DÜNYA BASINI
İsrail’in gözünden Çin’in 3 küresel girişimi

Çin’in meydan okuması karşısında ABD’nin dünya hakimiyeti ciddi ölçüde sarsılırken geleneksel müttefikleri de yeni duruma uyum sağlamaya çalışıyor. Suudi Arabistan gibi bazı ülkeler bir yandan yükselen yeni güç ile ilişkilerini ivmelendirirken diğer yandan tüm dikkatini Çin’in yükselişini en azından frenlemeye odaklamış olan ABD’yi karşısına almamak için çeşitli manevralar yapıyor. Bu yeni durum bölgedeki varlığı büyük ölçüde ABD’ye bağlı İsrail için daha büyük bir çıkmaza işaret ediyor. İsrail için mazara şöyle; Çin ile mücadele edebilmek için gücünü Asya-Pasifik’e kaydıran ABD’nin, Orta Doğu’daki ağırlığı her geçen gün azalıyor. Buna karşın Çin, İsrail’in varoluşsal tehdit gördüğü İran da dahil bölge ülkeleriyle derin ilişkiler kuruyor. Yani İsrail güvenliği için vazgeçilmez gördüğü ancak bölgede gücü aşınan müttefiki ABD ile ağırlığı artan müttefikinin düşmanı Çin arasında bir denge tutturmaya çalışıyor.
Toplam olarak bakıldığında Çin ile iyi ilişkiler, İsrail’in yararına ancak ABD faktörü Tel Aviv’i frenliyor. Tıpkı Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya ile iyi ilişkilerinin Transatlantik tarafından eleştiri yağmuruna tutulduğunda olduğu gibi…
Buna rağmen Çin görmezden gelinmesi imkânsız hale geldikçe İsrail içinde de daha çok tartışılıyor. Çin ile ilişkiler nasıl olmalı İsrailli politikacıların olduğu gibi entelektüellerinin de kafasını meşgul eden bir soru. Bu kapsamda İsrail’in yarı-resmi düşünce kuruluşu olan ve askeri bürokrasinin görüşlerini yansıtan Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nde (INSS) yayınlanan bir makale Çin’in küresel girişimlerine karşı İsrail’in nasıl bir tutum alması gerektiğini tartışıyor.
Dikkatinize sunuyoruz:
***
Xi Medeniyetinin Şafağı: Çin’in Yeni Küresel Girişimleri ve İsrail
Son iki yılda Çin lideri Xi Jinping üç küresel girişim açıkladı: Küresel Kalkınma İnisiyatifi (KKİ), Küresel Güvenlik İnisiyatifi (KGİ) ve Küresel Medeniyet İnisiyatifi (KMİ). Bunlar tam olarak ne, Kuşak ve Yol Girişimi’nden (KYG) ne gibi farklılıkları var ve İsrail Devleti için ne ifade ediyorlar?
Çin’in en üst düzey diplomatı Wang Yi, 10 Mart 2023’te İran ve Suudi Arabistan arasında imzalanan normalleşme anlaşmasına nezaret ettikten sonra “Bu barış için bir zaferdir” dedi. Wang, bu atılımın kredisinin Genel Sekreter Xi Jinping’in Küresel Güvenlik İnisiyatifi’ne (KGİ) verilmesi gerektiğini vurguladı. Aynı girişim Çin Dışişleri Bakanı Qin Gang tarafından Ukrayna savaşının çözümü için olası bir temel olarak ve 17 Nisan’da İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen ile yaptığı görüşmede İsrail-Filistin çatışmasının çözümü için de gündeme getirilmişti.
Son iki yılda başlatılan üç Çin girişimi, on yıldır Xi’nin dış politikasının en önemli parçası olan Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) önceliğine meydan okuyor.
Bunlardan ilki Xi’nin Eylül 2021’de BM Genel Kurulu’nda açıkladığı Küresel Kalkınma İnisiyatifi (KKİ). Küresel büyümenin Kovid-19’un gölgesinde yavaşlamasıyla birlikte bu girişimin amacı, BM 2030 Gündemi’nin 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacı’na (SKA) ulaşılmasında uluslararası topluma yardımcı olmak olarak açıklandı. Haziran 2022’de Çin, kendi öncülüğündeki mevcut kalkınma girişimlerini bir araya getirirken yeni araçlar ve kaynaklar ekleyerek 32 somut adımı (“çıktılar”) açıkladı. Bunlar arasında Pekin liderliğindeki üç milyar dolarlık Güney-Güney kalkınma fonuna bir milyar dolar eklenmesi ve Çin tarafından 100.000 işçinin eğitilmesi de yer alıyor.
İkincisi ise Nisan 2022’de başlatılan Küresel Güvenlik İşbirliği (KGİ). Bu girişim, “güvenliğin kalkınma için bir önkoşul, kalkınmanın da güvenliğin garantisi olduğu” şeklindeki Çinlileştirilmiş Marksist düşünceye dayanıyor. Geçen Şubat ayında, Ukrayna’daki savaşın birinci yıldönümünde yayınlanan KGİ Konsept Belgesi’nde Çin, ülkelerin egemenliğine saygı duyan ve “meşru güvenlik kaygılarını” ele alan “ortak, kapsamlı, işbirliğine dayalı ve sürdürülebilir” bir güvenlik çağrısında bulundu. Çinli liderler KGİ’nin BM Şartı’na uygun, anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözümüne riayet eden ve “geleneksel güvenlik” (savaş ve güç politikalarıyla ilgili alanlar) ve “geleneksel olmayan güvenlik” (iklim, ekonomi, siber ve salgın hastalıklar gibi) alanlarında dünya barışını koruyan “yeni” bir güvenlik konseptini desteklediğini savunuyor.
KKİ ve KGİ’ye Mart ayında eğitim, kültür ve değerler gibi “yumuşak güç” alanlarına odaklanan Küresel Medeniyet İnisiyatifi (KMİ) de katıldı. Çin Dışişleri Bakanına göre KMİ’nin amacı “farklı medeniyetler arasında birlik, uyum, karşılıklı saygı ve karşılıklı anlayışı” teşvik etmek ve “insanlığın ortak değerlerini” desteklemek.
Küresel girişimlerin Kuşak ve Yol Girişimi’nden farkı ne?
Kuşak ve Yol Girişimi bu Aralık ayında on yaşına basacak ve o zamana kadar 165 ülkede toplam trilyonlarca dolar değerini bulan yaklaşık 14.000 proje onun adıyla anılmış olacak. Ortaklarına sağladığı ekonomik katkılar ne olursa olsun, girişim son yıllarda yolsuzluk, şeffaflık eksikliği, çevreye ve işçi haklarına verdiği zararlar nedeniyle bir “imaj sorunu” yaşadı (Çin’in varlıklara el koymak için “borç tuzakları” kurduğu yönündeki yaygın iddia ise tamamen çürütüldü). Yerli ve yabancı finansman kısıtlamalarının yanı sıra proje sayısı ve G7, Avrupa Birliği, Hindistan ve Japonya’nın “rakip markaları” zorlukları daha da artırdı.
Kuşak ve Yol Girişimi’nin kökleri yüzyılın başlarına, Xi’nin iktidara gelmesinden on yıldan fazla bir süre öncesine, Çin’in sınır bölgelerindeki yerel kalkınma girişimlerine dayanıyor. Buna karşılık yeni girişimler Xi’ye ait ve tanımı gereği başından beri “küresel”. Kuşak ve Yol Girişimi’nin Çin merkezli “İpek Yolları”ndan farklı olarak, üst düzey bir Çinli diplomatın da ifade ettiği gibi, bu girişimler geniş bir uluslararası mutabakatın olduğu konuları destekliyor: “Kalkınma konusunda işbirliğine kim karşı çıkabilir ki?” Nitekim Nisan ayı itibariyle yüzün üzerinde ülke ve uluslararası kuruluşun desteğini alan Küresel Kalkınma İşbirliği’ne (KKİ), BM Genel Sekreteri de onay verdi ve merkezi New York’ta bulunan “KKİ Dostları Grubu”na 70’e yakın ülke katıldı.
69 yaşındaki Xi üçüncü dönemine girerken ve görünürde bir halefi yokken, girişimlere kişilik kültü kampanyası eşlik ediyor (parti devleti propagandası uygun bir şekilde “Xivilization” terimini icat etti). Amaçları, liderin ve başında bulunduğu partinin daimî iktidarını meşrulaştırmak, onu “insanlığın kaderini önemseyen” ve kalkınma, güvenlik, güven ve yönetişim alanlarındaki küresel “açıkları” tespit edebilen “büyük bir Marksist stratejist” olarak resmetmek. Ayrıca Çin’in Xi yönetimindeki dış politikasının düşük profilden “başarı için çabalamaya” doğru evrimini de gösteriyorlar. Bu aktivizm ya da “mücadele ruhu”, Xi’nin “yüzyılda görülmemiş büyük değişimler” sloganı ışığında teşvik edililiyor. Çin’in dünya ile bu kadar iç içe geçmiş olması ve bunun tersinin de geçerli olması nedeniyle, değişimlere yanıt vermek yeterli değil; Pekin “dünyanın merkezine yaklaşmalı” ve değişimlerin kendi çıkarları ve değerleriyle uyumlu olması için inisiyatifi ele almalı.
Son olarak, bu üç girişim Pekin’in “kendi yolunun doğruluğuna” olan samimi inancını gösteriyor. Kırk yıllık neredeyse çift haneli büyümenin ardından Çin, geri kalmış bir ülkeden ekonomik güç merkezine dönüştü. Xi’ye göre Çin’in yükselişi, ABD ve Batı’nın düşüşünü yansıtıyor ve “Çin modelinin” üstünlüğünü kanıtlıyor. KYG ile birlikte bu üç girişim, “Çin ulusunun gençleşmesini” ve Xi’nin “insanlığın ortak kaderi” vizyonunun gerçekleşmesini sağlayacak yeni bir dünya düzeninin – Batı sonrası bir dünya düzeninin – “planı” olarak hizmet ediyor:
- KKİ, önce bu yüksek mutabakat kavramını benimseyip sonra da dönüştürerek küresel kalkınmanın gündemini belirlemeyi amaçlıyor. Bu tür bir “kalkınma” altında egemen devletin çıkarları bireysel özgürlüklerin önüne geçecektir. Çin merkezli İpek Yolları’nın aksine, SKA’lar doğrultusunda çalışan KKİ’nin, BM himayesinde Çin’in öncülük ettiği, ABD’den bağımsız ve kendine özgü bir “KKİ Dostları Grubu” var. Bu durum KKİ’ye uluslararası meşruiyet kazandırıyor ve anti-liberal fikirlerini daha kabul edilebilir kılıyor. Örneğin, siber işbirliğine yaptığı vurgu, Çin’in “internet egemenliği” kisvesi altında yani atomize edilmiş, sansürlenmiş ve takip edilen küresel bir ağı güvence altına alıyor.
- KGİ’nin “yeni güvenlik konsepti” tanımı, ABD’nin başını çektiği “eski güvenlik konseptine” karşı bir antitez anlamına geliyor. Çin’e göre eski güvenlik konsepti sıfır toplamlı bir oyunu savunuyor, kamp çatışmalarını körüklüyor ve Soğuk Savaş zihniyetini besliyor. Gerçekte KGİ, Pekin’in tehdit olarak gördüğü NATO, Dörtlü, AUKUS ve G7 dahil olmak üzere ABD liderliğindeki güvenlik ittifakları ve ortaklıkları ağının meşruiyetini zayıflatmayı amaçlıyor. Örneğin KGİ Konsept Belgesi “yeni bir güvenlik mimarisi”, Pekin’de Orta Doğu güvenlik forumları düzenlenmesi ve İsrail-Filistin çatışması için “daha büyük, daha yetkili ve daha etkili bir uluslararası barış konferansı” toplanması çağrısında bulunuyor.
