Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

“Seçimi kim kazanırsa kazansın, Çin’i engellemek ABD’nin ana politikası olacaktır”

Yayınlanma

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın 27 Nisan 2023 tarihinde Brookings Enstitüsü’nde yaptığı önemli konuşma, uluslararası kamuoyunda yankı uyandırdı. Biden yönetiminin ‘güvenlik’ eksenli ekonomi programının kapsamlı bir sunumu olmasının yanı sıra, yeni bazı ipuçları içermesi bakımından da konuşma çarpıcıydı.

Jake Sullivan’ın konuşmasından hareketle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seriye Sezen’e ABD dış politikasının yeni dönemini, ekonomi politikaları konusunda muhtemel senaryoları ve Çin ile rekabeti sorduk. Ekonomide devletin daha fazla ‘görev üstlenmesi’, Amerikan siyaseti ile Amerikan sermayesi arasındaki uzlaşı imkanları, ABD ve Çin’in Avrupa ülkeleri ve gelişmekte olan ülkeler ile ilişkileri konusunda Prof. Sezen’in değerlendirmeleri son derece dikkat çekici.

Sullivan’ın konuşmaları, Trump dönemi politikalarının detaylandırılmış hali

1)Jake Sullivan’ın konuşması, ABD’nin küresel hegemonyasındaki gerilemeye ilişkin bir süredir dile getirilen düşüncelerin bir yansıması gibi görünüyor. Özetle, neoliberalizm ve küreselleşme, ABD için artık işe yaramamaktadır. Artık iktisadi korumacılık, devlet müdahalesi, jeopolitik gündemdedir. Sizce bu temalar, Biden seçimleri kazansa da kazanmasa da Beyaz Saray’a damga vurmaya devam edecek mi?

Hiç kuşku yok devam edecektir. Çünkü sorun Biden ya da başka lider veya Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında siyasal gündem farklılaşması, politika öncelikleri değildir. Her iki parti arasında, bunların liderleri ve politikaları arasında birtakım nüanslar bulunabilir ama Amerikan siyasetinin önceliğini “ulusal çıkar” belirler.  Farklılaşmalar da bu çıkarların nasıl korunacağı, ya da çoğaltılabileceği üzerindedir. Kaldı ki, Sullivan’ın konuşmasında öne çıkan sorun alanları, özü itibariyle Trump dönemi politikalarının, daha inceltilmiş üslupla, daha detaylandırılmış hali olarak da görülebilir. Aynı zamanda konuşmanın kapsamı, geniş ölçüde, Biden’ın başkan olmadan, Ocak 2020’de, Foreign Affairs’de yayımlanan, “Why America Must Lead Again: Rescuing U.S. Foreign Policy After Trump” başlıklı makalesinin içeriği ile, neoliberalizm eleştirisi gibi gelebilecek, “piyasanın her koşulda verimli olduğunu ve her türlü büyümenin iyi olduğunu varsaydık ama yanıldık” gibi naif değerlendirmeler dışında, önemli ölçüde örtüşmektedir.

Öncelikle birkaç saptama yapmakta yarar var. İlki, kapitalizmin krizlerine bağlı olarak devlet-piyasa ilişkilerinin güncellenmesinin sürekliliği. Bunu geçmiş krizlerde de yaşamıştık, bugün de yaşıyoruz. Bu bağlamda, sistemin her krizinde, krizin niteliğine göre devletin geri çekilmesi veya görev üstlenmesi sistemik bir durum.

İkincisi ise, 21. yüzyılda, ABD’nin küresel hegemonyasına meydan okuyan bir güç olarak Çin’in yükselişidir. Küreselleşme, küreselleşmenin başlatıcısı ABD’nin önüne Çin’i çıkardı, Çin geniş ölçüde küreselleşmenin bir ürünüdür. Trump’ı anti-küreselleşmeci, koruyucu politikalara yönelten, Çin’in, küreselleşmeden ABD’den daha çok yararlanır ve hatta liderliğini tehdit eder hale gelmesidir. Diğer yandan, Trump’ın, “küreselleşme artık benim yararıma çalışmıyor, içe dönelim” demesiyle küreselleşme sona ermedi. Çin kendi küreselleşme girişimini, Kuşak ve Yol Girişimini, başlattı ve bazı Avrupa ülkeleri dahil, özellikle gelişmekte olan ülkeleri bu girişime dahil etti.

