Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kuzey Kutbu’nda rekabet: ABD, Rusya’nın yeni doktrinini nasıl değerlendiriyor?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Washington merkezli The Arctic Insistute’ta yayınlandı. Son 10 yılda korkutucu bir askerileşme dönemine giren Kuzey Kutbu’na yönelik yeni bir doktrin yayınlayan Rusya’nın siyasetini ele alan makale, NATO’ya da Arktik bölgesine daha fazla müdahil olma çağrısı yapıyor. Birleşik Krallık ve Norveç, Çin ile Rusya’ya karşı Arktik’te hırslı bir politikayı savunsa da, yazara göre ABD dışında Rusya’ya karşı koyabilecek bir güç bulunmuyor. Makalede, Yüksek Kuzey’de Rusya’nın askeri kapasitesi ile yarışabilecek bir gücün henüz bulunmadığı da kabul ediliyor. Buzulların ve denizlerin altında yer alan keşfedilmiş ve henüz keşfedilmemiş enerji kaynakları, büyük güçlerin iştahını kabartıyor. Arktik’in militarizasyonundaki hızlanma, olası bir dünya savaşının işaretlerinden biri olabilir.


2022 Rusya Denizcilik Doktrini: NATO için olası sonuçları ve Kuzey Kutbunda büyük güç rekabetinin geleceği

Gonzalo Vázquez
The Arctic Institute
11 Nisan 2023

Temmuz 2022’de yayınlanan Rusya Federasyonu’nun yeni Denizcilik Doktrini, Moskova’nın denizlerdeki hedeflerinin net bir resmini sunmaktadır. Rus Donanması şu anda zor bir dönemden geçiyor olsa da, Kuzey Kutbu çevresindeki askeri faaliyetleri yine de dikkatle izlenmelidir. Kuzey Kutbu’nun jeostratejik önemi son birkaç on yılda artmıştır ve Rusya, NATO ülkeleri ve diğer dış aktörler arasında stratejik bir rekabet alanı olma potansiyeline sahiptir. Denizin altında yatan enerji kaynakları ve petrol rezervlerinin miktarı, Kuzey Kutbu dışındaki devletleri de oyuna çekmiştir. Çin ve Hindistan uzun zamandır Kuzey Kutbu meselelerinde yer almakla ilgileniyor; her ikisi de Arktik Konseyi’nde gözlemci konumunda ve ilki şu anda Kuzey Kutbu kıyısı boyunca Kutup İpek Yolu’nu geliştirmeye odaklanmış durumda. Böyle bir projeyle Pekin, gelişmekte olan deniz taşımacılığı koridorlarını, yerel ekonomik ortaklıkları ve bölgedeki tüm faaliyetlerini desteklemek için gerekli altyapıyı geliştirmeyi amaçlıyor; bunu Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) Kuzey Kutbu kanadı haline getirmek istiyor.

Rusya, Arktik kıyı şeridinin %50’sinden fazlasını elinde tutarak bölgede avantajlı bir konuma sahip ve on yılı aşkın bir süredir Sovyet döneminden kalma askeri altyapısını modernize ediyor. Kuzey Kutbu’nu kuzeydeki arka bahçesi olarak gören Moskova, 50 kadar üssünde faaliyetlerine yeniden başladı ve bu da şu anda varlıklarını tesis etmeyi amaçlayan diğer bölgesel aktörlere karşı önemli bir avantaj sağlıyor. Bölgenin jeostratejik özellikleri ve mevcut durumu, NATO’nun, 2022 Rus Denizcilik Doktrini’nin bu bölge ve Rusya’nın hedefleri konusunda neler geliştirdiğine çok dikkat etmesini zorunlu kılmaktadır; zira bu doktrin diğer Arktik ülkelerinin (Kanada, Amerika Birleşik Devletleri ve Norveç) yanı sıra uzaktaki müttefiklerinin de bölgeye daha fazla siyasi ve askeri katılımına yol açacaktır. Bu makalede yeni doktrinin en baskın özellikleri, özellikle de Kuzey Kutbu ile ilgili olanları gözden geçirilmektedir. Bunu, bölgede yer alan diğer NATO müttefikleri ve Arktik güvenliğinin geleceği açısından en önemli sonuçları takip etmektedir. Görüleceği üzere, Rusya’nın Kuzey Kutbu’nda artan hırsları ve yetenekleri NATO’nun Moskova’ya yönelik siyasi stratejisini yeniden düzenlemesini ve daha yüksek stratejik farkındalığa sahip olmak için caydırıcılık yeteneklerini ve askeri varlıklarını güçlendirmesini gerektirecektir.

