Bizi Takip Edin

ORTADOĞU

“İsrail-Suudi normalleşmesinin önündeki en büyük engel Filistin değil Tel Aviv”

Yayınlanma

New York Times köşe yazarı Thomas L. Friedman’ın 7 Temmuz’da yazdığı ABD Başkanı Joe Biden’ın İsrail ve Suudi Arabistan arasında olası normalleşme için taraflara baskı yapmayı düşündüğü ile ilgili makale sonrası ABD basınında Tel Aviv-Riyad normalleşmesinin “an meselesi” olduğuna dair üst üstte haberler yapıldı. Friedman’a göre, ABD’li üst düzey yetkililerin Riyad’a yaptıkları son ziyaretler, ABD’nin bölgedeki en önemli iki askeri ortağını resmi bir mutabakat içine sokmak için tüm tarafların önemli tavizler vereceği bir düzenleme olasılığını araştırmakla ilgili. Ve böyle bir anlaşmada Suudi Arabistan İsrail ile ilişkilerini normalleştirecek ve Çin ile güçlü ilişkilerinden geri adım atacak, ABD ise Suudi Arabistan için güvenlik garantilerini resmileştirecek, Suudi sivil nükleer programının geliştirilmesine yardımcı olacak ve daha sofistike füze önleme sistemleri sağlayacak. Ancak İsrail’in işgal altındaki topraklarda Filistinlilere “anlamlı tavizler” vermesi ve muhtemelen sonsuza kadar ilhaktan vazgeçmesi gerekecek.

Friedman’ın makalesi sonrası üst üstte yapılan ve anlaşmanın yakın olduğu ile ilgili haberler Beyaz Saray tarafından “abartılı” bulundu. Ancak bu süreçte Suudi Arabistan’ın Filistin’e ilk kez temsilci ataması Riyad’ın kamuoyunu “normalleşmeye” hazırlama adımı olarak değerlendirildi. İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen de bu atamanın, Riyad ile Tel Aviv arasındaki normalleşme görüşmelerinde kaydedilen ilerleme sonrası Filistinlilere verilen “sizi unutmadık” mesajı olduğunu savundu. Cohen’e göre Filistin meselesi normalleşmenin önündeki engellerden biri değil ve İbrahim Anlaşmaları da bunu kanıtlıyor: “Filistinlilerin barışın önünde bir engel olmadığını kanıtladık.”

Cohen haklı. Görünürde bir sorun olmasına rağmen normalleşmenin önündeki asıl engel Filistin meselesi değil. İsrail’in kendisi.

Washington merkezli Arap Körfez Ülkeleri Enstitüsü’nün (AGSIW) kıdemli araştırmacısı Hüseyin İbiş aşağıda çevirisini okuyacağınız makalede İsrail’in bu normalleşmenin önündeki nasıl en büyük engel olduğunu açıklıyor.

İbiş’e göre ABD arabuluculuğunda yapılacak üçlü formattaki anlaşmanın temeli üç ülkenin de belli tavizler ve garantiler vermesine dayanıyor. Verilecek tavizler her ülke için belli oranda sorun teşkil ediyor ancak aşılamayacak nitelikte değiller. Aşılamayacak sorun ise böyle bir anlaşmadan en kazançlı çıkacak ülke olan İsrail tarafındaki engeller:

***

ABD-Suudi Arabistan-İsrail Büyük Anlaşması Her Taraftan Engellerle Karşı Karşıya

İsrail sonunda en etkili Arap ve Müslüman ülkeden olumlu bir yanıt bile alamayacak durumda olabilir.

Hüseyin İbiş 

New York Times köşe yazarı Thomas L. Friedman’ın 27 Temmuz tarihli bomba gibi yorumuyla başlayan süreçte, Beyaz Saray’ın İsrail ve Suudi Arabistan ile Ortadoğu’nun stratejik ve siyasi gerçeklerini önemli ölçüde yeniden şekillendirecek büyük üçlü pazarlık için ciddi bir şekilde çalıştığına dair haberler gelmeye devam etti. The Wall Street Journal ve The Washington Post’un haberlerinde Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ve Beyaz Saray Orta Doğu politikaları şefi Brett McGurk’ün Suudi Arabistan’a yaptıkları son ziyaretlerde olası şartlar hakkında detaylı görüşmeler yapıldığı doğruladı. The Wall Street Journal ABD’li yetkililerin detayların “önümüzdeki 9 ila 12 ay içinde” belli olabileceğine dair “ihtiyatlı bir iyimserlik” içinde olduklarını bildirdi.

Ancak, bu iyimserliğe rağmen, böyle bir anlaşma olasılığına dair yoğun şüphe var. AGSIW’in 3 Ağustos’ta düzenlediği bir web seminerinde Friedman, Beyaz Saray’ın Başkan Joe Biden’ın yeniden seçilme kampanyasıyla tamamen meşgul olması bir yana, bu doğrultuda bir anlaşmanın tamamlanabileceğine dair şüphelerin tamamen haklı olduğunu kabul etti. Beyaz Saray da görüşmelerin erken bir aşamada olduğunu ve bazı haberlerde ima edildiği kadar ileri düzeyde olmadığını vurguluyor. Suudi Arabistan, İsrail ile ilişkilerini normalleştirme karşılığında ABD’den resmi güvenlik garantileri, sivil nükleer program için yardım, daha gelişmiş ABD silahlarına erişim ve işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilere yönelik önemli tavizler istiyor. Böylesine önemli ve karmaşık bir üçlü anlaşmanın önündeki engeller, her üç tarafa da sağlayacağı büyük potansiyel faydalara rağmen oldukça önemli.

Suudi Tarafındaki Engeller

Suudi Arabistan, İsrail ile ilişkilerini normalleştirirken Körfez İşbirliği Konseyi müttefikleri Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’in Eylül 2020’de İbrahim Anlaşmalarını imzalarken yaptıklarından çok daha karmaşık ve riskli bir dizi hesapla karşı karşıya. Çok daha karmaşık ve kırılgan iç siyasete ve böyle bir anlaşmaya karşı içeride oluşabilecek tepkilere ek olarak, son anketlere göre İbrahim Anlaşmaları Arap dünyasında daha az rağbet gördüğünden Riyad; Arap ve İslam dünyasının liderliği rolü üzerindeki olası olumsuz etkileri de dikkatle tartmak zorunda. İran ve Lübnan’daki Hizbullah’ın başını çektiği komşu Arap ülkelerindeki silahlı milis grupları ağı ya da El Kaide ve Irak Şam İslam Devleti gibi Selefi-cihatçı gruplar gibi Suudi Arabistan’ın düşmanları, bazı Araplar ve Müslümanlar arasında ortaya çıkan popülist memnuniyetsizlikten muhtemelen azami ölçüde faydalanacaktır.

Bununla birlikte, Suudi Arabistan’ın ABD ile, büyük olasılıkla NATO dışı önemli müttefiklere sunulanlardan daha güçlü ancak NATO ortaklarına sunulan taahhütler kadar olmayan güvenceleri kapsayan resmi bir güvenlik ilişkisi kurma konusundaki isteği, Suudi Arabistan’ı muhtemelen üç potansiyel ortak arasında en az sorunlu olanı yapıyor. Gerçekten de eğer garantiler yeterince güçlü ve resmi olursa, Suudi Arabistan’ın Washington’dan istediği diğer iki büyük talep olan nükleer yardım ve en gelişmiş ABD silahlarına erişimin kolaylaştırılması konularında ilerleme kaydedilmese bile üstesinden gelmek için yeterli olabilir. Her iki konu da ABD açısından zorluklar içeriyor ancak güvenlik güvenceleri yeterince sağlam olursa Suudi Arabistan nükleer destek ve gelişmiş silahlara erişim konusunda esnek davranabilir.

Ancak Suudi Arabistan son yıllarda, Filistin Yönetimi’nin güçlendirilmesi ve kontrolündeki alanların genişletilmesi, yerleşim faaliyetlerinin sınırlandırılması ya da işgal altındaki Filistin topraklarının ilhak edilmeyeceğinin taahhüt edilmesi gibi iki devletli bir çözüme yönelik beklentileri güçlendirecek, İsrailliler tarafından atılacak önemli ancak (ne olduğu) açıklanmayan adımlar olmaksızın İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeyeceğini açıkça ifade etti. Ancak ABD ve Suudi Arabistan’ın bu tür tavizleri mevcut İsrail hükümetinden alması son derece zor olabilir.

ABD Tarafındaki Engeller

Washington’daki en büyük zorluk muhtemelen, kapsamına bağlı olarak Suudi Arabistan’ın istediği resmi güvenlik ortaklığını onaylaması gereken Senato’da yaşanacaktır. Her ikisi de güçlü neo-izolasyonist dürtüler taşıyan Demokratlar arasındaki ilerici sol ve sert sağcı Cumhuriyetçi fraksiyondan önemli bir muhalefet beklenebilir. Her iki eğilimin de iyi temsil edildiği Temsilciler Meclisi’nin onayı gerekmeyecek olsa da bu meclisten geçmesi çok daha zor olacaktır. Ancak Senato’da, çoğu Biden gibi Soğuk Savaş’ın şekillendirdiği görüşlere sahip hem sol hem de sağ kanat dış politika merkezcileri hakimiyetini sürdürüyor.

Washington’un Orta Doğu’daki elini ve Suudi Arabistan’la ilişkilerini büyük ölçüde güçlendiren bir anlaşmanın, Riyad’ın İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesiyle birlikte Senato’dan geçmesi muhtemeldir. Gerçekten de senatörler bazı çekincelerini dile getirerek kendilerini siyasi olarak koruduktan sonra, süper çoğunluk bile elde edilebilir. Bu, Biden yönetiminin Demokratların desteğini toplamak için büyük bir çaba sarf ettiği ve böyle bir anlaşmanın ABD ve ortaklarının stratejik duruşunu muazzam ölçüde güçlendireceği ve İran’ın kısa vadeli ve Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerine önemli bir darbe teşkil edeceği varsayımına dayanıyor.

Senato’daki en büyük problem muhtemelen Suudi sivil nükleer programına verilecek destekle ilgili olacaktır. Washington, bu tür bir destek karşılığında nükleer olmayan güçlerden, nükleer silahların yayılmasını önleme anlaşmasının katı kurallarının çok ötesine geçen bir “123” anlaşmasını talep etmeye alışkındır. Suudi Arabistan söz konusu olduğunda bu normdan sapılmasını eleştirenler BAE’nin 2009’da benzer kısıtlamaları kabul ettiğine işaret edeceklerdir. Ancak Suudi Arabistan’ın nükleer gelişimi söz konusu olduğunda bu tür bir düzenleme pek mantıklı değil.

Ekonomik nedenlerle büyük ölçekte sivil nükleer enerji üretimi geliştirmek isteyen nükleer olmayan güçler arasında Suudi Arabistan benzersiz bir şekilde kendi uranyumuna sahip ve bu uranyumu çıkarma niyetinde. 123 süreci kapsamında, esasen bu uranyumu çıkarması, kullanılabilir çubuklar halinde işlenmek üzere ihraç etmesi, Suudi reaktörlerinde kullanılmak üzere çubukları yeniden ithal etmesi ve ardından kullanılmış çubukları imha edilmek üzere yeniden ihraç etmesi gerekecek. Bu kârlı olmayacak ve Suudiler açısından da pek mantıklı değil. Bu nedenle, Suudi ham ve zenginleştirilmiş uranyumunun veya kullanılmış çubukların pinball tarzı hareketini gözetlemeyi içermeyen bir denetim düzenlemesi daha makuldür. 123 anlaşmaya ilişkin normatif beklenti ve Suudi Arabistan’ın sözde nükleer silah emellerine ilişkin şüpheler nedeniyle bu, Senato’da rağbet görmeyebilir. Dolayısıyla Riyad’ın denetim ve diğer kısıtlamalar konusunda önemli tavizler vermesi ve Washington ile güvenlik anlaşması yürürlükte kaldığı sürece kendi nükleer silah programını asla geliştirmeyeceğini taahhüt etmesi gerekecek. ABD’nin Suudi Arabistan’ın nükleer programıyla ilgili yardım taleplerini karşılamak için ne kadar ileri gitmesi gerektiği konusunda İsrail’in görüşleri de muhtemelen çok önemli olacak.

