DÜNYA BASINI
İsrail sağa kaymaya devam edecek: Yeni 7 Ekimler pusuda
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, 7 Ekim’in İsrail siyasetini nasıl etkileyeceği üzerinde duruyor. Bugüne kadarki İsrail-Filistin savaşı veya artan şiddet dönemlerinden sonra İsrail seçmeninin her defasında daha da sağa kaydığını verilerle açıklayan makale, Netanyahu sonrasının da benzer şekilde şekillenebileceğini söylüyor. Ancak 7 Ekim sırasındaki Netanyahu hükümetinin ülkedeki hemen her sağ partiyi kapsadığını hatırlatan makale, 7 Ekim’den sonra kurulan savaş partisine muhalefetten dahil olan Beni Gantz’a işaret ediyor: “Ancak bir IDF mensubu olarak Gantz’ın Filistin sorununu aynı şekilde, yani Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından ziyade kontrol altına alınması gereken bir güvenlik tehdidi olarak görmesi muhtemel görünüyor. Ve eğer durum buysa, tüm dehşetine rağmen her iki taraf için de daha fazla acı getirecek şekilde 7 Ekim’in tekrarlaması muhtemel.”
***
Gazze’deki Savaş Muhtemelen Ülkenin Sağa Eğilimini Güçlendirecek
Dahlia Scheindlin
Hamas 7 Ekim’de İsrail’in Gazze Şeridi’yle arasındaki güvenlik duvarını aşıp saldırılarına başladığı andan itibaren İsrail asla eskisi gibi olmayacakmış gibi geldi. Birkaç saat içinde İsrailliler, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikasına uzun süredir yön veren varsayımların birçoğunun çöktüğü gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Devletin 16 yıldır sürdürdüğü Gazze’yi abluka altına alma politikası onları güvende tutamamıştı. Hükümetin, Katar’ın Hamas’a fon sağlaması ya da Gazze’deki işçilere çalışma izni vermesi gibi Hamas’ı pragmatizme çekebileceğine dair hesapları İsrail’i rehavete sürüklemişti. Ve Hamas’tan gelen tehditlerin çoğunun yüksek teknolojili gözetleme, derin yeraltı bariyerleri ve Demir Kubbe füze savunma sistemi ile etkisiz hale getirilebileceği inancının son derece yanlış olduğu kanıtlandı.
Daha geniş anlamda saldırılar, Filistin politik sorununun İsrail için herhangi bir bedeli olmaksızın süresiz olarak bir kenara itilebileceği fikrinin korkunç başarısızlığını gösterdi; İsrail liderliği arasında o kadar tartışmasız bir inançtı ki yorumcular buna bir isim buldu: çatışma yönetimi veya “çatışmayı daraltma”. Bu nedenle, İsrail giderek daha fazla Arap devletiyle normalleşmeyi sürdürürken bile, İsrail-Filistin arasında nihai statüde bir barış anlaşması için yıllardır müzakere yapılmıyordu. İsrail siyasi sahnesini domine eden sağcı partiler, İsrail’in herhangi bir diğer politika altında olacağından daha güvende olduğunu seçmenlere vaat etmişlerdi ve seçmenlerin çoğunluğu da bunu kabul etmişti.” Ancak 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısı statükoyu yerle bir etti.
Yine de İsrail’in değişmeyen önemli bir yönü var. İsrailliler, saldırılara yol açan feci güvenlik başarısızlıkları için ülke yönetimini suçlasa da temel siyasi yönelimlerinin değişmesi pek olası görünmüyor. Başbakan Binyamin Netanyahu savaş bittiğinde -daha önce olmasa bile, çünkü savaşın net bir bitiş noktası yok- istifa etmek zorunda kalabilir. Ancak İsrail tarihinin defalarca gösterdiği gibi, özellikle son on yıllarda, savaş ya da şimdiki gibi aşırı şiddet olayları İsrail siyasetinde daha sağa doğru bir eğilimi güçlendirmekten başka bir işe yaramadı. Eğer bu durum şimdi de devam ederse, İsrailliler yeni bir hükümet seçebilirler, ancak bu eğilimi devam ettiren ve mevcut krizin şekillenmesine yardımcı olan aynı hatalı varsayımları destekleyebilirler.
LİDERİ SUÇLAMA
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, pek çok İsrailli ülkenin güvenlik konusundaki feci başarısızlığını doğrudan en tepedeki isim olan Netanyahu’nun omuzlarına yüklüyor. Ancak daha da çarpıcı olan, İsrail’in on yıllardır verdiği en zorlu savaşlardan birinin ortasında muhalefetlerini dile getiriyor olmaları. Nitekim saldırıdan bu yana geçen haftalarda Netanyahu’yu istifaya çağıran birçok gösteri düzenlendi; muhalefet lideri Yair Lapid de Hamas tarafından öldürülen ya da kaçırılan bazı kurbanların aileleri gibi bu çağrıya katıldı. Çok sayıda kamuoyu yoklaması, seçimlerin şimdi yapılması halinde Netanyahu’nun büyük bir yenilgiye uğrayacağını gösteriyor.
Hükümetin pozisyonunu güçlendirebilecek rehine takası anlaşmasının açıklamasından sonra 22 ve 23 Kasım’da yapılan bir anket bile iktidardaki koalisyonun Knesset’teki 64 sandalyesinden 23’ünü (120’den) kaybedeceğini gösterdi. Netanyahu’nun kendi partisine olan destek de dramatik bir şekilde düşmüş durumda: Anketler, seçimlerin şimdi yapılması halinde Likud’un Knesset’teki 32 sandalyesinin neredeyse yarısını kaybedeceğini gösteriyor. Belki de en çarpıcı olanı, İsraillilerin dörtte üçünden fazlasının Netanyahu’nun savaştan sonra ve hatta savaş sırasında istifa etmesi gerektiğini düşünmesi.
Bu rakamlar, ülkeleri saldırıya uğradığında ya da savaşa girdiğinde çoğu lidere verilen destek patlamasıyla tam bir tezat oluşturuyor. Örneğin 2001’deki 11 Eylül saldırılarının ardından Amerikalılar ABD Başkanı George W. Bush’un arkasına durmuş ve 1990-91 Körfez Savaşı ve 2003’te başlayan Irak Savaşı sırasında ABD liderlerinin destek oranları çift haneli rakamlara yükselmişti. Benzer şekilde, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin de Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından popülaritesi artmıştı.
Ancak İsrailliler için savaş zamanı liderlerine sırt çevirmek yeni bir şey değil. Ülkedeki seçmenler, savaş patlak verdikten sonra, görevdeki partilerin siyasi yönelimleri ne olursa olsun, hükümetlerinden genellikle soğudular. 1973’te Başbakan Golda Meir, Mısır’ın Yom Kippur Savaşı’nı başlatan saldırısını öngörememekle suçlanmış ve sonunda görevinden uzaklaştırılmıştı. İkinci intifada yani 2000 yılında başlayan şiddetli Filistin ayaklanması, Başbakan Ehud Barak hükümetinin çökmesine yol açtı ve Barak 2001’de Ariel Şaron’a karşı yüzde 25 puan farkla kaybetti.
Bir başka örnek de İsrail’in 2006 yılında Hizbullah’a karşı başlattığı savaştı. O yılın ağustos ayında İsraillilerin yüzde 63’ü Başbakan Ehud Olmert’in savaşı iyi yönetemediğini ve istifa etmesi gerektiğini düşünüyordu. 2007’nin başlarında Olmert de yolsuzluk soruşturmalarıyla karşı karşıyaydı ve İsraillilerin dörtte üçünden fazlası, şu anda Netanyahu’nun iktidarı bırakmasını isteyenlerle aynı oranda, Olmert’in performansından memnun değildi. (Olmert nihayetinde 2008’de yolsuzluk iddianamesi nedeniyle istifa etti.)
