SÖYLEŞİ
Japonya Büyükelçisi, Türkiye ile ilişkilerin 100. yılında Harici’ye konuştu
Yayınlanma
Yazar
Esra Karahindiba
Japonya’nın Ankara Büyükelçisi Takahiko Katsumata, Türkiye-Japonya arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasının 100. yıl dönümünde Harici’ye konuştu!
İlk olarak Türkiye ve Japonya, diplomatik ilişkilerde bir asrı tamamladı. Geçmişten bugüne bu yüz yılı nasıl özetlersiniz?
Türkiye ile Japonya arasındaki diplomatik ilişkilerin tesisinin 100. yıl dönümü olan 2024 yılı, iki ülkenin karşılıklı geliştirdikleri dostluk üzerine düşünmeleri ve gelecek için ilişkilerini daha da güçlendirmeleri açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Elbette iki ülke arasındaki dostluğun yüz yılı aşkın uzun bir geçmişi var, ancak iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler ilk olarak, Lozan Antlaşması’nın Japonya’da yürürlüğe girdiği 1924 yılında başlamıştır. Geçtiğimiz yüz yıl boyunca iki ülke pek çok zorlukla karşılaşmış ancak her zaman birbirine yardım eli uzatmıştır.
Son yıllarda, Japonya ve Türkiye ilişkileri; siyaset, ekonomi, afet önleme ve kültür gibi geniş bir yelpazede artarak gelişim göstermektedir. Türkiye’de ilk kez sismik izolasyon teknolojisi kullanılarak, Japon Yen Kredisi’yle yapılan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü (İkinci Boğaz Köprüsü) ve İstanbul’da yüz elli yıllık bir hayalin gerçekleştirilmesi olarak nitelendirilen Marmaray tüp geçidi, Japonya’nın ekonomik işbirliğiyle inşa edilmiştir. Ayrıca, 1999 yılındaki Marmara Depremi, 2011 yılındaki “Büyük Doğu Japonya Depremi” ve son olarak 2023 Şubat ayında Türkiye’nin güneydoğusunda meydana gelen büyük depremler gibi doğal afet zamanlarında da, Japonya ile Türkiye “Dost, kara günde belli olur” atasözünde ifade edilmiş olduğu üzere, zor koşullarda birbirlerine destek olmuşlardır. Bundan böyle de çeşitli alanlarda ikili ilişkileri güçlendirmeye devam etmeyi ve ülkelerimiz arasında daha fazla işbirliğini teşvik etmeyi umuyoruz.
‘Ukrayna’nın yeniden yapılandırılmasını desteklemeye yönelik işbirliklerini araştırıyoruz’
Bu son derece pozitif cevap için teşekkür ediyorum Sayın Büyükelçi. Diplomatik ilişkiler gayet güzel, kültürel ilişkiler gayet güzel, insani yardım gerektiğinde birbirimize yardım eli uzatıyor olmamız gayet güzel fakat ekonomik ilişkilere gelince karşımıza farklı bir tablo çıkıyor maalesef. Dış ticaret hacminin istenilen düzeyde olmadığını söylüyor Türkiye tarafı. Sizce bunun sebepleri neler? Neden dış ticaret istenildiği kadar ilerletilmiş değil? Ayrıca, malum Japonya teknolojisi çok gelişmiş durumda. Konutunuza çekime gelir gelmez de bizim kameramıza baktınız, markası Japon markası mı diye. Türkiye Japonya’nın teknolojik ürünlerini çok büyük miktarlarda ithal ediyor. Türkiye’de 250 civarında Japon firması var faaliyet gösteren fakat aynı şeyi Türk firmaları için söyleyemiyoruz. Ekonomik ilişkileri siz genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? İmalat sektöründe burada üretimde çok güçlüsünüz. Japonya olarak ne var gündeminizde? Yeni yatırımlar var mı gündeminizde?
Türkiye ve Japonya arasındaki ilişkilerinin büyük bir alanı olan bu ekonomi ilişkileri, ticari ilişkiler, teknoloji konularını biraz anlatmak istiyorum. Japonya ile Türkiye arasındaki ikili ticaret hacmi, 2023 yılında 6,1 milyar dolar olarak gerçekleşmiş ve bu değer 2013 yılından günümüze kadarki en yüksek seviye olarak kayıtlara geçmiştir. Ülkede faaliyet gösteren Japon firmalarının çoğu imalat sektöründe kullanılan ekipman ve parçaları Japonya’dan Türkiye’ye ihraç etme eğilimindedirler. Bu firmalar, Türkiye’yi bir üretim üssü olarak değerlendirerek, buradan üçüncü ülkelere ihracat yapmaktadırlar. İlaveten, Japon ve Türk firmaları arasındaki işbirliğinin yarattığı sinerjiinin de Türk ekonomisine katkı sağladığını düşünmekteyim.