Benzer bir dinamik Senato’da Suudilerin gelişmiş ABD silahlarına erişimi konusunda da yaşanabilir. Son zamanlardaki itirazlar büyük ölçüde Yemen savaşına dayanıyordu, ancak Suudi Arabistan şu anda ülkeden uygun bir çıkış yolu arıyor. Bazı senatörlerin Suudi Arabistan’ın insan hakları sicili ve 2018’deki Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın suikastı nedeniyle itiraz edeceği kesin ancak ABD-Suudi güvenlik işbirliğine dayanan anlaşmanın mantığı, özellikle İsrail’in ve Yahudi Amerikalı ve Evanjelik Hıristiyan destekçilerinin güçlü desteğiyle, silah bileşeninin Senato tarafından ezici bir çoğunlukla onaylanacağı anlamına geliyor.

İsrail Tarafındaki Engeller

Açık ara en büyük engel İsrail tarafında bulunuyor. Washington ve Riyad’ın karşı karşıya olduğu muamma, böyle bir anlaşmanın özellikle ABD açısından ancak üçgen bir formda mantıklı olması. İki taraflı bir ABD-Suudi güvenlik anlaşmasının Washington’da siyasi olarak kabul görmesi son derece zor olacak ve üçlü bir anlaşmanın sağlayacağı gibi dönüşümsel, nesiller boyu ABD’nin stratejik konumunu güçlendirmesini sağlamayacak.

Soyut olarak bakıldığında, İsrail üçü arasında en hafif yük ile karşı karşıya. Muhtemelen istenen tek şey, işgal altındaki Filistin toprakları ile ilgili uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına daha uygun bir şekilde hareket etmesi olacak. Filistin sorununu çözmesi veya işgali sona erdirmesi beklenmeyecek, sadece uluslararası hukuka aykırı olan yerleşim faaliyetlerini sınırlaması, ki bu uluslararası hukuk tarafından yasaklanmıştı veya ilhak edilmemiş toprakların hukuka aykırı işgaline girişmemeyi taahhüt etmesi istenecek. Buna ek, tartışmasız en çok kazanan İsrail olacak. Bu, en azından 1979’da Mısır ile yapılan barış anlaşmasından ve BM Genel Kurulu’na kabul edilmesinden bu yana en büyük diplomatik atılım olacak çünkü Suudi Arabistan ile ilişkilerin normalleşmesi, İsrail’in daha geniş Arap ve İslam dünyasıyla ilişkilerinin diplomatik ve ticari açıdan normalleşmesini neredeyse garanti altına alacak.

Ancak, Başbakan Binyamin Netanyahu ve büyük ölçüde ilhak yanlısı Likud ve birkaç küçük aşırılık yanlısı partinin liderliğindeki mevcut İsrail Hükümeti’nin işgal konusunda veya Filistinlilere karşı önemli tavizler vermesi pek olası görünmüyor. Bazı üst düzey İsrailli yetkililer işgal konusunda atılabilecek adımların asgari düzeyde kalacağını söylerken, bazıları da bu adımların kesinlikle söz konusu olmayacağını öne sürüyor. Wall Street Journal’da yayınlanan ve Washington’un Güney Kore ile yaptığına benzer bir ABD-Suudi güvenlik anlaşmasını savunan bir yorumda, İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen Filistinlilerden ya da işgalden hiç bahsetmedi.

