Görüş
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme

30 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İsrail’e, BM tarafından görevlendirilen kurumlara karşı sergilediği son düşmanca davranışları düzeltmesi çağrısında bulunan bir karar aldı. Bu kararla birlikte, aralarında ABD’nin de bulunduğu tüm 15 üye ülke, İsrail’in Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini durdurma kararını geri almasını talep etti. Kararda, UNRWA’nın Gazze’deki tüm insani yardım çabalarında “hayati bir rol” oynadığı ve işgal altındaki Filistin topraklarında, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlerin yanı sıra “hayat kurtaran insani yardım” sağladığı vurgulandı.
Bu gelişme, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmanın keskin bir gerginlik noktasına ulaştığını ve ülkeyi giderek daha izole bir konuma soktuğunu gösteriyor. Tarihsel olarak İsrail’e destek veren ABD bile, İsrail’in BM ile ilişkilerini daha da zorlaştıran ve “sekizinci cephe” olarak adlandırılabilecek bu yeni çatışma alanında genişleme ve tırmanma çabalarına güçlü bir şekilde karşı çıkıyor.
28 Ekim’de İsrail parlamentosu, UNRWA’nın İsrail ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki faaliyetlerini yasaklayan iki yasayı kabul etti. Bu yasaların gerekçesi olarak, ajansın terörü desteklediği iddiası öne sürüldü. UNRWA, 8 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun 302 sayılı kararıyla Filistinli mültecilere yardım sağlamak amacıyla kuruldu. 1967 savaşının ardından, ajansın insani görev alanı Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletildi. 1948 ve 1967 savaşları, sırasıyla yaklaşık 800 bin ve 1 milyon Filistinliyi yerinden etti. Bu mültecilerin çoğu Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır gibi komşu Arap ülkelerine sığındı ve bu da dünyanın en büyük ve en uzun süreli siyasi mülteci krizini ortaya çıkardı.
5 Ekim’de, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ülkesinin “yedi cephede” çatışma halinde olduğundan yakınmıştı. Fakat, İsrail’in çatışmalarının bu yedi cephenin ötesine uzandığını ve BM ile yaşanan daha geniş kapsamlı yumuşak çatışmalar ile yerel düzeyde sert çatışmaları içeren bir “sekizinci cepheyi” de kapsadığını düşünüyorum. Pek çok okur, İsrail’in bu “sekiz cephesinin” kökeni ve doğası hakkında fazla bilgi sahibi olmayabilir, bu nedenle sistematik bir açıklama yapmak gerekli görünüyor.
Netanyahu’nun “yedi cephesi” şunları içeriyor: Filistin’de Gazze ve Batı Şeria, Lübnan, Yemen, Irak, Suriye ve İran. Benim tanımladığım “sekizinci cephe” ise, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmayı ifade ediyor. Bu çatışma, BM Genel Kurulu’ndan Güvenlik Konseyi’ne, New York ve Cenevre’deki BM merkezlerinden Gazze’deki UNRWA bürolarına ve İsrail-Lübnan sınırındaki BM barış gücü kamplarına kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Bu cephe, BM ve liderlerine yönelik sözlü saldırılarla birlikte, BM güçlerine yönelik ateş açma, bombardıman ve barış gücü kamplarının işgali gibi şiddet eylemlerini de kapsıyor. İsrail’in şu anki tutumu, uluslararası topluma meydan okuyan, cesur ve pervasız bir duruşu yansıtıyor, sanki egemen bir devlet olarak meşruiyetini sağlayan uluslararası kamuoyunu hiçe sayıyormuş gibi.
29 Kasım 1947’de, BM Genel Kurulu’nun ikinci oturumunda, Arap ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen, Filistin’in bölünmesini öngören 181 sayılı karar zorla kabul edildi. Bu karar, toprakların yüzde 52’sini yerel nüfusun yalnızca üçte birini oluşturan Yahudi topluluğuna tahsis ederken, yüzde 48’ini ise nüfusun üçte ikisini oluşturan yerli Arap halkına —bugün “Filistinliler” olarak bilinen halka— ayırdı. Kudüs’ün egemenliği ise BM’ye bırakıldı. Bu karar, Avrupa’nın anti-Semitik ve soykırımcı tarihinin yükünü yerli Filistin halkına aktaran bir hamle olarak Arap dünyasında büyük bir tepkiye yol açtı ve Arap-İsrail çatışmasını başlattı. Bunun sonucunda İsrail, Filistin topraklarını daha da fazla işgal ederek yasa dışı ilhaklar gerçekleştirdi ve İsrail ile komşu Arap ülkeleri arasında ilerleyen yıllarda pek çok savaşa zemin hazırlamış oldu.
Yarım asrı aşkın bir süredir, çeşitli Filistinli örgütler içinde bulundukları durumu daha fazla kabullenerek bir uzlaşıya vardılar: Artık yalnızca Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü geri kazanmayı hedefliyorlar; bu topraklar, bölünme öncesi Filistin’in yalnızca yüzde 23’ünü oluşturuyor. Buna karşılık, Başbakan Netanyahu ve “Büyük İsrail” yanlısı diğer isimler, Filistin topraklarının tamamen ilhakını talep ediyor; hatta Mısır’ın Sina Yarımadası, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün bazı bölgelerini dahi istiyorlar. Bu iddialarını ise yalnızca, üstelik bu yaşam, hâkimiyet ya da yerlilikten ziyade bir mültecilik durumu olsa bile atalarının buralarda bir zamanlar yaşadığı gerçeğine dayandırıyorlar.
Birleşmiş Milletler, İsrail’e egemenlik meşruiyeti sağlarken Filistinlilerin haklarından ödün vererek İsrail’in uluslararası hukuktaki “annesi” olarak görülebilir. Ancak, ABD’nin uzun süreli koruması altında, İsrail ile ilgili BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarının büyük çoğunluğu veto edilmişti. Bu durum, İsrail’in dokunulmazlık ve meydan okuma ortamında hareket etmesine zemin hazırladı. Günümüzde İsrail’in eylemleri, uluslararası normlara karşı eşi benzeri görülmemiş bir kayıtsızlık sergileyerek, onu tarihsel zulümlerden dolayı bir zamanlar sahip olduğu küresel sempatiyi hızla tüketen “Orta Doğu’nun Oidipusu” konumuna getirdi. Bu pervasız tutum, mevcut çatışmaları körüklüyor ve uluslararası alanda hoşnutsuzluk yaratıyor.