İlerleyen süreçte iki ülke firmalarının işbirliği yapabileceği alanların bir kat daha artacağı kanaatindeyim. Bilhassa, iki ülkeyi de yakından ilgilendiren ortak konularda daha güçlü işbirliklerinin ortaya çıkması beklentisi içerisindeyim. Bunlara örnek olarak; iki ülke vatandaşlarının can ve mal güvenliğini korumaya yönelik hayati konulardan biri olan afet önlemleri ile enerji ve iklim değişikliğini sıralayabiliriz. Bu alanlarda iki ülke arasındaki işbirlikleri derinleştirilebilirse, iki ülke firmalarınca tesis edilecek çalışma ortaklıklarının Türkiye sınırları içerisinde kalmayarak, dünya ölçeğinde genişleyeceğine inanmaktayım. Japonya ve Türkiye günümüze kadar işbirliklerini teşvik etmiş, başta Orta Asya olmak üzere üçüncü ülkelere yönelik işbirliğine büyük önem vermiştir. Risklerden korkmayarak zorluklar karşısında kararlılıkla mücadele eden Türk şirketleri, üstün teknoloji ve bilgi birikimine sahip Japon şirketleriyle birlikte hareket ederek yeni katma değerler yaratabilir ve kazan-kazan ilişkisi tesis edebilirler. Son dönemde, Ukrayna’nın yeniden yapılandırılmasını desteklemeye yönelik işbirliklerinin yanı sıra, Afrika ve Orta Asya’daki üçüncü ülkelere yönelik işbirliği imkanları hakkında da karşılıklı olarak araştırmalara başlanmıştır. Bu tür iş olanaklarının daha da gelişeceğini ümit ediyoruz ve bunun için Büyükelçilik olarak elimizden gelen her türlü desteği vermekte kararlıyız.
‘Ticaretin, Türkiye kanalıyla Avrupa, Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika gibi bölgelere genişlemesi arzu ediliyor’
Dışişleri Bakanı Kamikawa Yoko, Japonya-Türkiye Ekonomik İşbirliği Anlaşması’nın (EPA) en kısa zamanda imzalanması gerektiğini belirtmişti. Bu taslak bir süredir askıda. Beklenen takvim nedir? Bu Anlaşma, dış ticarette hangi avantajları sağladı ve nasıl gelişmeler doğurdu?
‘Ekonomik Ortaklık Anlaşması’ (EPA), iki ülke arasındaki ihracat ve ithalata bağlı olarak ortaya çıkan gümrük vergilerinin kaldırılması veya azaltılması gibi konuların belirlendiği bir ‘Serbest Ticaret Anlaşması’nın kapsadığı konulara ilaveten, yatırım ve iş ortamının iyileştirilmesi, fikrî mülkiyet haklarının daha güçlü bir şekilde korunması gibi konuları da içeren kapsamlı bir anlaşmadır. Bu anlaşmanın, stratejik ortaklar olan Japonya ile Türkiye arasındaki ikili ticaret ve yatırımı teşvik edecek güçlü bir lokomotif olacağına inanıyoruz. Öte yandan, Türkiye’nin coğrafi olarak çeşitli bölgesel pazarlara, Japonya’nın ise ASEAN ülkeleri gibi hızlı bir şekilde gelişmekte olan Asya ülkelerine kolay erişebilme imkânı bulunmaktadır. Bu sebeple Japon firmaları açısından bakıldığında bu anlaşmanın, sadece iki ülke arasındaki ticaret ile sınırlı kalmayarak, Türkiye kanalıyla Avrupa, Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika gibi bölgeler başta olmak üzere üçüncü ülkelerdeki ticari genişlemeyi de desteklemesi arzu edilmektedir. Bu şekli ile anlaşma, Japon firmaları açısından gelecek vizyonu da dahil olmak üzere, son derece kıymetli ve etkilidir. Aynı şekilde, Türk firmaları açısından bakıldığında da, Japon firmaları ile gerçekleştirilecek işbirlikleri, ülke içi ve dışında yeni iş geliştirme olanaklarını ortaya çıkarmış olacaktır. Ayrıca, ihracat teşvik edilmiş ve istihdam arttırılmış olacaktır. Bu sebeple bahse konu anlaşmanın kazan—kazan etkisi doğuracağı düşünülmektedir.