Friedman, her ne kadar geleceği konusunda ikna olmamış olsa da bu girişim konusunda hevesli olmasının ana nedenlerinden birinin, mevcut radikal İsrail Hükümeti’ni parçalayacak ve iki devletli bir anlaşma için azalan umutları yeşertecek olması olduğunu defalarca vurguladı. Mevcut koalisyonun Suudi Arabistan’ın işgal ya da Filistinliler konusunda talep edeceği tavizleri vermesi mümkün görünmüyor. Netanyahu’nun muhtemelen merkezci siyasetçi Benny Gantz ile ittifak yaparak yeni bir kabine kurması umut ediliyor.

Ancak Netanyahu hâlâ bir yolsuzluk davasıyla karşı karşıya ve mevcut koalisyonu kendisini olası bir hapis cezasından koruyabilecek sözde yargı reformu girişimlerini destekliyor. Bu tür adli değişikliklerin yeni ve daha ılımlı bir hükümet ile mümkün olmayacağı neredeyse kesin. Dolayısıyla, bu anlaşmanın uygulanabilir, makul ve hayati bir ulusal çıkar olduğu sonucuna varsa bile, böyle bir manevrayı engelleyebilecek kişisel ve siyasi mülahazalarla karşı karşıya. Yine de aşırılık yanlısı küçük partilerin olmadığı alternatif bir koalisyonun, birçok İsraillinin düşman olarak gördüğü Filistinlilere, İsrail üzerinde pratik bir etkisi olmayan, anlamlı tavizler vereceği kesin değil. Bugünün İsrail’inde ulusal moral, ülkenin işgal altındaki Batı Şeria’nın büyük bölümündeki emellerine yönelik herhangi bir büyük kısıtlamayı kaldırabilir mi? Knesset’te, ülke tarihindeki en önemli diplomatik başarılardan birini elde etmek için bile olsa, bunu yapmaya hazır, muktedir ve istekli herhangi bir potansiyel iktidar koalisyonu olduğu şüpheli.

Yine de Riyad’ın istediği güvenlik garantileri ve Washington’un istediği stratejik faydaların her ikisi de pratikte İsrail’in Filistinlilere ve işgale karşı esnekliğine bağlı ki olası herhangi bir koalisyon hükümeti altında bunların hiçbiri olmayabilir. Böyle bir anlaşma imkânsız değil çünkü Friedman’ın 27 Temmuz tarihli köşe yazısında da belirttiği gibi üç taraf için de büyük faydalar sağlayacak. Bu faydalar girişime önemli bir ivme kazandırıyor ve Biden yönetiminin bu girişim için neden karanlığa doğru cesur bir adım attığını açıklıyor. En büyük problem Riyad ya da Washington’da değil. Kuşkusuz en etkili Arap ve Müslüman ülkeden alınacak eveti bile yanıt olarak kabul etmekten aciz ilhakçı hırslara kapılmış olan İsrail’de.

ORTADOĞU

UCM Başsavcısı, tehditlere rağmen o başvuruyu yaptı

Yayınlanma

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Başsavcısı Kerim Han, ABD ve İsrail’in tehditlerine rağmen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında “yakalama kararı” başvurusunda bulundu.

Yakalama kararı için yapılan başvuruda, İsrailli yetkililerle birlikte Hamas yetkilileri için de yakalama kararı istenmesi dikkat çekti.

UCM’den yapılan yazılı açıklamaya göre, Kerim Han Başbakan Netanyahu ve İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’a ilaveten Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye, Hamas’ın Gazze’deki lideri Yahya Sinvar ve Hamas’ın askeri kanadı İzeddin el-Kassam Tugayları’nın lideri Muhammed ed-Dayf hakkında “yakalama kararı” başvurusunda bulundu.

Yakalama kararı, UCM Savcılığının talebi üzerine, UCM Ön İnceleme Dairesi tarafından veriliyor.

UCM, kurucu anlaşması olan Roma Statüsü’nün 58. maddesi uyarınca, soruşturma başlattığı bir olaydaki bir kişinin, yargı yetkisine giren; soykırım, savaş suçu, insanlığa karşı suçlar veya saldırı suçu işlediğine yönelik, hakkında makul şüphesi varsa yakalama kararı çıkarabiliyor.

