Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Modern iktisadi tarihin en akla hayale sığmayacak üç yılı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Avrupa sathında ve ABD’de 2020’de başlayan Kovid salgını, 2021’de hız verilen “yeşil enerjiye geçiş” süreci ve enerji piyasalarının reforme edilerek spekülasyona açık hale getirmesine ek olarak geçen yıl Rusya’nın Ukrayna’ya dönük müdahalesi, bazı iktisatçıların beklediğini aksine “kıyameti” getirmedi. Batı ekonomileri, mevcut durum karşısında beklenenden daha iyi bir performans gösteriyor gibi görünüyor. İspanyol El Pais gazetesine konuşan akademisyen ve think-tanker’lar sürece ilişkin bir dizi yorum yapmış.


Modern iktisadi tarihin en akla hayale sığmayacak üç yılı

Ignacio Fariza — El Pais

12 Mart 2023

Küresel ekonomi, 2020’den bu yana büyük değişim ve zorluklarla karşı karşıya kaldı: Beklenmedik derecede yüksek enflasyon, ani faiz artışları, küreselleşmenin azalması ve enerji geçişi…

Üç yıl önce virüsün hızla yayılması karşısında dünya nefesini tutmuştu, ancak ekonominin birkaç saat içinde çorap söküğü gibi geri döneceğine dair hiçbir öngörü yoktu. Bu faaliyet yapay olarak kış uykusuna yatırılacaktı. Kısacası gezegen, aylarca karantinanın sona ermesini bekleyecekti. Ne sulh döneminde yaşanmış olacak en büyük resesyonun kapıda olduğu ne de barışın Balkanlardan bu yana Avrupa topraklarındaki ilk savaşla sona ermek üzere olduğu ihtimali birilerinin aklına gelmişti. Aynı şekilde enerji ve emtiaların rekor seviyelere ulaşacağı da. Tedarik zincirleri hayal bile edilemeyecek seviyelere gerilecekti. Ve on yıllardır durdurulamayan küreselleşmenin kendisi sorgulanacaktı.

Pandemi, savaş ve dörtnala koşan enflasyonun başlaması, ne kadar ihtimal dışı olursa olsun onlarca yıl boyunca toplumsal hafızada yer edecek türden tuhaf hadiseler. Bu kadar süre içinde bir araya gelmeleri ise daha da nadir. Uzun yıllar IMF’te çalıştıktan sonra şimdi Brookings Enstitüsü’nde görev yapan Gian Maria Milesi-Ferretti, “Bunlar modern ekonomi tarihinin en çılgın üç yılı oldu. O kadar büyük şoklardı ki en durağan ekonomik değişken olan enflasyon bile fırladı” diye özetliyor.

Yaşananlar normal bir ekonomik döngü olmaktan çok uzak, iktisatçı Angel Ubide’nin ifadesiyle “tamamen anormal” bir şey; önce koma, sonra daha önce hiç görülmemiş bir hızlanma ve ardından savaş: “Bunlar her 100 yılda bir gerçekleşen üç ayrı hadise ve üçü de çok kısa bir süre içinde gerçekleşti”. Sonuç: Ekonomik şoklar ve politikalardan oluşan bir takımyıldızı “bunu tamamen benzersiz bir durum” haline getiriyor.

Arcano Research’ten Leopoldo Torralba, “11 Eylül, Büyük Resesyon, Brexit ve Donald Trump’ın iktidara gelişinden bu yana siyah kuğular artık o kadar da siyah değil. Ancak son üç yıl öngörülemezliğin zirvesi oldu, tüm ekonomik değişkenlerde hiç bu kadar oynaklık ve dağılmaya şahit olmamıştık” diyor. BBVA Ekonomik Analiz Başkanı Rafael Doménech ise “Aramızda daha önce hiç böyle zincirleme olaylar yaşamamış birkaç nesil var” yorumunu yapıyor.

