Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İngiliz Milletler Topluluğu düşerken: Batı Hint Adalarında İngiliz emperyalizmi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Çöküş döneminde olduğu hiçbir şekilde inkâr edilmeyen Britanya Krallığının, “İngiliz Milletler Topluluğu” marka adı altında yer alan sömürgelerinde kıpırdanmalar var gibi görünüyor. En son Jamaika Hukuk ve Anayasal İşler Bakanı Marlene Malahoo Forte, bu ayın başında “2024 gibi erken bir tarihte” referandum düzenleyerek İngiliz kraliyetinden tamamen bağımsız olmayı planladıklarını açıklamıştı. Bakan, Jamaika halkının Kraliçe 2. Elizabeth’e sevgi duyduğunu ve onunla özdeşleştiğini, ancak Kral 3. Charles için durumun öyle olmadığını belirtmişti. Bunun bir tür domino etkisi yaratıp yaratmayacağı hakkında fikir yürütmek için belki erken olabilir ama Britanya’nın köleleştirdiği halklar bir asırdır mahkûm edildikleri prangadan kurtulmaya başlayacak gibi görünüyor. Şu linkteki tercüme belki okurun ilgisine nail olabilir. Black Agenda Report, George Padmore’un 1938’de yazdığı, o dönem Batı Hint Adaları’ndaki emekçilerin durumunu anlatan makaleyi anımsatmış.


1938’de Pan-Afrikanist George Padmore, Batı Hintli emekçi kitleleri İngiliz emperyalizmine karşı ve kendi kaderini tayin hakkı için mücadeleye çağırdı. Neredeyse bir asır sonra Karayipler hala ıstırap çekiyor, kendi kaderini tayin hala bir hayal ve şu an Charles’ın idaresinde Kraliyet hala hüküm sürüyor.

“Kral” Charles’ın taç giyme töreni olarak adlandırılan grotesk orta çağ seremonisi, İngiliz Kraliyeti döneminde kölecilik ve sömürgecilik suçlarından ıstırap çekmiş ve çekmeye devam eden dünyanın dört bir yanındaki tüm Afrikalı halklara karşı korkunç, çıplak yumruklu bir hakaret. Charles’ın taç giyme töreninin dünyanın dört bir yanındaki bazı Afrikalılar tarafından kutlanması, zihinsel köleliğin hala devam ettiğini ve zenci zihninin henüz dekolonize edilemediğini anımsatan çirkin bir hatırlatma. Kutlanacak ne var? Halkın kesesinden geçinen ve yüzyıllarca süren kölelik, vahşet, soykırım ve yozlaşmanın meyvelerini toplayan solgun, pörsümüş, ahlaksız ve ne idüğü belirsiz bir aile mi?

Charles’ın adaşlarından — I. Charles ve II. Charles — ilk Charles, Afrikalı halkların Amerika’ya satılmasına izin verirken, ikinci Charles bu ticareti genişletti. I. Charles mutlak monarşik tüneğinden indirilip alenen başı kesilerek Kralların İlahi Hakkı inancına mutlak olarak son verilirken son Charlie seleflerinin Afrikalı kâr paylarını miras almaya devam ediyor. (Hey Chuck: Güney Afrikalılar çalınan elmasları “Afrika’nın Büyük Yıldızı”nı derhal geri istiyor!)

Ailenin Kaliforniya’ya sürgün edilen Harry ve Meghan’a bile kraliyet çiçeği bulaşmış durumda: Onlar, Oprah Winfrey’e ve dinleyen herkese ırkçı kraliyet mikro saldırganlıklardan yakınırken kahverengi tenli halkın toplu katliama uğratıldığını itiraf eden narsist kan emiciler. Yuh a**** k******. Eğer gerçekten ilerici olsalardı, isimlerinden, servetlerinden ve utanç verici Netflix dizilerinden feragat ederlerdi. Bu konuda iyi şanslar onlara.