UCM’nin verdiği yakalama kararı gizli olabildiği gibi kamuya açık şekilde de ilan edilebiliyor.

İçeriğine göre değişmekle birlikte, yakalama kararının amacı genellikle şüphelinin UCM’ye teslim edilerek hakkında başlatılan soruşturmanın ilerletilmesi için bizzat Mahkeme huzuruna çıkarılması anlamını taşıyor.

Eğer Netanyahu hakkında yakalama kararı çıkarılırsa bu, Netanyahu’nun Filistinlilere karşı işlediği soykırım, savaş suçu, insanlığa karşı suçlar veya saldırı suçlarından biri ya da birkaçından yargılanacağı anlamını taşıyor.

UCM’nin, Netanyahu dahil üst düzey İsrailli yetkililer hakkında tutuklama kararı çıkarılabileceği ihtimali gündeme geldiği günden bu yana İsrail ve ABD’den UCM görevlilerine tehditler geliyor.

Putin’de yetkili olan UCM Netanyahu’da yetkisizmiş

Bir grup Cumhuriyetçi senatör Han’ı “ağır yaptırımlarla” tehdit etmişti. 12 Cumhuriyetçi senatörün imzaladığı mektupta, UCM Başsavcısına yönelik, “İsrail’i hedef alırsanız, biz de sizi hedef alırız” denmişti. Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, UCM’ye yönelik tehditleri kınamış BM raportörleri de ABD ve İsrail’e ilişkin olarak, “Kendilerini hukukun üstünlüğünün şampiyonları olarak gören ülkelerin, bağımsız ve tarafsız uluslararası bir mahkemeyi mesuliyetine engel olmak için sindirmeye çalıştığını görmek şok edici” açıklaması yapmıştı.

Açıklamada, UCM’nin, Gazze ve Batı Şeria da dahil olmak üzere Filistin’deki soykırım, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar gibi ağır uluslararası suçları soruşturma yetkisine sahip olduğu belirtilmişti.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

Helikopter kazasında ABD yaptırımlarının rolü

Yayınlanma

ABD’nin İran’a yönelik tek taraflı yaptırımları İran’ın sivil havacılık sektörünü derinden etkiliyor. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan’ın hayatını kaybettiği kazadaki helikopterin yaşı bu durumu bir kaz daha gündeme getirdi. Nitekim eski İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, kazayla ilgili ABD’nin sorumluluğuna dikkat çekti.

ABD’nin İran’a yönelik tek taraflı yaptırımları sivil havacılık sektörünü de etkiliyor. Yaptırımlar nedeniyle Tahran’ın uçak ve uçak parçası ithalatı engelleniyor.

İran İçişleri Bakanı Ahmed Vahidi arama kurtarma çalışmaları sırasında facianın meydana geldiği sırada yoğun sis olduğuna dikkat çekerek hava koşulları ve arazinin engebeli koşullarının helikopter enkazına ulaşmayı zorlaştırdığını söylemişti.

Hava koşulları ve ABD yapımı Bell 212 helikopterinin yaşının kazaya neden olmuş olabileceğine dikkat çekiliyor.

The Nation’da yer alan bilgilere göre İran 1968’de hizmete alınan Bell 212’den 1970’li yıllarda çok sayıda satın aldı. 1979 Devrimi’nden sonra gelişmiş avcı uçakları da dahil ABD’den aldığı uçakların çoğunu kullanmaya devam eden İran, Amerikan yaptırımları nedeniyle yedek parça temininde zorluklarla karşılaştı. 1970’lerin başında satın alınan F-4 Phantom ve F-14 savaş uçakları gibi bazı uçaklar bugün halen hizmette.

Yıllar içinde İran envanterindeki ABD yapımı helikopter ve uçaklar için elindeki bazı uçak ve helikopterleri parçalayarak yedek parça ihtiyacını karşılamaya çalıştı. Bu yüzden ABD yapımı uçak filosu yavaş yavaş azaldı.

İran, 1986 yılında Lübnan’da esir tutulan ABD’li rehineler için Washington ve Tahran arasında yapılan görüşmeler sırasında ABD’den Bell 212 için bazı yedek parçalar almayı başardı, ancak kaçakçılık ağlarına da başvurdu. Bell parçaları tedarik ettiğini reddetti ancak ABD’li savunma müteahhidi United Technologies Corp daha sonra sevkiyatı doğruladı.

2011 yılında İspanyol yetkililer, Venezuela’nın İran’a, Bell 212 yedek parçalarının yanı sıra komple uçak satma planını da engelledi.

Yedek parçalara yönelik yaptırımlar

Aşınan ve yıpranan parçaları değiştirecek yedek parçaların bulunmaması uçakların güvenliğini tehdit ediyor. İran hava kuvvetleri, Şah döneminde satın alınan ABD yapımı uçaklarla yıllar içinde çok sayıda ölümcül kaza yaşadı.

2021 yılında Kanada’daki havacılık yetkilileri, ölümlü bir kazayı inceleyen müfettişlerin ana rotor kanatlarını sabitleyen metal pimlerin uçuş sırasında kırıldığını tespit etmesinin ardından Bell 212’leri yere indirdi.

Ancak bakımları iyi yapılan eski uçaklar onlarca yıl uçmaya devam edebiliyor; bunun dikkate değer bir örneği, İngiliz Ordusu’nun 1982’den 2022’ye kadar çok sayıda yenilenmeyle hizmette kalan bir Chinook helikopteri olan Bravo November.

İran, ABD yapımı uçaklar için bazı parçaları, tersine mühendislikle üretmeyi başardı dolayısıyla Reisi’yi taşıyan helikopterin uçuşa elverişli olması mümkün. Bununla birlikte, helikopter gövdesinde buz birikebileceği ve şiddetli rüzgarların ek yük oluşturabileceği dağlık arazide düşük görüş koşullarında uçmanın riskleri yüksek.

Engebeli arazi ve yoğun sis

Avrupa Birliği Havacılık Güvenliği Ajansı “yüksek dağlarla çevrili derin vadiler üzerinde uçmanın pilotun yönünü şaşırtabileceğini” ve bu tür bir arazide seyretmenin “zihinsel ve fiziksel olarak çok yorucu olabileceğini” söyledi.

AB kurumuna göre, derin vadilerde rüzgâr hızı ve yönü aniden ve öngörülemez bir şekilde değişebilir ve bu da “hava hızında önemli dalgalanmalara yol açarak aşırı uçlarda kontrol kaybına neden olabilir.”

Sis özellikle tehlikeli ve 1994 yılında İskoçya’da meydana gelen ve 25 İngiliz istihbarat görevlisi ile dört mürettebatın ölümüne neden olan helikopter kazasının da muhtemelen başlıca sebebiydi.

Askeri helikopter test pilotu ve havacılık uzmanı Simon Sparkes, The National’a yaptığı açıklamada, “Bulut ya da sise yanlışlıkla girmek dünya genelinde helikopter kazalarının en büyük nedenlerinden biri. Sorun helikopterin ya da pilotların sertifikasyonu değil, pilotların koşullar karşısında verdikleri kararlardır” dedi.

Sparkes, “Dağlık bölgelerde güvenli uçuş için çok yüksekten uçmanız gerekir ve hava durumu ya da dağların yüksekliği helikopterin kapasitesini aşabilir. Buna ek olarak, oksijen olmadan helikopterler hipoksi sorunları nedeniyle 10.000 feet’in üzerinde uçamazlar” diyerek zihinsel karışıklık gibi sorunlara neden olabilecek düşük oksijen seviyelerine atıfta bulundu.

