldeniz’den geçtikleri için biraz daha yüksek sigorta primleri ödemeleri nedeniyle herkesin nakliye maliyeti artarsa, bunun gemicilik sektöründe rekabetçi bir etkisi olmaz. Tüketici pazarlarında da büyük bir etkiye neden olmaz, zira tüketici ürünlerinin maliyeti çok çok az etkilenir.
RS: Bunun küresel ekonomiyi bir bütün olarak nasıl etkilediğine dair elimizde herhangi bir veri var mı? Ya da fiyatlardaki artışların sıradan insanlara yansımalarına dair?
Gholz: Herhangi bir etki bulmaya çalışmak için fazlaca detaylı verilere ihtiyacınız olacaktır. Son birkaç ayda tüketici fiyatlarının arttığını söyleyen makaleler görüyorsunuz. Kızıldeniz meselesi yaşanıyor ama küresel ekonomide yaşanan tek şey bu değil, değil mi? Kızıldeniz’den geçmenin veya Kızıldeniz’den kaçınmanın maliyetinin etkilerini küresel ekonomideki diğer tüm etkilerden ayırmak mümkün değil. Yapmanız gereken şey, ortalama küresel fiyatların çok kör sonuç ölçüsünü aramak yerine, Kızıldeniz için iddia edilen aksaklık veya adaptasyon nedeniyle maliyetlerdeki marjinal artışı doğrudan ölçmeyi düşünmektir.
RS: Bu operasyonun Pentagon açısından ne kadar maliyetli olduğu ve stoklarımızı nasıl etkilediği hakkında bir fikriniz var mı?
Gholz: Askeri operasyon biraz pahalı. Nakliyatçıların Husilerin kesintilerine uyum sağlama maliyetinden çok daha pahalı. Ve bu, Husilerin yapabildikleri her türlü aksaklığı yaratmak için harcadıkları paradan —ki bu da çok az— çok daha fazla.
Pentagon, ABD’deki bütçe tartışmalarıyla ilgili rakamları açıkladı. Ekim ayından bu yana bu misyon için 1,6 milyar dolar harcadıklarını söylüyorlar. Bu komik bir rakam. Kızıldeniz’de faaliyet gösteren gemiler ve uçaklara yakıt tedariki gibi oldukça önemli bir operasyon ve bakım maliyetini de içeriyor. Daha fazla gıda, yakıt ve bakım malzemesi kullanıyorlar.
Ancak asıl maliyet, Washington’daki mevcut bütçe tartışmalarında yer alan 1,6 milyar doların bir parçası olmayan, harcadıkları silahlar. Gelen bir Husi füzesini engellemek için birden fazla füze ateşleyebiliriz ya da füze fırlatma kapasitelerini azaltmak için bir Husi hedefini vurmak amacıyla birden fazla füze ateşleyebilir ya da birden fazla bomba atabiliriz. Ateşlediğimiz bu füzelerin her biri diyelim ki bir milyon dolar ya da daha fazlasına mal oldu. Birikiyor.
Diyelim ki bir Husi radarına saldırdık. Husi radarları ucuz. Bazı radarları modifiye edilmiş özel ticari radarlar gibi görünüyor, Bass Pro Shop’tan tekneyle gezmek için alabileceğiniz şeyler. Tanesi birkaç bin dolara mal oluyor ve biz onları milyon dolarlık füzelerle vuruyoruz. Bu kötü bir maliyet dengesi.
Ayrıca risk de var. Eğer bu hadisede bazı Amerikalılar ölürse Husiler şanslı bir atış yapar ve gerçekten birilerini yaralarlarsa, bu büyük bir maliyet. ABD, Yemen siyasetinin girdabına daha fazla çekilirse ya da Amerikalı şahinler en çılgın hayallerini gerçekleştirir ve bunu ülkenin İran’a saldırması için kullanırsa, bu inanılmaz derecede maliyetli bir şey haline gelir.
RS: Bu durum Kızıldeniz’in ötesinde Basra Körfezi’ne de yayılırsa iktisadi etkileri ne olur?
Gholz: Tekrar ediyorum, vereceğimiz muhtemel karşılığın maliyeti, iktisadi kesintinin maliyetinden çok daha yüksek olacaktır. İran’ın Basra Körfezi’ndeki deniz taşımacılığını sekteye uğratacak askeri kapasitesinin gerçek sınırları hakkında bir dizi çalışma yaptım. Eğer İranlılar sadece Basra Körfezi’ndeki petrol tankerlerine ya da konteyner gemilerine ateş açarlarsa, bu küresel ekonomi için büyük bir tehdit olmaz ya da biz paniğe kapılıp aşırı tepki vermediğimiz sürece öyle olması da gerekmez. Fakat İran ile bir savaşın maliyeti potansiyel anlamda çok büyüktür.