Peki Türk iş dünyası Japonya pazarında hangi fırsatları değerlendirebilir?
Diğer ülkelerle mukayese edildiğinde Japon pazarının yabancı şirketler açısından çekici yanlarından biri, ülkedeki ulaşım, enerji, bilgi ve iletişim altyapılarının gelişmiş olmasıdır. Böylesine istikrarlı bir ekonomik ortamın, gelecekte Japonya’da iş yapmayı düşünen Türk şirketleri için önemli olduğuna inanmaktayım. Ayrıca, Türk şirketlerinin Japonya’da yeni bir alanda iş yapmanın zorluklarına göğüs gerebileceğini düşünmekteyim. Dahası, Japonya pazarı, dünyanın en büyük pazarlarından biri olması nedeniyle de yabancı şirketler için son derece caziptir. Örneğin, Türkiye’nin güçlü sektörleri olan otomotiv ve imalat sanayinin Japonya pazarında da çeşitli iş fırsatları yakalayacağına inanıyorum.
İki ülkenin eğitim, kültür ve turizm alanındaki işbirliklerini geliştirme girişimleri hangi aşamada?
Öncelikle, eğitim alanından bahsedecek olursam, şu anda Japonya’da toplam 270.000 yabancı öğrenci bulunmaktadır. Japonya’da bulunan Türk öğrenci sayısı toplam yabancı öğrenci sayısına göre halen azdır. Ancak bu sayı her geçen yıl artmaktadır ve bu yıl Orta Doğu bölgesinden gelen yabancı öğrenciler arasında Türkiye’den gelenlerin sayısı en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Japonya Büyükelçiliği de Japonya Hükümeti (Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı: MEXT) tarafından yürütülmekte olan burslu yabancı öğrenci sistemi çerçevesinde her yıl lisans ve araştırma öğrencilerini, Japonca ve Japon kültürü araştırma öğrencilerini, öğretim üyelerini ve genç devlet memurlarını Japonya’ya davet etmektedir. Ayrıca, eğitimlerini Japonya’da tamamlamış ve Japonya ile Türkiye arasında çeşitli alanlarda bir dostluk köprüsü olarak aktif bir rol oynayan kıymetli mezunlar da mevcuttur.
Gerek Türkiye gerekse Japonya dünya standartlarında turizm ülkeleridir. Geçtiğimiz Mart ayında ‘Türkiye-Japonya Turizm İş Birliği Diyaloğunun ikinci toplantısı Japonya Turizm Ajansı ile Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından müştereken düzenlenmiş, iki ülke diplomatik ilişkilerinin tesisinin 100. yıl dönümünün kutlandığı 2024 yılında karşılıklı temasların genişletilmesi konusunda mutabakata varılmıştır. İlaveten, Japon havayolu şirketi All Nippon Airways (ANA), gelecek yıl 12 Şubat’tan itibaren İstanbul seferlerine başlayacağını ilan etmiştir.
Önceki sorunuzda yanıtladığım gibi, bu yıl Türkiye ile Japonya arasındaki diplomatik ilişkilerin tesisinin 100. yıldönümüdür. Söz konusu yıldönümünü kutlamak üzere hem Türkiye’de hem de Japonya’da çeşitli etkinlikler gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de geçtiğimiz altı ay içinde, yalnız Ankara ve İstanbul’da değil diğer illerde de sergi ve konser gibi Japon kültürünü tanıtan pek çok etkinlik düzenlenmiştir. Gelecekte başka etkinliklerin de yapılması planlanmaktadır. Japon kültürüne ilgi duyanların yanı sıra, daha önce Japon kültürünü tanıma imkânı olmayanların da bu gibi etkinlikler vasıtasıyla Japon sanatı, mutfağı, dili ve buna benzer Japon kültür unsurlarıyla tanışmalarını ve kendilerini Japonya’ya daha yakın hissetmelerini diliyorum.