Sekiz yıldır faaliyette olan Bell UH-1H Huey-2 helikopterinin birkaç hafta önce Kenya’da düştüğünü hatırlatan Sparkes, “Dolayısıyla pilotların yapması gereken seçimler var. Bazen bu seçimler zor olabiliyor çünkü yolcular, kendilerine hava koşulları nedeniyle seyahat edemeyeceklerinin söylenmesini istemiyorlar. Benzer kazalar muhtemelen sayılamayacak kadar çok” dedi.

“ABD’nin suç listesine dahil edilecek”

Eski İran Dışişleri Bakanı Zarif, devlet televizyonunda yaptığı konuşmada, Reisi ve Abdullahiyan’ın “samimiyetlerine” çok yakından tanık olduğunu söyledi. Zarif, “Bu samimiyetlerinin karşılığını şehadetle aldılar. Geçtiğimiz 45 yılda çeşitli dönemlerde zor durumlarla karşılaştık. Biz bunu aştık, Allah’ın izniyle bu durumu da atlatacağız” ifadelerini kullandı.

Zarif, ortaya çıkan durumun ABD’nin İran’a uyguladığı tek taraflı yaptırımların etkisinin büyük olduğunu savunarak, “Bu konu, Uluslararası Adalet Divanı’nın kararına rağmen sivil havacılık satışlarına ambargo koyan ABD’nin İran ulusuna karşı işlediği suçların kara listesine kaydedilecektir” değerlendirmesinde bulundu.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

İran’ı seçime götürecek geçici Cumhurbaşkanı Muhammed Muhbir kimdir?

Yayınlanma

İran lideri Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin helikopter kazasında hayatını kaybetmesinin ardından anayasanın ilgili maddesine göre Cumhurbaşkanlığı görevlerini, seçime kadar Birinci Yardımcısı Muhammed Muhbir’in yürüteceğini bildirdi.

Hamaney’in X medya platformundan Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopter kazasında hayatını kaybetmesinin ardından taziye mesajı yayımlandı. Reisi’ye rahmet dileyen Hamaney, İran halkına taziyede bulunarak ülkede 5 günlük genel yas ilan ettiğini duyurdu. Hamaney, “Anayasa’nın 131’inci maddesine göre Sayın (Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı) Muhbir, yürütme erkinin başında olup, yasama ve yargı erklerinin başkanlarıyla en fazla 50 gün içinde yeni bir cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamak için gerekli düzenlemeleri yapmakla görevlidir” ifadelerini kullandı.

Press TV’ye göre Muhbir’in 50 gün sonra yapılacak yeni seçimlerde adaylardan biri olması bekleniyor.

Muhammed Muhbir kimdir?

Muhammed Muhbir, 1955 yılında İran’ın Huzistan eyaletinin Dezful kentinde dünyaya geldi. Elektrik mühendisliği mezunu olan Muhbir, ekonomi planlama ve yönetim ile uluslararası hukuk alanında doktora yaptı.

Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcılığı görevine 2021 yılında getirilen Muhbir, İran Düzenin Çıkarını Belirleme Konseyi Üyeliği, Sinabank Genel Müdürlüğü, İmam Humeyni’nin Emirlerini Uygulama Kurumu (Vakfı) Başkanlığı, Mustazaflar Vakfı İktisadi Teşekkülü Gümrük ve Nakliye Direktörlüğü ve Huzistan Vali Yardımcılığı görevlerinde bulundu.

ABD Hazine Bakanlığı, Ocak 2021’de İran lideri Ali Hamaney’e bağlı faaliyet gösteren ve Muhbir’in başkanı olduğu İmam Humeyni’nin Emirlerini Uygulama Merkezi ve yöneticileri “siyasi muhalifler, dini azınlıklar ve sürgündekiler dahil olmak üzere rejim muhaliflerine ait topraklara ve mülklere el koyduğu” gerekçesiyle yaptırım listesine aldı.

Aynı gerekçeyle Temmuz 2010’da Avrupa Birliği tarafından yaptırım listesine alındı ve iki yıl sonra listeden çıkarıldı.

Helikopter kazasından kurtulan olmadı: İran 50 gün içinde seçime gidecek

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English