Biden döneminde yapılan, Çin-ABD arasındaki ticaret açığının giderilmesi, ABD’li şirketlerin yatırımlarını ülkeye yöneltmesi gibi Trump politikalarının daha üst seviyelere taşınmasıdır. Önceki dönemin “demokrasiler-otokrasiler” söyleminin kullanılarak NATO ülkelerinin ABD tarafına çekilmesi, Çin’in teknolojik ilerlemesini baskılama girişimlerinin sertleştirilmesi, Kuşak ve Yol Girişimine karşı yeni girişimler başlatılması, bu bağlamda belirtilebilir. Özet olarak, iki yönetimin politikaları aynı kaygıdan beslenmektedir. ABD, önüne çıkan Çin’i daha fazla güçlenmeden engelleyerek hegemonyasını koruma çabası içindedir.

Diğer yandan, Biden döneminde jeopolitiğin öne alındığı yolundaki değerlendirmelere mesafeli durduğumu belirtmeliyim. Bu kavramı ister başlangıçtaki dar anlamıyla ister günümüzde içeriği daha doldurulmuş haliyle ele alalım, bir devletin ekonomik, askeri ve her türlü güvenlik çıkarları/politikaları jeopolitikten bağımsız değildir. ABD’nin ekonomik politikaları ile küresel liderliği birbirine sıkı bağlarla bağlıdır. Bu nedenle iç politika-ekonomi ve dış politikaya yön veren jeopolitik biçiminde ayrı başlıklar altında değerlendirmek yerine bunlar arasında neden-sonuç ilişkisi kurmak da yarar vardır. Günümüzde, ABD’nin küresel liderliği tartışmalı hale geliyorsa, bu durum; ABD’yi dünyaya yön veren bir ülke yapan ekonomik, teknolojik, mali vb. alanlardaki gücünün “görece” zayıflamasının, ya da en azından bunun da tartışılır hale gelmesinin sonucudur. ABD açısından durumu daha da ağırlaştıran ve acil hale getiren Çin’in bir güç olarak ortaya çıkışıdır.

Sonuç olarak, Çin’i engellemek ve ABD’yi yeniden tartışmasız dünya liderliğine oturtmak, seçimi kim kazanırsa kazansın ana politika olacaktır. Bu konuda Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında bir uzlaşma olduğu gibi, kamuoyu yoklamaları, her iki parti seçmenlerinin Çin’e yaklaşımları arasında kayda değer bir farklılaşma olmadığını göstermektedir.

ABD-AB ittifakı sağlam ve kalıcı değil

2)Sullivan’ın konuşması, ABD’nin müttefiklerine de bir mesaj görünümünde. ABD’nin kendi ortaklarını da ortak bir iktisadi stratejiye sıkı sıkıya bağlamak istediği koşullarda, ABD-Çin rekabetinde taraf olmak istemeyen veya bu rekabetten faydalanmak isteyen ülkeleri ne beklemektedir?

 ABD ve Çin rekabeti diğer ülkeleri de bir tercih yapmaya zorluyor. Diğer ülkeler açısından sorun, iki güç arasındaki devam eden çekişme karşısında yalnızca bugün üzerinden değil, bu çekişmenin küresel düzen açısından alacağı biçime göre tavırlarını belirlemek zorunda kalmalarıdır.

Dünya ülkelerini, Batı merkezci terminolojiyle, “Batı-Doğu”, “gelişmişler-azgelişmişler”, “güney-kuzey” gibi ayrımlar üzerinden değerlendirmek yaygın olmakla birlikte bu tür ayrıştırma, ayrışmanın kabulüne dayalı değerlerin doğruluğu bir yana bu sınıflandırma içinde yer alan ülkeleri bir bütün halinde değerlendirme yanlışına da götürüyor bizi.

ABD’nin başını çektiği liberal demokrasilerin ana söylemi, demokrasi ve piyasa ekonomisinin kalkınma için ön koşul olduğu, bu koşulu sağlamayan ülkelerin geri kalmaya mahkûm olduğu yönündeydi. Bu kabul çerçevesinde, Batılı ülkeler, yardımlarından yararlanmak isteyen gelişmekte olan ülkelerin siyasi tercihlerine müdahale haklarını meşrulaştırmaktaydılar. Ancak otoriter bir rejim olan Çin’in gösterdiği ilerleme ve aynı zamanda diğer ülkelerle olan ilişkilerinde içişlerine, siyasi tercihlerine karışmama ve karşılıklı yarar ilkesiyle hareket etmesi, yeni bir ilişki biçimini ortaya çıkardı. Her ne kadar Biden, G7 ülkelerinin, Kuşak ve Yol Girişimine karşı başlattıkları Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı girişiminden yararlanacak ülkelerin demokrasi olmalarını bir koşul olarak öngörmekle birlikte, Sullivan’ın konuşması, bu konuda bir yön değişikliğini işaret etmekte. Gelişmekte olan ekonomilere trilyonlarca yatırım seferberliğinden bahseden Sullivan, bu kaynakların, ilgili ülkelerin kendi oluşturdukları çözümlerle kullanımının gerekliliğini vurgulama ihtiyacı duymuştur. Bu, uygulamaya ne ölçüde yansır bilemem ama en azından söylem bazında yeni bir dildir ve Çin’in gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerinin bir yansıması olarak göründü bana.

