Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İngiliz Milletler Topluluğu düşerken: Batı Hint Adalarında İngiliz emperyalizmi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Çöküş döneminde olduğu hiçbir şekilde inkâr edilmeyen Britanya Krallığının, “İngiliz Milletler Topluluğu” marka adı altında yer alan sömürgelerinde kıpırdanmalar var gibi görünüyor. En son Jamaika Hukuk ve Anayasal İşler Bakanı Marlene Malahoo Forte, bu ayın başında “2024 gibi erken bir tarihte” referandum düzenleyerek İngiliz kraliyetinden tamamen bağımsız olmayı planladıklarını açıklamıştı. Bakan, Jamaika halkının Kraliçe 2. Elizabeth’e sevgi duyduğunu ve onunla özdeşleştiğini, ancak Kral 3. Charles için durumun öyle olmadığını belirtmişti. Bunun bir tür domino etkisi yaratıp yaratmayacağı hakkında fikir yürütmek için belki erken olabilir ama Britanya’nın köleleştirdiği halklar bir asırdır mahkûm edildikleri prangadan kurtulmaya başlayacak gibi görünüyor. Şu linkteki tercüme belki okurun ilgisine nail olabilir. Black Agenda Report, George Padmore’un 1938’de yazdığı, o dönem Batı Hint Adaları’ndaki emekçilerin durumunu anlatan makaleyi anımsatmış.


1938’de Pan-Afrikanist George Padmore, Batı Hintli emekçi kitleleri İngiliz emperyalizmine karşı ve kendi kaderini tayin hakkı için mücadeleye çağırdı. Neredeyse bir asır sonra Karayipler hala ıstırap çekiyor, kendi kaderini tayin hala bir hayal ve şu an Charles’ın idaresinde Kraliyet hala hüküm sürüyor.

“Kral” Charles’ın taç giyme töreni olarak adlandırılan grotesk orta çağ seremonisi, İngiliz Kraliyeti döneminde kölecilik ve sömürgecilik suçlarından ıstırap çekmiş ve çekmeye devam eden dünyanın dört bir yanındaki tüm Afrikalı halklara karşı korkunç, çıplak yumruklu bir hakaret. Charles’ın taç giyme töreninin dünyanın dört bir yanındaki bazı Afrikalılar tarafından kutlanması, zihinsel köleliğin hala devam ettiğini ve zenci zihninin henüz dekolonize edilemediğini anımsatan çirkin bir hatırlatma. Kutlanacak ne var? Halkın kesesinden geçinen ve yüzyıllarca süren kölelik, vahşet, soykırım ve yozlaşmanın meyvelerini toplayan solgun, pörsümüş, ahlaksız ve ne idüğü belirsiz bir aile mi?

Charles’ın adaşlarından — I. Charles ve II. Charles — ilk Charles, Afrikalı halkların Amerika’ya satılmasına izin verirken, ikinci Charles bu ticareti genişletti. I. Charles mutlak monarşik tüneğinden indirilip alenen başı kesilerek Kralların İlahi Hakkı inancına mutlak olarak son verilirken son Charlie seleflerinin Afrikalı kâr paylarını miras almaya devam ediyor. (Hey Chuck: Güney Afrikalılar çalınan elmasları “Afrika’nın Büyük Yıldızı”nı derhal geri istiyor!)

Ailenin Kaliforniya’ya sürgün edilen Harry ve Meghan’a bile kraliyet çiçeği bulaşmış durumda: Onlar, Oprah Winfrey’e ve dinleyen herkese ırkçı kraliyet mikro saldırganlıklardan yakınırken kahverengi tenli halkın toplu katliama uğratıldığını itiraf eden narsist kan emiciler. Yuh a**** k******. Eğer gerçekten ilerici olsalardı, isimlerinden, servetlerinden ve utanç verici Netflix dizilerinden feragat ederlerdi. Bu konuda iyi şanslar onlara.

Her halükârda bu görkemli yapıların tamamı modası geçmiş ve çağ dışı bir toplumsal formu temsil ediyor. Tek işlevleri bir yandan, aksi halde bu soğuk ve kasvetli kuzey Atlantik adasını ziyaret etmek için hiçbir gerekçesi olmayacak olan saf Amerikalı turistler için Marka Britanya yaratmak. Diğer yandan da küresel süper elitin ve onların dünya çapındaki daha zengin kraliyet mensuplarının süper yüklü finans kapitalizminin altın yaldızlı eşleri olarak hizmet etmek. Ancak İngiliz kraliyeti mensupları kendi saraylarında birer soytarıdan ibaretken kandırılan, tazminat parasının tek kuruşunu bile göremeyen ve bazı durumlarda hala onların kokuşmuş ve kangrenli yönetimine tabi olan bizleriz.

1938’de köleliğin sona ermesinden bir asır sonra Britanya, Batı Hint Adaları’ndaki siyah ve kahverengi tenli halklar sömürge yönetiminden ve onun bekasını sağlayan yerel uşaklardan bıkmış ve usanmışlardı. George Padmore’un Workers Age’deki sivri dilli makalesinde yazdığı gibi: “Trinidad ve diğer Batı Hint sömürgelerinin halkı, hala idarecilerin otokratik yöntemleriyle daha da ağırlaşan bir dizi iktisadi ve sosyal mağduriyet ile kıvranıyor. Kendi kaderini tayin etme yolunda köklü bir değişimin tam zamanı. Bu, tarihin Batı Hint Adaları’nın emekçi kitlelerine, Hintlilere olduğu kadar siyahlara da yüklediği bir görevdir; zira Batı Hint burjuvazisi en gerici sömürgeci egemen sınıflardan biridir ve zorlanmadıkça asla taviz vermeyecektir.”

Ve yine… Neredeyse bir asır sonra, Karayipler hala ıstırap çekiyor, kendi kaderini tayin hala bir hayal ve Kraliyet hala hüküm sürüyor; şu an başa Charles var, kunduz postlarından ve kanlı elmaslardan, kepekten ve pis kokulu nefesten oluşma, altın tahtından haksız servetini inceleyen, Kraliyet Mücevherlerini ovuşturan ve kraliyet asasını ailesinin kanlı geçmişine ve kolektif talihsizliğimize sallayan o dayanılmaz kukla ile. Artık gitmesinin zamanı geldi. Bu arada, George Padmore’un makalesini aşağıda okuyabilirsiniz.