Tam kapsamlı bir rejim değişikliği savaşı ile muhtemelen iktisadi olarak etkili bir yanıt olan hiçbir şey yapmamak arasında pek çok potansiyel aşama vardır. Bazıları nispeten düşük maliyetli yanıtlardır ki bunlar da maliyet bazında daha etkili olsalar bile muhtemelen ABD’nin olası yanıtları değildir.
RS: ABD’nin küresel ticaretin akışını muhafaza etme konusunda temel bir sorumluluğu olduğunu savunanlara nasıl yanıt veriyorsunuz?
Gholz: Bizim bir sorumluluğumuz yok. Küresel ticarete yönelik çok fazla tehdit olmamasına rağmen kendimize bu misyonu biçmeyi seçiyoruz. Ve küresel ticareti sahiden korumuyoruz. Ticari gemileri dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için bir konvoy sistemi işletiyor ve bunları Amerikan firkateynleriyle koruyor değiliz. Bu, İngilizlerle İspanyolların, İspanyol Armada’sına yol açan Hazine Filosu rekabeti değil.
Nakliyatçılar hangi rotaları izleyecekleri, hangi riskleri gözetecekleri, hangi yükü taşıyacakları ya da taşımayacakları konusunda her zaman rutin kararlar alırlar. Amerikan ordusunun bu konulardaki rolünü düşünmezler. Amerikan Donanması büyük bir ordudur ama her yerde, her şeyi aynı anda yapamaz. Nakliyatçılar kendi başlarınadır.
Ticarete yönelik belirli bir tehdidin, silah diplomasisini kullanarak karşılık verebileceğinizi düşündüğünüz bir tehdit olduğuna karar verirseniz, sormanız gereken soru şudur: Bu tehdidin küresel ticarete maliyeti, ABD’nin karşılık vermeye çalışmasına değecek kadar yüksek mi?
ABD’nin bu kararı verirken yalnızca aksaklıklardan doğacak maliyeti ve bunları durdurmak için karşılamak zorunda kalacağı maliyetleri düşünmesi gerektiğine dair bir argüman var. Ayrıca, dünyanın hâkim gücü olduğumuz için küresel ekonomiye maliyetini düşünmemiz gerektiğini söyleyen diğerkâm bir görüş de mevcut. Eğer bize çok pahalıya mal olmayacaksa, dünya ticaretini koruma hizmetini nazik ve yardımsever bir şekilde dünyaya sunmalıyız. Fakat ABD’nin bu küresel kamu yararını sağlaması gerektiğini düşünseniz bile bu mümkün olan her eylemi etkili ve akıllıca yapmaz.
RS: Daha iyi bir yaklaşım nasıl olurdu?
Gholz: En başından beri daha iyi bir yaklaşım, nakliyatçıların Kızıldeniz’den mi geçecekleri yoksa Afrika’yı mı dolaşacakları konusunda mantıklı kararlar vermelerine imkân tanımak olurdu. Aslında Husileri rahat bırakmalıyız. Eğer hakikaten kimseye zarar vermeyen birkaç etkisiz atış yaparlarsa, karşılık vermeye değmez.
Evet, Husilerin bunu yapmamasını tercih ederdim. Eğer görmezden gelirsek belki ortadan kalkar, belki de kalkmaz. Ama bu işi oluruna bırakmak o kadar da maliyetli değil. Doğru tepki, işi gemi rotaları, sigorta oranları ve risklerin değerlendirilmesi, farklı ürünlerin piyasaya sürülme süreleri hakkında karar vermek olan insanların işlerini yapmalarına imkân tanımaktır. Bu onların günlük, normal işleri. Pek çoğu da bu işte iyidir.
İlginizi Çekebilir
-
AB, Amerikan teknoloji şirketlerine yönelik soruşturmalarını yeniden değerlendiriyor
-
Trump’ın Pentagon tercihi Hegseth: İsrail Hamas’ın her bir üyesini öldürmeli
-
2025’te ABD-Çin rekabetinin uzay girişimlerinin finansmanını artırması bekleniyor
-
Eski İngiliz büyükelçi: Colani’nin arkasında İngiliz danışmanların olduğu neredeyse kesin
-
ABD ve Ermenistan arasında stratejik ortaklık anlaşması ne anlama geliyor?
-
Gelişmekte olan piyasa borsalarında Trump düşüşü
DÜNYA BASINI
İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının şartları ve gerginlikler
Yayınlanma
9 saat önce15/01/2025
Yazar
Harici.com.trİsrail ve Hamas arasında varılan ateşkes anlaşması mevcut taslağa göre yürürse Gazze’de çatışmalar 42 gün boyunca duracak, onlarca İsrailli rehine ve yüzlerce Filistinli tutuklu serbest bırakılacak. Bu ilk aşamada İsrail askerleri Gazze’nin sınırlarına çekilecek ve yardımlar artarken pek çok Filistinli evlerinden geriye kalanlara dönebilecek.