Rusya 2022 Denizcilik Doktrini

Yeni Denizcilik Doktrini, Rusya’nın denizdeki çıkarlarını ve hedeflerini ele alırken açık ve nettir; bunların hepsi de ‘büyük bir deniz gücü’ olma ana arzusuna bağlıdır. En azından hedef budur. Doktrin aynı zamanda Moskova’nın denizcilik faaliyetlerine yönelik tehdit, zorluk ve risklerden ne anladığının da net bir tanımını sunuyor. 2022 yazının başlarında NATO’nun son Stratejik Konseptinde Rusya’yı başlıca varoluşsal tehdit olarak tanımlamasının ardından, İttifak ve ABD’nin şimdi Rusya’nın güvenliğine yönelik başlıca tehditler olarak sunulması bu anlamda hiç de şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla, şu anda Yüksek Kuzey’de askeri faaliyetlerin arttığı ve denizlerdeki büyük güç rekabetinin genişlediği bir dönemin ilk aşamalarında olduğumuz söylenebilir. Yeni doktrin bu son unsurun ve bunun Rusya tarafından kabulünün açık bir yansımasıdır: “Denizcilik faaliyetlerinin ve denizcilik potansiyelinin geliştirilmesi, XXI. yüzyılda Rusya Federasyonu’nun sürdürülebilir sosyo-ekonomik kalkınması için belirleyici koşullardan biridir.”

Belgede devletin faaliyetlerini geliştirmeyi hedeflediği beş ‘işlevsel alan’ belirlenmiştir: deniz taşımacılığının geliştirilmesi, dünya okyanuslarındaki kaynakların geliştirilmesi ve korunması, açık deniz boru hattı sistemlerinin geliştirilmesi, bilimsel deniz araştırmaları ve donanma faaliyetleri. Bunların ardından, denizcilik politikasının ‘bölgesel yönlerini’ tanımlayarak, Atlantik (Akdeniz, Baltık, Karadeniz ve Azak Denizlerini de kapsar), Pasifik, Hazar Denizi, Hint, Kuzey Kutbu ve Antarktika’yı içeren her bölge için en temel hedefleri ortaya koymaktadır.

Belgede belirtilen tüm önemli bölgeler arasında Kuzey Kutbu, ‘Kuzey ve Pasifik Filolarının kuvvetlerinin muharebe kabiliyetlerini güçlendirerek Rusya Federasyonu’nun Arktik Bölgesinde belirli bir operasyonel rejim’ kurma arzusuyla Moskova için en önemli bölge olarak görünmektedir. “Rusya Federasyonu’nun münhasır ekonomik bölgesinde ve kıta sahanlığında bol miktarda bulunan önemli mineral ve hidrokarbon kaynakları”ndan hareketle, bölgenin “ekonomik ve askeri alanlarda küresel rekabetin yaşandığı bir bölgeye dönüşürken” yaşamakta olduğu değişimin de farkındadır. Denizin altında yatan (ancak henüz tam olarak incelenmemiş ve keşfedilmemiş olan) doğal kaynakların bolluğu Çin, ABD ve birçok NATO müttefiki de dâhil olmak üzere birçok ülke tarafından kabul edilmiştir. Dolayısıyla Rusya da önümüzdeki on yıllarda Arktik bölgesinin ‘stratejik bir kaynak üssü olarak geliştirilmesini ve sürdürülebilir kullanımını’ bir öncelik olarak vurgulamaktadır.