***

Batı Hint Adaları’nda İngiliz Emperyalizmi

George Padmore

Trinidad’daki çalışma koşullarını soruşturmak üzere bir Kraliyet Komisyonu atanmasına rağmen bu kolonideki genel siyasi durum kötüden daha kötüye gidiyor. Yetkililer yeni bir Fitne Yasası çıkarılmasını önerdi; halka açık gösteriler yasaklanıyor, gazete editörleri kovuşturmayla tehdit ediliyor, İngiliz birlikleri adanın sanayi merkezlerini garnizonlaştırmak üzere karaya çıkarıldı, kazanılmış çıkarları korumak için özel bir orta sınıf gönüllü gücünün silahlandırılması amacıyla bir miktar bütçe geçirildi, Britanya İmparatorluğu İşçileri ve Yurttaşları Özerk Yönetim Partisi Başkanı Uriah Butler da dahil olmak üzere pek çok sendika lideri cinayet, fitne ve isyana teşvik suçlamalarıyla Ağır Ceza Mahkemesine çıkarıldı. Yetkililerin terör ve sindirme dalgası ülkeyi kasıp kavuruyor.

Batı Hindistanlı işçiler, siyahlar ve Doğu Hindistanlılar, dünyada en kötü ücretlerle çalışan işçiler arasında ve bunun sonucunda yaşam standartları son derece düşük. Son yıllarda işsizlik ve hayat pahalılığının artması nedeniyle koşulları neredeyse dayanılmaz hale geldi. Örgütsüz ve herhangi bir siyasi haktan yoksun oldukları için herhangi bir sosyal yardım alamıyorlar.

Geçtiğimiz mayıs ayında Trinidad İşçi Partisi Başkanı ve Yasama Konseyi’nin seçilmiş bir üyesi olan Yüzbaşı Cipriani, hükümet tarafından koloninin Taç Giyme Törenindeki iki temsilcisinden biri olarak atandı. Onun yokluğunda özellikle petrol sahalarındaki işverenler sanayide verimi artırmaya başladı ve çaresizliğe sürüklenen işçiler 19 Haziran’da grev ilan etti. Grev ilan edilir edilmez şirketlerin yöneticileri hükümeti grevi ezmek için kendilerine yardım edilmesi çağrısı yaptı. Port of Spain’den petrol endüstrisinin merkezine polis gönderildi. Oraya vardıklarında grevcileri dövmeye ve onları petrol sahalarından sürmeye başladılar. Bir sahada on işçi öldürüldü ve on altı işçi yaralandı.

Hükümetin halkı sindirmek için seferber ettiği tüm askeri gösterilere rağmen grevciler mağduriyetleri giderilene kadar işe dönmeyi reddettiler. O zamana kadar grev ada geneline yayılmıştı. Büyük şeker tarlalarında çalışan binlerce Doğu Hintli tarım işçisi çalışmayı reddetti. Ülkenin pek çok yerinde motorlu taşıtlar akaryakıt yokluğundan durmak zorunda kaldı, Port of Spain limanına gelen gemiler yüklerini boşaltamadı. Ülkenin tüm ekonomik hayatı durma noktasına gelmişti.

Petrol sahalarındaki muazzam petrol israfından endişe duyan şirketler, grev liderleriyle müzakere etmeye karar verdi. Fakat hükümet, saklanmaya başlayan grev lideri Butler’ı tutuklamakla tehdit ederek görüşmeleri engelledi. Adamlarını yakalamaya kararlı olan polis, liderlerine ihanet edecek her işçiye 100 pound teklif edecek kadar ileri gitti. Ancak grevciler bu teklifi reddetti ve işverenlerle görüşmek üzere bir heyet görevlendirdi. Uzun pazarlıklardan sonra şirketler bazı taleplerini kabul etti ve işçiler işlerine geri döndü.

Başta bayındırlık işleri olmak üzere kamu daireleri de çalışanlarının ücretlerini artırdı ve sekiz saatlik iş günü uygulamasını başlattı. Port of Spain Belediye Meclisi tarafından istihdam edilen çöpçülerin bile ücretlerine zam yapıldı.

Tepkisel dürtü

Başarılarından ilham alan işçiler, kazanımlarını korumak ve toplu pazarlık hakkı için baskı yapmak amacıyla ada tarihinde ilk kez sendika örgütlemeye başladılar. Ancak bekleneceği gibi güçlü bir Ticaret Odası şeklinde örgütlenmiş olan işverenler sendikacılığa şiddetle karşı çıktılar ve sendikaları yasa dışı organlar, fitne yuvaları ve Bolşevizm olarak addedip kınadılar ve onlarla hiçbir ilişki kurmadılar. Öte yandan hükümet, sendikaları tanımakla birlikte devam etmesi halinde işçilerin ekonomik çıkarlarını savunmadaki etkinliklerini ve yararlılıklarını azaltacak bir politika benimsedi.

Tüm karşı çıkışları bastırmak için valinin yaptığı ilk şey, grev sırasında basına sansür uygulamak ve yerel editörleri, aldığı askeri tedbirler ve özellikle de deniz piyadeleri ve gönüllülerin desteğini alan polisin İngiliz ve diğer grev liderleri için başlattığı av hakkında yorum yapmaya cesaret ederlerse yargısız hapisle tehdit etmek oldu. Bütün köyler kuşatıldı ve ev ev aramalar yapıldı.

O zamandan bu yana daha doğrudan bir hamleye girişilerek sendikaların faaliyetlerini engellemek için onlara kamuya açık toplantı yapma imkânı tanınmadı. Ardından çoğunluğu hükümet yetkilileri ve vali adaylarından oluşan ve petrol, tarım, ticaret vb. gibi geniş çıkar gruplarını temsil eden Yasama Konseyi’nin 13 Kasım’daki toplantısında, yeni bir fitne yönetmeliği ilk kez okundu. Üç gün sonra Butler ve diğer sendika liderlerinin Ağır Ceza Mahkemesindeki davalarının duruşmasına denk gelecek şekilde Vali, H.M.S. York’u Port of Spain’e gönderdi ve halka “iyi bir jest” olarak Bermuda’dan Kanada hükümetine ait bir vapurla bir Sherwood Foresters bölüğü getirdi. Bu birliklerin bakım masrafları da vergi mükellefleri tarafından karşılanacak.