- Xi, KMİ’nin açılışında Çin kalkınma modelinin başarısının “modernleşme eşittir Batılılaşma mitini yıktığını” belirtti. ABD’nin bir “medeniyetler çatışmasını” körüklediğini, Çin’in ise “dünya medeniyetlerinin büyük bahçesinde tüm çiçeklerin açmasına” olanak sağlamak istediğini varsayıyor. Çin Dışişleri Bakanı’nın bu sözleri, Çinli bir liderin en son ne zaman “yüz çiçeğin açmasına izin vermek” istediğini hatırlatmalı. Bugün Çin, insan hakları ve demokrasi gibi evrensel değerlerin özünü egemen devletin emirlerine tabi olarak yeniden tanımlamak için sözde “insanlığın ortak değerleri” kültürel göreceliğini kullanıyor. Bunu yaparken de ihlal ettiği evrensel değerler adına “içişlerine müdahaleden” caydırmaya çalışıyor.
İsrail için çıkarımlar
Kuşak ve Yol Girişimi’nin aksine Çin bu üç girişim için de henüz net bir mekanizma, bütçe ya da zaman çizelgesi oluşturmuş değil. Çin’in İran ve Suudi Arabistan arasındaki arabuluculuğuna gelince, bu girişimin KGİ ile ancak sonradan ilişkilendirildiği anlaşılıyor; tıpkı Kuşak ve Yol Girişimi şemsiyesinin daha önce başlamış olan gelişigüzel bir dizi projeyi bir araya getirmesi gibi. Ancak bu üç girişim sadece retorik olarak görülmemeli. Projelerinin çoğu kâğıt üzerinde kalsa bile, Çin’in dış politikasında merkezde yer almaları İsrail’in bu projelerin gelişiminden haberdar olmasını ve izlemesini gerektiriyor.
Xi Jinping, Kasım 2021’de Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ile yaptığı görüşmede İsrail’i “KKİ’de aktif rol almaya” davet etti. (Batı) Kudüs henüz bu üç girişime yanıt vermedi ya da resmi bir tavır almadı. Ancak bunu yaparsa ya da üst düzey İsrailli yetkililer açıkça destek verirse, bunu benimseyen liberalizm karşıtı ülkeler kervanına katılarak Çin’e bir propaganda zaferi kazandırmış olacak. İsrail katılır ve daha sonra çekilmek zorunda kalırsa Pekin ile ilişkileri zarar görür. Buna karşılık, 2019’da KYG’ye katılan tek G7 ülkesi olan İtalya şimdi bir çıkış yolu arıyor ve bu süreçte Çin ile ikili ilişkilerini bozuyor. Aynı zamanda girişimlere açıkça karşı çıkmak da fazla çatışmacı olarak algılanır. Bu nedenle İsrail’in çıkarı KKİ’ye katılmak ya da genel bir destek ifade etmekten ziyade ekonomi, dış politika ve güvenlik hususlarını dengeleyerek Çin ile kalkınma alanında proje bazında işbirliğini sürdürmektir.
Buna karşın KGİ, ABD liderliğindeki güvenlik çerçevelerini zayıflatmayı amaçlıyor. Orta Doğu’da İbrahim Anlaşmaları’nın ve I2U2’nin (2022’de başlatılan ve İsrail, ABD, Hindistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden oluşan mini bir gruplaşma) gelişimini tehlikeye atabilir. Dahası, Pekin’in dogmatik bir şekilde Filistinliler lehine önyargılı olduğu ve İran’a rejimin hayatta kalmasını sağlamak için ekonomik bir cankurtaran olduğu ve uluslararası meşruiyet ve teknolojik çözümler sağladığı göz önüne alındığında KGİ’ye destek İsrail’in stratejik çıkarlarına aykırı.
Güvenlik kaygılarının yanı sıra, İsrail’in desteği normatif düzeyde de yanlış yönlendirilmiş olacak. KMİ’nin BM Şartı’na verdiği belirtilen destek, Çin’in, Pekin ve Moskova’nın “NATO yayılmacılığına” bir yanıt olarak gerekçelendirdiği, şartın en korkunç ihlali olan Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınamayı reddetmesi için bir sis perdesi sağlıyor. Benzer şekilde, Çin’in KMİ kapsamında “medeniyetler arası diyalog ve işbirliği” yolunu açan iyi niyetler, insan hakları, haysiyet ve baskıya karşı özgürlüğü destekleyen evrensel değerleri aşındırıyor ve İsrail gibi ülkelerin üzerine kurulduğu liberal demokrasilerin temelini reddediyor.
Nasıl ki bir sözleşmeyi iyice okumadan imzalamak tavsiye edilmiyorsa İsrail de Çin’in yeni girişimlerini içeriğini ve sonuçlarını dikkatlice incelemeden benimsememeli.
DÜNYA BASINI
HTŞ katliamlarından kurtulan Suriyeliler ölüm ve yıkımı anlatıyor

Çevirmenin notu: Suriye’deki eski Kaide militanlarının oluşturduğu yeni hükümete bağlı grupların başta Lazkiye ve Tartus’ta olmak üzere, özellikle Alevi sivillere yönelik giriştiği katliamın boyutları hâlâ tam olarak bilinmiyor. Katliamdan kurtulanların tanıklıkları yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Yakın zamanda Suriyeli 13 insan hakları kurumu ve STK, Suriye sahilindeki katliamın ilk 3 günü üzerine bir ön rapor hazırladı. Bu rapora göre yalnızca ilk üç günde 25 katliam belgelendi. Bu saldırılara HTŞ ve Suriye Milli Ordusu’na (SMO) bağlı Süleyman Şah (Ebu Amşe) Tugayı, Sultan Murad Tugayı ve Hamza Tugayı gibi grupların yanı sıra şu yabancı cihatçı örgütler de katıldı: – İran’da Sünni Muhacir Hareketi (İran) – Kafkasya Tugayı (Rusya) – Özbek Tugayı (Özbekistan) – Türkistan İslam Partisi (Çin) – Faslılar Tugayı (Fas) – Tacik Grubu (Tacikistan) – Arnavutluk Grubu (Arnavutluk) – Gureba Tugayı (çeşitli milletlerden) – Beluc Grubu (Pakistan) – Utbe bin Farkat Azerbaycan Grubu (Azerbaycan) – Ebu Yakup El Türki Tugayı (Türkiye) – Uygur Tugayı. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu grupların saldırılarından kurtulabilenlerin tanıklıklarını içeriyor.