‘Japonya’nın etrafındaki güvenlik ortamının İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki en şiddetli halini aldı’
Biraz daha bölgesel bazlı konuşacak olursak Asya-Pasifik bölgesinde Türkiye ve Japonya birlikte ne yapabilir, nasıl bir rol üstlenebilirler? Burada hangi işbirliği alanları öne çıkar?
Hukukun üstünlüğüne dayalı mevcut uluslararası düzene güç kullanılarak meydan okunması, Doğu Asya da dâhil olmak üzere dünyanın her yerinde ortaya çıkabilecek bir meseledir. Nitekim Kuzey Kore’nin nükleer ve füze programlarını hızla geliştirmesi ve Çin’in, Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi’ndeki statükoyu güç kullanarak tek taraflı olarak değiştirmeye yönelik girişimleri devam etmekte ve Japonya’nın etrafındaki güvenlik ortamının İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki en şiddetli halini aldığını göstermektedir.
Bu çerçevede, Türkiye gibi hem demokrasi hem de önemli deniz alanlarıyla çevrili denizci bir devlet olan Japonya, güçten ziyade hukukun üstünlüğüne dayalı hür ve açık bir deniz düzenine önem vermekte ve bunu gerçekleştirmek için Türkiye ile işbirliğini derinleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu alandaki ikili ilişkilerin geliştirilmesinde, iki ülke arasında çeşitli istişari çerçeveler bulunmaktadır. Mesela Japonya-Türkiye Denizcilik İstişareleri’nin ilk turunda, Japonya’nın “Hür ve Açık Hint-Pasifik Politikası” ve Türkiye’nin geliştirdiği “Yeniden Asya Girişimi” ile işbirliği olasılığı ele alınmıştır. Bu yıl mart ayında gerçekleştirilen ikinci turda ise, iki taraf Doğu ve Güney Çin Denizleri’ndeki durum ve Türkiye’nin etrafındaki sular da dâhil olmak üzere çeşitli denizcilik konularında görüş alışverişinde bulunmuştur. Ülkelerimiz arasında diplomatik ilişkilerin tesisinin 100. yıl dönümünü kutladığımız bu yıl vesilesiyle, karşılıklı üst düzey ziyaretleri ve bu tür görüşmeleri artırmak istiyoruz.
‘Türkiye-Japonya Enerji Forumu Tokyo’da yapılacak’
Türkiye-Japonya Enerji Forumundan da bahseder misiniz?
Türkiye de Japonya gibi enerji kaynakları anlamında büyük ölçüde yurt dışına bağımlı ve enerji ithalatçısı bir ülke konumundadır. Dolayısıyla istikrarlı enerji tedarikinin sağlanması önemli bir konudur. Ülkemizde 2050 yılında karbon nötrlüğünü sağlamak amacıyla karbondan arındırmaya yönelik çeşitli politikalar uygulanmaktadır. Ayrıca, 2050’yi göz önünde bulundurarak, bir yandan da 2030 yılı azaltım hedeflerine ulaşmak için nükleer enerji ve yenilenebilir enerji başta olmak üzere, temiz enerjiden yararlanmaya yönelik girişimler ve teknoloji geliştirme çalışmaları yürütülmekte, kapsamlı olarak enerji tasarrufu teşvik edilmektedir. Bunlara ilaveten, özel sektörde enerji ve karbondan arındırma ile ilgili çeşitli girişimler değerlendirilmekte ve uygulanmaktadır. Buradan hareketle, enerji konusunun ülkemiz ile Türkiye’nin ortak bir sorunu olduğuna ve bu bağlamda Türkiye ile işbirliği yapılabilecek çok geniş alanlar olduğuna inanmaktayım.
Başta hidrojen gibi yeni nesil enerjiler olmak üzere, yenilenebilir enerjiler gelecekte iş birliği yapılabilecek, umut vadeden alanlar olarak düşünülebilir. Enerji sektörünün iki ülke arasındaki çerçevesi, Japonya Ekonomi, Ticaret ve Sanayi Bakanı Sayın Nishimura Yasutoshi’nin geçtiğimiz yıl gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti sırasında, T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Sayın Alparslan Bayraktar ile “Türkiye-Japonya Enerji Forumu”nun başlatılmasına ilişkin imzaladıkları “Ortak Bildiri” aracılığıyla oluşturulmuştur. Hali hazırda her iki ülkenin hükümet yetkilileri, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin tesisinin 100. yıl dönümün olması hasebiyle, bahse konu etkinliğin, bu yıl Tokyo’da düzenlenmesi için hazırlık yapmaktadır. Bu faaliyetlerden istifade ederek, iki ülke arasında enerji alanındaki işbirliği imkanlarının ortaya çıkarılmasını arzu ederim.
