Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

“Milliyetçiliğin karşısına enternasyonalizmi koyacağız”

Yayınlanma

Aşağıda, Belarus Komünist Partisi Birinci Sekreteri Aleksey Sokol’un 21 Nisan’da XIV’üncü Kongre’ye sunduğu raporun çevirisi bulunuyor. Bu kongrenin açılışının ertesi günü Minsk’te Uluslararası Antifaşist Forum da toplandı.

Belarus’taki gelişmeler özel bir dikkatle incelenmeyi hak ediyor. Kongre raporu ve ona dair şu görece uzun not, bu incelemeye bir girizgâh olarak değerlendirilmeli.

Belarus KP MK’nın kongre raporunda şu noktalar özellikle önemli:

1) Parti, açıkça Lukaşenko yanlısı bir tutum takınıyor. Raporda adeta, Lukaşenko’nun Komünist Partisi iktidarını temsil ettiği gibi bir tablo çiziliyor. Bu, iki soruyu doğurur. Birincisi, Lukaşenko iktidarı gerçekten işçi sınıfı iktidarı mı? Tartışmalı bir iddia, ancak tamamen yanlış değil. Zira Lukaşenko iktidarını, hangi sınıfların menfaatlerinin ağır bastığına bakarak dönemlere ayırmak gerek. Bunun ayrıntılarına daha sonra gireceğim. Her halükârda, bu ilk sorunun cevabından şu ikinci soruya varılır: Belarus’ta komünist hareketin örgütlenmesi ve yaygınlaşması için elverişli şartlar var mı? Evet, var; Lukaşenko iktidarı işçi sınıfının ve solun örgütlenmesi için son derece elverişli şartlar yaratıyor. Gerçekten de Belarus, Sovyet sonrası Lukaşenkolu tarihi boyunca solun, sosyalistlerin, komünistlerin hiçbir şekilde kovuşturmaya, soruşturmaya, engellemeye maruz kalmadığı tek post-Sovyet ülkesidir.

2) Belarus Komünist Partisi, Rusya ile “Birlik Devleti” girişimini savunuyor. Şimdilik şu kadarını not etmekle yetinmek gerek: “Birlik Devleti” denen şey, hiç değilse teorik veya hukuki olarak Belarus’un siyasi egemenliğini ortadan kaldırmıyor. Eğer AB’nin Avrupa Komisyonu adını taşıyan son derece antidemokratik hatta (Roma tribünlerini bile kıskandıracak kadar) diktatoryal yönetimini hatırlayacak olursak “Birlik Devleti” gerçekte AB’den çok daha gevşek bir “birliği” temsil ediyor. Dolayısıyla Belarus Komünist Partisi’nin “Birlik Devletinden” yana oluşu, onun Kremlin’e angaje olduğu anlamına gelmez.

3) MK’nın raporu çok açık bir şekilde, benim “devlet fetişizmi” dediğim bir olgunun izlerini taşıyor. Devletin fetişleştirilmesi bir Sovyet anlayışıdır ve post-Sovyet coğrafyasında bunun ideolojik olarak ortadan kaldırılması mümkün değildir. Bu bir nesnellik. Post-Sovyet ülkelerinin komünist partilerine bu nesnellik içinde bakmak gerekir. Kaldı ki, kapitalist restorasyon süreci devletin parçalanmasının korkunç sonuçlarını, sadece soygun ve talanın gemi ağzına almasında değil örgütsüz halkla yeni yeşeren oligarklara çalışan çeteler arasında adeta yerel, lokalize iç savaşlar şeklinde de öylesine yakıcı şekilde göstermiştir ki, bu fetişizmi büsbütün pekiştirmiştir. Dolayısıyla “devlet fetişizmi” sadece dudak bükmeyle geçiştirilen bir eleştiri konusu olmamalı ve bu açıdan da değerlendirilmelidir. Buna bir de, Kiev rejiminin Fransa’dan Belarus’un DTED (Digital Terrain Elevation Data) verilerini istediğini ekleyelim. Bu, düşük yüksekliklerde hava saldırıları için hayati önem taşıyan bir veri seti. Paris bu veri setini vermeyi reddettiğini, ama rejimin “başka batılı ülkelere başvurduğunu” sızdırdı. Demek ki Belarus KP, gelişmeleri, Baltık ülkeleri ve Polonya’dan başka Kiev rejiminin de ülkeye karşı saldırı hazırlığı olarak değerlendiriyor.