Suriye hükümetinin katliamlarından kurtulanlar ‘ölüm ve yıkım’ hikayelerini anlatıyor
The Cradle
27 Mart 2025
Suriye hükümet birliklerinin bu ayın başlarında ülkenin sahil kesimlerinde Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamlardan kurtulanlar, yaşadıkları travmatik deneyimleri 27 Mart’ta yayınlanan bir röportajda The Cradle’a anlattı.
Katliamlardan haftalar sonra Tartus ve Lazkiye gibi kıyı kentlerindeki siviller, Şam güçlerinin yeniden peşlerine düşebileceği korkusuyla yaşıyor.
“Silah sesleri ve çığlıklarla uyandık. Neler olduğunu bilmiyorduk. Komşularımın evlerinin önünde öldürüldüğünü kendi gözlerimle gördüm ve saklanmaktan başka bir şey yapamadım,” diyor Lazkiye kırsalından sağ kurtulan Ebu Mahmud The Cradle’a.
“Çocukların çığlıklarını duyabiliyordum ama sesler kısa sürede kayboluyordu… herkesi öldürüyorlardı. Sesler nihayet kesildiğinde saklandığım yerden çıktım ve köyümü küle dönmüş halde buldum. Yaşayanlar çok azdı ve havayı ölüm doldurmuştu,” diye ekledi.
“Çocuklarımla birlikte yakındaki bir ormana kaçtım. Saatlerce aç ve susuz yürüdük. Silah sesleri arkamızda yankılanıyordu, sanki ölüm bizi kovalıyordu,” diyor kendisi de hayatta kalanlardan biri olan Ümmü Halid. “Günler sonra geri döndüğümde evimi yakılmış ve ailemi enkazın altında gömülmüş buldum. Hiçbir şeyim kalmamıştı. Ailemi, evimi ve bildiğim hayatımı kaybettim. O günden beri artık yaşadığımı hissetmiyorum.”
Katliamlardan kurtulanlarla çalışan ve kimliği gizli tutulan psikiyatrist ‘MA’, The Cradle’a yaptığı açıklamada insanların ağır TSSB’den [Travma Sonrası Stres Bozukluğu] muzdarip olduğunu ve korku içinde yaşadıklarını söyledi.
“Bu vahşete tanık olan çocuklar derin psikolojik travma yaşıyor. Bazıları konuşma yetisini kaybederken, diğerleri tamamen tecrit edilmiş halde yaşıyor. Birçoğu sürekli kabuslar görüyor ve bazıları yemek yemeyi ya da başkalarıyla etkileşime girmeyi reddediyor. Onlara yardım etmeye çalışıyoruz ama yaralar kimsenin tahmin edemeyeceği kadar derin.”
“Evlerin ve köylerin tamamının kaybedilmesi yerel toplulukların çökmesine yol açarak psikolojik ve sosyal rehabilitasyonu daha da zorlaştırdı.”
İsmini vermek istemeyen insan hakları aktivisti ‘SA’ ise “gerçek barışın adalet olmadan inşa edilemeyeceğini” vurgulayarak, “sadece kurbanlar için değil, bu tür vahşetlerin bir daha yaşanmaması için bu suçlardan sorumlu olanların hesap vermesi gerektiğini” sözlerine ekledi.
Suriyeli yetkililer bu ayın başlarında 6 Mart ve 10 Mart tarihleri arasında meydana gelen olayları soruşturmak üzere bir soruşturma komitesi kurulduğunu açıklamıştı. Buna rağmen henüz hiçbir sonuç kamuoyuna açıklanmadı ve ölümler devam etti.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) geçtiğimiz hafta, Suriye’nin çeşitli bölgelerinde “Genel Güvenlik ve Suriye ordusuna bağlı silahlı gruplar” tarafından 24 saat içinde aralarında sivillerin de bulunduğu 72 kişinin öldürüldüğünü bildirdi.
‘SA’ The Cradle’a yaptığı açıklamada, “Cezasızlık, insanlığa karşı işlenen suçların devam etmesini sağlayan şeydir,” dedi.
Katliamlar, Suriye’nin eski ordusuna bağlı militanlar tarafından başlatılan silahlı ayaklanmanın ardından gerçekleşti.
Ayaklanmayı bastırmak için yürütülen geniş çaplı güvenlik operasyonu sırasında, ülkenin yeni ordusuna dahil edilen çok sayıda aşırılık yanlısı gruptan oluşan Suriye Askeri Operasyonlar Dairesi büyük bir infaz kampanyası yürüttü.
Militanlar kapı kapı dolaşarak aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu sivilleri öldürdü. SOHR’a göre çoğu Alevi olmak üzere en az 1.500 kişi öldürüldü.
Resmi olmayan tahminlere göre bu sayı çok daha yüksek olabilir. 20.000’den fazla Suriyeli korku içinde komşu Lübnan’a kaçtı.
Suriye’nin güvenlik ve askeri güçleri, eskiden El Kaide’nin Suriye’deki kolu olan Heyet Tahrir El Şam (HTŞ) üyelerinin yanı sıra 2017’de kurulan ve Türk vekil gücü Suriye Milli Ordusu (SMO) olarak bilinen yapıdan savaşçıların hakimiyetinde.
Eski Cumhurbaşkanı Beşar Esad hükümetinin düşmesinin ardından Suriye ordusu ve güvenlik aygıtına dahil edilen SMO gruplarının saflarında çok sayıda eski IŞİD savaşçısı ve komutanı olduğu biliniyor.
Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara’nın kendisi de bir El Kaide şefi ve daha önce de IŞİD’e dönüşen Irak İslam Devleti’nin (IİD) bir üyesiydi.
DÜNYA BASINI
‘Sonluluklar’ kapitalizmi: Ne savaş, ne barış

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale aslında bir kitap tanıtımı. Bununla birlikte, küresel kapitalizmin yeni dönemine ilişkin mühim ipuçları sunan bir kitaba atıf yapıyor. Branko Milanovic’in aktardığı yazarın iddiası, kapitalizmin “bırakınız yapsınlar” dönemlerinin, merkantilist dönemlerine göre daha az süreyi kapsadığına işaret ediyor ve Alfred Mahan’dan mülhem bir şekilde, denizlerdeki egemenliğin ve “jeopolitiğin” şu anda yeniden önem kazandığına işaret ediyor. Yazar, içine girdiğimiz döneme “sonluluklar kapitalizmi” diyor. Milanovic, bu dönüşüme katılsa da, nedenine ilişkin önemli bir şerh düşüyor: kaynakların sınırlı olduğuna dair aniden gelen aydınlanma, kaynakların gerçekten kıt olduğunun ortaya çıkmasından değil, ABD’nin Çin ve Asya’nın yükselişinden duyduğu siyasi kaygının sonucudur.
Sonluluklar kapitalizmi: kötümserlik ve savaşkanlık
Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
20 Mart 2025
Bugünlerde neoliberal küreselleşme döneminin sona erdiğine dair yaygın bir görüş var (Bu konuyu burada yazmıştım.) Neoliberalizmin yerini ne tür bir uluslararası ve yerel sistemin alacağı ise çok daha az açık. Görünürde pek çok aday var çünkü Yogi Berra’nın deyimiyle, özellikle gelecekle ilgili tahminlerde bulunmak zordur. Ne var ki iktisat tarihi yardımcı olabilir. Fransız iktisatçı Arnaud Orain’in yeni kitabı, son dört yüzyılda dünya kapitalizminin döngüsel doğasına bakarak bizi bu yöne götürüyor. Orain’e göre, serbest ticaretten merkantilizmin karakteristik özelliği olan “silahlı ticarete” doğru kapitalizmin periyodik yeniden düzenlemelerinden birine giriyoruz. Dahası, Orain’in kapitalizm okumasında, laissez-faire ve serbest ticaret dönemlerine göre daha yaygın olan merkantilizm dönemleri. Orain bu tür üç (merkantilist) dönemi ele alır: Avrupa’nın dünyayı fethi (17. ve 18. yüzyıllar), 1880-1945 ve günümüz.
Merkantilizmin en önemli özelliği, ticareti ve belki de genel olarak iktisadi faaliyetleri sıfır toplamlı bir oyun olarak görmesi ve ne tam barış ne de tam savaş içinde olan bir dünya yaratmasıdır. Merkantilizmin normal durumu, ister silahla isterse de diğer birçok zorlayıcı araçla (korsanlık, etnik temizlik, kölelik vb.) olsun, sürekli çatışmadır. Merkantilizm (i) malların taşındığı yolların kontrolü anlamına gelir ki bu geçmişte olduğu gibi şimdi de okyanusların kontrolü anlamına gelir, (ii) üretim ve ticaretin dikey entegrasyonunun tercih edilmesi anlamına gelir ki bu da tekeller ve monopsoniler¹ anlamına gelir ve (iii) ya hammadde ve gıda kaynağı olarak (özellikle Malthusçu ideolojiler devreye girdiğinde) ya da deniz gücünü tamamlamak için liman ve antrepolar şeklinde toprak için mücadele anlamına gelir. Kitap bu doğrultuda üç bölüme ayrılmış (her biri iki bölümden oluşuyor) ve önceki iki merkantilist dönemdeki denizcilik rekabeti, tekeller ve toprak gaspları sırasıyla inceleniyor. Bu, denizler ve topraklar için verilen bir mücadele; dolayısıyla kitabın adı da Le monde confisqué’dir [El Konulmuş Dünya].
Ana ideolojik rollerden biri, Orain’in iki “yasa” olarak tanımladığı şeyi formüle eden Amerikalı deniz stratejisti Alfred Mahan’a verilmiştir. Bu yasalardan ilki, bir ülkenin, Çin’in şu anda olduğu gibi büyük bir mal üreticisi olmaktan, bu malları yurtdışına göndermeye ve dolayısıyla deniz yollarını kontrol etmeye ihtiyaç duymaya doğru doğal bir ilerleme olduğunu savunur. Bu ülke bir deniz gücü ya da ideal olarak bir deniz hegemonu haline gelmelidir. Ayrıca donanma konuşlanmasını desteklemek için bir dizi antrepo yaratması gerekir. Mahan’ın ikinci yasası, ticaret ve savaş donanmaları arasında net bir fark olmadığıdır. Ticaret “silahlı” olduğu için, ikisi arasındaki ayrım büyük ölçüde ortadan kalkar ve Orain, Hollanda, İngiltere, İsveç, Danimarka ve Fransa filolarının ister ticari ister savaş filosu olsun her iki rolü de oynadığı birçok tarihi örnek sunar. Bu da genel “ni guerre, ni paix” [ne savaş, ne barış] atmosferini oluşturur. Savaşların “tous azimuts”² olduğu söylenebilir ama derinliği yoktur.
Merkantilizm, Orain tarafından ortaya atılan (ya da belki de icat edilen?) ve doğal kaynakların sonlu olduğunun farkına varılması ya da ekonomik faaliyetin sıfır toplamlı bir oyun olarak algılanması anlamına gelebilecek çok hoş bir terim olan “sonluluklar” kapitalizmidir (Bu konuya incelemenin sonunda döneceğim.) Serbest ticaret, ima yoluyla, dünyaya bakışımızın daha geniş, daha kapsamlı ve daha iyimser olduğu dönemlere karşılık gelir: herkese (eninde sonunda) yetecek kadar olduğuna inanma eğiliminde oluruz. Merkantilizm ise öyle bir dünyadır ki, kitabın sonuç cümlesinde olduğu gibi, “herkese yetmeyecektir”.