Asıl soru ateşkesin bu ilk aşamanın ötesine geçip geçemeyeceği.
Bu da birkaç hafta içinde başlaması beklenen müzakerelere bağlı. Bu görüşmelerde İsrail, ve Hamas ile ABD, Mısır ve Katarlı arabulucular, Gazze’nin nasıl yönetileceği gibi zorlu bir konuyu ele almak zorunda kalacaklar.
Bu 42 gün içinde ikinci aşamayı başlatacak bir anlaşma yapılmazsa İsrail, Hamas’ı yok etmek için rehinelerin tamamı kurtarılmadan Gazze’deki saldırılarına devam edebilir.
İki yetkili Hamas’ın ateşkes anlaşmasının taslağını kabul ettiğini doğruladı ancak İsrailli yetkililer ayrıntılar üzerinde hala çalışıldığını, yani bazı şartların değişebileceğini ya da tüm anlaşmanın suya düşebileceğini söylüyor. İşte Associated Press’in yayınladığı ateşkes taslağı ve muhtemel zorluklar:
Rehinelerin tutuklu Filistinlilerle takas edilmesi
İlk aşamada Hamas, İsrail tarafından hapsedilen yüzlerce Filistinlinin serbest bırakılması karşılığında 33 rehineyi serbest bırakacak. Aşamanın sonunda militanların elindeki yaşayan tüm kadın, çocuk ve yaşlıların serbest bırakılması gerekiyor.
Gazze’de sivil ve askerlerden oluşan yaklaşık 100 rehine bulunuyor ve ordu bunların en az üçte birinin öldüğüne inanıyor.
Ateşkesin ilk resmi gününde Hamas üç rehineyi, yedinci günde de dört rehineyi serbest bırakacak. Bundan sonra haftalık açıklamalar yapacak.
İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının taslağı
- AŞAMA (42 gün)
- Hamas, aralarında kadın sivil ve askerler, çocuklar ve 50 yaş üstü sivillerin de bulunduğu 33 rehineyi serbest bırakacak.
- İsrail her sivil rehine için 30, her kadın asker için 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak.
- Çatışmalar duracak, İsrail güçleri nüfusun yoğun olduğu bölgelerden Gazze Şeridi’nin sınırlarına doğru çekilecek.
- Yerlerinden edilen Filistinliler evlerine dönmeye başlayacak ve Gazze’ye daha fazla yardım girecek.
- AŞAMA (42 gün)
- “Sürdürülebilir sükûnet” ilanı.
- Hamas, henüz müzakere edilmemiş sayıda Filistinli mahkûm ve İsrail askerlerinin Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi karşılığında kalan erkek rehineleri (askerler ve siviller) serbest bırakacak.
- AŞAMA
- Ölen İsrailli rehinelerin cesetleri ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek.
- Gazze’de yeniden yapılanma planının uygulanmasına başlanacak.
- Gazze’ye giriş ve çıkışlar için sınır kapıları yeniden açılacak.
Hangi rehinelerin ve kaç Filistinlinin serbest bırakılacağı konusu karmaşık. Bu 33 kişi kadınları, çocukları ve 50 yaş üzerindekileri, yani neredeyse tüm sivilleri kapsayacak ancak anlaşma Hamas’ı tüm yaşayan kadın askerleri serbest bırakmaya da zorluyor. Hamas önce yaşayan rehineleri serbest bırakacak, ancak yaşayanlar 33 kişiyi tamamlamazsa, cesetler teslim edilecek. Rehinelerin hepsi Hamas’ın elinde değil, dolayısıyla diğer militan grupların rehineleri teslim etmesi sorun olabilir.
Buna karşılık İsrail serbest bırakılan her sivil rehine için 30 Filistinli kadın, çocuk ya da yaşlıyı serbest bırakacak. Serbest bırakılan her kadın asker için İsrail, 30’u ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak. Hamas tarafından teslim edilen cesetler karşılığında İsrail, savaşın başladığı 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Gazze’de alıkoyduğu tüm kadın ve çocukları serbest bırakacak.
Aralarında askerlerin de bulunduğu onlarca kişi ikinci aşamaya kadar Gazze’de rehin tutulmaya devam edecek.
İsrail’in geri çekilmesi ve Filistinlilerin dönüşü
Taslak anlaşmaya göre, ilk aşamada İsrail askerlerinin, Gazze ile İsrail arasındaki sınır boyunca, yaklaşık bir kilometre genişliğinde bir tampon bölgeye çekilmesi gerekecek.