4) Belarus Komünist Partisi’nin özellikle 2020’de Belarus’ta neoliberal karşı devrim girişiminin ardından teyakkuz halinde olduğu anlaşılıyor. Bu karşı devrimin en başarılı örneği olan Kiev rejimini de doğru değerlendiriyor. (Bu karşı devrim girişimi sırasında olayları YDH ve Sendika.org’da bir dizi yazı ve çeviriyle değerlendirmiştim.)

5) Raporda benim en çok dikkatimi çeken, “siyaset ve ekonominin militarizasyonundan” söz ettiği satırlar oldu. Ben 24 Şubat’tan bu yana çatışmaların doğrudan doğruya bu amaca hizmet ettiğini ve kaçınılmaz olarak bu sürecin derinleşeceğini vurguladım ve bunu teorik açıdan da incelemeye çalıştım; bununla birlikte takip edebildiğim kadarıyla aynı fikirde olan pek az kimse vardı. Avrupa solunda sözgelimi Yeşillerin Alman savaş sanayisiyle ilişkisine dair yazılar yayınlandı; ancak bunun siyasi-teorik sonuçlarını, en önemlisi siyasi militarizasyonu ve bunun (yazılarımda değinmeye çalıştığım gibi) faşistleşme sürecini tamamlayacağını kanıtlayan değerlendirmeler görmedim. Doğrusu bu neredeyse aritmetik doğrunun Belarus’ta da dile getirilmesi şaşırtıcı ve dahası, Belarus solunun feraseti açısından umut verici.

6) Raporda en çok dikkatimi çeken ikinci nokta, okurun da hemen fark edeceği gibi, milliyetçiliğe karşı mücadele çağrısı. Milliyetçilik Belarus toplumunda bir tehdit veya hiç değilse potansiyel bir tehdit olarak görülüyor. Bu milliyetçilik 2020’deki neoliberal karşı devrim girişiminde Rusya ve Rus halkıyla düşmanlık vasıtası olarak kullanıldı. İkincisi, Belarus’un Sovyet toplumu içindeki antifaşist mücadele tarihini karartıyor, hatta bunun yerine faşist işbirlikçiliğini geçiriyor. Oysa, mesela Ukrayna’da nazi işbirlikçiliği çok köklü olduğu ve 1950’lerin ortasına kadar silahlı saldırılarda bulunabilecek gücünü koruduğu halde Belarus’ta böyle bir işbirlikçilik neredeyse hiç olmamıştır. Üçüncüsü, bu milliyetçilik solun sınıf siyasetinin karşısına sınıf işbirlikçiliğini geçiriyor. Demek ki Belarus milliyetçiliği, tıpkı Ukrayna milliyetçiliği gibi, yıkıcı ve işbirlikçi bir rol oynuyor. 

Belarus Komünist Partisi Birinci Sekreteri Aleksey Sokol’un XIV’üncü Kongre’ye sunduğu rapor

Kongre’nin saygıdeğer delegeleri! …

Sanırım kongre delegeleri, benim, başkanımız Aleksandr Lukaşenko’nun Belarus halkına ve Belarus Cumhuriyeti Milli Meclisi’ne yıllık seslenişinde yaptığı değerlendirme, vargı ve önerilerini bütün ve tam olarak destekleme önerimle mutabık kalacaklardır.

Lukaşenko’nun keskinleşen problemlerle ilgili halkla ilkesel, dürüst ve objektif konuşması, dünyada ve Belarus’ta meydana gelen olayları derin ve profesyonel analizi, biz komünistlere, konulan ödevlerin yerine getirilmesinin dolaysız katılımcıları olma, en önemlisi de emekçilerin, ülkenin egemenlik ve bağımsızlığını savunmak için seferber edilmesini sağlama yükümlülüğü yüklüyor.

Her Belarus’un, ülkemizin geleceğini, halkının ve ailesinin refahını düşünen her bir insanın yurtsever olduğuna, Başkan’ın şu çağrılarına kayıtsız ve umarsız kalamayacağına eminim:

— halkımızın birliğini güçlendirme;

— tarihi hakikat için ilkesel bir mücadele yürütme ve gençliğimizi bu mücadelede eğitme;

— Belarus ekonomisinin potansiyelini katlama, halka ait milli zenginlikleri koruma;

— kadınların, ihtiyarların ve çocukların savunulacağı sosyal adalet devletinin inşasına devam etme;

— bağımsız bir dış siyaset sürdürme, sadece Belarus halkına, onun tercih ve geleneklerine saygı duyanlarla açık bir diyalog yürütme;

— devletin savunma kapasitesini yükseltme, Belarus topraklarında barışı koruma ve onu ne pahasına olursa olsun savunmaya hazır olma.

Referandumda yeni anayasanın kabulü, Başkan’ın seslenişine konulan egemenlik ve bağımsızlığı güçlendirme ödevleri, devlet inşasında yeni bir etap başlatıyor.

Demokrasinin geliştirilmesi ve yetkilerin iktidar organları arasında paylaştırılması, halk egemenliğinin sağlamlaştırılması, anayasal Belarus Halk Meclisi’nin kurulması, devlet iktidarının halk önünde sorumluluğunun artırılması ve sosyal adalet siyasetinin güçlendirilmesi etabı.

Sivil toplumun siyasi yapılanması ve geliştirilmesi, bütün hukuki yasama ve yargı alanının anayasanın gereklerine uygun olarak yürütülmesi etabı.

Birlik Devleti oluşturma süreci yeni bir aşamaya girdi, iktisadi entegrasyon bölgesel seviyede de derinleşiyor, Belarus ve Rusya arasında ticaret hacmi büyüyor, savunma kapasitesi yükseliyor.

Başkanların düzenli görüşmeleri, keza hükümetler ve Devlet Duması ile Halk Meclisi bünyesinde parlamenterler seviyesindeki görüşmeler, Birlik Devleti’nin kuruluşu südecini somu eylemlerle tamamlıyor, güveni güçlendiriyor ve halkların planların, Belarus ve Rusya halklarının birlik umutlarının gerçekliğine umudunu esinliyor.

Kongremizin önemi, şiddetle gerginleşen uluslararası ortam tarafından da tayin olunuyor. ABD’nin, kolektif batının, NATO’nun saldırgan siyaseti, dünya siyasi haritasının yeni baştan yapılması girişiminin sonucudur; bunun hedefi, ABD’nin ve Ulusötesi Ortaklık’ın dünya arenasında hâkimiyetinin sağlanmasıdır.

Siyasetin ve ekonominin militarizasyonu, “renkli devrimler” üzerinden kukla devletlerin kurulması, bölgesel askeri çatışmalar ve NATO’nun doğuya ilerlemesi, gerçek anlamda üçüncü dünya savaşına yaklaşıyor.

ABD, Ukrayna’da faşist bir devlet inşa etti, Rusya ile askeri çatışma başlattı; Rusofobi siyasetini hayata geçirmek için neofaşistleri ve neonazileri, ruhbanın (kanonik ortodoksi) yok edilmesini, kendi yurttaşlarına karşı terörü, “hümaniter” ırkçılık ve yapısal milliyetçilik siyasetlerini kullanarak Ukrayna’yı Rusya ve Belarus’a karşı mücadelenin köprübaşına dönüştürdü.

Sınırlarımızda dişlerine kadar silahlı NATO askerleri ökçelerini vuruyorlar, ABD’nin Polonyalı, Letonyalı, Litvanyalı ve Estonyalı plebleri kasalarını bizim topraklarımızdan ele geçirme planları yapıyorlar, çitler inşa ediyor ve sınırları kapatıyorlar; onların Amerikalılar tarafından yerleştirilmiş siyasi kuklaları ise laflarından utanmadan Belarus halkına küstahça hakaret ediyorlar.

Ukrayna’daki vahşi faşist rejim ve onun istihbarat organları Belarus milliyetçilerine silah veriyor, onları ülkemiz topraklarında silahlı provokasyonlara ve terörist eylemlere hazırlıyorlar. Açıktır ki Ukrayna tarafından bizim bağımsızlığımıza karşı kasıtlı, saldırgan bir siyaset izleniyor.

Bütün tebarüzleriyle çağdaş faşizme karşı mücadeleyi örgütleme görevi, partimizin önünde olanca yakıcılığıyla dikilmiştir. Bir ideoloji olarak olduğu kadar Belarus’ta kendine yer bulan milliyetçi önyargılar ve çarpıklıklar olarak da milliyetçiliğe karşı mücadele.

İkinci Dünya Savaşı’nın ve Büyük Anavatan Savaşı’nın sonuçları, açık ve seçik olarak, faşizmin ancak komünistlerin yönetiminde, cephelerde ve cephegerisinde, gerilla birliklerinde ve yeraltı örgütlerinde mücadele yürüterek yenilebileceğini göstermiştir. Komünistler bugün de bu mücadelenin başına geçmekle yükümlüler. Yarın yapılacak olan Uluslararası Antifaşist Forumu, bunun tanığıdır. …

Bu ödevin teorik, tarihi ve pratik meselelerinde sosyal adalet devletinin inşası programının hayata geçirilmesinin siyasi garantörü olmakla yükümlüyüz. Belarus halkı ve Başkan bize güvenebilir.

Ücretli işçilerin menfaatlerini savunuyoruz, buysa Belarus halkının ezici çoğunluğudur; dedelerimizin ve babalarımızın fikir ve geleneklerinin takipçileriyiz; Belarus Cumhuriyeti’nin kalkınması için çağdaş bir sosyal-iktisadi program öneriyoruz; bunun pek çok tezi Başkan’ın programında yansımasını buldu.

Delege yoldaşlar! Sovyetler Birliği’nin canice yıkılmasından ve kapitalizmin restorasyonundan sonra biz, post-Sovyet coğrafyasında elverişli şartlarda çalışan, siyasi baskı ve takibata maruz kalmayan, programını özgürce hayata geçirme imkânına sahip biricik partiyiz.

Bu durum bize özel bir sorumluluk yüklüyor: parti faaliyetini marksizm-leninizmin yaratıcı şekilde geliştirilmesi temelinde hızlandırılmış bir tempoyla modernize etmek ve partiyi çağın zorluklarına uygun olarak yeni, nitelikli bir seviyeye çıkmaya hazırlamak.

Eğer partiyi toplum hayatının, sivil toplum yapısının bütün alanlarına, her bir aileye nüfuz ettirmezsek, parti hücrelerini her bir yerleşim yerinde, emek kolektifinde kurmazsak, yurtsever partilerle, sendikalarla, gazi, kadın ve diğer hareketlerle sıkı, pratik ilişkiler tesis etmezsek, mevcut siyasi anın diğer pek çok görevi gibi bunu yapmak da çok zordur.

Partinin modernizasyonu, parti örgütlerinde ve yönetici organlarda yeni, genç yüzler demektir. Bu, parti içi demokrasinin fraksiyonlara izin vermeksizin geliştirilmesidir. Demokratik merkeziyetçilik ilkelerinin titiz bir şekilde gözetilmesidir. Bu, enformasyon alanında bütün çağdaş gelişmeleri kullanarak ve yapay zekâ teknolojilerinin kullanımıyla uzmanlaşmadır. Bu, Belarus toplumunun bütün kesimleriyle aralıksız bir iletişimdir.

Partinin modernizasyonu her şeyden önce, örgütümüzü bir eylem partisine çeviren ideolojik ve örgütsel birliğin sağlanmasında kompleks bir yaklaşımdır.

Siyasi eğitim ve parti üyelerimizin hızlı bilgilendirmesi olmaksızın, her birimizin halk kitlelerini sınıf menfaatleri için mücadelede birleştirme yönünde aktif tutumu olmaksızın bu çok güçtür.

Dolayısıyla, partinin örgütsel yönetimi meselesi, konulan hedeflere varılması için eylemlerimizin bütünlüğü meselesi, bu köklü meseledir.

Saygıdeğer yoldaşlar!

Bildiğiniz gibi yeni anayasanın kabulü ve siyasi partiler ve sosyal birlikler kanununa getirilen değişiklikler, tüzüğün yeni bir redaksiyonu ve Belarus Komünist Partisi’ni belirtilen şekilde yeniden tescil etme meselesini incelememizi gerekli kılıyor.

Belarus Cumhuriyeti’nde şu kanunlar kabul edildi: “Siyasi partilerin ve diğer sosyal birliklerin faaliyetleri meselesiyle ilgili kanunlarda değişiklik”, “Belarus Halk Meclisi kanunu”, “Sivil toplum kanunu”. Bu nedenle Belarus Komünist Partisi tüzüğünde değişiklikler ve tüzüğe ekler yapma zarureti doğdu. …

Saygıdeğer delegeler! Sanırım kongrede, MK’dan en yeni üyeye kadar bütün seviyelerde, siyasi faaliyetimizde ideolojik çalışmaya yönelik yaklaşımları da eleştirel şekilde analiz etmek zaruridir.

Partimizin örgütsel birliği, ideolojik faaliyette leninist ilkelerin kitleler arasındaki çalışmamıza her gün ne kadar eşlik ettiğine bağlıdır.

2020 olayları, halk kitlelerinde kapitalist ideolojiye yönelik tahammülsüzlüğü şekillendirme zaruretini keskin bir şekilde gösterdi. İşçinin sınıf düşmanının, bağımsızlığımızın düşmanının ideolojisine yönelik tahammülsüzlük.

Ukrayna’da askeri çarpışmanın patlak vermesinin, muhtelif emperyalist askeri blokların kurulmasının, NATO’nun genişlemesinin, siyaset ve ekonominin militarizasyonunun kimin menfaatine olduğu, dünya haritasının yeni baştan siyasi ve askeri olarak çizilmesinin kimin menfaatine olduğu sorusunda bize cevap veren, uluslararası ve yerel siyasi ortamda olayların sınıfsal değerlendirmesindeki partililiktir.

Belarus Cumhuriyeti işçilerine uluslararası sermayenin neden saldırgan bir siyaset izlediğini açıklama, uyanıklık ve en önemlisi de düşman burjuva ideolojisiyle uzlaşmazlık gösterme imkânını bize veren tam da bu sınıfsal yaklaşımdır.

Yoldaşlarımızın, ideolojik düşmanlarımız tarafından, öncelikle de Belarus milliyetçilerinin halkı, bilhassa da gençliği aptallaştırmak ve dumura uğratmak hedefiyle çarpıttıkları tarihin ve tarihi olayların doğrusunu aktif, bilimsel bir şekilde gösterdiklerini belirtmek ve bunun için onlara teşekkür etmek isterim. …

Çalışmamızda yeni yaklaşımlar, Lenin’in “burjuvazinin diplomalı uşakları” diye andığı burjuva ideologlarının toplumumuzda muhtelif görüş açılarının bulunduğunu, “beşinci kolun” olduğunu bilerek kapitalist düzeni güzellediklerini, bu düzenin hayali avantajlarının her türlü propagandasını yaptıklarını, ama emekçilerin canavarca sömürüsü, işsizlik, kapitalist üretim biçiminin doğurduğu sistemsel krizlerin kaçınılmazlığına dair hakikati suskunlukla geçiştirdiklerini, istila savaşlarını ve devlet terörizmini haklı gösterdiklerini, ırkçılık, milliyetçilik, halklar arasında düşmanlık tohumları ektiklerini dikkate almayı gerektiriyor.

Çağdaş iletişim vasıtalarını, öncelikle de internet ve sosyal ağları kullanarak, dezenformasyonun zehirli oklarıyla insanların, öncelikle de gençlerin akıllarını çeliyorlar.

Belarus milliyetçileri bu işte, 2020 olaylarının gösterdiği gibi, onların en iyi yardımcıları, kendi halkının en berbat düşmanları.

ABD emperyalistleri onları ülkedeki yurttaşları bölmek ve aralarında husumetler uyandırmak için kullanıyorlar, dil ve kültür meselelerinde milli hırgürü teşvik ediyorlar.

Her tür burjuva-liberal milliyetçiliği (aslında dizginlerinden boşanmış neofaşizm) kaçınılmaz olarak işçilerin arasına kafa karışıklığı ve yalpalama getiriyor, halkımızın egemenlik ve bağımsızlık, refah ve barış davasına korkunç zararlar veriyor.

Belarus halkının boynuna ulusötesi korporasyonların ilmeğini uzatan, milliyetçiliğin ta kendisi; milliyetçilik bir aptallaştırma, uyuşturma, ahlaki çürütme aracı, başta genç kuşağı, SSCB’de doğmamış olan kuşağı yozlaştırma aracı olarak kullanılıyor.

Bir milletin diğerinin, bir milli kültür diğerinin karşısına konulması, ne şekilde olursa olsun, kaçınılmaz olarak neonazizme evrilen burjuva milliyetçiliğidir. Ve biz, Belarus komünistleri, bu muzır burjuva ideolojisiyle, milliyetçiliğin karşısına enternasyonalizmi koyarak, işçinin bilincinin milliyetçi hezeyanlarla sise bürünmesine izin vermeyerek uzlaşmaz bir mücadele yürütmek zorundayız.

Belarus halkının hakikate, sosyal süreçlerin ve hayatımızdaki olguların derin ve çok yönlü analizine ihtiyacı var. Parti içi enformasyon akışı sistemi geliştirmeli, bunu işlevsel kılmalıyız. Propagandamız ve ajitasyonumuz hakikati sunmalı. Zorluklar ve noksanlar hakkında objektif konuşmalı, bunların nedenlerini ve somut suçluları açığa çıkarmalıyız. …

İdeolojik çalışmanın somutlanması ve etkinliğinin yükseltilmesi, bizden, eğitim işine kompleks bir yaklaşım göstermemizi gerektiriyor. …

Aleksandr Lukaşenko’nun seslenişinde tespit ettiği ödevlerin yerine getirilmesi için bütün etkinlikleri emek ve sosyal aktiviteyi, sosyal ve iktisadi ödevlerin yerine getirilmesinde seferberliğin yükseltilmesine tabi kılmalıyız. Her işçi, köylü, öğrenci, bilim insanı, yaratıcı entelijensiyanın her temsilcisi, en önemli meselenin çözümünün, yani istikrarlı bir iktisadi büyümenin, siyasi bağımsızlığın onun tutumuna bağlı olduğunu ve bunun da onun ve ailesinin, bütün Belarus halkının hayat seviyesinin yükseltilmesi demek olduğunu anlamalıdır. …

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English