London School of Economics (LSE) profesörü Joan Roses’a göre karşılaştırılabilir bir dönem bulmak için Birinci Dünya Savaşı ve 1918 grip salgınından hemen sonraki yıllara geri dönmek gerekiyor: “Şimdi, o zaman olduğu gibi sermayede bir yıkım ve iş gücünde bir daralma yaşanmadı, fakat benzer bir şey görüyoruz: Uzun yıllar boyunca enflasyon vardı ve uluslararası ticaret ağları yok edildi”.

Peterson Enstitüsü’nden Olivier Blanchard, “[2008’deki] küresel mali kriz çok zalimdi ve kontrol edilmesi çok daha zordu diyerek bu görüşe katılmıyor. New York Şehir Üniversitesi’ne iktisat tarihçisi olan Leticia Arroyo, “Şu anda yaşanılanların daha kötü olduğunu düşünmemiz anlaşılabilir ama 20. yüzyılda çok çalkantılı zamanlar yaşadık; iki dünya savaşı, bir buhran ve [1918’deki] başka bir pandemi” anımsatmasını yapıyor. Kendisi de bir tarihçi olan Francisco Comín, “Bu İspanya’da karne uygulamasının sona erdiği 1952 yılından sonra doğan bizlerin yaşadığı en kötü küresel kriz. Ancak en azından şimdiye dek oldukça katlanılabilir bir durumdu” diyor. Dünya Bankası’nın eski iki numarası ve analiz başkanı Anne Krueger, “Başka zalim dönemler de oldu ama son üç yılda yaşananlar kesinlikle eşi benzeri görülmemiş bir durum” diye ekliyor.

Aşağıda, küresel ekonominin pamuk ipliğine bağlı olduğu ve neyse ki hiçbir zaman kopmadığı üç yılın kısa bir anlatımı yer alıyor:

Negatif faiz oranlarından yarım yüzyıldaki en büyük artışa. Pompeu Fabra’dan José García Montalvo, derslerine “faiz oranlarının asla negatif olamayacağı” uyarısıyla başlardı. Artık durum böyle değil. Başta Avrupa, ABD ve Japonya olmak üzere büyük ekonomiler 2020’de paranın değerini yerin dibine batırdı ve bu sıkıntıdan kurtulmak için piyasaları likiditeye boğdu. Amaç yatırım ve talebi canlandırmaktı. Profesör, “Doğal faiz oranı zaten son 30-40 yıldır düşüyordu. Fakat bu negatif faiz dönemi ekonominin temellerini tamamen bozdu” diyor.

Sarkaç göz açıp kapayıncaya kadar bir uçtan diğerine savruldu. Kısıtlamaların sona ermesi, tarihi boyutlara ulaşan tasarrufları serbest bıraktı, talebi artırdı, lojistiği bozdu ve daha sonra Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle daha da şiddetlenen enflasyonist bir tırmanışın temellerini attı. Bu sadece ultra düşük faiz politikasını sona erdirmekle kalmadı; merkez bankaları uzun zamandan beri en büyük faiz artışını gerçekleştirerek gaza bastı. Avrupa Merkez Bankası, tarihindeki en yüksek artışa gidiyor: Yol haritası değişmezse Frankfurt, sadece dokuz ay içinde faizleri yüzde 0’dan yüzde 3,5’e yükseltmiş olacak.

Cenevre’deki Graduate Institute’den Charles Wyplosz, ultra düşük faiz döneminin “büyük etkileri” olacağına inanıyor. Wyplosz, “Kamu borçlarının ödenmesi zorlaşacak ve bu tehlikeli olabilir. Varlık fiyatlarının bir şekilde kalıcı düşmesi gerekecek ve mali piyasalarda büyük bir temizlik bekleyebiliriz. Merkez bankaları geri çekilmesi gereken büyük miktarlarda likidite yarattı. Aşırı bol likiditeden daha az bol likiditeye yumuşak bir geçiş hiç olmadı” ifadelerini kullanıyor.

Yine de ekonomi ayakta duruyor… Neredeyse on yıl boyunca merkez bankaları mali yangının sönmesini engellemek için ellerinden geldiğince odun attılar. Şimdi tam tersini arıyorlar: Yüksek enflasyon onları yangın söndürücüyü çıkarmaya zorladı. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde’a göre “banka, enflasyonun yüzde 2’lik hedefe zamanında geri dönmesini sağlamak için önemli artışlar yapmaya devam edecek ve bunları olabildiğince kısıtlayıcı seviyelerde tutacak”.

Ve yine de ekonomi dayanıyor. Brüksel, ülkeleri enerji kesintileri ve hatta karne olasılığı ile sert bir kış konusunda uyarmıştı. Fakat doğalgaz fiyatları düştü ve böyle bir şey olmadı. García Montalvo, “Ekonominin yapısal parametreleri birkaç yıl öncesine göre farklı bir yönde ilerliyor” diyor. Özel sektörün bilançoları önceki çalkantılara kıyasla çok daha sağlıklı. Ubide, “Bankalar 2010’dan bu yana yeniden sermayelendiriliyor, ailelerin tasarrufları var ve şirketler daha az borçlu. Başlangıç pozisyonu ve uygulanan politikalar da daha iyiydi” diye ekliyor.

Euro Bölgesi, ekonominin son çeyrekte durgunlaşmasının ve istihdamın yüzde 0,3 artmasının ardından 2022 yılını yüzde 3,5’lik bir artışla kapattı. Faiz artırımlarına daha erken başlayan ABD, yılın son döneminde yüzde 0,7’lik bir artışla yılın tamamında yüzde 2,1 büyüdü. Ekonominin gücü, merkez bankalarının yeni bir sıkılaştırma turu konusunda uyarıda bulunmasına yol açtı. ABD Merkez Bankası Başkanı Jerome Powell yeniden gaza basma tehdidinde bulundu. Avrupa’da Merkez Bankası’nın daha Ortodoks kanadı faiz oranlarını yüzde 5’e çıkarmakla tehdit etti bile.

Georgetown’da görev yapan eski IMF yöneticisi Alejandro Werner, para politikasının koruyucularının reaksiyon göstermekte yavaş kaldığını ve bunun da artık çok ileri gitmek zorunda kalma riskini artırdığını kabul ederek bir soru yöneltiyor: “Enflasyonist bir sorunu olan ama eski faaliyet seviyelerini geri kazanmış bir ülkede mi yoksa bunun tam tersinin yaşandığı bir ülkede mi yaşamayı tercih ederiz? Benim için bunun birincisi olduğu çok açık”. New York Şehir Üniversitesi’nden Arroyo’ya göre mesele şu: “Enflasyonu kontrol etmek kolay değil: Enflasyonist atalet bir gün içinde kesilemez”. Arroyo’nun tahminine göre eğer faizler bu hızda artırılmasaydı “enflasyon yüzde 15’e ulaşacak ve hızlanacaktı”.

Asıl mesele, bu faiz artışlarının sık sık dile getirilen resesyona yol açma riski olup olmadığı. Berkeley’den Barry Eichengreen, “Böyle bir risk var ama ekonomik temellerin gücü göz önüne alındığında böyle bir risk varsa bile bunun kısa ve hafif olacağına inanmaya devam ediyorum. Enflasyonun yerleşmesine izin vermek çok daha kötü olur: Bu durumda faizlerin daha da uzun süre yüksek kalması gerekir ki bu da ekonomiye daha fazla zarar verir” diyor.

Kısa devre yapan tedarik zincirlerinden deglobalizasyona, “küresel tıkanıklığa” mı? Bu gazetenin 24 Ekim tarihli birinci sayfası kolektif bir ruh halini yansıtıyordu. Pandemi geride kalmıştı ama tüketicilerin evlerinden binlerce kilometre uzakta üretilen ürünlere erişimini sağlayan küresel tedarik zincirlerinde eşi benzeri görülmemiş bir bozulma şeklinde yeni bir sorun başlığı olarak ortaya çıkıyordu. Bu çark tıkanmıştı: Çipler yetersizdi, Rotterdam’dan gelen bir konteynerin navlunu bir yıl içinde beş kat artmıştı. Yeni bir otomobil ya da çamaşır makinesi almak imkânsız bir hayal haline gelmişti.

Savaş, bu küresel zincirlerin bitişini tamamlayacak ve iş anlayışını değiştirecekti: Dünyanın en ucuz köşesinde üretim yapmaktan en güvenilir köşesinde üretim yapmaya. Son yıllarda dünyanın ekonomik yapısını en çok değiştiren süreç olan küreselleşmenin kendisi tartışılıyor. Werner, “Birdenbire, Şanghay’dan Long Beach’e bir gemi getirmenin Chihuahua’dan San Antonio’ya trenle gitmekten daha belirsiz olduğunu fark ettik. Daha önce ilk rotanın risklerini dikkate almazdık; şimdi alıyoruz ve bu büyük bir değişiklik” diyor. Dolayısıyla Çin’in rolünün de etkilendiği bölgeselleşmiş bir küreselleşmeye doğru ilerliyoruz. Natixis’in Asya-Pasifik baş ekonomisti Alicia Garcia-Herrero, “Herkesin tercih ettiği bir ülkeyken neredeyse bir parya haline geldi. İmajı açıkça bir gerileme yaşadı” ifadelerini kullanıyor.

LSE’den Roses, “İki savaş arası dönemden farklı bir derecede olsa da şimdi de korumacılığa bir dönüş var. Ülkeler arasında siyasi bir mutabakat olmadan küreselleşme de olmaz: O dönemde yaşananlar tekrarlanırsa küreselleşme çöker” yorumunu yapıyor. Roses, o dönemden çıkarılacak en büyük dersin, uluslararası işbirliği olmadan kayıp bir çağla karşı karşıya kalabileceğimiz olduğunu söylüyor. Eichengreen ise daha iyimser: “Küreselleşmenin çöküşünü ispatlayan çok az delil var. Aksin dünya ekonomisinin daha kısa ve daha çeşitlendirilmiş tedarik zincirleriyle yeniden düzenlendiğini görüyoruz. Fakat bu onların ortadan kalktığı anlamına gelmiyor”.

CEPR Başkan Yardımcısı Ugo Panizza, “Geçici gerilimler ve aksaklıklar olacak ve hatta yeni bölgesel ticaret birlikleri görebiliriz” diyor. Cambridge’den Diane Coyle ise “Ancak dünya ekonomisi son derece entegre olmaya devam ediyor. Küreselleşmenin tersine dönmesi halinde ekonomik etki önemli olacak; bu gerçekleşemeyeceği anlamına gelmiyor ama bizi bir çatışma senaryosuna ve potansiyel olarak felaket sonuçlara sokar” uyarısında bulunuyor.

Kamu sektörünün ağırlığı. 2010 yılında uluslararası kurumlar, krizin Avrupa ekonomilerini yıllarca ağırlaştıran aşırı dozdaki kemer sıkma politikalarıyla tedavi edilebileceğinde karar kılmıştı. Pandemi ve enerji krizinin ardından işletmelere ve yurttaşlara art arda gelen iki darbeye halkın tepkisi ise baştan aşağı farklı oldu. Bruegel araştırmacısı Gregory Claeys, “Mali krizden sonra doğru politikalar uygulanmadı. Daha sonra Mario Draghi’nin ne gerekiyorsa yapmasıyla rota düzeltildi. Fakat bu kez maliye ve para politikaları hedefe yönelikti” diyor.

Bağımsız Mali Kurumlar ağına göre geçtiğimiz mayıs ayında enerji krizinin ortasında AB, ülke hazinelerinin şoku durdurmak için 1,3 trilyon euro — GSYİH’nin yüzde 9’u — doğrudan yardım ayırmasından sonra geri çekilmeye hazırlanıyordu. Sadece o zamana kadar başkentler tarafından vergi ve devlet teşviği kurallarının geçici olarak askıya alınmasından istifade edilerek 1000’den fazla tedbir uygulamaya konmuştu.

Bu politikaya ECB’nin 1,7 trilyon euroluk kurtarma paketi eşlik etti ve bu da bol miktarda likidite sağladı. ABD de Joe Biden’ın teşvik planları ve Merkez Bankası’nın devasa borç alımlarıyla aynı yolu izledi. Eichengreen, “En kötü senaryoyu yaşamamamızın başlıca nedeni para ve maliye otoriteleri tarafından atılan etkili ve uyumlu adım” diyerek övgüde bulunuyor: “Beş yıl sonra geriye dönüp baktığımızda para ve maliye politikasını anlama şeklimizin tamamen değiştiğini görebiliriz. Çerçeveler değişti”.

Enerji krizi patlak verdiğinde hükümetler ve merkez bankaları ortak hareket etmeyi bıraktı. Japonya hariç enflasyon, para otoritelerinin geri çekilmeye başlamasına neden oldu. Washington bir yıl önce bilançosunu küçültmeye başlarken Frankfurt da aynısını yapmaya başladı. Mali cephede ise teşvikler devam ediyor. Bruegel’e göre 27 AB üyesi ülke, yurttaşları ve şirketleri korumaya yönelik tedbirler için 681 milyar ayırdı. Bunun 268 milyarı tek bir ülkeye tahsis edildi: O da kartları dağıtan Almanya. Bu harcama, enflasyonla mücadelelerini engellediğini düşünen merkez bankacıları arasında bir dizi kuşkuya yol açtı. IMF’ten Brüksel’e kadar çeşitli kuruluşlar artık daha sıkı bir şekilde çalışıp ayarlamalar yapılmasını talep etmeye başladılar. Fakat on yıl öncesine kıyasla çok çok daha çekingen bir şekilde.

Enerji dönüşümünde hızlanma mı yoksa yavaşlama mı? Uzun süredir kaynamakta olan hammadde krizi, Kremlin’in ilk top mermisinin Ukrayna topraklarına düştüğü anda patlak verdi: Rusya dünyanın en büyük enerji ihracatçısı. Aynı zamanda, ekolojik dönüşümde bir tür körük etkisi yaşandı; kısa vadede fosil yakıtların — özellikle de en kirletici olan kömürün — daha fazla yakılması, fakat aynı zamanda yenilenebilir devrimde benzeri görülmemiş bir hızlanma.

Karbondioksit emisyonları geçen yıl, dünyanın çeşitli bölgelerindeki elektrik üretiminde büyük ölçüde doğalgazdan kömüre geçilmesi nedeniyle yüzde 1 oranında arttı. Başlangıçta öngörülenden daha düşük olsa da Uluslararası Enerji Ajansı’na göre “sürdürülemez” olan bu artış, iklim değişikliğiyle mücadelede kötü bir haber. Fakat gelecekte bu gidişat tersine dönecek: Avrupa’nın enerji bağımsızlığı arzusu, 27 AB üyesi ülkenin rüzgâr ve güneş enerjisine olan bağlılığını artırdı. Ve hem ABD’nin Enflasyon Düşürme Yasası hem de AB’nin RepowerEU’su her iki teknolojiye yatırım için teşvikler ekleyecek.

Bank of America’da emtia ve türev ürünler başkanı olan Francisco Blanch, “Enerji dönüşümü şüphesiz hızlanacak; silah zoruyla ama hızlanacak” diyor. Bunun iki sebebi var: “Yüksek fiyatlar tasarruf çabasına yol açtığı için petrolü alıp götürdü ve yenilenebilir enerji kaynaklarında çok fazla ilerleme kaydedildi”.

Geleneksel sektörler ve teknoloji sektörleri arasındaki salınımlar. Son iki gerileme dönemine borsalarda muazzam bir dalgalanma eşlik etti ve her iki şokun da kazananları ile kaybedenleri arasında hızlı değişimler yaşandı. 2020’de teknoloji devleri uzaktan çalışmanın etkisiyle galip gelirken kripto para balonu şişti. Google’ın Avrupa Başkanı Matt Brittin, o dönemde El Pais’e verdiği demeçte, “Beş ay içinde beş yıllık bir teknolojik değişim yaşadık” demişti. Bu değişim kalıcı olmadı. Sadece iki yıl sonra, teknoloji şirketleri fazla iyimser olduklarını kabul etmek zorunda kaldılar ve toplu işten çıkarmalar başlattılar.

Eski ABD Hazine Bakanı Larry Summers, bu hafta katıldığı bir konferansta “Bu politika yatırımları teşvik etti mi bilmiyorum ama zombi şirketlerin varlığını sürdürmeye devam etmesi ve balonlar oluşması riskini arttırdı,” dedi. Bunların yerine, krizden bir tür talih kuşu kârıyla istifade eden iki geleneksel sektör ortaya çıktı: Para değerindeki düşüşten istifade eden enerji ve bankacılık.

Çözülmemiş iki bulmaca: Vergi gelirleri ve iş gücü piyasası. Pandemi öncesi küresel ekonomik havayı yeniden yakalayan Batı’da vergi tahsilatı daha önce görülmemiş seviyelere yükseldi. Bu kısmen yeraltı faaliyetlerinin ortaya çıkmasından —şirketlere ve işçilere şartlı yardım; daha düşük nakit ödemeleri— kısmen de enflasyondaki artıştan kaynaklanıyor. Fakat bulmacayı tüm boyutlarıyla anlamak için hala eksik olan unsurlar var: Bu krizin iki kara kutusundan biri olan bu konuya yalnızca zaman ışık tutabilir.

İkincisi ise işsizlik. Özellikle de ABD’de kendine özgü bir şekilde iş gücü piyasasının istediği gibi hareket etmesine imkan veren ve yurttaşlarını korumak için ERTE’yi [İspanya’nın geçici izin programı] değil maaş çeklerini tercih eden bir ülkede. 2020’nin nisan ayının o vahim günlerinde ekonomi yüzde 50 oranda çalışırken ve dünya evinde hiç gelmeyecekmiş gibi görünen bir yeniden açılmayı beklerken neredeyse her yedi Amerikalıdan biri — yüzde 14,7 — işsizdi ve bu, verilerin mevcut olduğu tarihten bu yana en yüksek orandı. Bugün ise her 30 Amerikalıdan yalnızca biri işsiz —yüzde 3,6— ve bu, 1969’un mayıs ayından bu yana en düşük seviye.

İstihdam yalnızca pandeminin en kötü dönemlerinde beklenenden daha iyi bir şekilde ayakta kalmakla kalmadı, aynı zamanda toparlanması da herkesin tahmin edebileceğinden çok daha hızlı oldu. Atalet — Atlantik’in her iki yakasında da iş gücü piyasaları Büyük Resesyon’a minimum boşluk oranlarıyla girdi — bu toparlanmanın bir kısmını açıklıyor. ABD’de Trump’ın göçmenler aleyhindeki politikaları da ek bir açıklama sunuyor. Ancak daha aydınlatılması gereken çok şey var.

“Hala üzerinde çalışıyoruz,” itirafında bulunan BBVA’dan Domenech, “Bize üç yıl önce arada Avrupa’da bir savaş olsa bile, bugün bulunduğumuz yerde olacağımızı söyleselerdi inanmazdık. Fakat dikkatli olun, zira bu çoklu kriz henüz tamamen sona ermiş değil” uyarısını yapıyor. Arcano’dan Torralba ise “Şu anki risk, piyasalarla oynadıkları ayna oyununda merkez bankalarının çok ileri gitmeleri” diye ekliyor.

Dünya Basını

Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Yazar

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.

Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:

***

Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde

Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.

Yuval Yoaz / Times of Israel

Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.

Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.

FT: İsrail anayasal krizin eşiğinde

Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.

Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.

Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.

Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.

Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.

Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.

Yüksek Mahkeme, Şin-Bet kararına itirazları dinledi

Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.

Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:

  • Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
  • Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
  • Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
  • Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
  • Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.

Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.

Netanyahu’dan yargı kararını tanımama sinyali

Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.

Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:

Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.

İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.

Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.

Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.

Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.


Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor

David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.

Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.

Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.

Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.

Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.

Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.

Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.

Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur.  Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.

Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.

Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.

Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.

Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.

Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.

Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.

Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.

Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.

Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.

Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.

Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.

Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.

Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Yayınlanma

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015

Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.

Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.

Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?

Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.

Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.

Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)

Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.

Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.

Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.

ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.

Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.

Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.

Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.

Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.

Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.

Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.

Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.

ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.

Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.

Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.

Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.

Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English