‘Bugünün Ukrayna’sı yarının Doğu Asya’sı olabilir’
Sayın Büyükelçi, şunu da sormam lazım, Çin ve Kuzey Kore konusuna değindiniz,, dünyada değişen bir güvenlik paradigması var. Amerika’da seçim sonuçları tamamen Amerika’nın dış politikasını ve güvenlik politikasını etkileyecek belki de. Rusya-Ukrayna Savaşı, yeni cepheler, yeni ittifaklar… Güvenlik alanında çok fazla konsolidasyon halinde şu anda ülkelere baktığımızda. Peki, Japonya’nın savunma politikası ne? Japonya’nın savunma prensibi ne? Japonya daha önce NATO ile işbirliğini değerlendirebileceğini de dile getirmişti. Türkiye NATO üyesi. Hem güvenlik konusunda prensipleriniz ve politikalarınız hem de Türkiye ile gelecekte güvenlik alanında nasıl işbirlikleri ortaya çıkar? Biraz daha bunu açabilir misiniz?
Bu savunma ve güvenlik alanı çok önemli. Türkiye ile Japonya arasında hemen hemen 8.500 km mesafe olmasına rağmen artık böyle küresel bakımından savunma, güvenlik durumu çok gerginlik içinde bulunuyor. Ya Asya-Pasifik ya bu Avrupa, Ortadoğu Türkiye’nin her tarafında oluyor. Bunların arasında bizim işbirliğini düşünmemiz gerekiyor. Bundan başlayıp şimdi biraz daha anlatmak istiyorum.
Giderek daha ciddi hâle gelen Doğu Asya’daki güvenlik ortamı ve Ukrayna’daki durumdan hareketle, 2022 yılında yeni güvenlik politikasını belirten 3 stratejik belgesinin hazırlanmasından başlayarak, geçtiğimiz yıl aralık ayında düzenlenen Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında Savunma Teçhizatının Nakline ilişkin 3 ilke ve çalışma kuralları güncellenmiş böylece Japonya’nın lisans üretimi yaptığı savunma teçhizatının lisans ülkelerine ihracatı mümkün kılınmıştır. Aralık 2022’de ise, 2035 yılına kadar Japonya, İngiltere ve İtalya’nın yeni nesil savaş uçağını ortaklaşa geliştirmeleri kararlaştırılmış, bu yıl nisan ayında da söz konusu uçağın başka ülkelere ihracatı mümkün olmuştur.
Bu çabaları yürütmekle birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’nın “barış ülkesi olma” vasfında hiçbir değişiklik yoktur. Japonya’nın, sadece savunmaya odaklanarak başka ülkelerle beraber refaha kavuşma niyeti ve buna dayalı dış politikası değişmeyecektir. Bu bağlamda, “hukukun üstünlüğüne dayalı hür ve açık bir uluslararası düzenin” büyük bir meydan okuma ile karşı karşıya kaldığı ortamda Japonya, “bugünün Ukrayna’sı yarının Doğu Asya’sı olabilir” kaygısıyla Hint-Pasifik bölgesinde güvenlik işbirliğini güçlendirmeye gayret göstermektedir.
Ayrıca, şu anda Japonya’da NATO standardına uygun savunma teçhizatına yönelik ilgi artmaktadır. Dolayısıyla gelecekte bu alanda Türkiye ile işbirliği yapabileceğimizi düşünüyorum. Öncelikle, Japonya ve Türkiye’nin savunma politikalarından sorumlu yetkililer arasında bu politikalar üzerine ciddi müzakerelerin yapılması elzemdir. Bu yıl mayıs ayında güvenlik politikasından sorumlu Başbakan Özel Danışmanı Ishihara Hirotaka Türkiye’yi ziyaret ederek, Millî Savunma Bakan Yardımcısı Sayın Alpaslan Kavaklıoğlu ile bir araya gelmiş, güvenlik alanındaki ikili işbirliği ve savunma işbirliği gibi konular üzerine görüş alışverişinde bulunmuştur.
‘Japonya, stratejik çıkarları paylaştığımız NATO üye ülkeleri ile işbirliğini güçlendirecektir’
NATO’nun Asya Pasifik’teki ortaklarıyla işbirliğini geliştireceğini açıklamasının önemi nedir, Japonya Hükümeti bu durumu nasıl karşılıyor?
Mevcut uluslararası düzenin büyük bir meydan okuma ile karşı karşıya kaldığı bu ortamda, NATO’da Hint-Pasifik bölgesine yönelik ilgi ve angajman artmaktadır. Japonya-NATO iş birliği açısından ise Şubat 2023’te meydana gelen depremlerin akabinde Türk Hükûmeti ve NATO’dan gelen taleplere karşılık Japonya, Öz Savunma Kuvvetleri uçağını görevlendirmiş ve NATO ile ilk kez yürütülen bir işbirliği olarak Uluslararası Acil Yardım Faaliyetini (acil yardım malzemelerinin sevkiyatı) gerçekleştirmiştir. Ayrıca, Japonya 2022 yılından beri devamlı olarak NATO Zirve Toplantısı ve Dışişleri Bakanları Toplantısı’na davet edilmektedir. Japonya, NATO’nun kuruluşunun 75. yıl dönümü olan bu yılın temmuz ayında düzenlenen Zirve Toplantısı’nda, Avrupa ve Pasifik bölgesinin güvenliğinin Hint-Pasifik bölgesinin güvenliğinden ayrılamaz olduğu anlayışını çok sayıda devlet ve hükûmet başkanıyla paylaşmıştır. Buna ilaveten, bahse konu toplantı, Japonya dâhil Hint-Pasifik bölgesindeki ortaklar ile NATO arasındaki devamlı işbirliği ilişkilerinin teyit edilmesine de fırsat olmuştur.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde güç kullanmak suretiyle ve tek taraflı olarak statükoyu değiştirme girişimleri başta olmak üzere, giderek daha ciddi hâle gelen güvenlik ortamı ile başa çıkmak amacıyla Japonya, savunma kapasitesini ciddi bir şekilde güçlendirmeye ve ilave çalışmalara kaynak sağlamak için, toplam bütçe miktarını gayri safi yurt içi hasılanın %2 seviyesine çıkarmaya gayret gösterecek ve aynı değerleri paylaşan müttefikleriyle işbirliğini güçlendirecektir. Bundan sonra da değişen uluslararası güvenlik ortamı ile başa çıkmak, hukukun üstünlüğüne dayalı uluslararası düzenin korunması ve güçlendirilmesi için Japonya, temel değerleri ve stratejik çıkarları paylaştığımız NATO üye ülkeleri başta olmak üzere, tüm müttefikleri ile işbirliğini adım adım güçlendirecektir.
‘Küresel Güney ülkeleri gibi G7 dışındaki uluslararası ortaklara yönelik angajmanın güçlendirilmesi’
Japonya’nın G7 dönem başkanlığında Hiroşima’da düzenlenen G7 Zirvesi ve ardından Hindistan’da düzenlenen G20 Zirvesi’ni takiben, bu yıl İtalya’da G7 Zirvesi düzenlenmiştir. Bu zirvelerden sonra Japonya, uluslararası toplumda nasıl bir rol oynamak istiyor?
Geçtiğimiz yıl düzenlenmiş olan New Delhi G20 Zirvesi’nde Japonya, G7 dönem başkanı olarak, G20 dönem başkanı olan Hindistan ile sıkı iş birliği içinde olmuş ve G7 Zirvesi’nin sonuçlarını G20 Zirvesi’ne aktarmak amacını taşıyarak toplantıya katılmıştır. Liderler Bildirisi’nde ise Ukrayna’daki adil ve kalıcı barışın yanı sıra, toprak bütünlüğü ve egemenlik de dâhil olmak üzere, Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın prensiplerinin korunması hususunda tüm G20 üye ülkeleri arasında görüş birliği sağlanmıştır.
Ayrıca, bu yıl düzenlenmiş olan G7 Puglia Zirvesi’nde de geçtiğimiz yıl düzenlenmiş olan G7 Hiroshima Zirvesi’nde vurgulanmış olan “hukukun üstünlüğüne dayalı hür ve açık bir uluslararası düzenin korunması” ve “Küresel Güney ülkeleri gibi G7 dışındaki uluslararası ortaklara yönelik angajmanın güçlendirilmesi” konularına tekrar önem atfedilmiştir.
Bu şekilde “hukukun üstünlüğüne dayalı hür ve açık bir uluslararası düzenin” geleceğinin bir yol ayrımında olduğu bu ortamda, Küresel Güney ülkeleri ile işbirliği yaparak, uluslararası toplumda bu düzene katılan ve aktif şekilde destek veren ülke sayısını artırmamız gerekmektedir.
Küresel Güney ülkeleri ile işbirliği için, değerlerimize sıkı bağlılığımızın yanı sıra karşı tarafı anlayabilmek için “hayal gücü” ve “alçak gönüllülük” gerekmektedir. Bu noktada Japonya uzun yıllar boyunca muhatap ülkelerin çeşitliliğini önemseyerek, kültürel ve tarihî geçmişlerine saygı duyarak ve eşit ilişkilerde her sese tek tek kulak vererek titiz bir dış politika yürütmüştür. Küresel Güney ülkelerinin sürece nasıl dâhil edilebileceği hususunda Japonya, bugüne değin diplomatik faaliyetlerde kazandığı güçlü güven ve yüksek beklentiler temelinde aktif rol oynayarak, barışçıl ve istikrarlı uluslararası ortamı inşa edecektir.
‘Japonya, iki devletli çözümü desteklemektedir’
Japonya Hükümeti’nin Gazze’deki durumla ilgili olarak bugüne kadar hangi aksiyonları aldı?
Evet, şimdi bizim küresel topluluğumuz artık 2024 yılında, tarihimizde epey savaşlarımız, sıkıntılarımız her şey vardı da artık Birleşmiş Milletler liderliğinde daha barış ve çok daha uyumlu bir dünya olacağına inanıyorduk. Ancak maalesef etrafımıza baktığımız zaman Ukrayna, Gazze, Suriye her tarafta, özellikle Türkiye’ye yakın ülkelerde öyle durum var. Anlattığım gibi Asya-Pasifik’te de çok gerginliğimiz var. Böyle zaman olsa bile en önemlisi bütün demokrasi ve bu temel değerleri paylaşan Türkiye-Japonya hep böyle aynı fikirde kalan ülkelerin devamlı bir şekilde çaba göstererek ve halka, insanlara bunu anlatarak bütün gücüyle bu tür sorumluluklar almaya çalışmak…
Japonya olarak, çatışmanın devam ettiği ortamda, Gazze Şeridi’ndeki kritik insani durumları ve çok sayıda sivil insanın hayatını kaybetmesini derin endişe ile karşılıyoruz. 1993 yılından beri Japonya’nın Filistin’e yönelik yaptığı yardımlarının toplam miktarı yaklaşık 2,5 milyar dolara ulaşmış ve Ekim 2023’ten beri ise Gazze Şeridi’nde yaşayan insanlar dâhil olmak üzere tüm Filistinlilere yönelik yaklaşık 125 milyon dolarlık insani yardım ve ihtiyaç malzemesi temini gerçekleştirilmiştir. Bunlara ilaveten, İsrail’e defaten görüşlerimizi ifade etmiş ve uluslararası insancıl hukuk dâhil, uluslararası hukuka uyulması, sürdürülebilir ateşkesin sağlanması ve insani durumların iyileşmesi gibi taleplerimizi de iletmiş bulunuyoruz. Ayrıca Japonya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üye ülkesi olarak, geçtiğimiz yıl kasım ayında oylamaya sunulan ve Gazze Şeridi’ndeki çocukların korunmasına odaklanan BM Güvenlik Konseyi kararına “evet” oyu kullanmıştır. Buna ek olarak Japonya, rehinelerin serbest bırakılması ve ateşkesin sağlanması için BM’de de çeşitli diplomatik çabalar göstermektedir. Şu anda meydana gelen trajedileri sona erdirip Orta Doğu bölgesine kalıcı barış ve istikrarı getirmek için İsrail ve Filistin’in barış içinde bir arada yaşamasının dışında bir çözüm yolu bulunmamaktadır. Japonya, taraflar arası güveni artırmak amacıyla bundan sonra da umudunu kesmeden kendine özgü inisiyatif ve çalışmalar yoluyla, iki devletli çözümün gerçekleşmesine katkı sağlayacaktır.