Bu amaçla, belgede tanımlanan diğer bölgelerin hepsinden daha fazla olmak üzere, bu bölge için 21 hedef belirlenmiştir. Bunlar arasında en ilginç olanlardan biri olan ve uzun süredir kendilerini endişelendiren ‘Kuzey Deniz Rotası sularındaki yabancı donanmaların faaliyetlerinin kontrol altına alınması’, Rusya’nın bölgedeki konumuna ilişkin zihniyetini açıkça yansıtıyor. Kuzey Kutbu kıyılarının tamamından geçtiği ve gelecekte buradaki petrol ve doğalgaz çıkarımı için kritik önem taşıyacağı için bu rotanın Rusya için önemi büyüktür ve bunun kanıtı stratejide sıralanan sekizinci tehditte bulunabilir: “Bazı devletlerin Rusya’nın Kuzey Deniz Rotası üzerindeki kontrolünü zayıflatma çabaları [ve] Kuzey Kutbu’ndaki yabancı donanma varlığının genişlemesi.”

Yine de yeni doktrinin üzerindeki asıl gölge, Rusya’nın hedeflerini gerçekleştirme kapasitesine sahip olup olmadığıdır. Esasen Flanagan’ın 2018’de Kuzey Atlantik güvenliğinin Avrupa için önemini tartışırken belirttiği gibi, “Rusya’nın bu hedefleri gerçekleştirme kapasitesi Batılı askeri uzmanlar arasında önemli bir tartışma ve belirsizlik konusu olmaya devam ediyor.” Moskova’nın Ukrayna’daki savaş nedeniyle halihazırda karşı karşıya olduğu ekonomik zorluklar ve sıkıntılar göz önüne alındığında, yeni belgede yer alan ‘savaş gemileri, donanma yardımcı gemileri, nakliye, balıkçılık, araştırma ve diğer sivil gemilerin geliştirilmesi ve inşasının sağlanması’ ve küresel bir deniz gücü olma hedefleri gerçekçi görünmemekte ve orta vadede gerçekleştirilmesi zor görünmektedir. 

Genel olarak bu doktrin Rusya’nın NATO’yu ulusal güvenliğine yönelik büyük bir tehdit olarak algıladığını yansıtmaktadır ve bu da bölgesel istikrarı etkileyerek NATO’yu (ve özellikle Arktik üyelerini) Moskova’nın olası saldırganlığını caydırmak için bölgesel farkındalıklarını ve askeri varlıklarını arttırmaya itebilir. Yakın zamanda Kuzey Filo Komutanlığı’nı modernize ederek Kuzey Ortak Stratejik Komutanlığı’na dönüştüren ve daha sonra beş askeri bölgesinden biri olarak geliştirecek Rus devletinin hareket tarzını takiben, önümüzdeki yıllarda askeri varlığın artması için yüksek bir potansiyel bulunmaktadır.

Severomorsk merkezli Kuzey Filosu’nun son üç yılda varlıklarını arttırması da bunun bir kanıtıdır. Dördüncü nesil Borei sınıfı denizaltıların (SSBN) ilk birimleri, önceki tasarımlardan daha gizli bir kapasiteye sahip olarak Haziran 2020’de hizmete girmiştir. Dünyanın açık ara en büyük ve büyümeye devam eden buzkıran filosu, özellikle Kanada, Norveç veya ABD tarafından işletilen daha küçük ve daha az sayıda gemiye karşı Rusya’ya bölgede daha fazla kapasite ve stratejik özerklik sağlıyor. İkisi halihazırda konuşlandırılmış olan yeni Arktika sınıfının (dünyanın en büyük buzkıranları) kalan üç gemisinin 2024 yılına kadar tamamlanması bekleniyor.

NATO için olası sonuçlar

Rusya’nın faaliyetlerinin doğası ve ordusunun artan varlığı, söylendiği gibi, NATO ve müttefiklerinin harekete geçmesini zorunlu kılmaktadır. Rusya’nın yayılmasına karşı caydırıcı bir rol oynamak üzere bölgedeki mevcut askeri varlık düzeyinin arttırılması, Rusya’nın bölgedeki faaliyetlerinin genişlemesini ilk elden tecrübe etmiş olan Norveç gibi ülkeler tarafından memnuniyetle karşılanacaktır.