Bu da yerinden edilmiş Filistinlilerin Gazze şehri ve Gazze’nin kuzeyi dahil evlerine dönmelerine olanak tanıyacak. Gazze nüfusunun büyük bir kısmının devasa, bakımsız çadır kamplara sürülmesiyle birlikte Filistinliler, İsrail’in saldırıları nedeniyle birçoğu yıkılmış ya da ağır hasar görmüş olsa da evlerine geri dönmek için çaresizlik içinde.
Ancak bazı güçlükler var. Geçen yıl yapılan müzakereler sırasında İsrail, Hamas’ın bu bölgelere silah sokmasını engellemek için Filistinlilerin kuzeye doğru hareketlerini kontrol etmesi gerektiğinde ısrar etti.
Savaş boyunca, İsrail ordusu kuzeyi, Gazze’nin geri kalanından ayırarak, Netzarim Koridoru adı verilen ve askerlerin Filistinlileri bölgeden çıkararak üsler kurduğu bir alanı denetledi. Bu, kuzeyden merkeze doğru kaçan insanları aramalarına ve geri dönmeye çalışanları engellemelerine olanak tanıdı.
AP’nin yayınladığı taslakta İsrail’in koridordan çekilmesi öngörülüyor. İlk hafta içinde askerler kuzey-güney arasındaki ana sahil yolundan -Raşid Caddesi- çekilecek ve bu da Filistinlilerin geri dönüşü için bir yol açacak. Ateşkesin 22. gününde ise İsrail askerleri koridorun tamamından çekilmiş olacak.
Yine de salı günü görüşmeler devam ederken İsrailli bir yetkili ordunun Netzarim’de kontrolü elinde tutacağını ve kuzeye dönen Filistinlilerin buradaki denetimlerden geçmek zorunda kalacağını ısrarla vurguladı, ancak ayrıntı vermekten kaçındı.
Bu çelişkilerin giderilmesi gerginliklere yol açabilir.
İlk aşama boyunca İsrail, Refah Sınır Kapısı da Gazze’nin Mısır sınırı boyunca uzanan Philadelphia Koridoru’nun kontrolünü elinde tutacak. Hamas, İsrail’in bu bölgeden çekilmesi yönündeki taleplerini geri çekti.
İnsani yardım
İlk aşamada, Gazze’ye günde yüzlerce kamyon dolusu yiyecek, ilaç, malzeme ve yakıt gibi insani yardım girişinin artırılması planlanıyor. Bu, savaş boyunca İsrail’in izin verdiğinden çok daha fazla.
Aylarca yardım kuruluşları, İsrail’in askeri kısıtlamaları ve çete yağmacılığı nedeniyle Gazze’ye giren kısıtlı yardımları bile dağıtmakta zorlandı. Çatışmaların sona ermesi bu durumu hafifletebilir.
İhtiyaçlar ise çok büyük. Çadırlarda sıkışmış ve yiyecek ile temiz su sıkıntısı çeken Filistinliler arasında yetersiz beslenme ve hastalıklar yaygın. Hastaneler hasar görmüş durumda ve malzeme sıkıntısı çekiyor. Taslak anlaşma, evleri yıkılan on binlerce kişiye barınak yapmak ve elektrik, kanalizasyon, iletişim ve yol sistemleri gibi altyapıyı yeniden inşa etmek için ekipmanların girişine izin verileceğini belirtiyor.
Ancak burada da uygulama sorunları olabilir. Savaş öncesinde bile İsrail, Hamas’ın bu ekipmanları askeri amaçlarla kullanabileceği gerekçesiyle bazı malzemelerin girişini kısıtlıyordu. Başka bir İsrailli yetkili, yardımın dağıtımı ve temizlik çalışmaları üzerinde hâlâ düzenlemelerin yapıldığını, ancak Hamas’ın hiçbir rolünün olmayacağını söyledi.
Durumu daha da karmaşık hale getiren bir diğer konu, İsrail hükümetinin BM’nin Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini yasaklama ve bu ajansla tüm bağları kesme planına hâlâ bağlı olması. UNRWA, Gazze’deki yardımın ana dağıtıcısı ve eğitim, sağlık ve diğer temel hizmetleri sağlayan bir kurum.
İkinci aşama
Tüm bunlar işe yararsa, tarafların ikinci aşamayı da ele alması gerekiyor. Bu konudaki müzakereler ateşkesin 16. gününde başlayacak.
İkinci aşamanın ana hatları taslakta belirtiliyor: İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesi ve “sürdürülebilir sükûnet” karşılığında kalan tüm rehinelerin serbest bırakılması.
Ancak bu basit gibi görünen takas çok daha büyük meseleleri ortaya çıkarıyor.
İsrail, Hamas’ın askeri ve siyasi kabiliyetleri ortadan kaldırılmadan ve Hamas yeniden silahlanmadan, yani Hamas artık Gazze’yi yönetemez hale gelmeden tam bir çekilmeyi kabul etmeyeceğini söyledi. Hamas ise İsrail Gazze’deki tüm askerlerini çekene kadar son rehineleri teslim etmeyeceğini söylüyor.