Orain, 17. ve 18. yüzyıllarda yabancı topraklarda Avrupa’nın fethi ve Avrupa içi “yarı-savaşlar” hakkında olağanüstü zengin bir tarihsel tablo sunuyor. Hollandalı, İngiliz ve Fransız Doğu Hindistan, Batı Afrika ve benzerleri gibi şirketler kilit rol oynuyor. Orain, şirketlerin genellikle (en ünlüsü Doğu Hindistan Şirketi örneğinde olduğu gibi) hükümet işlevlerini üstlendiklerini, yerel hükümetlerden “saltanat” haklarını aldıklarını ve fethedilen toprakların hükümetlerine kendilerini zorla kabul ettirdiklerini vurguluyor. O zamanki denizcilik rekabetinin genel hatlarını bilmeme rağmen, ilk iki bölümde benim için yeni olan (özellikle Fransızların Batı Afrika’yı fethiyle ilgili olarak) ve denizcilik stratejisine geçici bir aşinalıktan daha fazlasını gerektiren çok şey buldum. Halihazırda Çin ve devlet şirketleri (özellikle COSCO Denizcilik), Hollanda VOC’si ile İngiliz ve Fransız Doğu Hindistan Şirketleri ile aynı yolda ilerliyor gibi görülüyor. Orain’e göre Çin de Mahan’ın ilk “yasasına” uyuyor: kıtasal bir endüstriyel güç olarak mallarını sevk etmek ve satmak için denizler üzerindeki etkisini genişletmelidir. Çin’in çeşitli filolarındaki niceliksel artışlar (gemi sayısı ve ticari ve savaş benzeri işlevler arasındaki karşılıklı çalışabilirlik) ve Amerikan filolarının buna karşılık gelen düşüşü vurgulanıyor: 1990’larda büyük gemiler üretebilen yedi ABD tersanesinden geriye sadece biri kalmıştır.
Ben iki konuya odaklanmak istiyorum. Birincisi, kapitalizmin merkantilist bir sistem olarak görülmesinin ima ettiği tamamen farklı bir iktisadi düşünce tarihi okuması. Forbonnais gibi Fizyokrasi öncesi Fransız yazarlar; VOC’nin hukuk danışmanı ve yabancılara ait gemilere el konulması da dahil olmak üzere silahlı ticareti meşrulaştıran Grotius; Gustav Schmoller ve Alman Tarih Okulu artık çok önemli referanslardır. Ortodoks kanondan sadece Smith (ki bence bu kaçınılmazdır çünkü yazıları serbest ticaret ile merkantilizm arasındaki ideolojik ve kronolojik sınır çizgisinde durmaktadır), Marx ve Schumpeter “hayatta kalmaktadır.” Ricardo, Marshall, Walras, genel denge kuramcıları, Keynes ve diğerlerinden neredeyse hiç bahsedilmiyor ya da bahsedilmiyor. Bu yazarın bir kaprisi değil. Bu, yazarın kapitalizmi bir zora dayalı üretim ve silahlı ticaret sistemi olarak okumasından kaynaklanıyor. Geleneksel eğitim almış bir iktisatçı tamamen farklı bir dünyaya giriyor: çarpık aynaların olduğu bir salonda olduğu gibi, birçok özellik tanıdık ama yeni ve görünüşte çarpık bir şekilde gösterilirken, diğerleri tamamen yeni.
Benim tek eleştirim (ama küçük bir eleştiri değil) Orain’in merkantilist “sonluluğa” geçişle ilgili açıklaması, özellikle de kitabın sonunda toprağın kontrolüyle ilgili; bu, kaynakların tükenebilir doğasından kaynaklanıyormuş gibi sunuluyor. Ben bunu inandırıcı bulmuyorum. Serbest ticaretten merkantilizme ve ticaretin sıfır toplamlı bir oyun olarak algılanmasına mevcut geçiş, doğal kaynakların mevcudiyetindeki gözlemlenebilir bir değişiklikten kaynaklanmıyor. Dünya son beş ya da yedi yıl içinde fiziksel anlamda “herkese yetmeyeceğini” aniden keşfetmedi. Aksine, bunu ideolojik anlamda keşfetti. Peki neden? Benim iddiam, sonluluklar kapitalizmine geçişin, yaklaşan gerçek kıtlıkların farkına varmamız nedeniyle değil, Çin’in ve daha genel olarak Asya’nın yükselişi nedeniyle gerçekleştiğidir. Uluslararası sahnede yeni ve büyük bir oyuncu olan Çin’in Batı’dan farklı bir siyasi sistemle yükselişi hegemonik bir meydan okumadır. Batı’nın farkına vardığı üzere neoliberal küreselleşmenin eskisi gibi devam etmesi, Çin’in nihai hakimiyetinin garanti altına alınması anlamına geliyor. Batı’nın gerileme algısı (eğer hiçbir şey değişmezse) Batı’yı daha radikal ve savaşkan bir duruşa itmiştir, çünkü “Çin için daha fazlası varsa bizim için daha azı vardır” düşüncesiyle dünya gerçekten de sınırlı olarak görülmektedir. Orain’in çok yerinde bir şekilde tanımladığı evrim, kaynak miktarındaki “gerçek” fiziksel değişimden değil, dünyadaki üstünlük için eski moda stratejik rekabetten kaynaklanmaktadır. Merkantilizme geçişin ardındaki nedenler “nesnel” ve fiziksel değil, siyasidir.
Not: Bu arada bu son nokta, yakında, Kasım 2025’te Penguin’s/Allen Lane’den çıkacak kitabım Great Global Transformation: National Market Liberalism in a Multi-polar World’ün [Büyük Küresel Dönüşüm: Çok Kutuplu Bir Dünyada Ulusal Pazar Liberalizmi] konusudur.
¹ Monopsoni: Tek alıcının birden fazla satıcının olduğu bir piyasaya hakim olduğu iktisadi durum. (ç.n.)
² (Fr.) Mecazen, tüm araçları kullanarak ve çok çeşitli hedeflerle ve olanca gücüyle. (ç.n.)
DÜNYA BASINI
“Güney Kore artık devrim dönemindedir”

Editörün notu: Güney Kore’de Cumhurbaşkanı Yoon Seok-yeol’ün azli için beklenen süreç uzamış durumda. Ülkede yaklaşık yedi aydır devam eden eylemler her geçen gün etkisini artırıyor. Yoon’un “sıkıyönetim” kararı ardından bastırılan bir siyasi darbe girişimi ülkeyi ikiye böldü. Güney Koreli gazeteci Jaeyoung Choi MindleNews’te kaleme aldığı yazısında, Güney Kore’de bir “devrim arefesi” yaşandığı yorumunu yaptı. Yazının tamanını Harici Editörü Mehmet Emre Öztürk Korece’den Türkçeye çevirdi.
- Devrimin yanlış anlaşılması
Bölünme çağı diyorlar. Birer birer entegrasyondan, birlikte yaşamaktan bahsedenler çıkıyor. Bu doğru. Ancak Konfüçyüs’ün sözlerinin zamana ve mekâna göre değerlendirilmesi gerekir. Bunlar devrim zamanlarıdır. Devrim zamanlarında günlük dilin anlamı bile değişir. Entegrasyon ve birlikte yaşama elbette güzel kelimelerdir, ancak bunlar anayasanın yerinde olduğu ve sağduyunun hakim olduğu bir çağda geçerlidir. Devrim zamanlarında karşı-devrim makul bir bahaneyle ortaya çıkar.
İnsanlar “devrim” kelimesini duyduklarında, akıllarına kanlı sahneler geliyor. Bu, 250 yıl önce Fransız Devrimi sırasında zihinlere kazınmış bir resim. Ama devrim öyle değil. Devrim sağduyunun düzeltilmesidir. Haksız sayılan ama yasal olanı ‘yasadışı’ya, haklı sayılan ama yasadışı olanı ‘yasal’a çevirmektir. Devrim dönemi bu tür şeylerin yaşandığı bir geçiş dönemidir, meşruti dönem ise devrimin sona erdiği ve anayasanın yapıldığı sağduyu dönemidir.
- Devrim bir düzen değişikliğidir.
Siyaset teorisyeni Hannah Arendt devrimi “bir milletin temeli” olarak tanımladı. Ülke kamuya açık (respublica) bir şey, yani bir cumhuriyettir. Cumhuriyet iki koşulu sağlayan bir mekandır. Biri özgürlüğün tesisi, diğeri de insanların o özgürlüğü yeni bir düzen olarak kabul etmesidir.
Buradaki özgürlük, karşı çıkma özgürlüğü anlamına geliyor. Özgürlük, siyasi konularda, bunu yapabilecek imkânlara sahip olanların bize zarar vermesinden korkmadan konuşabildiğimizde vardır. Nizam sağlamlıktır. Ne kadar özgürlük garanti altına alınmış olursa olsun, birileri keyfine göre değiştirirse aynı şey tekrarlanır.
Şu anda önemli olan şey adelettir. Kanunlar arasında halkın değiştirmesi zor olan Anayasa’nın değişmesi gerekiyor. Devrim öncesi döneme dönmenin artık zor olduğu hissedilmediğinde, işte o zaman devrimci dönem sona erer. Yani devrim dönemi, yeniliğin ve suçun ne olduğunun belirlendiği bir süreçtir. Sonuç Anayasadır.
Öyleyse devrim, anayasayı değiştirmek demektir. Sonuçta, mesele aynı zamanda ülkeyi değiştirmek meselesidir. İnsanların “Burası bir ülke mi?” diye sorduğu o ülke, anayasa değişikliğiyle ismini “bir tür cumhuriyet” olarak değiştiren o nesnedir. Devrimi bu şekilde anlarsak, devrimin orijinal anlamı da, insan elinin altında olmayan düzeni bir hayvanın tüylerini dökmesi gibi değiştirmek (yenilenmek) ve böylece orijinal noktaya dönmektir.
- Devrim döneminde yenilik ve suç
Devrim dönemi, devrimin kendisinden başka bir zamandır. Devrim dönemleri, insanların yerleşik sağduyuyu sorgulamaya başladığı zaman başlar. Çünkü eski sistemin çelişkilerini değiştirmeye yönelik bir girişimdir. Sorun şu ki isyancılar bile suçlarını savunurken bunlara ‘devrim’ adını veriyorlar. Belki Lee Wan-yong da Japonya-Kore İlhak Anlaşması’nı imzalamayı kendince bir devrim olarak düşünmüştü. Devrim dönemi, devrim çağrısı yapan çok sayıda insanın olduğu, ancak gerçek devrimcilerin kim olduğunu bilmenin zor olduğu bir zamandır.
Devrim dönemi başladığında siyasal özgürlük geçici olarak askıya alınır. Çünkü devrim döneminde hukuk ortadan kalkar. Siyaset, kanunlar çerçevesinde, fikirlerin karşılıklı olarak tartışılması özgürlüğünün güvence altına alındığı bir düşünce alışverişidir. Oysa devrim dönemi, yüzeydeki hukukun ortadan kalktığı ve altta yatan düzene yakın yeni bir hukukun ortaya çıktığı bir ara dönemdir. Yani devrim zamanlarında bazen suç sayılan şeyler olur, bazen de yasal sayılan eylemler suç haline gelir. Çünkü bir ülkeyi ayakta tutan asgari sınırlar ortadan kalkıyor. Bununla birlikte siyasi muhalifleri koruyan yasalar da ortadan kalkıyor. Siyasetçilere suikast düzenleme ve kamu tesislerini tahrip etme girişimleri bunun tipik örnekleridir.
Kargaşalık geçtikten sonra düzen geri gelir. Değişen düzeni artık kimse sorgulamıyorsa, sorgulasa bile bunu rahatlıkla dile getiremiyorsa devrim dönemi bitmiştir. Ancak bir devrim döneminin sonu her zaman devrimin tamamlandığı anlamına gelmez. 1960 Güney Kore Anayasası’nın önsözüne bakınız. 16 Mayıs askeri darbesi, 1 Mart Hareketi ve 19 Nisan Ayaklanması’nın yanında ‘devrim’ adı altında gururla durmaktadır. Onun iç savaşı gerçekten halka siyasal özgürlüğü garantileyen bir devrim olarak görülebilir mi? Devrim zamanlarında yenilik ile suç arasında ince bir çizgi vardır. Devrim zamanları, suçun sıklıkla yenilik kisvesi altında işlendiği zamanlardır.
Devrim dönemindeki mücadele, deyim yerindeyse ölüm kalım mücadelesidir. Devrimde yenilenler tarihin arka sokaklarında kaybolurlar. Basitçe ortadan kalkmakla kalmıyor, bir “suç” olarak nitelendiriliyor ve Anayasa’ya kalıcı olarak yerleştiriliyor. Böyle bakıldığında sessiz bir ölümden ziyade infaza daha yakın bir durum. Öte yandan kazanan, ‘yeniliğin’ bayraktarlığını üstleniyor ve mitolojideki bir tanrı gibi varlığını sürdürüyor.
- Ülkemiz bir devrim dönemindedir.
Aslında ülkemiz uzun zamandır bir devrim süreci içerisindedir. Muhtemelen bundan 20 yıl kadar önce, henüz yönetimde yer alan, kamu görevlilerinin arasından çıkan bir avuç elit, halkın seçtiği cumhurbaşkanını ölüme sürükleyebileceklerini fark ettiler. Cumhurbaşkanının on yıllardır söylediği sözlerle köreltilen sağduyu artık çatırdamaya başladı.
Kendilerine ait yeni bir düzen kurmak istiyorlardı. Bu bir hayatta kalma ve ittifak emridir. Çeşitli çıkar gruplarına mensup insanları birbirine bağlamaya başladılar. Çıkarlarına aykırı olduğu takdirde suç sayılan, aksi takdirde yasal sayılan karanlık devrim on yıldan fazla sürdü.
Şu anki kaos, o karanlık devrimin gün yüzüne çıkmasından kaynaklanıyor.
Ama onların devrimi devrim değil. Dolayısıyla devrimleri hiçbir zaman tamamlanamayacak. Çünkü anayasa değiştirilerek ülke yaratılamaz. Siyasi özgürlük onlar için önemli değil. Tek amaçları devrim dönemindeki kaos ortamından yararlanarak ittifaklarını genişletip kendi grupları için servet biriktirmektir. Bu asla devrim niteliğinde olamaz.
Onların devrimini inkâr etmek doğru olmaz. Bu tamamen teorik bir bakış açısıdır. Onlar için Anayasa, ezberlediğiniz takdirde ömür boyu gelir elde etmenizi sağlayacak kalın bir kitaptan başka bir şey değildir. Anayasayı etkisiz kılarak bu kaotik devrim sürecini sürdürmeyi tercih ediyorlar. Neden? Ama sorun değil. Çünkü bu faydalıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin Milli Meclis tarafından seçilen bir yargıcı tek bir kamu görevlisinin atamamasının Anayasa’ya aykırı olduğu tespit edildiği halde, gözlerini ve kulaklarını nasıl kapatıyorlar? Herkesin iç savaşı açıkça gördüğü halde azil davasının nasıl ertelendiğine bakın. Zaman geçecek ve artık zevkimize uymayan hakimler istifa edecek. Bu arada, Bakanlar Kurulu, bir sonraki seçimden önce hangi davalara bakacağını düşünebilir. Hayır, seçimleri ezme seçeneğini de değerlendirmeye değer. Anayasanın zaten bir anlamı kalmadı. Çünkü hayatta kalma ve ittifaklar hareketi adeta bir tarikat gibi büyüdü. Yani bir devrim dönemindeyiz.
- Devrim döneminde uzlaşmadan bahsedenler devrimi mahvederler.
Peki ne yapmalıyız? Bizim onlarla bütünleşmemiz, bir arada yaşamamız gerektiğini mi savunacaksınız? Öyle mi? Asla! Devrim döneminde meşrutiyet döneminin dilini kullananlar, sadece iktidar elitlerinin oyalama stratejisinin sürmesine hizmet ederler. Aha, eğer her şey yolunda giderse, bir filmin sonundaki jenerikte birkaç küçük harf gibi, tarihe adını yazdırabilirsin.
Bu çağın bölünme çağı olduğunu ve siyasetin başarısız olduğunu söyleyenler, gerçekten rahat bir dünyada yaşıyor olmalılar. Devrim dönemi çoktan başladı. Şimdi bunu nasıl sonlandıracağımızı düşünmemiz gerekiyor. Devrim, ancak siyasal özgürlüğün yeni bir düzen olarak kurulmasıyla tamamlanan bir iştir. Bu, hayatta kalma ve ittifak hareketini kırma eylemidir. Devrim, bütün enerjinizi buna odaklasanız bile zor bir iştir.
Siyasi özgürlüğü tesis etmenin yolu entegrasyon ve bir arada yaşamak mıdır? Yoksa kendini korumak için iktidar elitleriyle ittifak kurmak mı? Bu, her birinizin düşünmesi gereken bir şey.
-
ORTADOĞU5 gün önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi: Sahil bölgesinde soykırım işlendi
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Netanyahu’nun asıl hedefi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 2
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Politico: İmamoğlu’nun tutuklanmasına rağmen AB, Türkiye’ye para göndermeye devam edecek
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Zelenskiy’in Batı’ya başarısız yolculuğu
-
AMERİKA2 hafta önce
Kennedy suikastı dosyaları Trump yönetimi tarafından yayınlandı