İngiliz emperyalizmine karşı mücadele

Gözdağı verme öyle bir aşamaya geldi ki, Yasama Konseyi üyeleri bile hapse atılma riskini göze almadan ağızlarını açamıyorlar. Mesela Yasama Konseyi’nin son toplantısında vali, İngiliz garnizonunun bakımına ek olarak koloninin yabancı istilasına karşı kendini hazırlaması gerektiği bahanesiyle gönüllü ve yerel birliklerin yeniden silahlandırılması için 51. bin dolarlık bir meblağı oyladı. Fakat Yüzbaşı Cipriani, işçilerin ekonomik bunalımdan mustarip olduğu dönemde bu kadar büyük bir meblağın askeri amaçlarla harcanmasına itiraz etti. Tedbiri, işverenlerin çıkarları doğrultusunda işçi huzursuzluğunu bastırmak için kuvvetleri silahlandıran sınıf mevzuatı olarak nitelendirdi. Vali, Cipriani’nin açıklamasına itiraz etti ve konuyu Başsavcıya ileteceğini söyleyerek Yasama Konseyi üyelerine iltimas geçilmediği uyarısında bulundu.

Yerli bir gazeteci ve Sunday Chronicle’ın editörü olan Bay Lloyd Smith, eski bir devlet memuru tarafından imzalanan ve hizmeti aşağılayıcı olduğu iddia edilen bir mektubu yayımladığı için kışkırtıcılıkla suçlanıyor. Bay Smith bir sonraki Ağır Ceza Mahkemesine çıkacak.

Benzer bir baskı dalgası, son zamanlarda işçi gösterilerine sahne olan Trinidad yakınlarındaki Barbados adasını da kasıp kavuruyor. Bir dizi işçi lideri şu anda ceza mahkemeleri önünde isyan ve ayaklanma ile suçlanıyor. Tüm sanıkların yargılanması henüz tamamlanmadı ama Ulric Grant adında bir kişi, Bridgetown’da işsizlerin düzenlediği ve altı işçinin vurulduğu ve birkaçının da yaralandığı gösteriye katıldığı gerekçesiyle on yıl hapis cezasına çarptırıldı. Adaya deniz piyadeleri de çıkarıldı.

140 yıllık Kraliyet sömürge yönetiminden sonra Trinidad ve diğer Batı-Hint kolonilerinin halkı, yöneticilerin otokratik yöntemleriyle daha da ağırlaşan bir dizi iktisadi ve sosyal mağduriyetin altında ezilmeye devam ediyor. Kendi kaderini tayin etme yolunda köklü bir değişimin tam zamanı. Tarihin Batı Hint Adaları’nın emekçi kitlelerine, Hintlilere olduğu kadar siyahlara da yüklediği görev bu, zira Batı Hint burjuvazisi en gerici sömürge yönetici sınıflarından biri ve zorlanmadıkça asla taviz vermeyecektir.

İngiliz sosyalistlerinin ve sendikacılarının görevi bu sömürge işçilerine yardım eli uzatmaktır.

George Padmore, “British Imperialism in the West Indies,” Workers Age, no. 10 (5 Mart 1938).

DÜNYA BASINI

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Atlantik’in iki yakasında yükselen sağ hareketlerde yeni olan ne? Meloni, Le Pen, Orbán, Geerts, Farage ve Trump gibi siyasetçiler “neoliberalizm sonrası muhafazakârlık” olarak adlandırılabilecek yeni bir “enternasyonal”in parçası olarak öne çıkıyorlar: Milli muhafazakârlık. “Milli egemenlik”e vurgu yapan bu hareketler ve isimler, aşağıda çevirisini verdiğimiz Londra Metropolitan Ünviersitesi’nden Angelos Chryssogelos’a göre, aslında “küreselleşmiş bir sistem içerisinde devletin değişen ve güçlenen rolünün bir yansıması” olarak görülmeli. Dolayısıyla bu yeni sağcılık türü, küreselleşmenin krizine aynı zamanda bir yanıttır da. Yazarın daha ilginç bir tespiti ise, bu milli kimliği “demarke edici” hareketlerin neoliberalizmi “teritoryalize” ederek “milli silolar” oluşturdukları. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Milli muhafazakârlık, muhafazakâr siyasetin yeni paradigması

Angelos Chryssogelos
LSE Blogs
29 Haziran 2024

Milli muhafazakârlık gibi hareketleri, kendilerini yeniden tanımlamaya çalışan muhafazakâr partilerin popülist, aşırı sağcı ve hatta aşırılık yanlısı bir fraksiyonu olarak görmek kolay. Fakat Angelos Chryssogelos, ulusal egemenliğe ve devletin kültürü şekillendirme gücüne odaklanan yeni küresel muhafazakâr siyaset paradigması olarak ciddiye alınması gerektiğini savunuyor.

Milli muhafazakârlık yeniden gündemde. Nisan ayında Brüksel’de yüksek profilli sağcı politikacıların katıldığı bir konferans Belçika polisi tarafından geçici olarak engellendi ve bu konferans Mayıs 2023’te Londra’da düzenlenen ilk konferansın devamı niteliğindeydi. Her iki toplantıya da Suella Braverman ve Nigel Farage gibi İngiliz siyasetçiler, Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve Polonya eski Başbakanı Mateusz Morawiecki’nin yanı sıra çok sayıda tanınmış entelektüel katıldı.
Birleşik Krallık’ta milli muhafazakârlık genellikle Suella Braverman gibi siyasetçilerin, yaklaşan genel seçimlerde neredeyse kesin bir yenilgiye uğrayacak olan Muhafazakâr Parti’ye liderlik etme hırslarının ideolojik aracı olarak görülüyor. Bu anlamda, Liz Truss’un popüler muhafazakârları gibi giderek parçalanan Muhafazakâr evrende sadece bir başka grup olarak anlaşılabilir.
Yine de milli muhafazakârlığın kişisel siyasi hırslar ve salt fırsatçılıktan çok daha fazlası olduğu görülüyor. Bu terim, yeni bir muhafazakârlık paradigması yaratma ve sağ siyaset pratiğini yeniden tanımlama çabası içinde olan siyasetçiler ve entelektüeller tarafından sürekli olarak geliştiriliyor.

Sınırların ötesinde milli muhafazakârlık

“NatCon” [Milli Muhafazakârlık’ın İngilizcesi National Conservatism’in kısaltması] aynı zamanda herhangi bir ülkenin seçim takviminin üzerinde işleyen gerçek bir ulusötesi olgudur. Avrupa’da milli muhafazakârlık, nisan ayındaki Brüksel konferansının resmi duyurusunda belirtildiği gibi, “Avrupa’da ulus-devleti koruma” çabası olarak markalanıyor ve destekçilerinin Avrupa ve Batı’nın bir bütün olarak kapsayıcı bir “medeniyet” görüşü içinde uluslararası işbirliğinin gerekliliğini fazlasıyla takdir ettiklerini ima ediyor.

Milli muhafazakârlık Avrupa’yı da aşıyor. İlk NatCon konferansı 2019’da Washington DC’de düzenlendi ve birçok yönden Trumpizmi uygulanabilir ve tutarlı bir ideolojik amentüde sistematik hale getirme çabası olarak işlev gördü. Amerikalı muhafazakâr talk show sunucusu ve yorumcu Tucker Carlson bu terimin hayranlarından. ABD ve Avrupa’nın merkez olduğu milli muhafazakârlık, dünyanın dört bir yanından aktörlere hitap etme potansiyeline sahip.

Tüm bu toplantılara rağmen, milli muhafazakârlığın net bir çerçevesi hâlâ çizilebilmiş değil. Muhafazakâr siyasette sıklıkla görüldüğü üzere, bu siyasetin savunucuları genellikle neye karşı çıktıkları konusunda –göç, çok kültürlülük ve liberalizmin “aşırılıkları”– neyi desteklediklerinden çok daha iyi anlaşıyorlar.

Muhaliflerinin çoğu onları “aşırı sağcı”, “popülist” ya da “aşırıcı” olarak adlandırmakta ısrar ediyor. Ancak Görkem Altınörs ve benim kısa süre önce savunduğumuz gibi, milli-muhafazakârlık (bizim anladığımız şekliyle kavramı destekçilerinin ideolojik etiketinden ayırmak için tire ile ayırıyoruz) gerçekten de farklı, kendi içinde tutarlı bir olgudur: egemenlik ve neoliberal ekonomiye odaklanan yeni bir muhafazakârlık paradigması. Milli-muhafazakârlık küresel bir olgudur ve ortaya çıkan sağcı politikacılar Avrupa, Amerika ve Asya’nın bazı bölgeleri ile Müslüman dünyasında ortak özellikler sergilemektedir. Ayrıca “popülizm”, “aşırı sağ” vb. yerine bir “muhafazakârlık” biçimi olarak anlaşılması daha doğrudur çünkü kendi siyasi sistemlerinin fiili yeni ana akım sağı haline gelmiş ya da gelme sürecinde olan güçleri tanımlamaktadır.

Neoliberalizmden sonra muhfazakârlık

İlk gözlemimiz, ana akım sağ siyasetin hakim paradigmasının dünya genelinde bir süredir değişmekte olduğudur. Soğuk Savaş ve küreselleşme döneminin büyük bir kısmında ana akım sağ partiler, küreselleşen bir pazarda neoliberal ekonomiye, bu uluslararası açık sistemin yönetilmesine yardımcı olan çok taraflı kurumlara ve milli kimlik gibi sosyal meselelere genellikle yüksek derecede pragmatizmle yaklaşan ılımlı muhafazakâr bir bakış açısını birleştiren bir görünüme sahipti.

Bu muhafazakâr paradigmanın son on yılda geri çekilmekte olduğu açıktır. Bu geri çekilmenin dünya çapında gerçekleşiyor olması, bizi bu değişimin sistemik bir açıklamasını aramaya sevk etti. Bu durumun, uzun süredir büyük çelişkiler ve dışsallıklarla karşı karşıya olan küreselleşmiş bir sistem içerisinde devletin değişen ve güçlenen rolünün bir yansıması olduğunu savunuyoruz.

Yirmi yıldan uzun bir süre önce başlayan süreçte, küreselleşmenin birbirini izleyen krizleri –2000’lerin “terörle savaşı”, 2010’ların “küresel mali krizi” ve bugün Çin’in yükselişiyle tanımlanan değişen jeopolitik düzen– hem devletten açık neoliberal küreselleşmiş ekonominin birçok şiarını terk etmesine yönelik yeni talepler hem de bu adaptasyonu huzursuz yerli halklara karşı meşrulaştırma ihtiyacı yarattı. Milli-muhafazakârlığın yükselişi, hem sağcı politikacıların siyasi güç kazanma veya sürdürme çabalarını hem de küreselleşmenin krizlerine uyum sağlayan devlet iktidarı için yeni bir meşrulaştırıcı ideolojiyi temsil etmektedir.

Milli-muhafazakarlık, popülizm sonrası bir olgu olarak anlaşılabilir. Geçtiğimiz on yılın popülist kırılmaları, siyasi sistemlerde ana akım sağın yerini ve rolünü temelde yeni bir aktör biçiminin işgal etmeye başladığı yeni bir dengeyi beraberinde getirmiştir. Bazı durumlarda, özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta, popülist aktörler eskiden (neo)liberal olan ana akım muhafazakâr partileri içeriden ele geçirmiş ya da bu partilerin yönünü temelden etkilemiştir. Diğer ülkelerde ise bu aktörler daha önce merkez sağda baskın olan partileri tamamen yerinden etmiş ve parti sistemlerinin muhafazakâr gücü olarak rollerini gasp etmiştir.

Birleşik Krallık’ta bizim anladığımız anlamda ilk tutarlı milli-muhafazakâr projeler Brexit sonrası başbakanlar Theresa May ve Boris Johnson’ın platformlarıydı. Her ikisi de 2016 AB referandumunun sonucunu, “halkın” sınırları ve egemenliği güçlendirme çağrısı olarak yorumlarken, toplumun geniş kesimlerini “geride bıraktığı” düşünülen bir milli siyasi ekonomiyi yeniden dengelemeye çalıştı. Uluslararası piyasalarda serbest ticaret yapan bir “Küresel Britanya”yı teşvik etme hedefiyle huzursuz bir şekilde bir arada var olan muğlak yerel “seviye atlama” vaadi, Brexit dönemindeki bu dönüşmüş muhafazakârların milli-muhafazakâr özünü yakaladı.

Genel olarak aynı politika tercihlerini benimsemekten uzak olan milli-muhafazakâr hareketler, genellikle birbiriyle çelişen politika pozisyonlarını bir araya getiren ortak bir söylemsel ve retorik bakış açısıyla karakterize ediliyor. Çoğu gözlemcinin göç konusuna odaklanmasının aksine, ABD ve Birleşik Krallık’tan Macaristan ve Polonya’ya, Türkiye ve Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar Küresel Kuzey ve Güney’deki milli-muhafazakârların, öncelikle iktisadi ve kültürel anlamda milli egemenlik ve devlet otoritesine öncelik veren bir söylemle karakterize edildiğine inanıyoruz. Milli-muhafazakârlar, toplumlarına yeni bir hiyerarşik ve otoriter ruh aşılamak için din ve aile değerleri gibi geleneksel fikirleri yeniden keşfederler. Uluslararası alanda, genellikle uluslararası kurumlara ve “küreselci elitlere” karşı iddialı ve düşmanca bir dış politika duruşu sergilerler.

Neoliberalizmin sermaye birikimi ve yatırım çekiciliğine ilişkin temel varsayımlarına meydan okumasa da, milli-muhafazakârlık devletin ekonomiyi devlet güvenliği, milli egemenlik veya etnik ve kültürel tercih hedefleri doğrultusunda yönlendirmede çok daha büyük bir rolü olduğunu düşünmektedir. Britanya’da bu durum, örneğin göçü azaltma hedefi (2016’dan sonra tüm Muhafazakâr liderler tarafından açıkça benimsenmiştir) ile savaş sonrası refah devleti yapılanmasını yeniden kurma vaatleri arasında bağlantı kurma girişiminde görülebilir. Aynı zamanda bu radikalleşmiş muhafazakârlar, küresel ilerici “müesses nizamın” temsilcileri tarafından ele geçirilen yerel ve uluslararası kurumlara karşı milli yenilenme ve kültürel egemenlik projelerinin bir parçası olarak meşrulaştırabilirlerse, vergi indirimleri (ABD’de Donald Trump ve Birleşik Krallık’ta Liz Truss’un yaptığı gibi) veya yoğun çevresel ekstraksiyonlar (Amazon’da Jair Bolsonaro’nun yaptığı gibi) gibi neoliberal politikaları da aynı şekilde takip edebilirler.

Jeopolitik gerilimlerin ve jeoekonomik rekabetin arttığı bir bağlamda, milli-muhafazakârlık aslında neoliberalizmi teritoryalize etmekte ve yeni muhafazakâr ve geleneksel değerlerle disipline edilmiş ve sürekli olarak yerel ve uluslararası elitlere ve etnik ve ırksal ötekilere karşı harekete geçirilen toplumlar tarafından desteklenen yeni milli silolar içinde korumaktadır. Kısacası, milli-muhafazakârlık küreselleşme ve liberalleşme sonrası dönemin yeni sağ paradigması olarak ortaya çıkmaktadır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bolivya’nın lityumu ABD’nin hedefinde

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin on yıllardır “arka bahçesi” olarak gördüğü Güney Amerika ülkeleri, dünya lityum rezervlerinin önemli bir kısmını elinde tutuyor. Bu rezervlerin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan üç ülke var. Bolivya, Arjantin ve Şili ile birlikte “lityum üçgeni”ndeki ülkelerden biri. İçlerinde en büyük rezerv payı onun. Elektronik aletlerin yeniden çalıştırılmasını sağlayan batarya teknolojisinde ihtiyaç duyulan lityum, “yeşil dönüşüm” ve elektrikli otomobillerin yaygınlaşmasıyla birlikte emperyalizmin gözünde “21. yüzyıl petrolü” haline geldi. Bu cevher sermaye sınıfının büyüme iştahına öylesine hitap ediyor ki bu üçgende meydana gelen siyasi, sosyal ve askeri tüm hareketliliklerin gerisinde bir “lityum darbesi” olduğu artık herkesin malumu. Ülkedeki kamulaştırma sürecini stratejik hidrokarbon sektöründeki şirketlere ve lityum üretimine yayan Bolivya’nın halkçı lideri Morales tam da bu yüzden hedefti. Nitekim Bolivya’da Kasım 2019’da yapılan ABD destekli darbenin ardından ülkedeki lityum üretimini kamulaştırma süreci hemen durmuş, lityum pili kullanan Tesla başta olmak üzere çokuluslu şirketlerin hisseleri yükselişe geçmişti. Bolivya’daki son darbe girişimi sırasında da bu büyük lityum rezervleri dünya kamuoyunun tekrar gündemine girdi.


Bolivya lityumu ABD’nin hedefinde, ancak kamulaştırmalar hükümet kontrolünü garantiye alıyor

Lorenzo Santiago
Brasil de Fato
28 Haziran 2024

Çeviren: Leman Meral Ünal 

Amerika Birleşik Devletleri ile Bolivya 23 Haziran’da Dallas’ta düzenlenen Amerika Kupası’nın ilk turu kapsamında bir futbol maçında karşı karşıya geldi. Ancak iki ülke sadece futbol sahasında değil, ABD endüstrisi için muazzam derecede önemli bir kaynak için de rekabet ediyor: Lityum.

Bolivya dünyanın en büyük lityum rezervlerine sahip. Yaklaşık 23 milyon ton rezerv ülkenin güneyinde bulunuyor. Ülkenin “Uyuni” olarak bilinen tuz düzlüğü, Arjantin (17 milyon ton) ve Şili (9,3 milyon ton) ile birlikte büyük bir rezerv üçgeni oluşturuyor.

Son yıllarda, elektrikli otomobil üretimindeki gözle görülür büyümenin ardından lityuma olan talep hızla arttı. Otomobil sektörü, elektrikli araçlar için yüksek performanslı bataryalar üretebilmek amacıyla bu cevhere ciddi şekilde ihtiyaç duyuyor. Sonuç olarak, 13 yıl içinde muazzam bir fiyat artışı yaşanmış ve 2010 yılında karbonatın tonu 5 bin ABD dolarından 2022 yılında 80 bin ABD dolarına çıkmıştı. Uzmanların Çin’de elektrikli otomobil satışlarının düşeceği yönündeki beklentisi gerçekleşmiş, 2023 yılında fiyatlar 23 bin ABD dolarına kadar düşmüştü.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Rusya’nın rekabetinden kaçınmak için Bolivya’nın lityum üretimini kontrol etme arzusunda. Bu durum Mart 2023’te ABD Temsilciler Meclisi’nde düzenlenen bir oturumda daha da belirgin hale geldi. ABD Güney Komutanlığı (U.S Southern Command) Başkanı Laura Richardson, lityum üçgeninin ABD nezdinde “arka bahçeleri üzerindeki bir ulusal güvenlik meselesi” olarak ele alındığını dile getiriyor.

Profesör Paulo Niccoli Ramirez bu durumu daha önce O Golpe de 2019 na Bolívia: Imperialismo contra Evo Morales (Bolivya’da 2019 Darbesi: Evo Morales’e karşı Emperyalizm, kaba bir çeviriyle) ismini verdiği çalışmasında ortaya koymuştu. Ona göre, ABD 2019’da dönemin Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’e karşı yapılan darbede doğrudan rol oynarken ana hedefi lityumdu.

Bolivya hükümeti ise bu cevheri devlet üretiminde tutmak ve devlet eliyle işletebilmek için gerekli teknolojiye sahip ülkelerle stratejik ortaklıklar kurmak gibi çeşitli stratejiler benimsedi.

Bolivya, lityum üretiminde ulusal egemenliği önceliklendiren ve üretim aşamalarında baştan sona -devlete ait- Yacimientos de Litio Bolivianos (İspanyolca kısaltması YLB) şirketinin tam katılımını sağlayan 928 sayılı yasayı oluşturdu. Ayrıca ham lityumu temizlemek için çok daha az su kullanan ve çevreyi daha az kirleten Doğrudan Lityum Ekstraksiyonu (EDL) adlı bir teknolojiyi uygulamaya koydu.

Hükümet bu hamlelerle zaman içinde ülkenin lityum çıkarmak için gereken ekipmanı üretecek bir “know-how”a sahip olmasını amaçlıyordu.

Lityum üretim zincirini sanayileştirme planının bir parçası olarak ülke, bu kimyasal bileşiğin yıllık üretim kapasitesini artırmak için 2023 yılında Çin ile bir ortaklık imzaladı. Contemporary Amperex Technology Limited (CATL), Brunp ve China Molybdenum Company Limited (CMOC) gibi Çin kökenli şirketleri içeren CBC konsorsiyumu, Bolivya’nın Coipasa ve Uyuni tuz düzlüklerinde iki lityum karbonat üretim tesisi kurmaktan sorumlular.

Rus devlet şirketi Rosatom’un bir kolu olan Uranium One Group isimli şirket de ülkede birtakım testler yapmak ve pilot projeler gerçekleştirmek için Bolivya hükümetinin koşullarını kabul eden bir tasarıya imza attı.

Buna göre, her bir tesisin 1 milyar ABD dolarından fazla bir yatırımla yılda maksimum 25 bin ton lityum karbonat üretmesi bekleniyor. YLB’nin hesaplamalarına göre Bolivya 2022 yılında bu mineralden sadece 600 ton kadar üretebilmişti.

Bolivyalı ekonomist Martin Moreira’ya göre mevcut senaryoda belki de en iyisi, bu Güney Amerika ülkesinin kendi üretimi üzerinde kontrol sahibi olması ve bu bağlamda ABD ile ilişkilerin olumlu bir seyir izlememesi:

“Her şeyden önce ulusal egemenliğimizi korumalıyız. ABD ile iş tutturmak egemenliğin kaybedilmesi ve belirli koşulların kabul edilmesi anlamına geliyor. ABD’nin dayattığı koşullarla benzer koşulları benimseyen şirketlerle müzakere etmemeye çalışıyoruz, ancak stratejik maden kaynaklarının işletilmesine ilişkin ülke koşullarını kabul eden ve YLB’nin rehberlik edeceği bir şirket olarak serbest yönetimini kısıtlamayan yatırımcılarla müzakere edebiliriz. Buradaki amaç, diğer ülkelerden şirketlerin bu stratejik Bolivya şirketine yanıt vermesidir.” [Brasil de Fato’ya verdiği demeçten.]

2008’de lityum üretiminin millileştirilmesi ve 2017’de YLB’nin kurulması, bu alandaki yatırımların ve ihracatın Bolivya’nın kamu sektörüne yönlendirilmesini sağladı. Moreira’ya göre bu durum ülkenin yapısal sorunlarının pek çoğunu çözdü: “Millileştirmeler sayesinde Bolivya’nın altyapıdan sağlık ve eğitime kadar yapısal sorunlarının ağırlıklı bir kısmı çözüldü. Şimdi lityum, ülkeye yatırımı ve dövizi çekmek için bir fırsat.”

Peki diğer Güney Amerika ülkeleri lityum rezervleriyle ne yapıyor?

Bolivya’nın aksine Şili ve Arjantin lityumunda millileştirme yok. Şili’de 2022 yılında kurucu meclis üyelerinin bir kısmı ülkedeki bakır ve lityum madenciliğini düzenlemek, özel imtiyazları sona erdirmek ve bu faaliyetler üzerinde devlet hakimiyetini sağlamak için teklifler sunsa da Anayasa Konvansiyonu tarafından reddedildi. Bu teklifler ülkenin yeni Anayasasının ilk versiyonunun nihai metnine dahi giremedi. Ayrıca sunulan bir plebisitte de reddedildi.

Arjantin’de lityumun millileştirilmesi tartışmaları son yıllarda ivme kazanmış, maden varlıklarının eyaletlere ait olduğu bir ülkede devlet tarafından işletilen bir lityum şirketi kurulması yönünde öneriler tartışılmaya başlanmıştır. Ne var ki Arjantin Maden Girişimcileri Odası (CAEM), Arjantin Sanayi Birliği (UIA) ve Arjantin İnşaat Odası (Camarco) gibi kurumlar tarafından temsil edilen Arjantin sermaye sektörü bu girişime karşı çıkmıştı.

Peru’ya gelince, 880 bin ton lityum rezerviyle ABD Jeolojik Araştırmalar Kurumu’nun (ABD’nin doğal kaynaklardan sorumlu kurumu) listesindeki 13. ülke konumunda. Pedro Castillo’ya karşı yapılan 2022 yılındaki son darbeden iki ay kadar önce, [Peru Kongresi’nin sol tandanslı parlamento grubu olan] Bloque Magisterial de Concertación Nacional, Peru parlamentosuna ülkede lityum arama, araştırma ve sanayileştirme faaliyetlerinin kamulaştırılması için bir yasa tasarısı sunmuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı ile Rusya arasında yaklaşan gerilim

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Son yıllarda ABD’de ve özellikle de Rusya’da Hiroşima’ya atılan bombanın üçte biri ya da yarısı gücünde daha küçük nükleer silahların geliştirilmesi üzerinde duruluyor. Tahrip kapasitesindeki bu azalmanın maksadı, göründüğü kadarıyla, bir konvoyu ya da düşman kalesini yok etmek amacıyla nükleer silahların savaş alanında konuşlandırılmasını mümkün kılmak. Rus birlikleri taktik düzeyde konvansiyonel savaştan nükleer savaşa geçişi uzun süredir uyguluyor. Rusya ordusunun, Kaliningrad’ın nükleer silahlar kullanılarak başarıyla savunulduğu tatbikatları defalarca düzenlediği bilinen bir şey. NATO’da Rusya’ya karşı daha agresif olanlar Moskova’nın risk almayacağını iddia etse de bu iddianın kendisi de riskli, Moskova’nın tepkisinin ne olacağını kestirmek de mümkün değil.

Rusya Federasyonu’na karşı savaşı, SSCB’ye karşı yürütülen soğuk savaştan daha tehlikeli kılan bir başka faktör de nükleer bir kıyametten duyulan önceki korkunun büyük ölçüde buharlaşmış olması. Bunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olması, hiçbir zaman gerçekleşemeyeceği hissini besledi ama gerçekçi bir risk değerlendirmesi, bugün tehlikenin geçmişte olduğundan daha büyük olduğunu gösteriyor. Eski CIA analisti George Beebe yorumlamış.


Batı ile Rusya arasında yaklaşan gerilim

George Beebe

Time

1 Temmuz 2024

George Beebe, Quincy Institute for Responsible Statecraft’ta Grand Strategy programının direktörü. Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nda (CIA) eski Rusya analizi direktörü ve The Russia Trap: How Our Shadow War with Russia Could Spiral into Nuclear Catastrophe (Rusya Tuzağı: Rusya ile Gölge Savaşımız Nasıl Nükleer Felakete Dönüşebilir?) kitabının yazarı.

Washington’daki dünya algısını şekillendiren ya da yansıtan gazete sayfaları ve Kongre koridorlarındaki akımlardan yola çıkarak, Ukrayna konusunda ABD ile Rusya arasında doğrudan askeri çatışma riski konusunda alarm zillerini çalan felaket tellallarının yanıldığı ortaya çıktı. Rusya’nın pek çok uyarısına ve nükleer tehditlerine rağmen ABD, Ukrayna’ya gelişmiş topçu sistemleri, tanklar, savaş uçakları ve uzun menzilli füzeler tedarik etmeyi başardı; ne var ki bu durum ne varoluşsal bir çatışmaya dönüştü ne de Rusya’nın ciddi bir misillemesine neden oldu.

Washington’ın şahin korosu açısından Ukrayna’ya giderek daha ölümcül silahlar sağlanmasının faydaları, Batı’ya Rusya’nın doğrudan saldırısını kışkırtma riskinden ağır basıyor. Bu kesimler, ABD’nin, pek olası olmayan bir kıyamet korkusunun, Ukrayna’nın savunması için son derece gerekli yardımı engellemesine izin vermemesi gerektiğinde —özellikle de savaş alanındaki ivme Rusya lehine kayarken— ısrar ediyorlar. Bu nedenle Beyaz Saray’ın, Ukrayna’nın Amerikan silahlarını uluslararası alanda tanınan Rusya topraklarına yönelik saldırılarda kullanmasına yeşil ışık yakma kararı ve Amerikalı askeri müteahhitlerin Ukrayna’da sahada bulunması konusundaki tartışmaları dikkat çekiyor.

Bu mantıkta birkaç sorun var. Bunlardan ilki, Rusya’nın kırmızı çizgilerini [aşılması halinde ABD veya NATO’ya karşı misillemeye neden olacak sınırlar] hareket ettirilebilir olmaktan ziyade sabit olarak ele alması. Aslında, bu sınırların nerede çizildiği tek bir kişiye, Vladimir Putin’e bağlı. Rusya’nın neye tahammül etmesi gerektiğine dair değerlendirmeleri, savaş alanındaki dinamiklere, Batı’nın niyetlerine, Rusya içindeki duygu durumuna ve dünyanın geri kalanındaki olası tepkilere göre değişebilir.

Putin’in, Ukrayna’ya verilen askeri yardıma karşı Batı’ya doğrudan saldırıda bulunma konusunda oldukça isteksiz davrandığı doğru. Fakat Putin’in bugün tolere edebildiği şey, yarın bir casus belli [savaş nedeni] olabilir. Onun kırmızı çizgilerinin aslında nerede çizildiği, ancak aşıldığında ve ABD kendini Rusya’nın misillemesine yanıt vermek zorunda bulduğunda anlaşılacaktır.

İkinci sorun ise Moskova’nın, ABD’nin Ukrayna’ya sağladığı tek tek yardımların her birine nasıl tepki vereceğine odaklanırken, bu yaklaşımın Putin ve Kremlin’in hesaplamaları üzerindeki kümülatif etkiyi hafife alması. Rusyalı uzmanlar, ABD’nin nükleer savaş korkusunu kaybettiğine inanmış durumda; bu korku, Soğuk Savaş’ın büyük kısmında istikrarın temel unsuru kabul edilmiş ve iki süper gücü de diğerinin temel çıkarlarını tehdit edebilecek adımlar atmaktan caydırmıştı.

Şu anda Rusya’nın dış politika elitleri arasında tartışılan temel mesele, Amerika’nın nükleer tırmanma korkusunu nasıl yeniden tesis ederken kontrolden çıkabilecek doğrudan bir askeri çatışmadan kaçınılacağı. Moskova’daki bazı şahinler, Batı’yı kendine getirmek için savaş zamanı hedeflere taktik nükleer silah kullanmayı savunuyor. Daha ılımlı uzmanlar, televizyonlarda gösterilecek mantar bulutu görüntülerinin Batılı halkları askeri çatışmanın tehlikelerine uyandıracağını umarak nükleer bomba testi fikrini ortaya atıyorlar. Diğerleri ise Ukrayna’ya hedefleme bilgisi sağlamada rol oynayan bir Amerikan uydusuna saldırmayı ya da Karadeniz üzerindeki hava sahasından Ukrayna’yı izleyen bir Amerikan Global Hawk keşif uçağını düşürmeyi öneriyor. Bu adımların herhangi biri, Washington ile Moskova arasında endişe verici bir krize yol açabilir.

Rusya’daki bu iç tartışmaların temelinde, Kremlin’in yakında kesin bir sınır çizmemesi durumunda ABD ve NATO müttefiklerinin Ukrayna’nın cephaneliğine Moskova’nın nükleer kuvvetlerine dönük saldırıları tespit etme ve bunlara yanıt verme kabiliyetini tehdit eden daha gelişmiş silahlar ekleyeceği yönünde yaygın bir fikir birliği yatıyor. Batı’nın Ukrayna’ya artan müdahalesi algısı bile Rusya’nın tehlikeli bir tepkisini tetikleyebilir.

Bu endişeler, kuşkusuz Putin’in Kuzey Kore’yi ziyaret etme ve 1962’den Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar yürürlükte olan karşılıklı savunma anlaşmasını yeniden canlandırma kararında etkili oldu. Gezi sonrası basın mensuplarına yaptığı açıklamada Putin, “Ukrayna’ya silah tedarik ediyorlar ve diyorlar ki: Biz burada kontrol sahibi değiliz, dolayısıyla Ukrayna’nın onları nasıl kullandığı bizi ilgilendirmez. Neden biz de aynı tutumu benimsemeyelim ve birine bir şey tedarik edip sonrasında ne olacağına dair kontrolümüz olmadığını söylemeyelim? Bırakalım onlar düşünsün,” dedi.

Geçen hafta, Ukrayna’nın Amerikan yapımı misket bombalarının en az beş Rus tatilciyi öldürüp 100’den fazla kişiyi yaraladığı Kırım’daki Sivastopol limanına düzenlediği saldırının ardından Rusya makamları, bu tür bir saldırının yalnızca ABD’nin uydu rehberliği sayesinde mümkün olduğunu savundu. Dışişleri Bakanlığı, ABD’nin “çatışmanın tarafı haline geldiğini” resmen suçlamak için Moskova’daki ABD Büyükelçisini çağırdı ve “misilleme önlemlerinin kesinlikle alınacağını” vaat etti. Kremlin Sözcüsü, “ABD’nin doğrudan müdahil olması ve bunun sonucunda Rus sivillerin ölmesi, kesinlikle sonuçsuz kalmayacak,” açıklamasını yaptı.

Ruslar blöf mü yapıyor, yoksa kesin bir sınır çizmemelerinin sonuçlarından korkmalarının, doğrudan bir askeri çatışmayı tetikleme tehlikesinden ağır bastığı bir noktaya mı yaklaşıyorlar? “Bilemeyiz, bu yüzden Rusların eylemleri savaşçı söylemleriyle örtüşene kadar Amerikan askeri müteahhitlerini veya Fransız eğitmenlerini Ukrayna’da konuşlandırmaya devam etmeliyiz,” demek, ikili bir krizi yönetirken karşılaşacağımız çok gerçek sorunları göz ardı etmek olur.

1962’de Başkan John F. Kennedy ile Rus mevkidaşı Nikita Hroşçov’un Küba füze krizi sırasında meşhur “göz göze geldikleri” dönemin aksine, bugün ne Washington ne de Moskova benzer derecede endişe verici bir ihtimalle başa çıkmak için iyi bir konumda. O zamanlar Sovyet büyükelçisi, Oval Ofis’in düzenli bir konuğuydu ve Bobby Kennedy ile internet dedektiflerinin ve kablolu televizyonun gözünden uzak bir arka kanal diyaloğu yürütebiliyordu. Bugün, Washington’daki Rus büyükelçisi sıkı bir şekilde izlenen bir parya konumunda. Kriz diplomasisi, küçümsenen bir Putin ile halihazırda Gazze’deki krizi kontrol altına almaya çalışan ve dinamikleri Rusya ile uzlaşı arayışını teşvik etmeyen bir seçim kampanyası yürüten yaşlı bir Biden arasında yoğun bir angajman gerektirecek. ABD ile Rusya arasındaki karşılıklı güvensizlik zirve yapmış durumda. Bu koşullar altında, yanlış adımlar ve yanlış algılar, muhtemelen hiçbir tarafın çatışma istememesine rağmen ölümcül olabilir.

Tarihin dönüm noktaları genelde yalnızca geriye dönüp bakıldığında, bir dizi gelişme kesin bir sonuç doğurduktan sonra netleşir. Olaylar devam ederken ve biz hâlâ gidişatlarını etkileme yetisine sahipken böylesi dönüm noktalarını fark etmek oldukça zor olabilir. Bugün böyle bir ana doğru tökezliyor olabiliriz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English