Evet, röportajımızın sonuna geldik. Tabii, çok güzel bir sohbet oldu. Değerli vaktiniz için çok teşekkür ediyorum. Ama son olarak şunu da söylemek istiyorum. Japonya Türkiye’deki en aktif büyükelçiliklerden biri. En fazla kültürel etkinlik düzenleyen, karşılıklı kültür alışverişi olması için etkinlikler yapan bir ülke. Büyükelçiliğiniz bu konuda çok aktif. Bizim okurlarımıza bir mesajınız var mı?
Bu sene Japonya Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 100. yıl dönümü. Logomuzda bir kalp içinde Türkiye’yi temsil eden lale çiçeği var ve bizim sakura çiçeği var. Ve Japonya Türkiye 100. yılı.
Bunun için siz bir yarışma yapmıştınız değil mi geçen sene?
Evet, tabii Türkiye ve Japonya’da bir yarışma yaptık ve bu son olarak güzel bir logo seçtik.
Peki kim kazandı?
Bir Japon, Japonya’daki ama Türkiye’den de güzel logolar aldı. Onlar da tabii beraber kullanmak isterdik ama logo dersek bir tek olması lazım. Daha şey bakımından bundan olmadı… Ama böylece iş birliğimiz her alanda oluyor. Yalnız böyle Japonya’nın 100. yıldönümü derken logodan başlayıp her gün eğitim okullarda, yerel köylerde, bölgelerde, şaşırdım ki benim bu sene bu etkinlikler için Türkiye’nin her tarafını ziyaret ederek konuşuyorum, orada iletişimimiz devam ediyor ama herkes bana diyor ki çok iyi şey. Onların şöyle bir anlayışı var ve 1890 yılındaki Ertuğrul Fırkateyni trajik bir olaydı ama Japonya’nın yardımıyla hayatta kalanlar tekrar İstanbul’a gelmişler… Böyle hikayeler var, onlar Japonya’yı çok iyi anıyor. Bundan dolayı çok sevindim. Benim için ikinci memleketim olan Türkiye’de böyle güzel hayatımı geçirebildiğim için hepinize çok teşekkür ediyorum.
Değerli vaktiniz ve Büyükelçilik konutunuzun kapılarını açtığınız için biz teşekkür ederiz.
İlginizi Çekebilir
-
Japonya Başbakanı Ishiba’nın iktidar milletvekillerine hediye çeki dağıtması tepki çekti
-
Türkiye, Rusya’nın doğalgaz alımı için ABD’den yaptırım muafiyeti istedi
-
Britanya, Fransa ve Türkiye’nin genelkurmay başkanları bir araya geldi
-
ABD Kongresi, donanmayı güçlendirmek için Japonya’nın denizaltı üretim programını inceliyor
-
ABD’nin çelik ve alüminyum vergileri 150 milyar dolarlık pazar üzerinde baskı yaratıyor
-
Bloomberg: Erdoğan, Ukrayna’ya barış gücü göndermeyi planlıyor
SÖYLEŞİ
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur
Yayınlanma
4 hafta önce17/02/2025
Yazar
Tunç Akkoç
Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
RUSYA
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’
Yayınlanma
4 hafta önce16/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”
Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.
Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.
Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.
Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.
İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.
Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.
Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.
Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.
Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.
Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?
Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.
Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?
Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.
Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.
Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.
Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?
Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.
SÖYLEŞİ
E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz
Yayınlanma
4 hafta önce13/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”
Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:
‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’
“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.
Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.
Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.
“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”
Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.
Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.
Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.
Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.
“Türkiye, Mısır için çok önemli”
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.
Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:
” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”
“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”
Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:
“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”
“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”
Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:
“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

ABD ve Vietnam enerji ve mineraller konusunda anlaşmalar imzaladı

İsrail, Suriye’den sonra Lübnan’da da kalıcı işgale hazırlanıyor

Portekiz, Trump nedeniyle F-35’leri almaktan vazgeçti

Almanya’da Merz, borç konusunda Yeşiller ile anlaştı

Enerji diplomasisi: ‘ABD ve Gazprom masaya oturdu’ iddiası
Çok Okunanlar
-
AVRUPA2 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
AMERİKA2 hafta önce
Palantir CEO’su Karp’tan Silikon Vadisi’ne: Silah başına!
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Gazze’de tatil hayali mi, kriz tarifi mi?
-
DÜNYA BASINI4 gün önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı Thiel’in antidemokratik distopyası
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Doğu Almanya’da neofaşizmin yükselişine Batı Almanya’nın katkısı
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Rusya’dan Trump’ın Ukrayna’ya vaadine yanıt