Fakat, Yüksek Kuzey’de daha fazla deniz varlığına ulaşmanın önünde iki ana engel bulunmaktadır. Bunlardan ilki Rusya’nın bölgedeki askeri üstünlüğüdür. Bir yandan, Donanma içindeki en büyük ve en güçlü filolardan biri olan Kuzey Filosu, nükleer güçle çalışan füze ve torpido denizaltıları, füze taşıyan ve denizaltı karşıtı havacılık, füze, uçak taşıyan ve denizaltı karşıtı gemilerden oluşmaktadır. Rusya’nın stratejik nükleer caydırıcılık güçlerine ev sahipliği yapmakta ve Kuzey kanadının bölgedeki güvenliğini sağlamaktadır; ayrıca belirtildiği gibi Donanmanın devasa buzkıran filosuna da ev sahipliği yapmaktadır. Esasen, Moskova’nın bölgedeki stratejik hedeflerini ve ekonomik çıkarlarını sürdürmek için dayandığı ana araçtır. Öte yandan, bu güçlere karşı mücadele etmek için müttefik ülkeler Moskova’nın sahip olduğu buzkıran gemilerinin sayısına yaklaşamamaktadır. Dahası, ABD ve bazı ortakları Rusya’yı caydırmak için Kuzey Kutbu’na yeterli sayıda gemi konuşlandırmaya alışkın değil.

Buna ek olarak, ABD, Kanada ve Norveç donanmalarının sınırlı varlığı ve Rus birliklerini tespit ve takip etmek için gereken sensörlerin düşük seviyesi de önemli bir engeldir. Ayrıca Breitenbauch, Soby ve Groemeyer’in de belirttiği gibi, “Rusya’nın erişim engelleme stratejisinin yeni gücü ve genişliği, Moskova’nın geleneksel güç projeksiyonu kullanmadan uzaktaki hedefleri tehdit etmesini giderek daha fazla mümkün kılmaktadır.” Daha önce de belirtildiği gibi, Kuzey Denizi Rotası’nın geliştirilmesi ve güvenliğinin sağlanması Moskova için bir önceliktir ve Mathieu Boulege’nin de belirttiği gibi, “operasyonlar, kısmen arama ve kurtarma (SAR) yeteneklerini arttırmak ve kısmen de Rusya’nın buradaki hedeflerini karşılamak için AZRF’deki [Rusya Federasyonu Arktik Bölgesi] ileri üslerin ve karakolların tamamen yeniden yapılandırılmasına yol açmıştır.” Böylece müttefik donanmalar, Moskova’nın Arktik sulara gemi konuşlandırma ve destekleme kapasitesine yaklaşamadan kendilerini önemli bir dezavantajlı durumda bulmaktadır.

İttifakın bölgeye daha fazla müdahil olmasını uzun süredir savunan Norveç’in bölgeye yönelik güvenlik politikasının ‘caydırıcılık ve caydırıcılığın bir bileşimi’ olarak kalması bekleniyor. Andreas Østhagen, Norveç’in Arktik meselelerinin nükleer güvenlik ya da balıkçılık gibi belirli yönlerinde Rusya ile işbirliğini sürdürmek için çaba göstermesi gerektiğini savunuyor. Bu şekilde Rusya’nın bölgesel güvenliğe yaklaşımını değiştirmesi daha olasıdır. Ancak Rolf Folland’ın da işaret ettiği gibi, Rusya’nın yararlanmaya çalışabileceği temel zayıflık, her iki ülkenin askeri güçleri arasındaki büyük eşitsizliktir. Hem ABD hem de Birleşik Krallık ile tatbikatların ve ortak eğitimlerin artmasıyla birlikte, Rusya 2020’de olası olumsuz sonuçlar konusunda uyarıda bulunmuştu. Dolayısıyla, müttefik güçlerin Barents Denizi ve GIUK Boşluğu’ndaki (NATO’nun Kuzey Atlantik savunması için kritik öneme sahip ama operasyonel kaynaklar açısından oldukça tüketici) varlıklarını arttırmaları, İttifak’ın Yüksek Kuzey’deki savunma ve caydırıcılığının temel bir unsuru olacaktır.

Kanada da bölgesel güvenliğin korunmasındaki rolünü güçlendirme niyetiyle Kuzey Kutbu’na yöneliyor. Trudeau hükümeti NATO’nun bölgede daha fazla varlık göstermesine ilgi gösterse de, Harper hükümetinin 2007 yılında NATO’nun Kuzey Kutbu’nu ittifak düzeyinde bir stratejik metne dahil etme girişimini engellediği unutulmamalıdır. NATO’nun Arktik meselelerine müdahil olmasını kısıtlama arzusu Kanada’nın o zamanki resmi tutumuyla uyumlu olsa da, uzun vadede Rusya’nın hırslarını caydırmak için yeterli NATO varlığının olmaması anlamına geldi. MacDonald-Laurier Enstitüsü’nden Charles Burton’ın sözleriyle, “Kanada uzun zamandır Kuzey Kutbu’ndaki egemenliğinin önemine vurgu yapıyor, fakat Kuzey Kutbu’nun savunulması Kanada’nın askeri harcamaları için uzun zamandır düşük bir öncelik teşkil ediyor.” Bu amaçla, Harry DeWolf sınıfı Arktik/Kıyı Devriye Gemilerinin (AOPV) geliştirilmesi, NATO’nun yanı sıra kendi bölgesel farkındalıklarını ve deniz kontrollerini güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Halihazırda üç adet inşa edilmiş olan bu gemilerden sonuncusu Eylül 2022 başında Kanada Kraliyet Donanmasına teslim edildi ve üç tanesi de yolda. Yine de, program güçlü eleştirilerle karşı karşıya kaldı; muhalifler bu gemilerin görevlerini yerine getirmek için uygun olmadıklarını ve Kanada’nın Kuzey Kutbu için buz kırıcılarla ve diğer bölgeler için AOPV’lerle daha iyi olacağını savundular. Elbette bu gemiler Rusya’nın Arktika sınıfı nükleer enerjili ağır buzkıran gemileriyle kıyaslanamaz; bu gemiler şu anda dünyanın en yetenekli kesicileri konumunda.

Mevcut durumun farkında olan İttifak’ın diğer üyeleri de giderek daha fazla yatırım yapıyor ve Birleşik Krallık ve Almanya da dahil olmak üzere gözlerini Kuzey Kutbu’na çeviriyor. Birleşik Krallık en son yayınladığı Yüksek Kuzey’e Savunma Katkısı’nda, “Arktik’te ve Arktik’ten eğitim, ortaklık ve operasyonlar da dâhil olmak üzere bölgede tutarlı bir savunma duruşu, varlığı ve profili sürdürme’ niyetini ifade etmiştir. Arktik Politikası Kılavuz İlkelerini de 2018 yılında yayınlayan Almanya, barışın korunması ve doğal kaynakların güvenli bir şekilde kullanılmasının sağlanmasının önemi konusundaki endişelerini dile getirmiştir. Özetle, NATO müttefiklerinin ulusal Arktik stratejilerinin çoğu bölgedeki deniz yollarının ve doğal kaynakların önemini kabul etmekte ve müttefik çıkarlarını korumak için askeri varlığı desteklemektedir.

Gelgelelim bunlardan herhangi birinin bölgedeki askeri varlığın genişlemesine öncülük etmesi olası değildir; bu rol kesinlikle ABD’ye ait olacaktır. ABD’nin Kuzey Kutup Bölgesi’ne yönelik son Ulusal Stratejisi, Arktik faaliyetlerinde dört ana çalışma ayağı tanımlamaktadır: Güvenlik, İklim Değişikliği ve Çevrenin Korunması, Sürdürülebilir İktisadi Kalkınma ve Uluslararası İşbirliği ve Yönetişim. Güvenlik boyutuyla ilgili olarak strateji, “tehditleri caydırmak için gerektiği şekilde Kuzey Kutbu’nda hem askeri hem de sivil kabiliyetlerimizi geliştirme ve kullanma…” niyetlerini açıkça belirtmektedir. Jeopolitik gerilimlere yapılan vurgu, 2013 tarihli bir önceki stratejide neredeyse hiç yer almamıştı; bu da bölgenin geçirdiği evrimi göstermektedir.

İleriye Giden Yol. İstisnacılığın Sonu mu?

Tyler Cross’un ifadesiyle, “kutuplardaki buzullar küçüldükçe Arktik Okyanusu’ndaki güvenliğin önemi de artacaktır. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri, NATO müttefikleriyle birlikte, genellikle ihmal edilen bu sahada seyrüsefer özgürlüğü sağlamak için Yüksek Kuzey’in tehlikelerine ve Rus militarizasyonuna karşı koyacak uygun güvenlik doktrini ve tedbirleri geliştirmelidir.” Kuzey Kutbu için 2022 Ulusal Stratejisi’nin yayınlanmasıyla birlikte, ABD’nin askeri varlığının artacağı görülüyor. Dahası, ‘tehditleri caydırmak ve hem doğal hem de insan kaynaklı olayları öngörmek, önlemek ve bunlara yanıt vermek için Kuzey Kutbu’nda hem askeri hem de sivil yeteneklerimizi gerektiği şekilde geliştirme ve kullanma’ niyetinin ifade edilmesi, Arktik istisnacılığının sona ermekte olduğunu göstermektedir.

Rusya’nın yeni Denizcilik Doktrini, Arktik bölgesi ve doğal kaynaklarına yönelik açık niyetlerinin bir başka ifadesini oluşturmaktadır. Kuzey Kutbu, Rusya’nın denizcilik çıkarları arasında merkezi bir konuma sahiptir ve şüphesiz hem Rusya hem de NATO tarafından artan bir varlık görecektir. Doktrin, Ukrayna’daki performansları göz önüne alındığında bazı hırslarını ve hedeflerini biraz yüksek tutmuş gibi görünse de, Rusya’nın Arktik kıyıları ve ötesindeki askeri duruşu ve faaliyetleri hafife alınmamalıdır. Müttefikler de bölgedeki etkinliklerini arttırmışlardır; Norveç İttifak’ın bölgedeki önde gelen temsilcisidir ve üsler ve askeri tatbikatlarla varlıklarını arttırmaları beklenmelidir.

Fakat Pekin’in Moskova ile birlikte bölgedeki konumunu güçlendirmesi ve her iki tarafın da askeri faaliyetlerini arttırmasıyla birlikte, yeterli düzeyde stratejik farkındalığa ulaşmak çok önemli bir hedef haline gelecektir. Kola Yarımadası’na ve Severomorsk’taki Kuzey Filosu üssüne yakınlıkları göz önüne alındığında Finlandiya ve İsveç bu farkındalığı arttırabilir. Rusya’nın yeni doktrinde belirlenen hedeflere ulaşma kapasitesine sahip olması pek olası olmasa bile, hırsları ve mevcut faaliyetleri müttefikleri uyarmalı ve çıkarlarını güvence altına almak için Yüksek Kuzey çevresindeki varlıklarını arttırmaya ve altyapılarını güçlendirmeye itmelidir.

Dolayısıyla, NATO müttefiklerinin Arktik bölgesine daha fazla müdahil olması, Rusya’nın hırslarına karşı koymak ve bölgede stratejik farkındalığı arttırmak için gerekli olacaktır, ama bu müdahale jeostratejik gerilimlerin artmasına yol açmayacak şekilde artmalıdır. Yeni Rus Denizcilik Doktrini, Moskova’nın hedeflerini ve kontrol arzularını net bir şekilde ortaya koymaktadır ve Çin’in ‘Kutup İpek Yolu’ üzerinden ticari gelir arayışına girme olasılığı ile birlikte, sadece genel anlamda değil, özellikle her birinin karasularını güvence altına almak için askeri varlıklar açısından da varlık artacaktır. Şimdilik Rusya’nın yeni doktrininin ne kadar gerçekçi olduğunu ve NATO’nun Yüksek Kuzey’in istikrarı için ne kadar enerji harcamaya istekli olduğunu izleyeceğiz.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English