AB ülkelerinin durumuna gelince. Her ne kadar Ukrayna’nın işgaliyle, Rusya’ya (ve Çin-Rusya işbirliğine) karşı bir ABD-AB ittifakı ortaya çıkmış görünmekle birlikte, bu ittifakın sağlam, kalıcı olmadığı düşüncesindeyim. Çin’in ABD için anlamı ile Avrupa ülkeleri için anlamı aynı değildir. AB, Çin’in en önemli ticaret ortağı olmasının dışında her ülkenin çıkarları farklılaşmaktadır. Nitekim Macron’un Çin ziyareti sonrası yaptığı, ABD’ye bağımlılığın sakıncalarına dikkat çeken, iki güç arasındaki çekişmede Avrupa’nın stratejik özerkliğini kaybederek vassal devletler haline dönüşme riskine karşı uyarısı, bu ayrışmanın göstergesidir. Avrupa ülkeleri arasındaki tarihsel çekişmeleri, anlaşmazlıkları da unutmamak gerek.

Sonuç olarak, embriyo halindeki, ana bileşenleri ABD ve Çin’in olduğu yeni bir dünya düzeni biçimlenirken, diğer ülkeler de ister istemez, çıkarları doğrultusunda, konumlarını güncelleme zorunluluğu ile karşı karşıyalar. Konumlar da soyut değerler, ilkeler üzerinden değil maddi çıkarlar üzerinden şekillenecektir.

Daha fazla kamu kaynağı özel sektöre tahsis edilecek

3)ABD’nin verili koşullarda kendisini yeniden sanayileştirmesi mümkün müdür? Üstelik Sullivan, bunun için hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin bir konsensüse varmasını bekliyor. Amerikan iç siyasetindeki düğümler böyle bir işbirliğine yol verebilir mi?

Sullivan’ın, Başkan Kennedy’nin “yükselen bir dalga tüm tekneleri kaldırır”, sözüne atıfla “ya birlikte yükseleceğiz ya da düşeceğiz” uyarısı, Cumhuriyetçilere olduğu kadar Amerikan sermayesine de bir uyarı olarak göründü bana. Sullivan, Çin karşısında kaybedersek hep birlikte kaybedeceğiz söylemiyle sanayileşmeyi partiler üstü, ulusal bir sorun olarak ortaya koymakta.

Önerilen sanayileşme stratejisi, Amerika’nın rekabet gücünü artıracak yeni teknolojiler ve yenilenebilir enerji gibi alanları hedeflemekte. Nitekim Sullivan, geçmişin başarılı sanayileşme örneği olarak, internet, NASA ve DARPA’yı örnek vermektedir. Geçmişteki bu örnekler ile 2022’de çıkarılan, özel sektöre teşvikler içeren, Cumhuriyetçilerin de desteklediği CHIPS ve Bilim Yasasının gösterdiği gibi, özellikle askeri tabanlı olmak üzere tüm üretimin dönüştürücü unsuru olan bilim ve teknolojinin örgütlenmesi, finanse edilmesi, yönlendirmesinde ABD’de devletin rolü sanıldığından daha fazladır.

İkinci olarak, Amerikan tarzı sanayileşme, piyasa güçlerinin alanını daraltan ya da onun yerini alan geniş ölçekli kamu yatırımları aracılığı ile değil, daha fazla kamu kaynağının özel sektöre tahsisini içerecek görünmektedir. Bu nedenle, Yeni Washington Uzlaşması, Washington Uzlaşmasından bir kopuşu değil, ABD’nin güncel ihtiyaçları doğrultusunda revizyonunu nitelemektedir.

Amerikan siyasetine yön verenlerin ekonomik elitler ve iş dünyasının çıkarlarını temsil eden örgütlü gruplar olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki uzlaşmadan daha çok kritik olan soru şudur: Amerikan sermayesi ile Cumhuriyetçi ya da Demokrat Amerikan siyaseti arasında bir uzlaşma sağlanabilir mi? Bu uzlaşma, ulusal çıkar ile kar maksimizasyonu arasındaki örtüşmeye bağlıdır.

Çin’le rekabeti belirleyecek sektör yeni nesil teknolojiler

4)ABD Ulusal Güvenlik Danışmanının Beyaz Saray’ın iktisadi siyasetine dair uzun bir konuşma yapması, küresel ekonominin artık ‘güvenlik’ merceğinden değerlendirildiğinin de bir kanıtı olsa gerek. Bu durumda, Amerikan devleti ile daha büyük bir entegrasyona sahip özel sektör gruplarının daha kazançlı çıkacağını söylemek mümkün müdür? Bu soru tersten de sorulabilir: Önümüzdeki süreçte sermaye grupları arasındaki rekabetin artmasını mı beklemeliyiz, yoksa bazı ‘başların ezildiği’ bazılarının ise uzlaşmaya zorlandığı bir tablo mu göreceğiz?

1945 sonrasında ABD’nin benimsediği kapsamlı ulusal güvenlik anlayışı günümüzde yaygınlaştığı gibi, küresel güvenlik ulusal güvenliğin sağlayıcısı, koruyucusu olarak görülmekte. Çin’in yeni güvenlik mimarisi de bu yaklaşımı yansıtıyor.

Çin’in ABD ile rekabetinde önemli bir avantajı var. Çin’de özel sermaye giderek güçlenmekle birlikte, Çin siyaseti, bir başka ifadeyle ÇKP, sermayeyi geniş ölçüde kontrol edebilmekte. Özel şirketleri ulusal önceliklere yöneltme, duruma göre cezalandırma-ödüllendirme araçlarına daha fazla sahip. ABD’de de ise, daha önce vurguladığım gibi sermaye geniş ölçüde siyaseti etkileme gücüne sahip. “Önce Amerika” sloganıyla iktidara gelen Trump’ın başkanlık yarışını kaybetmesinin, küreselleşme karşıtı politikaları şirket kazançları için tehlike gören sermaye gruplarıyla ilişkilendirildiği bilinmektedir. Öte yandan, ABD’nin şirket çıkarları dahil her türlü çıkarını korumak üzere dünyanın her coğrafyasında konuşlanmış askeri üslerini dikkate aldığımızda, yalnızca içeriye odaklanmış bir Amerikan politikasının da, sermaye gruplarının işine gelmediği vurgulanmalı.

Bu bağlamda Sullivan’ın konuşması, 2024 başkanlık seçiminin ön kampanya konuşması gibi geldi bana. Temel ekonomik sorunları, gelir eşitsizliğini vurgulayan, bunun için kamu yatırımlarının gereğine işaret eden ama bütün bunların sermayeyi ürkütmeden, dışlamadan yapılacağını beyan eden bir konuşma. Sanayi stratejisinin, ekonomik büyüme için temel, ulusal güvenlik açısından stratejik olan ve özel sektörün ulusal hırsları güvence altına almak için gereken yatırımları tek başına yapmaya hazır olmadığı belirli sektörlerle sınırlı kalacağını, özel sektörün yerini almak gibi niyet taşımadığını vurgulaması önemli. Daha fazla kamu yatırımı daha fazla bütçeyi gerektirdiğinden, bu konuşma aynı zamanda bütçe için onay verecek Kongre’ye de bir mesaj olarak görülebilir.

Bu politikadan hangi sermaye grubu daha kârlı çıkar sorusuna gelince. Biden’ın dış politikası silah sanayine ziyadesiyle hizmet etti, edecektir de. ABD’nin küresel liderliğinin devamını ve Çin’le rekabetini belirleyecek sektör yeni nesil teknolojiler. Bu nedenle başkanlığa kim gelirse gelsin teknoloji şirketleri de kazançlı çıkmaya, devlet tarafından desteklenmeye devam edecektir. Bu sektörler aynı zamanda, “ulusal çıkar – kâr maksimizasyonunun” çatışmadığı alanlar. Son olarak yenilenebilir enerji sektörünü de eklemeliyim.

SÖYLEŞİ

Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Yayınlanma

Yazar

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”

Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.

Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?

Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.

Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.

Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.

Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.

Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.

Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.

Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.

Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.

Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.

Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.

Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.

Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.

Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.

Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.

Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?

Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.

Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.

Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.

Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.

Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?

Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.

Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.

Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.

Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.

 

Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?

Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.

Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.

ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.

Okumaya Devam Et

RUSYA

‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Yayınlanma

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”

Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.

Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.

Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.

Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.

İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.

Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.

Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.

Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.

Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.

Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?

Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.

Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?

Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.

Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.

Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.

Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?

Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz

Yayınlanma

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”

Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.

İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:

‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’

“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.

Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.

Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.

“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”

Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.

Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.

Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.

Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.

“Türkiye, Mısır için çok önemli”

Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.

Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:

” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”

“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”

Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:

“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”

“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”

Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:

“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English