Dolayısıyla müzakerelerde her iki tarafın da Gazze’yi yönetmek için bir alternatif üzerinde anlaşması gerekecek. Sonuç olarak Hamas’ın kendisinin iktidardan uzaklaştırılmasını kabul etmesi gerekiyor ki Hamas bunu yapmaya hazır olduğunu söyledi ancak İsrail’in şiddetle reddettiği gelecekteki herhangi bir hükümetten rol talep edebilir.
Taslak anlaşmada, ikinci aşama için bir anlaşmanın ilk aşamanın sonunda yapılması gerektiği belirtiliyor.
Eğer bir anlaşmaya varılamazsa ne olur? Bu birçok yönde ilerleyebilir.
Hamas, ikinci aşama üzerinde anlaşma sağlanana kadar ateşkesin devam edeceğine dair yazılı garantiler istemişti. Ancak ABD, Mısır ve Katar’dan sözlü garantilerle yetindi.
İsrail ise hiçbir güvence vermedi. Dolayısıyla İsrail müzakerelerde Hamas’a baskı yapmak için yeni bir askerî harekât tehdidinde bulunabilir ya da Başbakan Binyamin Netanyahu’nun tehdit ettiği gibi askerî harekâta yeniden başlayabilir.
Hamas ve arabulucular ilk aşamadan elde edilen ivmenin bunu yapmasını zorlaştıracağını düşünüyor. Saldırıyı yeniden başlatmak, kalan rehineleri kaybetme riskini artırabilir ve Netanyahu’ya karşı büyük bir öfkeye yol açabilir. Ancak Hamas’ı yok etmeden durmak, Netanyahu’nun kilit siyasi ortaklarını da kızdırabilir.
Üçüncü aşamanın daha az tartışmalı olması muhtemel: Kalan rehinelerin cesetleri, ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek ve uluslararası denetim altında Gazze’de 3 ila 5 yıllık bir yeniden inşa planı uygulanacak.
Esad’ın gidişini Erdoğan’ın zaferi olarak kutlamak için çok erken.
Steven A. Cook / Foreign Policy
Beşar Esad’ın aralık ortasında düşmesinden bu yana çeşitli dış politika analistleri ve gazeteciler Türkiye’yi Suriye’de “kazanan” ilan etti. Bu, Türk yetkililerin ve destekçilerinin hem beceriksizce hem de rahatsız edici bir şekilde teşvik edilen bir anlatı. Peki bu doğru mu? Hayır. Ya da en azından Türkiye henüz bir şey kazanmadı.
Türkiye’nin Suriye’de avantajlı bir konumda olduğu doğru. Ankara’nın hamisi olduğu Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) ve Suriye Ulusal Ordusu adı verilen milisler topluluğu Esad rejiminin sona ermesinden sorumluydu. Türkiye’nin Suriye’ye yakınlığı ve Türkiye’nin altyapı geliştirme konusundaki bilinen uzmanlığı da Ankara’da iyi bağlantıları olan firmaların yeniden inşa ihalelerini kazanmasına yardımcı olacaktır.
Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şam’da kendisini dış güç olarak kabul ettirme konusunda büyük engellerle karşı karşıya.
Türkiye’nin Suriye’yi kazandığı iddiasının büyük bir kısmı, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu milislerinin Halep’in düşmesine öncülük ederek Esad’ın, ailesinin yarım yüzyıl boyunca hâkim olduğu ülkeden kaçmasına yol açmasına dayanıyor. Ancak işler her zaman göründüğü gibi değildir. Halep’e yönelik Kasım ayı sonunda başlayan Türk onaylı saldırının sınırlı olması amaçlanıyordu. Ankara’nın amacı Esad’ın düşmesinden ziyade, dönemin Suriye Devlet Başkanı’na Türkiye-Suriye normalleşmesini müzakere etmesi için baskı yapmaktı ki bu Türk hükümetinin önceki iki yıl boyunca takip ettiği bir hedefti. Ancak Suriye ordusu çöktüğünde Türkler politikalarını gözden geçirdiler ve Beşar’ın düşüşünün her zaman planları olduğunu iddia ettiler.
HTŞ’nin Şam’ı kurtarmasından kısa bir süre sonra Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Suriye’nin başkentinde ortaya çıktı ve burada HTŞ’yi mecazi ve gerçek anlamda kucakladı. (Bu arada, Türkiye’nin HTŞ’yi alenen himaye ettiğini iddia etmesindeki ironi, Ankara’nın bu El Kaide bağlantılı grupla koordinasyonunu ortaya çıkaran cesur Türk gazetecilere karşı yürütülen acımasız yargılamayı hatırlayanlar için fazlasıyla dikkat çekiciydi. Bu koordinasyonu, o dönem istihbarat şefi olan Hakan Fidan yönlendirmişti.)
Türkiye- HTŞ ortaklığının verimli olduğu açık ama Ankara’nın Suriye’de zafer kazandığı fikri, Türk hükümetinin bu ilişkide tüm güce sahip olduğunu varsayıyor. Muhtemelen bir zamanlar öyleydi ama Esad rejiminin sona ermesinden sonra HTŞ’nin Erdoğan ve arkadaşlarına duyduğu ihtiyaç azaldı.
Fidan herkesten önce Şam’a gitmiş olsa da aralarında ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’dan (Avrupa Birliği’ni temsilen) diplomatların da bulunduğu heyetler HTŞ lideri Ahmed el-Şara’nın kapısını çaldı. Irak’ın istihbarat şefi de Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Suriye yönetiminin temsilcileri de komşularıyla temaslarını sürdürüyor. Geçici Dışişleri Bakanı Asad Hasan el-Şeybanî, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’yi, Katar’ın başkenti Doha’yı ve Ürdün’ün başkenti Amman’ı ziyaret etti. Açıkça görülüyor ki Şara’nın iki ay öncesine kıyasla daha fazla dış ortak seçeneği var.
Elbette Türkiye tamamen devre dışı değil, ancak büyük Arap devletlerinin Suriye’nin yeni liderleriyle temas kurma ve iş birliği yapma çabaları, Ankara’nın bölgedeki bir zayıflığını gözler önüne seriyor: Ankara’daki liderler Arap ülkeleriyle kültürel bir yakınlık içinde olduklarını ve bunun da kendilerine Ortadoğu toplumları hakkında eşsiz bir kavrayış sağladığını iddia ediyorlar. Bu, Osmanlı tarihini yanlış okumalarına dayanan çoğunlukla boş bir iddia. Şüphesiz, yıllar boyunca yapılan anketler özellikle Filistinlilere verdiği destek nedeniyle Erdoğan’ın popüler olduğunu gösteriyor. İstanbul’da hatırı sayılır sayıda Arap turist var ve Ortadoğuluların Türk dizilerine olan ilgisi kanıtlanmış durumda. Ancak bu, kültürel bir yakınlık oluşturmak için yeterli değil.
İslamcı olarak Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Arap dünyasına, özellikle de Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Hamas ve diğer İslamcı dostlarına karşı bir sempati duyması daha muhtemel. Türkler Suriyeliler aralarında yakınlık hissetmelerine rağmen bu yakınlığın Suriyelilerin diğer Araplarla olan bağlarına kıyasla oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Bu da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Ürdün ve diğerlerine Şam’da Türkiye’ye karşı bir avantaj sağlıyor.
Bir de Kürt milliyetçiliği ve Washington’un Suriye’de İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı ortağı Suriye Demokratik Güçleri’nin çekirdeğini oluşturan Halk Savunma Birlikleri (YPG) adlı Suriyeli Kürt savaş güçleri gibi çetrefilli bir mesele var. Türk hükümeti Esad rejiminin sona ermesi, Şam’da HTŞ’nin iktidara gelmesi ve ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın Amerikan güçlerini geri çekmeye hazır olduğunu açıklamasıyla birlikte Suriye Ulusal Ordusu’nu, terör örgütü olarak tanımlanan Kürdistan İşçi Partisi’nden (PKK) ayırt etmediği YPG’yi yok etmek için kullanma fırsatı doğduğuna inanıyor. Bu, Ankara’nın bakış açısına göre, güneyden gelen bir güvenlik tehdidini nihayet ortadan kaldıracaktır.
Türkiye açısından Kürt milliyetçiliğine karşı yıkıcı bir darbe vurmak için uygun bir zaman gibi görünüyor. Ve Ankara’nın Suriye’deki görünür zaferi, Türkiye’ye bu hedefi gerçekleştirebilecek bir güç sağlıyor.
Bu basit senaryoyu karmaşıklaştıran birkaç mesele var: Birincisi, Kürtler kendi yıkımlarını gönüllü olarak kabul etmeyecek. Karşılık verme kapasiteleri var ve bu da Türkiye’yi iki cephede birden gerilla savaşı vermek zorunda bırakıyor: Suriye ve PKK’nın yuvalandığı Irak.
Unutulmamalıdır ki, güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri bile 40 yılı aşkın bir süredir PKK’yı tamamen ortadan kaldıramadı. Türklerin ve Suriyeli müttefiklerinin bu konuda daha başarılı olacağına inanmak için bir sebep yok. İkinci olarak HTŞ, Türkiye’nin Kürtleri ortadan kaldırma mücadelesinde mutlaka bir ortak olmayabilir. Esad sonrası Şam’daki Türk gücünün Ankara’nın herkesin inanmasını istediği gibi olmadığının somut bir işareti olarak Erdoğan, YPG’yi yok etme mücadelesinde yeni hükümetin yardımını beklediğini açıkladı. Bu, Türkiye’nin Suriye’nin başkentindeki gücünün sınırlarının üstü kapalı bir itirafıydı.
“Suriye’yi Türkiye kazandı” fikri etrafındaki erken zafer havası, gerçekliğe dayanmayan bir dizi varsayım ve beklenti yaratıyor ve politika yapıcıları potansiyel olarak nahoş sürprizlerle karşı karşıya bırakıyor.
Eğer politika yapıcılar bu anlatıyı olduğu gibi kabul ederlerse, Şam’da bölgesel güçler arasında devam eden pozisyon mücadelesinin inceliklerini gözden kaçıracaklardır. Bu, Suriye’yi kimin kontrol edeceğine dair uzun süredir devam eden dramanın sadece bir sonraki perdesi. Hiç şüphesiz, Türkiye çok sayıda kazanımı olan önemli bir başrol, ancak Ankara’nın aynı zamanda oldukça fazla sayıda mesuliyeti de var. Suriye’de ayaklanmanın başladığı Mart 2011’den bu yana her adımda Türklerin yanlış hesap yaptığını, Esad’ı reform yapmaya ikna edebileceklerine, ABD’yi Suriye liderini devirmeye ikna edebileceklerine ve sonra da vazgeçip Esad’la yakınlaşma arayışına girmeden önce aynı amaç doğrultusunda radikalleri kullanabileceklerine inandıklarını unutmamak gerekir.
Elbette Ankara’nın Suriye’de geçmişte yaptığı hatalar Erdoğan’ın şimdi başarısız olacağı anlamına gelmiyor ancak Türkiye’yi galip ilan etmek için henüz çok erken.
DÜNYA BASINI
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
Yayınlanma
3 gün önce12/01/2025
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin Notu: Cinselliğin duygudan, bağdan ve insani derinlikten yoksun bir “performans” anlayışına indirgenmesinin kadınların bireysel deneyimlerini ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini nasıl derinden sarstığı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Aşağıda çevirisini sunduğumuz metin, yakında yayımlanması beklenen Pornocracy kitabının ortak yazarlarından Josephine Bartosch’a ait. Bartosch, bu yazısında merceği OnlyFans’e tutarak, cinsellik pazarlayan dijital platformların, kadın cinselliği ve güçlenme kavramlarını nasıl araçsallaştırıp çarpıttığını ele alıyor.
OnlyFans’ın “bireysel güçlenme” adı altında pazarladığı sistemin, kadınları nesneleştiren patriyarkal ve kapitalist normların dijital bir yeniden üretimi olduğu vurgulayan Bartosch, bu tür platformların, toplumsal sorumluluk ve etik sınırları göz ardı ederek, genç kadınlar ve kız çocukları için tehlikeli bir model sunduğunu son dönemde ayyuka çıkan gelişmeler ışığında değerlendiriyor.
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
Josephine Bartosch
Unherd
30 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
BBC’de drag queen görmek kadar olağan: Kamuoyunun gözü önündeki bir kadın kârlı ancak onur kırıcı bir iş yaptığında hemen “feminist” kartını oynar. Bu durum, tek bir gün içinde 101 erkekle cinsel ilişkiye girerek adını manşetlere taşıyan OnlyFans sanatçısı Lily Phillips ve “işine” feminizmin yön verdiğini öne süren OnlyFans CEO’su Keily Blair için de geçerli. Fakat Reuters tarafından kısa süre önce yapılan bir araştırma, bu platformda suç teşkil eden unsurları ve kadın düşmanlığının nasıl paraya dönüştürüldüğünü gözler önüne seriyor.
Haber ajansı, bahsi geçen çalışmasıyla, 2019-2024 yılları arası OnlyFans’ta çok sayıda cinsel kölelik, çocuklara dönük cinsel istismar materyali ve rıza dışı veya “intikam” pornosu vakası ortaya çıkardı. Sadece kasım ayında 55 milyon içerik yüklendiği düşünüldüğünde, bu tür suçların platformdan tamamen temizlenebileceği iddiası bir hayalden ibaret. Geçerken belirtelim, iki kızı için daha iyi bir dünya yarattığını gururla dile getiren Blair, şirketin temel faaliyet alanına dair soruları geçiştiriyor, daha da ilginci 1,3 milyar dolarlık dev bir cinsellik markasının başında olmasına rağmen, “pornografi” terimini küçümseyici bularak kullanmaktan imtina ediyor.
OnlyFans 2016 yılında İngiliz girişimci Tim Stokely tarafından kuruldu; 2018’de ise karanlık yatırımcı Leonid Radvinsky’ye satıldı. O zamandan bu zamana ise, şu anda sayıları 4,1 milyonu bulan içerik üreticilerine 20 milyar doların üzerinde ödeme yaptı. Dijital pezevenklik komisyonu olarak ise yüzde 20’lik epey yüklü bir pay alıyor.
Pandemi, içerik üreticilerinin sayısında bir patlamaya neden oldu. Öyle ki 2019’da 348,000 olan içerik üreticisi sayısı, 2020’de 1,6 milyonun üzerine çıkmıştı. Bugün ise rekabet çok daha çetin. OnlyFans, sitedeki içeriklerin reklamını yapma gibi karmaşık bir işe karışmıyor ve pornografik içerik satan genç kadınları, hesaplarına trafik çekebilmek için sosyal medyada müstehcen resimler satmakla baş başa bırakıyor. OnlyFans’e dair göz boyayan, şişirme haberler, ayda 80.000 sterlinden fazla kazanan içerik üreticilerinden sadece en üstteki yüzde 0,1’ini öne çıkarıyor, ortalama bir içerik üreticisinin eline ise ancak 140 dolar kadar geçiyor.
Reuters’in bulguları sıradan bir markayı bile sarsabilirdi. Gazeteciler, siteye içerik oluşturmak için “kandırılan, uyuşturulan, terörize edilen ve cinsel olarak köleleştirilen” kadınların tüyler ürpertici hikayelerini ortaya çıkardı. ABD’deki banliyö evlerinde kadınlar hapsediliyor, tecavüz ediliyor, vahşileştiriliyor, vücutlarına “köpek” ve “oyuncak” gibi aşağılayıcı kelimeler, dövmelerle kazınıyordu. Ancak bu ifşalara rağmen OnlyFans kendisini geleneksel pornografiye karşı ilerici bir alternatif olarak konumlandırmaya, Blair ise içerik üreticilerine kendi sınırlarını belirleme “özgürlüğü” ile böbürlenmeye devam ediyor.
OnlyFans’ın en sinsi yönü, içerik üreticilerinin düşük gelirleri ya da suç teşkil eden istismara varan sömürüsü değil. Cinsel performansların satılmasının sıradanlaştığı bir dünyayı normalleştirmesidir. Bu pornolaştırılmış manzarada, nesneleştirme artık verili bir durum haline gelmiş ve cinselliğin metalaştırılması “güçlendirme” olarak paketlenmiştir. Lily Phillips’in zorlu gösterisini konu alan bir belgeselde belirttiği gibi: “Erkekler beni her zaman cinselleştirecek, o halde bunu paraya çevirebilirim.”
Bu türden düşünceler, pornografi çağında yetişen bir neslin özetini sunuyor. Gerçeklikten kopuk siyasetçiler ve duyarsız teknoloji devleri tarafından yüzüstü bırakılan bu çocuklar, henüz bir başkasının dudaklarına dahi dokunmadan önce çevrimiçi boğulma sahnelerine maruz kalan bir neslin uzantısıdır. Phillips gibi kadınlar için seks bir yakınlık eylemi olmaktan ziyade, maruz bırakılan ve tek tesellisi maddi tazminat olan bir alışveriş.
OnlyFans sadece pornografinin evrimleşmiş bir versiyonu değil, kadınlara ve kız çocuklarına kendi değerlerinin erkeklerin gözündeki cinsel çekiciliklerinde olduğunu ve bunun da bir fiyat etiketi olduğunu söyleyen bir kültürün doğal zirve noktası. Bu platform, porno endüstrisinin önceki kurbanlarını, kendilerinden çalınan cinselliğin dijital bir taklidini satmaya mahkûm eden bir pazar yeri aslında.
Her ne kadar kendini “güçlendirici” olarak pazarlasa da bu platform, gerçek bağın yerini ticaretin aldığı bir sömürüden besleniyor. Toplum bu “normali” benimsemeye devam ettikçe, kolektif insanlığımız için sonuçlarını görmezden gelmek daha da zorlaşacak. OnlyFans sadece bir marka değil, pornografinin sevgi gibi sahici bir duyguya karşı kazandığı zaferinin bir yansıması da aynı zamanda.
AB, Amerikan teknoloji şirketlerine yönelik soruşturmalarını yeniden değerlendiriyor
Endonezya beklenmedik şekilde faiz oranlarını düşürdü
Trump’ın Pentagon tercihi Hegseth: İsrail Hamas’ın her bir üyesini öldürmeli
Merz, Almanya’da ‘ekonomiyi iklimin önüne koyma’ sözü verdi
2025’te ABD-Çin rekabetinin uzay girişimlerinin finansmanını artırması bekleniyor
Çok Okunanlar
-
AMERİKA5 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA5 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DÜNYA BASINI4 gün önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Belarus’ta seçimler yaklaşırken Batı yanlısı muhalefet ne diyor?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Avrupa, Küresel Güney ile ABD arasında köprü olabilir’