BM Genel Sekreteri António Guterres, “Hamas’ın İsrail’e saldırısı bir durduk yere gerçekleşmedi,” ifadesiyle Filistin halkının 70 yılı aşkın süredir maruz kaldığı trajedi ve acıya dikkat çeken ölçülü bir açıklama yaptı. İsrail ise bu açıklamaya sert tepki göstererek, Guterres’in meşruiyetini sorguladı ve sürekli olarak istifasını talep etti. Nihayetinde onu istenmeyen kişi (persona non grata) ilan ederek kendisine vize vermeyi reddetti.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nden gelen yoğun eleştirilerin ortasında, İsrail, BM’yi kışkırtıcı bir şekilde “terör örgütü” veya terörü destekleyen bir yapı olarak tanımladı ve UNRWA’nın insani yardım görevini yerine getirmesini yasakladı. Daha da saldırgan bir adım olarak, uluslararası kınamalara rağmen İsrail güçleri, İsrail-Lübnan sınırında ateşkes anlaşmalarını denetlemek için konuşlanmış BM barış gücü birliklerini hedef alarak onları görevlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.
Gazze ve Batı Şeria, İsrail’in birinci ve ikinci çatışma cephelerini oluşturuyor ve daha geniş bölgesel gerilimlerin tetikleyicisi olarak kabul ediliyor. 2005 yılında İsrail güçleri ve yerleşimcileri Gazze’den çekilmiş olsa da İsrail, hâlâ Gazze’nin kara sınırlarını, hava sahasını ve kara sularını kontrol ediyor. Bu nedenle Gazze, “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak anılan, işgal altındaki Filistin topraklarının ayrılmaz bir parçası olmaya devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail ve Gazze arasındaki ilişki, işgalci ve işgal edilen olarak tanımlanırken, İsrail ve Hamas arasındaki ilişki, işgalci ve silahlı direniş olarak değerlendiriliyor. İsrail’in “İsrail-Hamas savaşı” olarak tanımladığı çatışma, Hamas’ı daha geniş Filistin direnişinden tecrit etmeyi amaçlayarak, “İsrail-Filistin çatışmasının” temel doğasını gölgede bırakmaya çalışıyor.
Batı Şeria, 6 bin kilometrekareyi aşkın bir alanı kapsarken, 360 kilometrekarelik Gazze Şeridi’nden yaklaşık 100 kilometre genişliğinde bir İsrail bölgesiyle ayrılmış durumda. Uzun bir süre boyunca, Batı Şeria, Hamas’ın siyasi rakibi olan el-Fetih’in kalesiydi. Ancak son yıllarda, Batı Şeria giderek “Hamaslaşmış” bir hâl aldı ve adeta ikinci bir Gazze veya “Hamasistan” gibi görünmeye başladı. Batı Şeria’daki daha fazla Filistinli, onlarca yıllık ılımlı yaklaşımı terk edip Hamas’a yöneldikçe bu bölgedeki siyasi yapı değişime uğradı.
1999’dan 2002’ye kadar Xinhua‘nın Gazze’deki muhabiri olarak çalıştığım dönemde, Hamas’a olan halk desteği yaklaşık yüzde 30 civarındaydı ve etkisi büyük ölçüde Gazze ile sınırlıydı. 2004’teki büyük İsrail-Filistin çatışmasında ana cephe Batı Şeria’ydı ve İsrail’in asıl rakibi el-Fetih’ti; Hamas ise Gazze’de daha pasif bir rol üstlenmişti.
2006’daki Filistin Yasama Konseyi seçimlerinde Hamas’ın zafer kazanmasından bu yana, Filistin’deki siyasi denge büyük ölçüde değişti. Sonraki İsrail-Filistin çatışmalarının merkezi Gazze oldu ve burada Hamas, daha radikal gruplar olan İslami Cihad ve Selefi militan gruplarla birlikte çatışmanın başını çekti. Filistin’de yıllar boyunca seçim yapılmadı, zira her anket Hamas’ın kazanacağını öngörüyor. Hatta İsrail tarafından on yıldan fazla hapis yatan üst düzey el-Fetih yetkilileri bile serbest kaldıktan sonra Hamas’a katıldılar. Hamas’ın Batı Şeria’daki nüfuzunun giderek artması, İsrail’i bölgede büyük kuvvetler konuşlandırmaya ve şiddetli direnişi bastırmaya yöneltti; bu ise Gazze’den yapılan sürpriz bir saldırıya fırsat tanıdı ve bu saldırı İsrail tarafında büyük kayıplara yol açtı. İşgal altındaki Filistin topraklarının coğrafi ve toplumsal anlamda “Hamaslaşması”, kısmen Netanyahu’nun Filistinliler arasında çift başlı bir güç yapısını kasten destekleyen “çim biçme” stratejisinin bir sonucu.
Mantık oldukça basit: İsrail 2000 yılında Güney Lübnan’dan çekilmiş olsa da Şebaa Çiftlikleri gibi stratejik öneme sahip ama sınırlı bölgeleri kontrol etmeye devam ediyor. Bu durum, uluslararası hukuk çerçevesinde Hizbullah’a İsrail’e saldırmak için bir gerekçe sağlıyor. İran tarafından desteklenen ve finanse edilen Şii bir militan grup olan Hizbullah, aynı zamanda Lübnan’daki Hristiyan gruplar ve Sünni Müslümanlarla hem açık hem de örtülü çatışmalara da karışmış durumda. Lübnan’a sürekli çatışma getirmiş olduğu bir gerçek olsa da Hizbullah aslında 1982’deki İsrail’in Lübnan işgalinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Dikkat çekici bir şekilde, Lübnan’daki hiçbir siyasi parti Hizbullah’ın işgal altındaki toprakları geri alma hakkına açıkça karşı çıkmadı.
1973 Yom Kippur Savaşı sırasında başarısız bir karşı saldırı sonucu 1200 kilometrekarelik Golan Tepeleri’ni kaybettikten sonra, Suriye İsrail ile soğuk bir barış durumu sürdürdü. 2011’de Arap Baharı’nın başlaması, Suriye’yi istikrarsızlaştırarak İran’ın Devrim Muhafızları, Şii milisler ve Hizbullah’ın, IŞİD’e karşı savaşma bahanesiyle müdahalede bulunmasına yol açtı. Bu da İsrail açısından doğrudan bir tehdit haline geldi. Son on yılda, İsrail Suriye’deki çeşitli hedefleri sürekli olarak vurdu; amaç Suriye hükümet güçlerini yok etmek değil, İran ve Hizbullah güçlerini bölgeden çıkarmaktı. Suriye hükümeti, Golan Tepeleri’ni geri alamadığı için, yabancı aktörleri İsrail’e baskı yapmak üzere kullanarak topraklarını bir vekâlet savaşı alanına dönüştürdü.
Irak, 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan bu yana İsrail’e karşı düşmanca bir tutum sergiliyor. 1958’de monarşiyi deviren devrim ve yaklaşık on yıl sonra Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle birlikte Irak, yarım asır boyunca Filistin direnişi açısından önemli bir üs ve mali destek kaynağı haline geldi. 2003 sonrası Şiilerin yükselişinin ardından, İran’ın güçlü etkisiyle Irak’ın İsrail’e yönelik politikası değişmeden devam etti. Terörle mücadele bayrağı altında ortaya çıkan Şii milis grubu Haşdi Şabi (Halk Seferberlik Güçleri), yeni bir dönemin başlangıcına işaret etti.
Mevcut çatışma sırasında Haşdi Şabi, ilk kez Arap milliyetçiliği söylemini benimseyerek Irak ve Suriye’deki İsrail ve ABD askeri üslerine saldırılarda bulundu; bu nedenle “Irak Hizbullah’ı” olarak anılmaya başladı. Bu gelişme, Irak’ı Körfez Savaşı’ndan bu yana ilk kez doğrudan İsrail’le karşı karşıya getirirken, Irak hava sahası ve toprakları İran’ın füzelerine, insansız hava araçlarına ve İsrail jetlerinin saldırılarına açık hale geldi. Haşdi Şabi, Filistin’i özgürleştirme gerekçesiyle İsrail’e karşı bir cephe açtı; bu hamle, İran etkisi, Şii dayanışması ve Irak içindeki siyasi nüfuz mücadelesiyle besleniyor.
İran İslam Cumhuriyeti modelini benimseyen Husi hareketi ise İran ve Hizbullah ile karmaşık ilişkiler yürütüyor ve çoğunlukla koordineli hareket ediyor. Daha önce kendini Filistin davasının bir savunucusu olarak konumlandırmamış olan Husiler, bu çatışmaya ani ve güçlü bir şekilde dahil olarak “fırsatçı bir aşırı hamle” olarak nitelendirilen bir adım attı. Bu manevra, Husilerin Yemen’deki güçlerini konsolide etme çabalarını, Arap milliyetçiliği söylemiyle kendilerini meşrulaştırmalarını, Suudi Arabistan ve diğer yabancı güçlerin çekilmesini talep etmelerini ve komşu ülkeler tarafından Yemen’in meşru hükümeti olarak tanınma arayışlarını yansıtıyor.
Tarihsel olarak, 2500 yıl önce Pers İmparatoru Büyük Kiros, İsrail’in atalarını kurtardığı için İncil’de bir “Mesih” olarak övülmüştü. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana, İran sarsılmaz bir şekilde Siyonizme ve İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı çıkıyor. İsrail-Filistin ve daha geniş Arap-İsrail çatışmalarındaki rolünü, İslami bir görev olarak nitelendiren İran, bu angajmanlarını bölgesel bir güç olarak kendini göstermenin bir aracı olarak da kullanıyor. Bu nedenle hem İsrail hem de ABD, İran’ı bölgesel istikrarsızlığın başlıca kışkırtıcısı olarak görüyor.
İsrail ve İran uzun süredir vekalet savaşları ve gizli operasyonlar yürütse de bu çatışmalar artık daha açık bir hale geldi ve doğrudan karşılaşmalara evrildi. Arap ülkelerinin İsrail’e karşı savaş yürüttüğü, 1982 Lübnan Savaşı’nın sonuna kadar süren geleneksel paradigma değişti. Yeni jeopolitik manzara, İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ile tanımlanmakta olup, bu eksende egemen Suriye ve Filistin, Lübnan, Yemen ve Irak gibi devlet dışı aktörler yer alıyor
İsrail, nadiren yalnız hareket etti; Birleşmiş Milletler’de ya da Orta Doğu’daki çatışmalarda ABD, İsrail’in daimî müttefiki oldu. Geçen yıl içinde ABD, Gazze’de ateşkes sağlanmasına yönelik beş Güvenlik Konseyi kararını veto etti, İsrail’e sürekli askeri destek sağlamış ve bazı askeri operasyonlarda işbirliği yaptı. Bu destekler arasında uçak gemisi saldırı gruplarını konuşlandırmak, İsrail’i korumak için THAAD füze savunma sistemini yerleştirmek, İran’ın füze ve insansız hava aracı saldırılarını engellemek, Hamas liderlerinin ortadan kaldırılmasını memnuniyetle karşılamak ve Husi ve Haşdi Şabi üslerine hava saldırıları düzenlemek yer alıyor. Sonuç olarak, İsrail’in “sekiz cephede” sürdürdüğü angajmanların büyük bir kısmı ABD’nin desteğiyle yürütülüyor, bu iki ülkenin aynı stratejik siper içinde yer aldığını simgeliyor.
Görüş
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”

Bu defa farklı bir 9 Mayıs yazısı olacak. Daha doğrusu, uzun bir tanıtımın ardından iki şiir çevirisi.
Şiirler, Tatar-Sovyet şairi, Sovyetler Birliği kahramanı Musa Celil’e ait.
Esas olarak iki nedenle yapıyorum bunu. İlki, bizde hâlâ pek yaygın olan “esir Türkler” demagojilerindeki sahtekarlığı gösterdiği için. Orenburg’da fakir bir Tatar ailesinden çıkıp bolşevik devrimcisi olan, esir düştüğü faşist toplama kampında Sovyet propagandası yaptığı ve (bizim Nazi işbirlikçilerinin takdirleri ve teşvikleriyle kurulan) faşist Tatar lejyonunu dağıtmak üzere örgütlendiği için idam edilen bir devrimci bu.
İkincisi, Musa Celil’in hikayesi, Sovyetler Birliği’nde milli meselenin nasıl çözüldüğünü de gösteriyor: her halkın eşitliği, milli kültürlerin geliştirilmesi, kurucu devrimci enerjinin bütün halklara yaygınlaştırılması.
Musa Celil bir Tatar. Şiirlerinin neredeyse tamamı da Tatarca. 1906’da Orenburg oblastinin Mustafino köyünde doğmuş. 11 yaşında yazdığı piyesin Orenburg şehir tiyatrosunda sahneye konduğu söylenir. İş savaş sırasında şehir iki defa Beyaz Ordu tarafından ele geçirilmiş ve özellikle Tatarlara karşı pogromlar düzenlenmiş. Musa bunların tanığı. 1920’de komünist gençlik örgütüne (VLKSM, Komsomol) katılmış. 1922’de Kazan’a gelmiş ve yerel Tatar gazete ve dergilerinde yazmaya başlamış. 1926’da Rusya Komünist Partisi (bolşevik) üyesi. 1927’de Moskova Devlet Üniversitesi etnografya fakültesi edebiyat bölümü öğrencisi. Aynı yıl VLKSM MK Tatar-Başkır bürosu sekreteri. Bu sırada en çok Tatarca çocuk dergilerinde çalışmış, yayın yönetmenliği yapmış. 1931’de üniversiteyi bitirmiş. Kommunist (yerel değil, birlik gazetesi) sanat-edebiyat bölümü yöneticisi. 1934’te Moskova konservatuarında Tatar opera stüdyosunun edebiyat yöneticisi. Çok sayıda operanın librettosunu Tatarcaya çevirmiş. 1936’da evlenmiş. 1939’da Tataristan özerk Sovyet sosyalist cumhuriyeti yazarlar birliği sorumlu sekreteri. 1942 şubat sonunda ikinci hücum ordusu gazetesi muhabiri olarak cepheye gönderilmiş. 26 Haziran’da esir düştü.
Tutsaklığı boyunca en az 115 şiir yazdığını notlarından biliyoruz; ama bunların sadece 94’ü savaştan sonraya kalmış. Geri kalanları, Moabit zindanlarında yok olmuş.
Kalan, iki defter. Bunlar “Moabit defterleri” diye bilinir. Birinci defter Arap harfleriyle yazılmış şiirler. Defterin son sayfasında şöyle yazıyor: “… Eğer bu kitap eline geçerse şiirleri itinayla güzelce bir temiz bir deftere geçir, sakla ve savaştan sonra Kazan’a haber et. Tatar halkının ölen şairinin şiirleridir, diye ortaya çıkar. Benim vasiyetim budur.” Defterde, kendisiyle birlikte yeraltında çalışan ve nazilerin Tatar lejyonunu dağıtmayı amaç edinen “siyasi suçluların” isimlerini de not etmiş, şöyle yazıyor: “Bunlar Tatar lejyonunu dağıtmak, Sovyet propagandası yapmak ve grubun kaçmasını organize etmekle suçlanmaktadırlar.” İkinci defteri ise Latin harfleriyle yazmış.
Birinci defter, Celil’in idamından sonra Tatar yoldaşlarından biriyle birlikte Fransa’da toplama kampına gitmiş, orada bir Fransız partizan tarafından kurtarılmış, 1946’da gene bir Tatar savaş esiri tarafından Kazan’a getirilmiş. İkinci defter, Celil’in Moabit’teki Belçikalı bir arkadaşı tarafından kurtarılmış; 1947’de Sovyetler Birliği’nin Brüksel konsolosluğuna teslim edilmiş.
Musa Celil, 20 Ağustos 1944’te Berlin’de, Plötzensee hapishanesinde, aralarında kendisi gibi ünlü Tatar bolşeviklerinden Abdullah Aliş’in de olduğu 12 kişiyle birlikte, giyotinle başı kesilerek idam edildi.
1956’da Lenin nişanı verildi ve Sovyetler Birliği kahramanı ilan edildi.
* * *
Affet, vatan!
Affet beni, bencileyin eratı,
Senin en küçük parçanı.
Affet, kızgın kavgada
Asker ölümüyle ölmedim.
Kim cüret edebilir sana
Şöyle demeye: Haindir Musa!
Kim sitem edebilir bana?
Volhov’dur tanığım, kaçmadım,
Canım tasasına kapılmadım.
Ölüme mahkûm kuşatma
Titrerken bombalar altında,
Yoldaşlarımın kanını, canını
Gördüm ama benzim atmadı.
Ve ne de gözyaşı… Bilirdim:
Yollar kesilmiş. İşitirdim:
Merhametsiz ölüm saymakta
Kalan saniyelerimi hayatta.
Mucize beklemedim… kurtuluş da.
Ölümü çağırdım: “İndir kılıcı!”
Yalvardım: “Amansız esaretten kurtar!”
Yakardım: “Bir an evvel, gel!”
Ben değil miydim, hayat arkadaşıma
Yazan şu satırları: “Tasalanma.
Kanımın son damlası da aksa
Andıma leke koymayacak.”
Kanlı savaşa giderken, ben
Değil miydim şiirle and içen:
“Ölüm, yüzümde tebessümle
Gelecek son nefesimde.”
Yazacağım: içimdeki ateşli ölümü
Senin, canan, aşkın söndürdü;
Vatanımı ve seni sevdiğimi
Kanımla yazacağım toprağa.
Kucaklarsam ölümü vatan uğruna
İçim huzur dolu olacağını da.
Can suyu olacak bu and
Sesini yitirmiş yüreğime.
Kader alay ediyor benimle:
Ölüm teğetti, geçip gitti.
O son an — kurşun gelmedi!
Tabancam bana ihanet etti…
Akrep iğnesiyle kendini sokar,
Kartal kendini kayalara çarpar.
Madem ki bir kartaldım ben de,
Kartal gibi olmalıydı ölümüm de.
Kartaldım ben, inan bana vatan:
Kartal tutkusuydu içimde yanan!
Kanatlarımı katladım artık, hazırım
Bir taşla düşmeye ölüm uçurumuna.
Elden ne gelir?
Yarenim tabancam reddetti
Son sözü söylemeyi.
Düşman zincirledi
Yarı ölü bileklerimi.
Toz ve toprak gizledi
Kalan kanlı izlerimi…
… Dikenli telden yükselen şafaktır.
Yaşıyorum, ve şiir hayattadır:
Kartalın yaralı yüreğinden
Nefret alevleri fışkırmaktadır.
Yükselecek şafak, telin üstünde,
Dostlar sancağı kaldırır gibi!
Esir ruhumun kanlı nefreti
Kükrüyor! Tek bir ümidim vardır:
Ağustos olacak. Karanlığında gecenin
Düşmana nefretim ve vatana sevgim
Esaretten benimle birlikte çıkacak.
Tek bir ümidim vardır benim,
Yüreğim tek bir şey için çarpar:
Saflarınızda katılmaktır kavgaya.
Yoldaşlar, yer açın ona da!
* * *
İnanma
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Yoruldu, geri çekildi, düştü…” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, inanıyorlarsa bana.
Andımdır, sancağa kanımla yazılan:
Çağırır, kuvvet verir bana, ileriye taşır.
Hakkım mıdır yorulup geri kalmak?
Hakkım mıdır düşüp de kalkmamak?
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Haindir! Vatana hıyanet etti!” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, seviyorlarsa beni.
Kaptım tüfeğimi, koştum savaşmaya,
Senin için ve vatanım için kavgaya.
Sana hıyanet mi? Hem de vatanıma?
Öyleyse ne kalır ki hayatımdan ardıma?
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Can verdi. Musa ölüler arasında.” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, seviyorlarsa seni.
Toprak soğuk teni örtse de —
Örter mi hiç ateşten yüreği;
Ölsen de, yenerek ölünce
Ölüm denir mi hiç öylesine?
Görüş
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı

Hindistan iki gün önce (5 Mayıs’ta) 7 Mayıs’ta ulusal düzeyde Sivil Savunma Tatbikatı yapacağını duyurdu ve 7 Mayıs’a girdiğimiz an, askeri eyleme başladı. Pakistan’ın beklemediğini düşündüğü bir zaman mıydı acaba? Hindistan-Pakistan savaşı kapıda mı?
Hindistan saati 7 Mayıs’ı gösterdiğinde, saat 01:00 sularında, Hint füzeleri peşi sıra “Hint hava sahasından” patlatıldı ve Pakistan’ın kontrolündeki Keşmir topraklarına düşmeye başladı. Yani beklenen saldırı gerçekleşti.
Hindistan, operasyona “Sindoor ” ismini koydu. Sindoor, geleneksel olarak Hindu inancı ve Hint kültüründe önemli anlamlar içeriyor ancak burada yüzeysel değineyim: Evli Hindu kadınlar tarafından saçlarını ayırırken uygulanan vermilyon tozunun ismi aslında ve evlilik bağlılığını ve kocanın karısını koruma görevini sembolize eder. Yani Hindistan, operasyona “Sindoor” adını vererek, vatandaşlarını ve ulusal onurunu koruma mesajını iletir. Ki 22 Nisan Pahalgam terör saldırısının turistik bir bölgede sivillere yönelik gerçekleştiğini tekrar belirteyim.
Hindistan Ordusu, operasyonun yaklaşık yarım saat sürdüğünü, Hindistan saati ile saat 01:05-1:30 saatleri arasında sürdüğünü açıkladı. “Pakistan işgali altındaki Jammu ve Keşmir’e Sindoor Operasyonu’nu başlattık” diye duyuran Hindistan Ordusu’nun ilk açıklamaları önemliydi: Terör altyapısını hedef aldıklarının, Pakistan’a ait hiçbir askeri tesisin hedef alınmadığının ve 9 bölgenin – 9 bölgedeki terör altyapısının hedef alındığının, eylemlerini odaklı, ölçülü ve tırmanmaya yol açmayacak şekilde gerçekleştirdiklerinin vurgusu yapıldı. Ve tüm gece Hint kaynaklarından açıklamaları takip eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki “Hindistan’ın açıklamaları savaş istemediği yönünde”. Yani bu çok net: Hindistan savaş istemiyor. Belki Öncelikle bunu belirtmek gerekiyordu: Bir Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı. Bu henüz savaş değil. Gece gerçekleşen olaylar, sınırlı hava saldırılarıydı ki bu zaten hem Pakistan hem de tüm dünya tarafından bekleniyordu. Bu arada gece Pakistan da sınırlı bir karşılık verdi. Şu an Hindistan, Birleşmiş Milletler ve yabancı elçilerine brifing vermekle meşgul. Gece attığı füzeleri gün içinde meşrulaştırmanın ve kendi haklı gerekçelerini onaylatmanın çabası içinde. Peki şimdi ne olacak? Bu durum savaşa dönüşür mü? Açıkçası henüz kestirmek zor. Ama ilk söylenecek şey, iki taraf da savaşmamaya uğraşır ÇÜNKÜ ikisi için de bir nükleer caydırıcılık söz konusu.
Peki, masada başka hangi seçenekler var?
Hindistan’ın 2019’da Pakistan’a gerçekleştirdiği Balakot misillemesi hemen karşılık bulmuş ve Pakistan da bir Hint uçağını düşürüp, pilotunu rehin almıştı. Dolayısıyla zamanlama açısından aceleci davranmak istemediği belliydi. Nitelik ve ölçek olarak ise alacağı karşılığı da hesap ederek planlama yapmaya çalışıyordu. Ama açıkçası benim dahi beklediğimden erken bir saldırı gerçekleştirdi. Pahalgam terör saldırısını 22 Nisan’da yaşamış olan Hindistan’ın ordusu, bundan 14 gün sonra, saatler 15. güne geçiş yaptığı zaman askeri eylemine start verdi. Dediğimiz gibi bu beklenendi, yani zamanlama biraz beklenenden erken olsa da askeri eylem sürpriz değildi. Şimdi karşılıklı hava saldırıları yaşandı ANCAK daha da önemlisi, bu kez doğrusu Pakistan’a daha büyük bir ceza kesmek istiyor ama bunu nükleer savaşı tetiklemeden yani savaş yapmadan yapmak istiyor. Yani kontrollü tırmanmayı biraz sürdürmek istiyor. Ki bu kavga zaten öyle hemen sükunete ermez diye düşünüyorum. Ve burada “Soğuk Başlangıç” devreye giriyor. Tabii Pakistan’ın şimdi tekrar nasıl bir karşılık vereceği de çok önemli, uluslararası toplumun Hindistan’a nasıl bir yaklaşımda bulunacağı da önemli. Ama planlama masasında bir seçenek daha var, uygulamayı elbette zaman gösterecek ama buna şimdiden değinmek önemli:
Soğuk Başlangıç: Hindistan’ın Pakistan’a yönelik yeni saldırı stratejisi
Soğuk Başlangıç her şeyden önce Hindistan’ın 1947’deki bağımsızlığından bu yana kullandığı temelde savunmacı askeri doktrinler ile bir kopuşu işaret ediyor. Hindistan’da Soğuk Başlangıç fikri, 2001 yılında Hindistan Parlamentosu’na yönelik Pakistan tarafından desteklendiği düşünülen terör saldırılarının ardından, Hindistan’ın gerçekleştiği “Parakram Operasyonu”ndan beslendi. Çünkü bu operasyon ile Hindistan’ın saldırı gücündeki operasyonel boşlukları, özellikle sınır boyunca birliklerin seferberliğinin yavaşlığı fark edildi. Ki Hint birliklerinin sınıra ulaşması neredeyse bir ay sürmüş ve bu hem Pakistan’a karşı önlemler alması hem de Amerika’nın Hint hükümetine geri adım atması yönünde baskı yapması için yeterli zaman vermişti.
2004 yılında duyurulan bu doktrin, Hindistan’ın, Pakistan’ın Keşmir’deki “vekalet savaşını” sona erdirmek için konvansiyonel üstünlüğünü kullanma konusundaki algılanan yetersizliğine bir yanıt niteliği taşıyor. Ve Hindistan Ordusu’nun, Pakistan’ın nükleer eşiğini geçmeden, hızla seferber olmasını ve komşusuna sınırlı misilleme saldırıları gerçekleştirmesini sağlamayı amaçlıyor. Hindistan Hava Kuvvetleri ile ortaklaşa faaliyet gösteren müşterek birlik harekatı diyebiliriz. Bu noktada, Hindistan Kara Kuvvetleri Komutanı, en son bu yılın başlarında, Entegre Muharebe Grupları kurulmasının son aşamasında olduklarını açıklamıştı. Doktrin aynı zamanda Hindistan’ın konvansiyonel kuvvetlerinin bir çatışma durumunda Pakistan’dan nükleer bir misillemeyi önlemek için sabitleme taarruzları (sahte saldırılar) gerçekleştirmesini de içeriyor.
Bu doktrinin hala deneysel aşamada olduğunu söyleyebilirim. Aynı zamanda, mevcut krizde böyle bir stratejiyi kullanma yönünde bir siyasi baskının ve daha da önemlisi yoğun bir kamuoyu baskısının olduğunu da söylemek mümkün. Yani bu kez Hindistan’ın tepkisi yalnızca cerrahi bir müdahaleden daha fazlası olabilir. Hindistan Başbakanı Modi’nin, hayal dahi edilemeyecek bir cezalandırma olacağı yönündeki söylemleri de buna işaret ediyor. Modi’nin ayrıca Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne “tam yetki” verdiğini de tekrar ifade edeyim. Ancak, Pakistan’ı nokta operasyondan daha fazlası ile cezalandırmayı ancak çatışmayı nükleer eşiğin altında tutmayı amaçlayan Soğuk Başlangıç hem ismi hem doğası itibarıyla Hindistan’ın tam ölçekli bir “sıcak” savaştan kaçınma niyetini ortaya koyar.
Zamanlaması sürpriz, niteliği hızlı, kapsam olarak sınırlı, ancak ölçek olarak daha sert bir saldırı stratejisi bu. Bu strateji ile Hindistan aslında kendine Pakistan ile nükleer çatışmanın kaçınılmazlığından bir kaçış yolu açıyor ya da açmak istiyor. Ancak Soğuk Başlangıç için en büyük zorluğun, Pakistan’ın karşı strateji olarak taktik nükleer silahları kullanma olasılığı düşünülüyor. Dolayısıyla nükleer eşiği aşabilecek bir krizi kışkırtma veya tırmandırma riski taşıyor. Hem Hindistan hem de Pakistan’ın nükleer güçler olduğunu dikkate alırsak, çatışmanın kontrolden çıkma potansiyeli yüksek, risk büyük ve her şey pamuk ipliğine bağlı. Ve Pakistan’ın nasıl karşılık vereceği çok önemli. Ancak yine de her iki ülkenin de sıcak bir savaşa girmemek için elinden geleni yapacağına inanıyorum. Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı…
Görüş
Kim kazandı?

Bir süre önce, Suriye’de henüz devlet varken, sosyal ağlardan birinde bir Kürt milliyetçisiyle yazışma fırsatım olmuştu. Ben, ABD şemsiyesi altında bağımsızlığın gerçekte yenisömürgeci bir bağımlılık ilişkisinden başka bir anlam taşımadığını savunuyordum (ve bugün de aynı görüşteyim), oysa, Kürt milliyetçiliğinin geleneksel söylemlerini (“taktiktir”) bir tık daha yükseltmiş ve ABD’nin sadece belli bir tarihi kesitte değil tarih boyunca, hiç değilse emperyalizm tarihi boyunca benzersiz ve yenilmez bir güce sahip olduğunu düşünüyordu (herhalde bugün de aynı görüştedir). “Emperyalizm tarihi” ifadesini ben koyuyorum; onun sözlerinde emperyalizmin yeri yoktu. Yani mesele artık belli bir aşamada “taktik” (ve bu kelime o çevrede her zaman stratejisizlik anlamına gelmiştir) meselesi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya dünya düzeninde bir süper kahramanın tarafını tutma, yani hep kazananın ve hep kazanacak olanın safında olma meselesi haline gelmişti.
Böylece yazışma, o günden önceki başka tarihi kesitlere uzandı ve sonunda II’nci Dünya Savaşı’na kadar geldik. Ve o zaman, ilk defa karşılaştığım şu iddia beni gerçek anlamda afallattı: Sovyet halklarının büyük kayıplar verdiğini kabul ediyordu, ama bu, hiç de savaşı Sovyetler Birliği’nin kazandığı anlamına gelmezdi. Tersine; ittifaklar siyaseti, askeri taktik ve iktisadi üstünlüğüyle savaşı ABD kazanmış, üstelik bunu, hiç de büyük kayıplar vermeyerek başarmıştı ki bu da muazzam bir siyasi yeteneğe işaret ediyor, dolayısıyla zaferin gücünü pekiştiriyordu.
Bu, kavramın en temel anlamıyla saf ideolojik bir tutumdur, çünkü tarihi hakikat bütünüyle başaşağı çevrilmiştir.
Sovyet tarihi boyunca olduğu gibi bugün de hiç kimse, zaferin ölçüsü olarak kayıpların sayısını göstermiyor. Bu ahmakça bir iddia olurdu zaten, çünkü tarih boyunca nice zaferler vardır ki muzaffer taraf bozguna uğrayan ordulardan çok daha büyük kayıplar vermiştir. Öyle diye bu, yenilenin aslında yenmiş olduğu anlamına gelmez. Bir savaşta zafer, aslında aynı şeyin iki farklı ifadesi olan şu iki şarttan birinin hayata geçmesiyle kazanılır:
1) düşman orduları fiziken yok edilir;
2) düşmanın savaşma iradesi kırılır.
Kayıpların sayısı savaşın şiddeti, acımasızlığı, vahşeti, kuralsızlığı hakkında fikir verir, onun niteliğini gösterir; ama kayıp oranları savaşın sonucu açısından tamamen önemsizdir.
1) Düşmanın fiziki imhası
22 Haziran 1941 günü Sovyetler Birliği’nin batı sınırında kuvvet ilişkisi en kaba haliyle şöyledir (görece yakın tarihli araştırmalardan birine dayanarak aktarıyorum bunu; daha eski tarihli kaynaklarda kuvvet ilişkisinde faşist ittifakı büsbütün ağır basar):
Faşist ittifakı | Kızıl Ordu | Modern silahlar | Oran | Modern silahlarda oran | |
Asker | 4.369.500 | 3.262.851 | 1:1,3 | ||
Top ve havan | 42.601 | 59.787 | 1:1,3 | ||
Tank ve kundağı motorlu top | 4.364 | 15.687 | ~2.500 | 3,6:1 | 1:2,1 |
Savaş uçağı | 4.795 | 10.743 | 1.540 | 2,2:1 | 1:3,1 |
Görünürde Kızıl Ordu tank ve savaş uçağı bakımından düşmandan çok daha üstün; gerçekteyse durum farklı. Bütün tank envanteri içinde efsanevi T34’ler henüz pek az (en çok 1.200), SU serisi kundağı motorlu topçu sistemleri de öyle (en çok 300) ve dahası, bunların hepsi cephe hattında değil. Buna karşılık faşist ittifakında neredeyse işlevsiz Panzer I’ler ve Almanların pek güvenmedikleri Çek yapımı Pz serisi sayılmazsa bütün tanklar ve Stug III tipi kundağı motorlu topçu sistemlerinin sayısı 2.500’ün üzerinde. Toplam savaş uçaklarının ise sadece 1.540’ı düşmanla baş edebilecek yeni uçaklar ve bunların büyük bölümü daha ilk hafta düşman kuvvetlerinin hızla ilerlemesiyle imha edilmiş.
Kısaca, faşist Alman kuvvetleri ve müttefikleri asker mevcudu, teknoloji, teçhizat ve araç-gereç bakımından çok daha üstün.
Kuvvet ilişkisinin bir diğer tarafı şudur: Wehrmacht’ın toplam 4,12 milyonluk bütün muharip personelinin (SS dahil) 3,3 milyonu doğu cephesine sevk edilmiş. Bu, muharip birliklerin yüzde 80’i yapar. Aynı şekilde, tank ve kundağı motorlu topçu sistemlerinin yüzde 84’ü, top ve havanların yüzde 67’si, savaş uçaklarının yüzde 80’i doğu cephesinde.
Tabloyu gözlerinizin önüne getirmeye çalışın: Bu savaş makinesi bütün Avrupa’yı işgal etmiş, işgal edilmeyen ülkeler de faşist işbirlikçisi; Britanya kuvvetleri müttefikleriyle Dunkirk’ten rezil edilircesine kovalanmış; Avrupa’da sadece çoğunu komünistlerin örgütlediği yerel direnişler var. Ve Alman ordusu, bütün gücünün neredeyse yüzde 80’iyle Sovyetler Birliği’ne saldırmış.
Sadece Almanya’da toplam 18 milyona yakın insan seferberlikle askere alınmış ve Wehrmacht saflarında savaşmıştır. Bunun yaklaşık 5,5 milyonu savaş alanlarında ve esir kamplarında ölmüştür. Asker ölümlerinin yüzde 80’e yakını doğu cephesindedir.
Buna karşılık savaş boyunca Kızıl Ordu’da 35 milyona yakın insan seferber edilmiştir. Bunun 8,7 milyonu ölmüş veya kaybolmuştur. Bunun 3 milyondan fazlası toplama kamplarındaki ölümlerdir.
Demek ki:
Almanya’nın sivil kayıpları, toplam kayıplarının (7,4-8,5 milyon) yüzde 25’i kadarken Sovyetler Birliği’nin sivil kayıpları, toplam kayıplarının yüzde 60’ıdır. Buna karşılık Alman ordusunun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 30 kadarı Kızıl Ordu’yla çarpışmalarda öldürülmüştür. Kızıl Ordu’nun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 15 kadarı da faşist ordularla çatışmalarda öldürülmüştür.
Bir başka deyişle, Kızıl Ordu, düşmanın yüzde 30’unu yok ederek savaşı (Clausewitz’in deyişiyle) “pozitif” biçimde sona erdirmiştir.
2) Düşmanın iradesinin kırılması
Stalingrad bozgunun hemen arkasından başlayarak, 1943 baharından itibaren İsviçre’de faşist Alman yetkilileriyle batılılar, başta Amerikalılar olmak üzere bir dizi gizli barış görüşmesi yapılmıştır. Komplo teorilerine girmeyeceğim; herhalde bu aşamada ABD’deki hiçbir hizip, gönlü oraya aksa bile, ayrı barışı göze alamazdı; ancak faşist Almanya açısından, doğu cephesindeki bozgunlar yüzünden düşman cephesini daraltma girişimleri giderek daha büyük bir ihtiyaç haline geliyordu.
1944 haziranında Normandiya’dan sonra bile faşist direnişin merkezi doğu cephesidir. Sayılardan görülür zaten bu. Daha Tahran konferansında (28 Kasım – 1 Aralık 1943) Sovyetler Birliği’nin müttefiklerine Avrupa’da ikinci cephe açılması ısrarı zayıflamıştır, çünkü, bedeli her ne kadar daha ağır olacaksa da, düşmanı bir başına yok etme özgüveni kazanılan zaferlerle pekişmiştir.
Bu yüzden, batıdaki ortaöğretim ders kitaplarının şu ortak repliği gerçeği yansıtmaz: (Tahran konferansında) “Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı doğudan büyük bir taarruz başlatmayı kabul etti.” (Houghton Mifflin Harcourt Pub., Module 11, World War II.) Oysa bu sırada Kursk zaferi kazanılmış, Kiev kurtarılmıştı; Leningrad blokajını yarmaya sadece bir, Ukrayna cephesinde SSCB sınırlarını her noktada geçmeye sadece üç ay kalmıştı. Yani Kızıl Ordu zaten her yönden taarruz halindeydi. Dahası, birçok araştırmaya göre, Normandiya çıkarması faşist orduları paralize etmiş değildi, Kızıl Ordu’nun ilerlemesi de Normandiya çıkarması yüzünden fazladan bir ivme kazanmadı.
Değil 30 Nisan’da “çok sevgili führerlerinin” intiharı, 8 Mayıs sabahı bile faşist Almanya’nın direnme iradesi henüz bütünüyle kırılmamıştı. Bunun en somut göstergesi, belki de, Göring’in Amerikalılara teslim olma hikayesidir. Genellikle Göring’in derhal tutuklandığı sanılır; doğru değildir bu: ancak ertesi gün, Berlin’in kesinkes düşmesiyle birlikte tutuklanmıştır, çünkü faşist canavarın iradesi ancak o anda tamamen kırılmıştır.
3) “Tarih çarpıtıcıları”
Yazı üzerinde çalışırken ABD ve Britanya’da 10 ve 11’inci sınıf tarih kitaplarına, ayrıca Britanya’da bir lise yardımcı ders kitabına daha (“Russia and its Rulers”) bakma fırsatı buldum. (Bu sonuncusu, diğerleriyle karşılaştırıldığında şaşılacak kadar objektif.) Bunlarda ülkelerin savaştaki kayıplarıyla ilgili hiçbir bilgi yoktur. Düşmanı kimin yok ettiği, onun iradesini kimin kırdığı, bunun bedelini kimin ödediği sorularının cevabı az çok belirsizdir ve ister istemez, o belirsizliğin içinde, kurtarıcı rolüne ABD ve Britanya’nın oturtulduğu sırıtır.
Gene de, bu ikisinin tarih kitaplarıyla bizimkiler yan yana koyulduğunda onların formülasyonlarının çok daha ustalıklı olduğunu itiraf etmek gerek. ABD ve Britanya müfredatlarını hazırlayanlar, hiç değilse bugüne kadar, şu satırlardan başlayarak hemen her cümlesi yanlış olan bizimkiler kadar antikomünist isterinin esiri görünmemeye çaba göstermişlerdir: “SSCB, insan hakları ihlalleri noktasında Almanya’dan farklı değildi.” (MEB’in 12’nci sınıf “Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi” ders kitabından.)
İyi ama, neden bu tarih çarpıtıcılığı?
Birkaç gün önce, Sırp Cumhuriyeti gazeteciler birliği başkanı Daniel Simić’in bir mülakatına rastladım. Simić haklı olarak tarihin silinmesinden yakınıyordu: “Amerikalılar zaten öyleler; ancak batı Avrupalı ortalama okur için de D-day II’nci Dünya Savaşı’nın biricik ve en önemli olayıdır. Rusların ve Sovyetler Birliği’nin diğer halklarının kahramanlık ve fedakarlıklarına aldırış edilmez… Stalingrad ve Kursk muharebeleri batıda genellikle ‘doğu cephesindeki olaylar’ diye anlatılır; ama müttefiklerin Almanya’ya attığı her bomba Hitler’e karşı zafere yol açan kahramanca bir eylemmiş gibi sunulur.”
Bu bir kütlesel cehalet irinidir. Tarihi yazmakla yapmak arasında böyle bir fark var. Sonra o yalanlar her biri diğerinden cahil narsist hödük yaratır, onlardan biri de çıkar, şöyle der: “Rusya’nın neredeyse 60 milyon insan kaybederek II’nci Dünya Savaşı’nı kazanmamıza yardım ettiğini asla unutmayacağız.” (Trump, 22 Ocak günü kendi bloğunda yazmıştı bunu.)
4) Nitelik sıçrayışı
Ama geçmişle bugün arasında bir fark var.
Birkaç ay önce Talin’de Kızıl Ordu ve SSCB Baltık donanması askerleri anısına dikilmiş olan anıtı yerle bir ettiler. Aynı günlerde Waffen-SS 20’nci tümendeki Eston lejyonerlerin “itibarı” iade ediliyordu. Baltık’ın saldırgan “küçük enişteleri” açısından bu tür faşist vandalizm artık rutin bir uygulama haline geldi.
Baltık, Avrupa’nın minyatürüdür.
Moldova dahil birçok Avrupa ülkesinde 9 Mayıs Zafer Bayramı kutlamaları “Kremlin propagandası” ile ilişkilendirilip yasaklanması veya hiç değilse kısıtlanması gündeme geliyor. Bunun yerine 8 Mayıs’ın kutlanması öneriliyor genellikle; o günün Wehrmacht ve faşist müttefiklerinin ölüleri de dahil olmak üzere 1939-1945 yılları arasında ölen tüm “kurbanlar” için bir matem günü, “Anma ve Uzlaşma Günü” ilan edilmesini isteyenler de var. Daha önce çarpıtma yahut inkarlar daha ziyade savaştaki tekil olaylarla ilgiliydi; bugünse vurgu, SSCB’nin Avrupa’nın ve dünyanın kurtuluşu ve faşist Almanya’nın yenilgiye uğratılmasındaki tayin edici rolünün tamamen inkarına kayıyor.
Tarih çarpıtıcılığında bir nitel sıçrayıştır bu. Altındaki birinci nedeni, daha 1945’te Mareşal Jukov, faşist canavarın parçalandığı Berlin’de, Mareşal Rokossovskiy’e söylemişti: “Onları kurtardık, bu yüzden bizi asla affetmeyecekler.” Başka deyişle, hiç değilse bir kısmı, kurtarılmalarının intikamını alma arzusuyla yanıp tutuşuyor.
Ama bundan daha önemlisi şudur: bugün bit pazarına nur yağıyor ve Avrupalı yöneticiler, belli ki, 1930’ların ve 1940’ların tecrübelerini daha yakından inceliyor. Krizden çıkışın yolu neden savaş olmasın? Genel memnuniyetsizliği şiddet yoluyla bastırmak ve saldırganlığı başkalarına yönlendirmek harika bir çözüm değil mi?
Ama belki de, en nihayet samimiyet gösterdikleri için kutlamak gerek. Sadece Yahudilerin, sosyalistlerin, komünistlerin, Rusların değil, Kiev rejiminin en kararlı müttefiklerinden Polonya devletinin uyruklarını da öldüren faşist katiller sürüsünün elebaşı Bandera’yı kahraman ilan edip onun portresi önünde onun sloganlarını ulumak az bir samimiyet sayılmaz doğrusu.
Kim kazandı savaşı? Kızıl Ordu kazandı, Sovyet halkları kazandı, Bolşevik partisi önderliği kazandı, Rus yurtseverleri kazandı… Ama sadece onlar değil. Biz kazandık! Çünkü faşizme karşı savaş bizim de savaşımız, zafer bizim de zaferimizdi.
-
Görüş2 hafta önce
Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…
-
Görüş1 hafta önce
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?
-
Görüş2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jeffrey Sachs: ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın
-
Dünya Basını2 hafta önce
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?
-
Rusya2 gün önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Dünya Basını1 hafta önce
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek
-
Dünya Basını2 hafta önce
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı