ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, etkili dış politika dergisi Foreign Affairs’e Joe Biden yönetiminin dünyayı nasıl gördüğüne ilişkin bir makale yazdı.
Biden yönetiminin, göreve başladığında ‘değişmiş bir dünya’ ile karşı karşıya kaldığını kabul eden Sullivan, Amerikalıların gelecek konusunda ‘iyimser olmalarını’ yazıyor fakat ABD’nin dış politikasının ‘hızla anılara dönüşen bir dönemde geliştirildiğine’ dikkat çekerek ülkesinin şu anda karşı karşıya olduğu temel zorluğun altını çiziyor: karşılıklı bağımlılık çağında rekabet.
Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük bir değişim yaşandığını fakat 1990’lar ve 11 Eylül’den sonraki yıllardaki ortak noktanın ‘yoğun bir büyük güç rekabetinin olmaması’ olduğunu kaydeden Sullivan, “Bu durum, her ne kadar dünyanın uluslararası düzenin temel yönü konusunda hemfikir olduğunun bir kanıtı olarak yorumlansa da, esas olarak ABD’nin askeri ve ekonomik üstünlüğünün bir sonucuydu,” diyor.
Soğuk Savaş sonrası dönemin sonu
Beyaz Saray’ın ulusal güvenlik şefi, Biden yönetimince de paylaşılan teşhisini koyuyor: Soğuk Savaş sonrası bu dönem artık kesin olarak sona ermiştir.
Stratejik rekabetin yoğunlaştığını ve artık uluslararası politikanın neredeyse her yönünü etkilediğini savunan Sullivan, bunun küresel ekonomiyi de karmaşıklaştırdığını düşünüyor.
Sullivan bu nedenle eski varsayımların ve yapıların, ABD’nin 2050 yılına kadar karşılaşacağı zorlukları karşılayacak şekilde uyarlanması gerektiğinin altını çiziyor. 11 Eylül’den sonra ABD’nin askeri gücünün bir eşi olmadığı için yönetimin ‘devlet dışı aktörlere ve haydut ülkelere’ odaklandığını ileri süren Sullivan, şimdi ABD’nin rakiplerinin onun askeri avantajlarını ‘taklit etmeye başladığını’ yazıyor.
Pandemiye yönelik tepkilerin de ortak bir kriz yönetiminden çok parçalı anlayışları yansıttığını kaydeden ABD’li yetkili, “Washington çoğu zaman uluslararası kurumlara, dışlayıcı oldukları ve daha geniş uluslararası toplumu temsil etmedikleri yönlerini ele almadan taştan yapılmış gibi davrandı,” diyor.
Biden’ın Trump’tan farkı
Dünyanın eskisi gibi devam etmediğinin kabul edilmemesinin genel etkisi, Sullivan’a göre, ABD’nin dünyanın önde gelen gücü olmaya devam etmesine rağmen, en hayati kaslarından bazılarının körelmesi oldu.
Bunun üstüne, Donald Trump’ın seçilmesiyle birlikte ABD, ittifaklarının ‘jeopolitik bir refah biçimi olduğuna inanan’ bir başkana sahip oldu. Trump’ın bu ittifaklara zarar veren adımları, yine Sullivan’a göre, ABD’nin ittifaklarını doğru bir biçimde bir yükümlülükten ziyade Amerikan gücünün bir kaynağı olarak gören Pekin ve Moskova tarafından özgüyle karşılandı ve “Trump uluslararası düzeni şekillendirmek için harekete geçmek yerine ondan geri çekildi.”
Sullivan’ın yazdığına göre, Biden göreve geldiğinde, hem ABD’nin ittifaklarına ve liderliğine verilen acil zararı onarmak, hem de ABD dış politikasını günümüzün zorluklarına uyarlamak gibi çifte bir görevle karşı karşıyaydı.
Jake Sullivan’dan kritik konuşma: Küresel ekonomide yeni bir dönemin ilanı
Biden’ın dış politikasının temelleri
Sullivan’a göre, Biden’ın dış politikasının özü, Amerikan gücünün yeni bir temelini atmak.
Bu bağlamda, ABD’nin geleceği iki şey tarafından belirlenecek gibi görünüyor: jeopolitik rekabette temel avantajlarını sürdürüp sürdüremeyeceği ve ‘iklim değişikliği’ ve ‘küresel sağlıktan gıda güvenliği ve kapsayıcı ekonomik büyümeye’ kadar ‘ulusötesi zorlukları’ ele almak için dünyayı bir araya getirip getiremeyeceği.
Sullivan, bunun için ABD’nin kendi gücüne ilişkin düşünce biçimini değiştirmesinin gerektiğini düşünüyor. Ona göre Biden yönetimi, uluslararası gücünün içeride güçlü bir ekonomiden geçtiğine inanmaktadır. Ekonominin güç sadece büyüklük ya da verimlilik ile değil, aynı zamanda ‘tüm Amerikalılar için çalışma ve tehlikeli bağımlılıklardan arınma derecesi’ ile ölçülmektedir.
Bir diğer kaynak, ABD’nin ittifakları olarak ortaya çıkıyor. Fakat Sullivan uyarıyor: Birçoğu yetmiş yıldan daha eskiye dayanan bu ilişkilerin günümüzün zorlukları için güncellenmesi ve ‘enerjik kılınması’ gerekiyor.
İçeride yapılması gerekenler
Sullivan’a göre, Soğuk Savaş’ı kazanan ABD, bu savaşın ertesinde ülke içinde ekonomik canlılığa yatırım yapmanın önemini göz ardı etti. Oysa ABD, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden on yıllarda ülke, Ar-Ge ve stratejik sektörler de dahil olmak üzere cesur bir kamu yatırımı politikası izlemişti. Sullivan, bu stratejinin iktisadi başarının temelini oluşturduğunu fakat zaman içinde ABD’nin bu stratejiden uzaklaştığını savunuyor.
Sullivan, şu dikkat çekici satırları kaleme alıyor:
“ABD hükümeti, hem Amerikalı işçilere hem de gezegene yeterince odaklanmayan ticaret politikaları ve bir vergi kanunu tasarladı. ‘Tarihin sonu’ coşkusuyla birçok gözlemci jeopolitik rekabetlerin yerini iktisadi entegrasyona bırakacağını iddia etti ve çoğu uluslararası iktisadi sisteme dahil olan yeni ülkelerin politikalarını kurallara göre ayarlayacağına inandı. Sonuç olarak, ABD ekonomisi endişe verici kırılganlıklar geliştirdi. Toplam düzeyde gelişirken, yüzeyin altında bütün toplulukların içi boşaldı. ABD kritik imalat sektörlerindeki liderliğini kaybetti. Altyapısına gerekli yatırımları yapamadı. Ve orta sınıf darbe aldı.”
Biden’ın ‘Bidenomics’ olarak bilinen politika kapsamında ‘inovasyon ve endüstriyel güce’ yatırım yapmaya öncelik verdiğini yazan Sullivan, bu politikanın özel yatırımların yerini almaktan ziyade onlara ‘olanak sağlamak’ olduğunu savunuyor.
Sullivan ayrıca yapay zeka, kuantum hesaplama, biyoteknoloji, temiz enerji ve yarı iletkenlerde yeni atılımları teşvik ederken, müttefikleri ile ortaklaşa yeni ihracat kontrolleri ve yatırım kuralları yoluyla ABD’nin avantajlarını ve güvenliğini koruduklarını ileri sürüyor.
ABD’nin tedarik zincirlerinde Çin’e bağımlılığını azaltmayı hedeflediklerine dikkat çeken Sullivan, bu nedenle yarı iletkenler, tıp ve biyoteknoloji, kritik mineraller ve bataryalar gibi hayati sektörlerdeki ortakları ve müttefikleriyle ‘dayanıklı, uzun ömürlü tedarik zincirleri oluşturmak’ için çalıştıklarını, böylece ABD’nin ‘fiyat veya tedarik kesintilerine’ karşı savunmasız kalmayacağını savunuyor.
Askeri gücün sanayi ile bağı
Sullivan göreve geldikleri zaman, ABD ordusunun dünyanın en güçlü ordusu olmasına rağmen, endüstriyel tabanının bir dizi ‘ele alınmamış güvenlik açığı’ndan muzdarip olduğunu gördüklerini belirtiyor. Danışmana göre, yıllar süren yetersiz yatırımlar, yaşlanan işgücü ve tedarik zincirindeki aksaklıkların ardından önemli savunma sektörleri zayıflamış ve daha az dinamik hale gelmişti.
Bu bağlamda, Biden yönetiminin, ABD’nin ‘rekabetçi bölgelerde’ caydırıcılığını sürdürebilmesi için denizaltı sanayisine yatırım yapmaktan daha kritik mühimmatlar üretmeye kadar bir dizi sektörde bu altyapıyı yeniden inşa ettiğine dikkat çekiyor.
Ayrıca Sullivan, ABD’nin ‘üstün konvansiyonel yetenekleri’nin en son teknolojilerden yararlanmasını sağlamak için ‘en yenilikçi laboratuvarlar ve şirketlerle’ da ortaklık kurduğunu vurguluyor.
Sullivan, ‘daha rekabetçi bir dünyada’ Washington’un ‘iç ve dış politika arasındaki bariyeri yıkması gerektiğinde’ ve büyük kamu yatırımlarının dış politikanın temel bir bileşeni haline geldiğinde ‘şüphe olmadığını’ söylüyor.
‘Bidenomics’ neoliberalizmden kopuş mu?
ABD’nin uluslararası ilişkilerinin yeniden kurgulanması
Biden’ın Trump’ın aksine, göreve geldiği andan itibaren ABD’nin ittifaklarının önemini kavradığını kaydeden Sullivan, bununla birlikte bu ittifakları destekleyen birçok kişinin bile ‘karşılıklı bağımlılık çağında rekabet için bu ittifakları modernize etme ihtiyacını’ kavrayamadıklarına dikkat çekiyor.
Bu ittifakları ve ortaklıkları, ‘ABD’nin stratejik konumunu ve ortak zorluklarla başa çıkma kabiliyetini geliştiren maddi yollarla’ güçlendirdiklerini öne süren Sullivan, bu hamlelere örnek olarak şunları sıralıyor: Ukrayna’yı desteklemek; NATO’nun İsveç ve Finlandiya’yı da kapsayacak şekilde genişlemesi; NATO’nun doğu kanadındaki duruşunu değiştirip üyelerine yönelik siber saldırılara yanıt verebilecek bir kabiliyet edinmesi ve hava ve füze savunmasına yatırım yapması; ABD ve AB’nin ekonomi, enerji, teknoloji ve ulusal güvenlik alanlarındaki işbirliğini önemli ölçüde derinleştirmesi.
Sullivan benzer bir şeyi Asya’da da yaptıklarını söylüyor. ABD, Japonya ve Güney Kore arasında yeni bir üçlü işbirliği dönemini başlattıklarını ve ABD’nin bu ülkelerle ikili ittifaklarını ‘yeni zirvelere taşıdığını’ kaydeden Sullivan, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin ‘tehlikeli ve yasadışı nükleer ve füze programları’ karşısında, bölgenin ‘barışçıl ve istikrarlı kalması’ için ABD’nin ‘genişletilmiş caydırıcılığının her zamankinden daha güçlü olmasını’ sağlamak için çalıştıklarını yazıyor.
AUKUS ittifakı, Filispinler ile gelişen ilişkiler ve Hindistan’ın da dahil olduğu Quad ittifakı da Asya-Pasifik’teki Amerikan ittifaklarının temeli olarak Sullivan’ın dikkat çektiği birliktelikler.
ABD’nin yeni ortakları
Sullivan’ın makalesindeki dikkat çekici noktalardan biri de, ABD’nin ‘demokrasi’ lafzını sürdürürken ‘farklı politik sistemlere sahip’ ülkelerle de ortaklığa açık olduğunu doğrudan ilan etmesi.
“Washington’un özgür, açık, müreffeh ve güvenli bir dünya vizyonunu destekleyen ülkelerin yelpazesi geniş ve güçlüdür ve farklı siyasi sistemlere sahip olanları da içermektedir,” diyen Sullivan, ‘şeffaf ve hesap verebilir yönetişim ile demokratik reformcuları ve insan hakları savunucularını desteklerken’ bile ‘BM Şartı’nın ilkelerini savunmaya hazır’ her ülkeyle birlikte çalışacaklarını belirtiyor.
‘Küresel Güney’ vurgusu
COVID-19 pandemisindeki ‘liderlik eksikliği’nin Biden tarafından not edildiğini söyleyen Sullivan, sadece ABD’nin liderliğini yeniden tesis etmenin gerekmeyeceğini, aynı zamanda dünyaya, özellikle de ‘küresel Güney’e daha iyi bir teklif sunmak gerektiğini fark ettiklerini belirtiyor.
“Dünyanın büyük bir kısmı jeopolitik çekişmelerle meşgul değil; çoğu ülke, karşı karşıya kaldıkları ve bazıları varoluşsal olan sorunların üstesinden gelmelerine yardımcı olabilecek ortakları olduğunu bilmek istiyor,” diyen Sullivan, bu ülkeler için şikayet konusunun ‘ABD’nin çok fazla olması değil, çok az olması’ olduğunu ileri sürüyor.
ABD’nin, BM’nin ‘Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ doğrultusunda ilerleme kaydedilmesine öncelik verdiğini, çok taraflı kalkınma bankalarını büyüttüğünü ve özel sektörü harekete geçirerek ülkelerin ‘yerli sermayenin’ önünü açmasına yardımcı olduğunu yazan Sullivan, bu amaçla Dünya Bankası’nı modernize ettiklerini ve düşük ve orta gelirli ülkeler de dahil olmak üzere bankanın finansmanını önemli ölçüde artırmak için ortaklarla birlikte çalıştıklarını belirtiyor.
Sullivan’a göre Biden, Dünya Bankası’nı modernize etmenin yanı sıra, gelişmekte olan ülkelere Uluslararası Para Fonu’nda ‘daha fazla söz hakkı’ verilmesini de önerdi.
Danışman, “Son yıllarda Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi baskındı ve Amerika Birleşik Devletleri gelişmekte olan ülkelerdeki büyük ölçekli altyapı yatırımlarında geride kaldı. Şimdi ise ABD, gelişmekte olan ülkelerdeki fiziksel, dijital, temiz enerji ve sağlık altyapısını desteklemek için Küresel Altyapı ve Yatırım için G-7 Ortaklığı aracılığıyla yüz milyarlarca dolarlık sermayeyi harekete geçiriyor,” diye yazıyor.
Sullivan ayrıca, Başkan’ın BM Güvenlik Konseyi’nin daimi ve daimi olmayan üye sayısının artırılması ve ‘daha etkin ve temsili’ hale getirilmesi için geniş kapsamlı reformlar yapılması çağrısında bulunduğunun da altını çiziyor.
‘Bidenomics’in jeopolitik boyutu
ABD’nin Ortadoğu siyaseti
Makalenin 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonundan önce kaleme alınan orijinal versiyonuna atıf yapan Sullivan, ABD’nin Ortadoğu’da kaydettiği ‘ilerlemeyi’ vurguladığını söylüyor.
Sullivan’a göre yazının bu halinde, saldırganlığı caydırmaya, çatışmaları yatıştırmaya ve İsrail ile Arap komşuları da dahil olmak üzere ortak altyapı projeleri yoluyla bölgeyi bütünleştirmeye öncelik veren ‘disiplinli bir ABD politikası’ yaklaşımına geri dönme çabaları anlatılıyordu.
7 Ekim’in ‘tüm bölgesel resmin üzerine bir gölge düşürmüş olup önemli bölgesel tırmanma riski de dahil olmak üzere yansımalarının halen devam ettiğini’ kaydeden Ulusal Güvenlik Danışmanı, bununla birlikte Biden yönetiminin Ortadoğu’da izlediği ‘disiplinli yaklaşım’ın bu krizdeki ABD duruşunun ve planlamasının temelini oluşturmaya devam ettiğine dikkat çekiyor.
‘IŞİD’in en kötü yıkımlarını hatırlatan vahşetlere imza atan Hamas’ın Filistin halkını temsil etmediğini savunan Sullivan, ABD’nin ‘iki devletli çözüm’e bağlı olduğunu hatırlatıyor.
Sullivan, Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ‘normalleşme’ görüşmelerinin de Filistinliler için ‘önemli tavizler’ içerdiğini ileri sürüyor.
Sullivan öte yandan, “İran’ın asla nükleer silah elde etmemesini sağlamaya kararlıyız. Askeri güç hiçbir zaman ilk başvurulacak araç olmamalı, ancak bu önemli bölgede ABD personelini ve çıkarlarını korumak için gerektiğinde askeri güç kullanmaya hazırız,” diye yazıyor.
Danışman, Ortadoğu’daki mevcut krizin, ABD’nin yeni bir stratejik rekabet dönemine hazırlanması gerektiği gerçeğini değiştirmediğini de sözlerine ekliyor.
Çin ile ilişkiler
Sullivan, Çin’in öngörülebilir gelecekte dünya sahnesinde önemli bir oyuncu olmaya devam etmesini beklediklerini yazıyor.
“ABD’nin ve dostlarının çıkarlarını koruyan bir uluslararası düzen istiyoruz,” diyen Sullivan, Sovyetler Birliği’’nin çözülmesiyle ortaya çıkan durum gibi ‘dönüştürücü bir durum’ beklemediklerini, rekabette bir gelgit yaşanacağını, ABD’nin de Çin’in de ‘kazanımlar elde edeceğini’ belirtiyor.
ABD’nin Çin ile önemli bir ticaret ve yatırım ilişkisine sahip olmaya devam ettiğini belriten Sullivan, Çin ile ekonomik ilişkilerinin, bu ülkenin bir rakip olması nedeniyle karmaşık olduğunu ve Amerikalı işçilere ‘zarar veren adil olmayan ticaret uygulamalarını’ geri püskürtmek için hiçbir zaman özür dilemeyeceklerini söylüyor.
Sullivan, makalesini şöyle bitirirken, ABD’nin ‘karşılıklı bağımlılık ve ulusötesi meydan okumalar çağında yeni bir rekabet dönemine uyum sağladığı’ bir dönemin içinde olduğunu belirtiyor ve şöyle yazıyor:
“Bu, geçmişten kopmak ya da elde edilen kazanımlardan vazgeçmek anlamına gelmiyor; ancak Amerikan gücünün yeni bir temelinin atılması anlamına geliyor. Amerika’yı bulduğumuzdan daha güçlü ve ileride olacaklara daha hazırlıklı bir şekilde bırakmak istiyorsak, bu uzun süredir devam eden varsayımların yeniden gözden geçirilmesini gerektirmektedir. Bu aşamanın sonucu sadece dış güçler tarafından belirlenmeyecektir. Aynı zamanda büyük ölçüde Amerika Birleşik Devletleri’nin kendi tercihleri tarafından da belirlenecektir.”