Bu köklü modele bakılırsa Netanyahu’nun da aynı akıbete uğraması muhtemel görünüyor. Hamas saldırılarından çok önce, Aralık 2022’nin sonlarında kurulan aşırı sağcı koalisyon hükümeti büyük tepki çekmişti. Geçen yılın büyük bir bölümünde çok sayıda İsrailli, İsrail tarihinin en uzun soluklu protestosu haline gelen, hükümetin son derece tartışmalı yargı reformu planına karşı çıkmak için sokaklara döküldü: 7 Ekim’de 40. haftaya girilmiş olacaktı. Daha Nisan ayında İsraillilerin sadece yüzde 37’si başbakanı destekliyordu; saldırılardan bu yana bu oran yüzde 26’ya düştü. Kasım ayı ortalarında, İsraillilerin iki katı, yani yüzde 52’si, Netanyahu’nun başlıca siyasi rakibi ve savaş kabinesindeki mevcut ortağı olan eski İsrail Savunma Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Beni Gantz’ı tercih ediyordu.
Dahası, Netanyahu yolsuzluk iddialarıyla da karşı karşıya. Hakkındaki aktif yolsuzluk davaları, gözetimindeki güvenlik başarısızlıkları ve mevcut savaş nedeniyle, görevde kalması imkânsız olmasa da zor olacak. Ancak daha büyük bir soru var: Görevden ayrılması İsrail siyasetinde ya da politikasında köklü bir değişikliğe yol açar mı?
SAĞA DOĞRU TEPKİ
İsrailliler her savaş ya da aşırı şiddet zamanlarında sağa kaydı. İsrail, 1977’de ilk kez sağcı Likud’u seçtiğinde, 1973 savaşından sonra başlayan İşçi Partisi hükümetinin yavaş yavaş çöküşü tamamlandı. Bu zafer aslında iktidardaki Hizipçi/İşçi elitlerine karşı uzun süredir devam eden bir isyandan kaynaklanıyordu, ancak daha milliyetçi ve sert ideolojileri İsrail’de önemli bir güç olarak meşrulaştırdı. Aynı zamanda ülkenin siyasi tarihinin çoğunlukla sağ hükümetlerin hâkim olduğu ikinci evresini başlattı.
1980’ler boyunca iki büyük çatışma daha fazla İsraillinin kendini sağla özdeşleştirmesine yardımcı oldu: 1982 savaşı ve 1987’de başlayan ilk intifada. Bu değişim anket rakamlarına da yansıdı: 1981’de anket araştırmacıları Yahudi nüfus arasında (o dönemde Arapları kapsayan kamuoyu araştırması neredeyse hiç yoktu) ankete katılanların yüzde 36’sının sağcı bir partiyi desteklemeyi planladığını ortaya koydu. 1991’e gelindiğinde, kendini sağcı olarak tanımlayanların oranı tüm Yahudi İsraillilerin yaklaşık yarısına yükselmişti.
Bununla birlikte, 1992 seçimlerinde İşçi Partisi lideri Yitzhak Rabin, Filistinlilerle barış sürecini ilerletme kampanyasıyla kazandı ve görünüşe göre çatışmanın sağın seçim zaferine yol açtığı beklentisiyle çelişiyordu. Bazı analistler daha sonra Filistinlilerin ilk intifadada şiddete başvurmasının İsrail’in barışa ve barış yanlısı hükümetlere destek vermesine katkıda bulunmuş olabileceği sonucuna vardı. Ancak bu çatışma daha sonraki savaşlardan çok daha az şiddet içeriyordu. Filistinliler büyük ölçüde sivil itaatsizlik taktikleri uyguladı ve hafif çatışmalar çoğunlukla işgal altındaki topraklarla sınırlı kaldı. Ayrıca 1992 seçimleri, Filistinlilerle yaşanan herhangi bir çatışmanın ardından İsraillilerin sola oy verdiği son seçim oldu.
Rabin hükümeti Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü ile Oslo anlaşmalarını imzalamış olsa da her iki taraftaki aşırılık yanlıları kısa sürede süreci sekteye uğrattı. 1993 ve 1995 yılları arasında militan Filistinli gruplar İsrail’de 14 intihar saldırısı gerçekleştirdi. 1994 yılında Yahudi köktendinci yerleşimci Baruch Goldstein el-Halil’de ibadet eden 29 Müslüman’ı katletti. Ardından Kasım 1995’te Rabin, Tel Aviv’deki bir barış mitinginde aşırı milliyetçi bir İsrailli tarafından öldürüldü.
Birçok İsrailli analist ve hatta eski müzakereciler Rabin suikastının barış sürecini öldürdüğüne inanıyor: Rabin bu süreci liderliğinin merkezi haline getirmişti ve İsrail halkının önemli bir bölümünü yanına çekebilecek siyasi itibara sahipti. Ancak bir başka yoruma göre Rabin olmadan İsrailliler doğal ideolojik tercihlerine geri döndüler. Rabin’in öldürülmesinden önce 1995’in başlarında İsrailli Yahudilerin yaklaşık yarısı kendilerini sağcı olarak tanımlarken, yüzde 28’i solcu, yüzde 23’ü ise merkezci olarak tanımlıyordu ve bu oran 1991’deki anket sonuçlarını büyük ölçüde yansıtıyordu. Ve 1996 seçimlerinde, suikast sonrası Rabin’in halefi Şimon Peres’e sempati duyulduğunu gösteren anketlere rağmen, seçmenler popülist bir sağcı partide yarışan ve “barış sürecine” karşı çıkan Netanyahu’yu seçmeye devam etti.
Yine de eğer şiddet İsraillileri daha da sağa ittiyse, Oslo yıllarından sakin zamanların ılımlı da olsa sola doğru bir kaymaya neden olabileceğine dair kanıtlar da vardı. Örneğin Netanyahu’nun 1990’ların sonundaki ilk döneminde, intihar saldırıları azaldıkça, kendini sol görüşlü olarak tanımlayan Yahudi İsraillilerin oranı yüzde 35’e yükselirken, kendini sağ görüşlü olarak tanımlayanların oranı yüzde 42’ye düştü. Mevcut kamuoyu yoklaması verilerine göre bu yedi puanlık fark, son 30 yılda iki taraf arasındaki en dar farktı. Ardından 1999’da o zamanlar çoğu İsraillinin solcu olarak gördüğü bir lider olan Barak, barış sürecini yeniden canlandırma ve İsrail’in 17 yıldır süren güney Lübnan işgalini sona erdirme vaatleriyle göreve seçildi.
Ancak İsrail’in sola verdiği destek uzun sürmedi. Temmuz 2000’deki Camp David zirvesinde Barak, Arafat ile tam teşekküllü iki devletli bir anlaşmaya varmaya çalıştı. Ancak görüşmeler başarısız oldu ve ikinci intifada patlak verdi, kısa sürede ilkinden çok daha şiddetli bir hâl aldı. Seçmenleri neredeyse anında etkiledi: Anketlerimde, sol görüşlü İsrailli Yahudilerin oranı intifadanın ilk yılında on puan düştü ve sonrasında da düşmeye devam etti.
KONTROLÜ PEKİŞTİRME
Bu yüzyılın ilk on yılında İsrailliler daha da sağa kaydı. On yılın ilk yarısı, dört yıl süren intihar saldırıları ve İsrail’in Savunma Kalkanı Operasyonu kapsamında Filistin kasabalarını yeniden işgal etmesiyle geçti. İkinci yarıda ise 2006 Lübnan Savaşı ve İsrail’in Gazze’den çekilmesi, Hamas’ın Filistin seçimlerini kazanmasına ve 2007’de Gazze’yi şiddet yoluyla ele geçirmesine katkıda bulundu. Bu durum İsrail’in şeridi ablukaya almasına yol açtı. Gazze’den İsrail’e roket atışları sıklaştı ve İsrail’in 2008-9’da Gazze’ye düzenlediği Dökme Kurşun Operasyonu ile doruğa ulaştı. Bu savaştan kısa bir süre sonra İsrailliler Netanyahu’yu tekrar göreve getirdi ve Likud giderek popülist-milliyetçi bir yönelim kazandı. 2011’e gelindiğinde İsrailli Yahudilerin yarısından fazlası kendilerini sağcı olarak tanımlarken, bu oran solda olduğunu söyleyenlerin üç katından fazlaydı ve bu oran yüzde 15’e kadar gerilemişti.
2010’lu yıllarda bu eğilim devam etti. İsrail, 2014’teki daha uzun süreli Gazze operasyonu da dahil Hamas ile çok sayıda çatışmaya girerken, İsrailli Yahudi seçmenlerin sağcı ideoloji ile özdeşleşmesi istikrarlı bir şekilde yükseldi. Bu gösterge 2010’ların ortalarında hâlâ yüzde 50 civarında seyretse de, anketlerime göre 2019’da yüzde 60’a ulaştı. Bu noktada, İsrail nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini (ancak yetişkin vatandaş seçmenlerin kabaca yüzde 17’sini) oluşturan Arap İsrailliler de düzenli olarak ankete katıldı ve sağ ideolojiye verdikleri düşük destek seviyeleri, genel ortalamayı düşürdü. Bununla birlikte, Arap İsrailliler dahil edildiğinde bile, toplam İsrail halkının yaklaşık yarısı kendilerini sağcı olarak tanımladı. (Arap İsrailliler son yıllarda yapılan anketlerin çoğunda sol görüşlülerin toplam nüfus içindeki oranını yaklaşık yüzde 18’e yükseltti.)
Mevcut savaşa giden yıllar bu gidişatı daha da güçlendirdi. Mayıs 2021’de Hamas ile yaşanan yeni bir gerilim, İsrail’deki Yahudiler ve Arap vatandaşlar arasında eşi benzeri görülmemiş sokak şiddetine yol açarken, bunu 2022’de daha küçük çaplı bir şiddet dalgası ve Mayıs 2023’te Filistin İslami Cihad ile yaşanan hızlı bir çatışma izledi. Netanyahu hükümetine yargı reformu planı nedeniyle duyulan yaygın öfkeye rağmen, Yahudi seçmenlerin çoğunluğu anketlerde kendilerini sağcı olarak tanımlamaya devam etti.
Özellikle, Hamas saldırılarından sadece beş gün önce, İbrani Üniversitesi’ne bağlı bir sosyal psikoloji araştırma merkezi olan aChord, Yahudi İsraillilerin üçte ikisinin kendilerini sağcı (“radikal sağ” veya “ılımlı sağ”), yüzde onunun ise solcu olarak tanımladığını ortaya koyan bir anket yaptı. Bu da solda yer alan her bir İsrailli Yahudi seçmene karşılık sağda yer alan neredeyse yedi seçmene doğru bir eğilim olduğu anlamına geliyordu. Bu net verilere dayanarak, ülkenin kuruluşundan bu yana İsraillilere yönelik en kötü şiddet döneminden sonra İsraillilerin daha fazla sağa kaymaması dikkate değer olur.
AYNI DÖNGÜ MÜ?
Halkın Netanyahu’nun liderliğine yönelik büyük hoşnutsuzluğuna rağmen, siyasi istikrarsızlığa dair endişeler muhtemelen mevcut savaş boyunca iktidarda kalmasına izin verecek. Dahası, savaşın kendisi hâlâ çok şeyi etkileyebilir ve seçmen eğilimleri aynı zamanda bir sonraki seçimin ne zaman yapılacağına bağlı olabilir. Ancak Netanyahu sonunda görevden alınsa bile, İsrail’in farklı bir ideolojik yol izleme ihtimali oldukça düşük.
Mevcut anketler seçmenlerin Gantz’ın merkez sağ Ulusal Birlik partisine akın ettiğini gösteriyor. Gantz’ın partisi, 24 Kasım’da yayınlanan bir ankete göre, eğer seçimler şimdi yapılsaydı 43 sandalye kazanacaktı ki bu Likud’un 2022 seçimlerinde kazandığından 11 koltuk daha fazla ve Likud’un şimdi seçim yapılsa alacağı koltuğu iki katından fazla. Ancak bu rakamların merkeze doğru daha geniş bir kaymayı yansıtıp yansıtmayacağı bir yana, bu rakamların tutup tutmayacağını bilmek için bile çok erken. Sorunlardan biri, İsrail’in tüm aşırı sağcı partilerinin sevilmeyen iktidar koalisyonunda yer alması nedeniyle, Netanyahu kabinesine kızgın seçmenlerin, artık bu hükümetin bir savaş ortağı olan Ulusal Birlik’i gıyaben destekliyor olması. Gantz, güçlü askeri kimliğiyle, savaşta “bayrak etrafında toplanma” desteğinden de yararlanıyor gibi görünüyor.
Ancak İsrailliler Netanyahu’ya kızıyor ve sağa kaymaya meyilli görünüyorlarsa, neden koalisyondaki aşırı sağ partilere kaymıyorlar? Anketler şu ana kadar aşırı milliyetçi Yahudi Gücü ve Dini Siyonizm partilerinin yükselişte olmadığını gösteriyor. Paradoksal olarak, Netanyahu hükümetinin aşırılıkçı programı, demokratik kurumlara saldırısı ve savaşa yol açan kötü yönetim, seçmenlerin daha teokratik, antidemokratik ve telafi edilemez derecede sağa doğru refleksif bir kayış yapmasını engelleyebilir.
O halde mevcut krizin makul sonuçlarından biri İsrail’in Gantz liderliğindeki yeni bir hükümete geçmesi olacaktır. Gantz muhtemelen Netanyahu’nun sürekli bölücü popülizm akımından ve yolsuzluk skandallarından muhtemelen kaçınacak ve selefinin hükümetlerinin yerleşimleri genişletme veya ilhakı resmileştirme yönündeki mesihçi dürtüsünden ise kesinlikle kaçınacaktır. Yine de Gantz’ın uzun askeri geçmişi ve partisindeki eski Likud üyelerinin varlığı, sağda meşruiyet taşıyor ve bunu korumak isteyecek. Dahası, Gantz’ın kendi söyleminde Filistin sorununa sağın mevcut yaklaşımından önemli ölçüde sapacağını gösteren çok bir şey yok. Gantz ne adayken ne de savaş kabinesine katıldığından beri iki devletli bir çözümü ya da Filistin meselesinin herhangi bir siyasi çözümünü açıkça desteklemedi. Daha geçen yıl “iki halk için iki devlet” fikrinden bahsetmiş ve “ben buna karşıyım” demişti.
Netanyahu’nun en büyük hatalarından biri, Filistin sorununa sadece güvenlik açısından bakması, sanki çatışmanın ardındaki siyaset görmezden gelinebilirmiş gibi davranmasıydı. Elbette bu, Hamas saldırılarının bu kadar ölümcül olmasına yardımcı olan kör noktaya yol açtı. Ancak bir IDF mensubu olarak Gantz’ın Filistin sorununu aynı şekilde, yani Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından ziyade kontrol altına alınması gereken bir güvenlik tehdidi olarak görmesi muhtemel görünüyor. Ve eğer durum buysa, tüm dehşetine rağmen her iki taraf için de daha fazla acı getirecek şekilde 7 Ekim’in tekrarlaması muhtemel.
İlginizi Çekebilir
-
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
-
Hamas, rehine anlaşmasının savaşı sona erdirmesini istiyor
-
“İsrail ve Hamas ateşkese hazır”
-
İsrail ordusu, tampon bölgede aylarca kalacak
-
Gazze’de “ateşkes” diplomasisi hızlandı: Masada “Hamassız Gazze” planı var
-
Esad’dan sonra Kıbrıs: İngilizler şimdilik rahat bir nefes aldı
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
4 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
6 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt