Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Modern iktisadi tarihin en akla hayale sığmayacak üç yılı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Avrupa sathında ve ABD’de 2020’de başlayan Kovid salgını, 2021’de hız verilen “yeşil enerjiye geçiş” süreci ve enerji piyasalarının reforme edilerek spekülasyona açık hale getirmesine ek olarak geçen yıl Rusya’nın Ukrayna’ya dönük müdahalesi, bazı iktisatçıların beklediğini aksine “kıyameti” getirmedi. Batı ekonomileri, mevcut durum karşısında beklenenden daha iyi bir performans gösteriyor gibi görünüyor. İspanyol El Pais gazetesine konuşan akademisyen ve think-tanker’lar sürece ilişkin bir dizi yorum yapmış.


Modern iktisadi tarihin en akla hayale sığmayacak üç yılı

Ignacio Fariza — El Pais

12 Mart 2023

Küresel ekonomi, 2020’den bu yana büyük değişim ve zorluklarla karşı karşıya kaldı: Beklenmedik derecede yüksek enflasyon, ani faiz artışları, küreselleşmenin azalması ve enerji geçişi…

Üç yıl önce virüsün hızla yayılması karşısında dünya nefesini tutmuştu, ancak ekonominin birkaç saat içinde çorap söküğü gibi geri döneceğine dair hiçbir öngörü yoktu. Bu faaliyet yapay olarak kış uykusuna yatırılacaktı. Kısacası gezegen, aylarca karantinanın sona ermesini bekleyecekti. Ne sulh döneminde yaşanmış olacak en büyük resesyonun kapıda olduğu ne de barışın Balkanlardan bu yana Avrupa topraklarındaki ilk savaşla sona ermek üzere olduğu ihtimali birilerinin aklına gelmişti. Aynı şekilde enerji ve emtiaların rekor seviyelere ulaşacağı da. Tedarik zincirleri hayal bile edilemeyecek seviyelere gerilecekti. Ve on yıllardır durdurulamayan küreselleşmenin kendisi sorgulanacaktı.

Pandemi, savaş ve dörtnala koşan enflasyonun başlaması, ne kadar ihtimal dışı olursa olsun onlarca yıl boyunca toplumsal hafızada yer edecek türden tuhaf hadiseler. Bu kadar süre içinde bir araya gelmeleri ise daha da nadir. Uzun yıllar IMF’te çalıştıktan sonra şimdi Brookings Enstitüsü’nde görev yapan Gian Maria Milesi-Ferretti, “Bunlar modern ekonomi tarihinin en çılgın üç yılı oldu. O kadar büyük şoklardı ki en durağan ekonomik değişken olan enflasyon bile fırladı” diye özetliyor.

Yaşananlar normal bir ekonomik döngü olmaktan çok uzak, iktisatçı Angel Ubide’nin ifadesiyle “tamamen anormal” bir şey; önce koma, sonra daha önce hiç görülmemiş bir hızlanma ve ardından savaş: “Bunlar her 100 yılda bir gerçekleşen üç ayrı hadise ve üçü de çok kısa bir süre içinde gerçekleşti”. Sonuç: Ekonomik şoklar ve politikalardan oluşan bir takımyıldızı “bunu tamamen benzersiz bir durum” haline getiriyor.

Arcano Research’ten Leopoldo Torralba, “11 Eylül, Büyük Resesyon, Brexit ve Donald Trump’ın iktidara gelişinden bu yana siyah kuğular artık o kadar da siyah değil. Ancak son üç yıl öngörülemezliğin zirvesi oldu, tüm ekonomik değişkenlerde hiç bu kadar oynaklık ve dağılmaya şahit olmamıştık” diyor. BBVA Ekonomik Analiz Başkanı Rafael Doménech ise “Aramızda daha önce hiç böyle zincirleme olaylar yaşamamış birkaç nesil var” yorumunu yapıyor.

London School of Economics (LSE) profesörü Joan Roses’a göre karşılaştırılabilir bir dönem bulmak için Birinci Dünya Savaşı ve 1918 grip salgınından hemen sonraki yıllara geri dönmek gerekiyor: “Şimdi, o zaman olduğu gibi sermayede bir yıkım ve iş gücünde bir daralma yaşanmadı, fakat benzer bir şey görüyoruz: Uzun yıllar boyunca enflasyon vardı ve uluslararası ticaret ağları yok edildi”.

Peterson Enstitüsü’nden Olivier Blanchard, “[2008’deki] küresel mali kriz çok zalimdi ve kontrol edilmesi çok daha zordu diyerek bu görüşe katılmıyor. New York Şehir Üniversitesi’ne iktisat tarihçisi olan Leticia Arroyo, “Şu anda yaşanılanların daha kötü olduğunu düşünmemiz anlaşılabilir ama 20. yüzyılda çok çalkantılı zamanlar yaşadık; iki dünya savaşı, bir buhran ve [1918’deki] başka bir pandemi” anımsatmasını yapıyor. Kendisi de bir tarihçi olan Francisco Comín, “Bu İspanya’da karne uygulamasının sona erdiği 1952 yılından sonra doğan bizlerin yaşadığı en kötü küresel kriz. Ancak en azından şimdiye dek oldukça katlanılabilir bir durumdu” diyor. Dünya Bankası’nın eski iki numarası ve analiz başkanı Anne Krueger, “Başka zalim dönemler de oldu ama son üç yılda yaşananlar kesinlikle eşi benzeri görülmemiş bir durum” diye ekliyor.

Aşağıda, küresel ekonominin pamuk ipliğine bağlı olduğu ve neyse ki hiçbir zaman kopmadığı üç yılın kısa bir anlatımı yer alıyor:

Negatif faiz oranlarından yarım yüzyıldaki en büyük artışa. Pompeu Fabra’dan José García Montalvo, derslerine “faiz oranlarının asla negatif olamayacağı” uyarısıyla başlardı. Artık durum böyle değil. Başta Avrupa, ABD ve Japonya olmak üzere büyük ekonomiler 2020’de paranın değerini yerin dibine batırdı ve bu sıkıntıdan kurtulmak için piyasaları likiditeye boğdu. Amaç yatırım ve talebi canlandırmaktı. Profesör, “Doğal faiz oranı zaten son 30-40 yıldır düşüyordu. Fakat bu negatif faiz dönemi ekonominin temellerini tamamen bozdu” diyor.

Sarkaç göz açıp kapayıncaya kadar bir uçtan diğerine savruldu. Kısıtlamaların sona ermesi, tarihi boyutlara ulaşan tasarrufları serbest bıraktı, talebi artırdı, lojistiği bozdu ve daha sonra Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle daha da şiddetlenen enflasyonist bir tırmanışın temellerini attı. Bu sadece ultra düşük faiz politikasını sona erdirmekle kalmadı; merkez bankaları uzun zamandan beri en büyük faiz artışını gerçekleştirerek gaza bastı. Avrupa Merkez Bankası, tarihindeki en yüksek artışa gidiyor: Yol haritası değişmezse Frankfurt, sadece dokuz ay içinde faizleri yüzde 0’dan yüzde 3,5’e yükseltmiş olacak.

Cenevre’deki Graduate Institute’den Charles Wyplosz, ultra düşük faiz döneminin “büyük etkileri” olacağına inanıyor. Wyplosz, “Kamu borçlarının ödenmesi zorlaşacak ve bu tehlikeli olabilir. Varlık fiyatlarının bir şekilde kalıcı düşmesi gerekecek ve mali piyasalarda büyük bir temizlik bekleyebiliriz. Merkez bankaları geri çekilmesi gereken büyük miktarlarda likidite yarattı. Aşırı bol likiditeden daha az bol likiditeye yumuşak bir geçiş hiç olmadı” ifadelerini kullanıyor.

Yine de ekonomi ayakta duruyor… Neredeyse on yıl boyunca merkez bankaları mali yangının sönmesini engellemek için ellerinden geldiğince odun attılar. Şimdi tam tersini arıyorlar: Yüksek enflasyon onları yangın söndürücüyü çıkarmaya zorladı. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde’a göre “banka, enflasyonun yüzde 2’lik hedefe zamanında geri dönmesini sağlamak için önemli artışlar yapmaya devam edecek ve bunları olabildiğince kısıtlayıcı seviyelerde tutacak”.

Ve yine de ekonomi dayanıyor. Brüksel, ülkeleri enerji kesintileri ve hatta karne olasılığı ile sert bir kış konusunda uyarmıştı. Fakat doğalgaz fiyatları düştü ve böyle bir şey olmadı. García Montalvo, “Ekonominin yapısal parametreleri birkaç yıl öncesine göre farklı bir yönde ilerliyor” diyor. Özel sektörün bilançoları önceki çalkantılara kıyasla çok daha sağlıklı. Ubide, “Bankalar 2010’dan bu yana yeniden sermayelendiriliyor, ailelerin tasarrufları var ve şirketler daha az borçlu. Başlangıç pozisyonu ve uygulanan politikalar da daha iyiydi” diye ekliyor.

Euro Bölgesi, ekonominin son çeyrekte durgunlaşmasının ve istihdamın yüzde 0,3 artmasının ardından 2022 yılını yüzde 3,5’lik bir artışla kapattı. Faiz artırımlarına daha erken başlayan ABD, yılın son döneminde yüzde 0,7’lik bir artışla yılın tamamında yüzde 2,1 büyüdü. Ekonominin gücü, merkez bankalarının yeni bir sıkılaştırma turu konusunda uyarıda bulunmasına yol açtı. ABD Merkez Bankası Başkanı Jerome Powell yeniden gaza basma tehdidinde bulundu. Avrupa’da Merkez Bankası’nın daha Ortodoks kanadı faiz oranlarını yüzde 5’e çıkarmakla tehdit etti bile.

Georgetown’da görev yapan eski IMF yöneticisi Alejandro Werner, para politikasının koruyucularının reaksiyon göstermekte yavaş kaldığını ve bunun da artık çok ileri gitmek zorunda kalma riskini artırdığını kabul ederek bir soru yöneltiyor: “Enflasyonist bir sorunu olan ama eski faaliyet seviyelerini geri kazanmış bir ülkede mi yoksa bunun tam tersinin yaşandığı bir ülkede mi yaşamayı tercih ederiz? Benim için bunun birincisi olduğu çok açık”. New York Şehir Üniversitesi’nden Arroyo’ya göre mesele şu: “Enflasyonu kontrol etmek kolay değil: Enflasyonist atalet bir gün içinde kesilemez”. Arroyo’nun tahminine göre eğer faizler bu hızda artırılmasaydı “enflasyon yüzde 15’e ulaşacak ve hızlanacaktı”.

Asıl mesele, bu faiz artışlarının sık sık dile getirilen resesyona yol açma riski olup olmadığı. Berkeley’den Barry Eichengreen, “Böyle bir risk var ama ekonomik temellerin gücü göz önüne alındığında böyle bir risk varsa bile bunun kısa ve hafif olacağına inanmaya devam ediyorum. Enflasyonun yerleşmesine izin vermek çok daha kötü olur: Bu durumda faizlerin daha da uzun süre yüksek kalması gerekir ki bu da ekonomiye daha fazla zarar verir” diyor.

Kısa devre yapan tedarik zincirlerinden deglobalizasyona, “küresel tıkanıklığa” mı? Bu gazetenin 24 Ekim tarihli birinci sayfası kolektif bir ruh halini yansıtıyordu. Pandemi geride kalmıştı ama tüketicilerin evlerinden binlerce kilometre uzakta üretilen ürünlere erişimini sağlayan küresel tedarik zincirlerinde eşi benzeri görülmemiş bir bozulma şeklinde yeni bir sorun başlığı olarak ortaya çıkıyordu. Bu çark tıkanmıştı: Çipler yetersizdi, Rotterdam’dan gelen bir konteynerin navlunu bir yıl içinde beş kat artmıştı. Yeni bir otomobil ya da çamaşır makinesi almak imkânsız bir hayal haline gelmişti.

Savaş, bu küresel zincirlerin bitişini tamamlayacak ve iş anlayışını değiştirecekti: Dünyanın en ucuz köşesinde üretim yapmaktan en güvenilir köşesinde üretim yapmaya. Son yıllarda dünyanın ekonomik yapısını en çok değiştiren süreç olan küreselleşmenin kendisi tartışılıyor. Werner, “Birdenbire, Şanghay’dan Long Beach’e bir gemi getirmenin Chihuahua’dan San Antonio’ya trenle gitmekten daha belirsiz olduğunu fark ettik. Daha önce ilk rotanın risklerini dikkate almazdık; şimdi alıyoruz ve bu büyük bir değişiklik” diyor. Dolayısıyla Çin’in rolünün de etkilendiği bölgeselleşmiş bir küreselleşmeye doğru ilerliyoruz. Natixis’in Asya-Pasifik baş ekonomisti Alicia Garcia-Herrero, “Herkesin tercih ettiği bir ülkeyken neredeyse bir parya haline geldi. İmajı açıkça bir gerileme yaşadı” ifadelerini kullanıyor.

LSE’den Roses, “İki savaş arası dönemden farklı bir derecede olsa da şimdi de korumacılığa bir dönüş var. Ülkeler arasında siyasi bir mutabakat olmadan küreselleşme de olmaz: O dönemde yaşananlar tekrarlanırsa küreselleşme çöker” yorumunu yapıyor. Roses, o dönemden çıkarılacak en büyük dersin, uluslararası işbirliği olmadan kayıp bir çağla karşı karşıya kalabileceğimiz olduğunu söylüyor. Eichengreen ise daha iyimser: “Küreselleşmenin çöküşünü ispatlayan çok az delil var. Aksin dünya ekonomisinin daha kısa ve daha çeşitlendirilmiş tedarik zincirleriyle yeniden düzenlendiğini görüyoruz. Fakat bu onların ortadan kalktığı anlamına gelmiyor”.

CEPR Başkan Yardımcısı Ugo Panizza, “Geçici gerilimler ve aksaklıklar olacak ve hatta yeni bölgesel ticaret birlikleri görebiliriz” diyor. Cambridge’den Diane Coyle ise “Ancak dünya ekonomisi son derece entegre olmaya devam ediyor. Küreselleşmenin tersine dönmesi halinde ekonomik etki önemli olacak; bu gerçekleşemeyeceği anlamına gelmiyor ama bizi bir çatışma senaryosuna ve potansiyel olarak felaket sonuçlara sokar” uyarısında bulunuyor.

Kamu sektörünün ağırlığı. 2010 yılında uluslararası kurumlar, krizin Avrupa ekonomilerini yıllarca ağırlaştıran aşırı dozdaki kemer sıkma politikalarıyla tedavi edilebileceğinde karar kılmıştı. Pandemi ve enerji krizinin ardından işletmelere ve yurttaşlara art arda gelen iki darbeye halkın tepkisi ise baştan aşağı farklı oldu. Bruegel araştırmacısı Gregory Claeys, “Mali krizden sonra doğru politikalar uygulanmadı. Daha sonra Mario Draghi’nin ne gerekiyorsa yapmasıyla rota düzeltildi. Fakat bu kez maliye ve para politikaları hedefe yönelikti” diyor.

Bağımsız Mali Kurumlar ağına göre geçtiğimiz mayıs ayında enerji krizinin ortasında AB, ülke hazinelerinin şoku durdurmak için 1,3 trilyon euro — GSYİH’nin yüzde 9’u — doğrudan yardım ayırmasından sonra geri çekilmeye hazırlanıyordu. Sadece o zamana kadar başkentler tarafından vergi ve devlet teşviği kurallarının geçici olarak askıya alınmasından istifade edilerek 1000’den fazla tedbir uygulamaya konmuştu.

Bu politikaya ECB’nin 1,7 trilyon euroluk kurtarma paketi eşlik etti ve bu da bol miktarda likidite sağladı. ABD de Joe Biden’ın teşvik planları ve Merkez Bankası’nın devasa borç alımlarıyla aynı yolu izledi. Eichengreen, “En kötü senaryoyu yaşamamamızın başlıca nedeni para ve maliye otoriteleri tarafından atılan etkili ve uyumlu adım” diyerek övgüde bulunuyor: “Beş yıl sonra geriye dönüp baktığımızda para ve maliye politikasını anlama şeklimizin tamamen değiştiğini görebiliriz. Çerçeveler değişti”.

Enerji krizi patlak verdiğinde hükümetler ve merkez bankaları ortak hareket etmeyi bıraktı. Japonya hariç enflasyon, para otoritelerinin geri çekilmeye başlamasına neden oldu. Washington bir yıl önce bilançosunu küçültmeye başlarken Frankfurt da aynısını yapmaya başladı. Mali cephede ise teşvikler devam ediyor. Bruegel’e göre 27 AB üyesi ülke, yurttaşları ve şirketleri korumaya yönelik tedbirler için 681 milyar ayırdı. Bunun 268 milyarı tek bir ülkeye tahsis edildi: O da kartları dağıtan Almanya. Bu harcama, enflasyonla mücadelelerini engellediğini düşünen merkez bankacıları arasında bir dizi kuşkuya yol açtı. IMF’ten Brüksel’e kadar çeşitli kuruluşlar artık daha sıkı bir şekilde çalışıp ayarlamalar yapılmasını talep etmeye başladılar. Fakat on yıl öncesine kıyasla çok çok daha çekingen bir şekilde.

Enerji dönüşümünde hızlanma mı yoksa yavaşlama mı? Uzun süredir kaynamakta olan hammadde krizi, Kremlin’in ilk top mermisinin Ukrayna topraklarına düştüğü anda patlak verdi: Rusya dünyanın en büyük enerji ihracatçısı. Aynı zamanda, ekolojik dönüşümde bir tür körük etkisi yaşandı; kısa vadede fosil yakıtların — özellikle de en kirletici olan kömürün — daha fazla yakılması, fakat aynı zamanda yenilenebilir devrimde benzeri görülmemiş bir hızlanma.

Karbondioksit emisyonları geçen yıl, dünyanın çeşitli bölgelerindeki elektrik üretiminde büyük ölçüde doğalgazdan kömüre geçilmesi nedeniyle yüzde 1 oranında arttı. Başlangıçta öngörülenden daha düşük olsa da Uluslararası Enerji Ajansı’na göre “sürdürülemez” olan bu artış, iklim değişikliğiyle mücadelede kötü bir haber. Fakat gelecekte bu gidişat tersine dönecek: Avrupa’nın enerji bağımsızlığı arzusu, 27 AB üyesi ülkenin rüzgâr ve güneş enerjisine olan bağlılığını artırdı. Ve hem ABD’nin Enflasyon Düşürme Yasası hem de AB’nin RepowerEU’su her iki teknolojiye yatırım için teşvikler ekleyecek.

Bank of America’da emtia ve türev ürünler başkanı olan Francisco Blanch, “Enerji dönüşümü şüphesiz hızlanacak; silah zoruyla ama hızlanacak” diyor. Bunun iki sebebi var: “Yüksek fiyatlar tasarruf çabasına yol açtığı için petrolü alıp götürdü ve yenilenebilir enerji kaynaklarında çok fazla ilerleme kaydedildi”.

Geleneksel sektörler ve teknoloji sektörleri arasındaki salınımlar. Son iki gerileme dönemine borsalarda muazzam bir dalgalanma eşlik etti ve her iki şokun da kazananları ile kaybedenleri arasında hızlı değişimler yaşandı. 2020’de teknoloji devleri uzaktan çalışmanın etkisiyle galip gelirken kripto para balonu şişti. Google’ın Avrupa Başkanı Matt Brittin, o dönemde El Pais’e verdiği demeçte, “Beş ay içinde beş yıllık bir teknolojik değişim yaşadık” demişti. Bu değişim kalıcı olmadı. Sadece iki yıl sonra, teknoloji şirketleri fazla iyimser olduklarını kabul etmek zorunda kaldılar ve toplu işten çıkarmalar başlattılar.

Eski ABD Hazine Bakanı Larry Summers, bu hafta katıldığı bir konferansta “Bu politika yatırımları teşvik etti mi bilmiyorum ama zombi şirketlerin varlığını sürdürmeye devam etmesi ve balonlar oluşması riskini arttırdı,” dedi. Bunların yerine, krizden bir tür talih kuşu kârıyla istifade eden iki geleneksel sektör ortaya çıktı: Para değerindeki düşüşten istifade eden enerji ve bankacılık.

Çözülmemiş iki bulmaca: Vergi gelirleri ve iş gücü piyasası. Pandemi öncesi küresel ekonomik havayı yeniden yakalayan Batı’da vergi tahsilatı daha önce görülmemiş seviyelere yükseldi. Bu kısmen yeraltı faaliyetlerinin ortaya çıkmasından —şirketlere ve işçilere şartlı yardım; daha düşük nakit ödemeleri— kısmen de enflasyondaki artıştan kaynaklanıyor. Fakat bulmacayı tüm boyutlarıyla anlamak için hala eksik olan unsurlar var: Bu krizin iki kara kutusundan biri olan bu konuya yalnızca zaman ışık tutabilir.

İkincisi ise işsizlik. Özellikle de ABD’de kendine özgü bir şekilde iş gücü piyasasının istediği gibi hareket etmesine imkan veren ve yurttaşlarını korumak için ERTE’yi [İspanya’nın geçici izin programı] değil maaş çeklerini tercih eden bir ülkede. 2020’nin nisan ayının o vahim günlerinde ekonomi yüzde 50 oranda çalışırken ve dünya evinde hiç gelmeyecekmiş gibi görünen bir yeniden açılmayı beklerken neredeyse her yedi Amerikalıdan biri — yüzde 14,7 — işsizdi ve bu, verilerin mevcut olduğu tarihten bu yana en yüksek orandı. Bugün ise her 30 Amerikalıdan yalnızca biri işsiz —yüzde 3,6— ve bu, 1969’un mayıs ayından bu yana en düşük seviye.

İstihdam yalnızca pandeminin en kötü dönemlerinde beklenenden daha iyi bir şekilde ayakta kalmakla kalmadı, aynı zamanda toparlanması da herkesin tahmin edebileceğinden çok daha hızlı oldu. Atalet — Atlantik’in her iki yakasında da iş gücü piyasaları Büyük Resesyon’a minimum boşluk oranlarıyla girdi — bu toparlanmanın bir kısmını açıklıyor. ABD’de Trump’ın göçmenler aleyhindeki politikaları da ek bir açıklama sunuyor. Ancak daha aydınlatılması gereken çok şey var.

“Hala üzerinde çalışıyoruz,” itirafında bulunan BBVA’dan Domenech, “Bize üç yıl önce arada Avrupa’da bir savaş olsa bile, bugün bulunduğumuz yerde olacağımızı söyleselerdi inanmazdık. Fakat dikkatli olun, zira bu çoklu kriz henüz tamamen sona ermiş değil” uyarısını yapıyor. Arcano’dan Torralba ise “Şu anki risk, piyasalarla oynadıkları ayna oyununda merkez bankalarının çok ileri gitmeleri” diye ekliyor.

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English