Her halükârda bu görkemli yapıların tamamı modası geçmiş ve çağ dışı bir toplumsal formu temsil ediyor. Tek işlevleri bir yandan, aksi halde bu soğuk ve kasvetli kuzey Atlantik adasını ziyaret etmek için hiçbir gerekçesi olmayacak olan saf Amerikalı turistler için Marka Britanya yaratmak. Diğer yandan da küresel süper elitin ve onların dünya çapındaki daha zengin kraliyet mensuplarının süper yüklü finans kapitalizminin altın yaldızlı eşleri olarak hizmet etmek. Ancak İngiliz kraliyeti mensupları kendi saraylarında birer soytarıdan ibaretken kandırılan, tazminat parasının tek kuruşunu bile göremeyen ve bazı durumlarda hala onların kokuşmuş ve kangrenli yönetimine tabi olan bizleriz.

1938’de köleliğin sona ermesinden bir asır sonra Britanya, Batı Hint Adaları’ndaki siyah ve kahverengi tenli halklar sömürge yönetiminden ve onun bekasını sağlayan yerel uşaklardan bıkmış ve usanmışlardı. George Padmore’un Workers Age’deki sivri dilli makalesinde yazdığı gibi: “Trinidad ve diğer Batı Hint sömürgelerinin halkı, hala idarecilerin otokratik yöntemleriyle daha da ağırlaşan bir dizi iktisadi ve sosyal mağduriyet ile kıvranıyor. Kendi kaderini tayin etme yolunda köklü bir değişimin tam zamanı. Bu, tarihin Batı Hint Adaları’nın emekçi kitlelerine, Hintlilere olduğu kadar siyahlara da yüklediği bir görevdir; zira Batı Hint burjuvazisi en gerici sömürgeci egemen sınıflardan biridir ve zorlanmadıkça asla taviz vermeyecektir.”

Ve yine… Neredeyse bir asır sonra, Karayipler hala ıstırap çekiyor, kendi kaderini tayin hala bir hayal ve Kraliyet hala hüküm sürüyor; şu an başa Charles var, kunduz postlarından ve kanlı elmaslardan, kepekten ve pis kokulu nefesten oluşma, altın tahtından haksız servetini inceleyen, Kraliyet Mücevherlerini ovuşturan ve kraliyet asasını ailesinin kanlı geçmişine ve kolektif talihsizliğimize sallayan o dayanılmaz kukla ile. Artık gitmesinin zamanı geldi. Bu arada, George Padmore’un makalesini aşağıda okuyabilirsiniz.

***

Batı Hint Adaları’nda İngiliz Emperyalizmi

George Padmore

Trinidad’daki çalışma koşullarını soruşturmak üzere bir Kraliyet Komisyonu atanmasına rağmen bu kolonideki genel siyasi durum kötüden daha kötüye gidiyor. Yetkililer yeni bir Fitne Yasası çıkarılmasını önerdi; halka açık gösteriler yasaklanıyor, gazete editörleri kovuşturmayla tehdit ediliyor, İngiliz birlikleri adanın sanayi merkezlerini garnizonlaştırmak üzere karaya çıkarıldı, kazanılmış çıkarları korumak için özel bir orta sınıf gönüllü gücünün silahlandırılması amacıyla bir miktar bütçe geçirildi, Britanya İmparatorluğu İşçileri ve Yurttaşları Özerk Yönetim Partisi Başkanı Uriah Butler da dahil olmak üzere pek çok sendika lideri cinayet, fitne ve isyana teşvik suçlamalarıyla Ağır Ceza Mahkemesine çıkarıldı. Yetkililerin terör ve sindirme dalgası ülkeyi kasıp kavuruyor.

Batı Hindistanlı işçiler, siyahlar ve Doğu Hindistanlılar, dünyada en kötü ücretlerle çalışan işçiler arasında ve bunun sonucunda yaşam standartları son derece düşük. Son yıllarda işsizlik ve hayat pahalılığının artması nedeniyle koşulları neredeyse dayanılmaz hale geldi. Örgütsüz ve herhangi bir siyasi haktan yoksun oldukları için herhangi bir sosyal yardım alamıyorlar.

Geçtiğimiz mayıs ayında Trinidad İşçi Partisi Başkanı ve Yasama Konseyi’nin seçilmiş bir üyesi olan Yüzbaşı Cipriani, hükümet tarafından koloninin Taç Giyme Törenindeki iki temsilcisinden biri olarak atandı. Onun yokluğunda özellikle petrol sahalarındaki işverenler sanayide verimi artırmaya başladı ve çaresizliğe sürüklenen işçiler 19 Haziran’da grev ilan etti. Grev ilan edilir edilmez şirketlerin yöneticileri hükümeti grevi ezmek için kendilerine yardım edilmesi çağrısı yaptı. Port of Spain’den petrol endüstrisinin merkezine polis gönderildi. Oraya vardıklarında grevcileri dövmeye ve onları petrol sahalarından sürmeye başladılar. Bir sahada on işçi öldürüldü ve on altı işçi yaralandı.

Hükümetin halkı sindirmek için seferber ettiği tüm askeri gösterilere rağmen grevciler mağduriyetleri giderilene kadar işe dönmeyi reddettiler. O zamana kadar grev ada geneline yayılmıştı. Büyük şeker tarlalarında çalışan binlerce Doğu Hintli tarım işçisi çalışmayı reddetti. Ülkenin pek çok yerinde motorlu taşıtlar akaryakıt yokluğundan durmak zorunda kaldı, Port of Spain limanına gelen gemiler yüklerini boşaltamadı. Ülkenin tüm ekonomik hayatı durma noktasına gelmişti.

Petrol sahalarındaki muazzam petrol israfından endişe duyan şirketler, grev liderleriyle müzakere etmeye karar verdi. Fakat hükümet, saklanmaya başlayan grev lideri Butler’ı tutuklamakla tehdit ederek görüşmeleri engelledi. Adamlarını yakalamaya kararlı olan polis, liderlerine ihanet edecek her işçiye 100 pound teklif edecek kadar ileri gitti. Ancak grevciler bu teklifi reddetti ve işverenlerle görüşmek üzere bir heyet görevlendirdi. Uzun pazarlıklardan sonra şirketler bazı taleplerini kabul etti ve işçiler işlerine geri döndü.

Başta bayındırlık işleri olmak üzere kamu daireleri de çalışanlarının ücretlerini artırdı ve sekiz saatlik iş günü uygulamasını başlattı. Port of Spain Belediye Meclisi tarafından istihdam edilen çöpçülerin bile ücretlerine zam yapıldı.

Tepkisel dürtü

Başarılarından ilham alan işçiler, kazanımlarını korumak ve toplu pazarlık hakkı için baskı yapmak amacıyla ada tarihinde ilk kez sendika örgütlemeye başladılar. Ancak bekleneceği gibi güçlü bir Ticaret Odası şeklinde örgütlenmiş olan işverenler sendikacılığa şiddetle karşı çıktılar ve sendikaları yasa dışı organlar, fitne yuvaları ve Bolşevizm olarak addedip kınadılar ve onlarla hiçbir ilişki kurmadılar. Öte yandan hükümet, sendikaları tanımakla birlikte devam etmesi halinde işçilerin ekonomik çıkarlarını savunmadaki etkinliklerini ve yararlılıklarını azaltacak bir politika benimsedi.

Tüm karşı çıkışları bastırmak için valinin yaptığı ilk şey, grev sırasında basına sansür uygulamak ve yerel editörleri, aldığı askeri tedbirler ve özellikle de deniz piyadeleri ve gönüllülerin desteğini alan polisin İngiliz ve diğer grev liderleri için başlattığı av hakkında yorum yapmaya cesaret ederlerse yargısız hapisle tehdit etmek oldu. Bütün köyler kuşatıldı ve ev ev aramalar yapıldı.

O zamandan bu yana daha doğrudan bir hamleye girişilerek sendikaların faaliyetlerini engellemek için onlara kamuya açık toplantı yapma imkânı tanınmadı. Ardından çoğunluğu hükümet yetkilileri ve vali adaylarından oluşan ve petrol, tarım, ticaret vb. gibi geniş çıkar gruplarını temsil eden Yasama Konseyi’nin 13 Kasım’daki toplantısında, yeni bir fitne yönetmeliği ilk kez okundu. Üç gün sonra Butler ve diğer sendika liderlerinin Ağır Ceza Mahkemesindeki davalarının duruşmasına denk gelecek şekilde Vali, H.M.S. York’u Port of Spain’e gönderdi ve halka “iyi bir jest” olarak Bermuda’dan Kanada hükümetine ait bir vapurla bir Sherwood Foresters bölüğü getirdi. Bu birliklerin bakım masrafları da vergi mükellefleri tarafından karşılanacak.

İngiliz emperyalizmine karşı mücadele

Gözdağı verme öyle bir aşamaya geldi ki, Yasama Konseyi üyeleri bile hapse atılma riskini göze almadan ağızlarını açamıyorlar. Mesela Yasama Konseyi’nin son toplantısında vali, İngiliz garnizonunun bakımına ek olarak koloninin yabancı istilasına karşı kendini hazırlaması gerektiği bahanesiyle gönüllü ve yerel birliklerin yeniden silahlandırılması için 51. bin dolarlık bir meblağı oyladı. Fakat Yüzbaşı Cipriani, işçilerin ekonomik bunalımdan mustarip olduğu dönemde bu kadar büyük bir meblağın askeri amaçlarla harcanmasına itiraz etti. Tedbiri, işverenlerin çıkarları doğrultusunda işçi huzursuzluğunu bastırmak için kuvvetleri silahlandıran sınıf mevzuatı olarak nitelendirdi. Vali, Cipriani’nin açıklamasına itiraz etti ve konuyu Başsavcıya ileteceğini söyleyerek Yasama Konseyi üyelerine iltimas geçilmediği uyarısında bulundu.

Yerli bir gazeteci ve Sunday Chronicle’ın editörü olan Bay Lloyd Smith, eski bir devlet memuru tarafından imzalanan ve hizmeti aşağılayıcı olduğu iddia edilen bir mektubu yayımladığı için kışkırtıcılıkla suçlanıyor. Bay Smith bir sonraki Ağır Ceza Mahkemesine çıkacak.

Benzer bir baskı dalgası, son zamanlarda işçi gösterilerine sahne olan Trinidad yakınlarındaki Barbados adasını da kasıp kavuruyor. Bir dizi işçi lideri şu anda ceza mahkemeleri önünde isyan ve ayaklanma ile suçlanıyor. Tüm sanıkların yargılanması henüz tamamlanmadı ama Ulric Grant adında bir kişi, Bridgetown’da işsizlerin düzenlediği ve altı işçinin vurulduğu ve birkaçının da yaralandığı gösteriye katıldığı gerekçesiyle on yıl hapis cezasına çarptırıldı. Adaya deniz piyadeleri de çıkarıldı.

140 yıllık Kraliyet sömürge yönetiminden sonra Trinidad ve diğer Batı-Hint kolonilerinin halkı, yöneticilerin otokratik yöntemleriyle daha da ağırlaşan bir dizi iktisadi ve sosyal mağduriyetin altında ezilmeye devam ediyor. Kendi kaderini tayin etme yolunda köklü bir değişimin tam zamanı. Tarihin Batı Hint Adaları’nın emekçi kitlelerine, Hintlilere olduğu kadar siyahlara da yüklediği görev bu, zira Batı Hint burjuvazisi en gerici sömürge yönetici sınıflarından biri ve zorlanmadıkça asla taviz vermeyecektir.

İngiliz sosyalistlerinin ve sendikacılarının görevi bu sömürge işçilerine yardım eli uzatmaktır.

George Padmore, “British Imperialism in the West Indies,” Workers Age, no. 10 (5 Mart 1938).

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English