Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ölümcül helikopter kazasının ardından İran’ın geleceği

Yayınlanma

Mohammad Mazhari, İranlı gazeteci

Aralarında Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Dışişleri Bakanı Hüseyin Emirabdullahiyan ve yedi diğer üst düzey İranlı yetkilinin bulunduğu son helikopter kazası, İran’ın siyasi manzarasına önemli bir gölge düşürdü ve ülkenin yakın siyasi geleceği ve uzun vadeli istikrarı hakkında acil sorular ortaya çıkardı.

Yetkililer, Reisi ve arkadaşlarının helikopterin yoğun siste düşmesi sonucu öldüğünü bildirdi. Kazanın nedeni henüz doğrulanmamış olsa da, birçok gözlemci ve sosyal medya kullanıcısı, düşman ülkeler ve iç rakiplerden olumsuz hava koşullarına veya mekanik bir arızaya kadar değişen olası suçlular hakkında spekülasyon yaptı.

İran anayasasına göre, cumhurbaşkanının görev yapamaz hale gelmesi ya da ölmesi durumunda, cumhurbaşkanı birinci yardımcısı Muhammed Mokhber, 50 gün içinde yeni seçimler yapılana kadar geçici olarak cumhurbaşkanlığını üstlenmekle görevlendirilmiştir.

Devrim Muhafızları Ordusu’nun eski bir subayı ve Dini Lider Ali Hamaney’in yakın müttefiki olan  Mokhber’in mevcut siyasi gidişatı sürdürmesi bekleniyor. Zira İran’da gerçek güç, hükümetin yürütme, yargı ve yasama organları üzerinde nihai yetkiye sahip olan Dini Lider’e aittir.

Reisi’nin ölümü, son parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki düşük katılım oranlarının ardından halefi hakkındaki spekülasyonları yoğunlaştırdı. 59.310.307 seçmenin oy kullanma hakkına sahip olduğu 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım oranı yüzde 48,8 ile İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde şimdiye kadarki en düşük oran olurken, 1989’daki yüzde 51’lik bir önceki düşük oranın da altında kaldı. Benzer şekilde, her ikisi de 1 Mart’ta gerçekleşen parlamento ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinde seçmenlerin sadece %41’i sandığa gitti; İran’ın 61 milyon seçme hakkı olan seçmeninden yaklaşık 25 milyonu oy kullandı.

Bu trajik olay hiç şüphesiz İran’ı bir belirsizlik dönemine sürüklemiştir ve yaklaşan seçimlerin ülkenin geleceği açısından kritik bir dönüm noktası olması muhtemeldir.

Erken cumhurbaşkanlığı seçimleri İslam Cumhuriyeti’ne ve devletin üst kademelerine gidişatı tersine çevirmek ve hayal kırıklığına uğramış seçmenleri yeniden kazanmak için önemli bir fırsat sunabilir. Ancak bunun için, giderek daralan bir siyasi çemberi genişletmeye yönelik stratejik bir karar alınması gerekiyor. Şimdiye kadar siyaset kurumunun eğilimi muhafazakar yönetimi ikiye katlamak yönünde olmuştur.

Muhafız Konseyi’nin, eski Meclis Başkanı Ali Laricani gibi önde gelen isimlerin cumhurbaşkanlığı yarışında yarışmasını engelleyen toplu diskalifiye kararları, İbrahim Reisi’nin 2021’de cumhurbaşkanlığına yükselmesinin yolunu etkili bir şekilde açtı. Bu diskalifiye politikası, eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Uzmanlar Meclisi’ne girmesinin yasaklandığı 2024 parlamento ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinde de devam etti.

Cumhurbaşkanlığı için aday olabilecek önemli siyasetçiler arasında eski Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Eshagh Jahangiri, her ikisi de reformcu gruptan olan mevcut milletvekili Masoud Pezeshkian, mevcut Meclis Başkanı Mohammad Bagher Ghalibaf ve büyük olasılıkla her ikisi de muhafazakar gruba atfedilen mevcut geçici cumhurbaşkanı Mohammad Mokhber yer almaktadır.

Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) ile yakın bağları olan Ghalibaf ya da Mokhber’in iktidara gelmesi halinde, DMO’nun devlet kurumları üzerindeki etkisinin artacağını öngörebiliriz. DMO ekonominin hayati bölümlerini kontrol etmekte ve askeri ve güvenlik politikaları üzerinde önemli bir etkiye sahip bulunmaktadır. Generaller şüphesiz ki Reisi sonrası dönemi iç kamuoyundaki etkilerini derinleştirmek için kullanmaya çalışacaklardır.

Ancak bu gidişat birçok üst düzey siyasetçiyi marjinalleştirmiş ve seçmen katılımının düşük olmasına yol açmıştır. Bu durum ise ülkede yeni bir protesto dalgasına ve istikrarsızlığa yol açabilir. Mahsa Amini’nin ölümüyle ateşlenen 2022-2023 yıllarındaki ülke çapındaki protestolar, halkın rejime meydan okumaya hazır olduğunu gösterdi. Daha fazla özgürlük talep eden yeni nesil kadınların öncülük ettiği bu protestolar rejim tarafından bastırıldı. Ekonominin darmadağın olduğu ve İranlıların yüzde altmışından fazlasının yoksulluk içinde yaşadığı bir ortamda hükümetin meşruiyeti ciddi şekilde sarsılmış durumda. Reisi’nin ölümü zaten istikrarsız olan bu duruma yeni bir istikrarsızlık katmanı daha ekledi.

Muhafazakar rejim halihazırda ekonomik zorluklar nedeniyle yaygın bir hoşnutsuzlukla boğuşuyor ve Reisi’nin ölümü, özellikle de yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin özgür ya da adil olarak algılanmaması halinde yeni protestoları tetikleyebilir.

Uluslararası alanda ise, Reisi’nin ölümü Tahran ve Washington arasında devam eden müzakereleri veya özellikle İran’ın tartışmalı nükleer programı konusunda Batı ile ilişkileri önemli ölçüde etkilemeyebilir. Sert tutumuyla tanınan Reisi’nin halefi, iç ve dış baskılar karşısında ılımlı politikalar izleyerek bu karmaşık meselelerin üstesinden gelmek için daha fazla alana sahip olabilir.

İran’ın dış politikası, iktidardaki hükümetin siyasi yöneliminden bağımsız olarak Dini Lider’in gözetimi altındadır. Dış politikadaki genel politikalar ve kritik kararlar Ayetullah Hamaney tarafından onaylanmalıdır.

Bununla birlikte İran rejimi kritik bir dönemeçle karşı karşıya. Dini Lideri seçmekten sorumlu olan Uzmanlar Meclisi, gelecekteki liderliği dikkatle değerlendirmelidir. Rejimin başlıca hedefleri seçmen tabanını yeniden inşa etmek, Devrim Muhafızları Ordusu’nun yerel ve bölgesel etkisi aracılığıyla askeri kabiliyetlerini genişletmek ve muhalif güçleri kontrol altına almaktır.

Mohammad Mazhari, Siyaset Bilimi alanında akademik çalışmalar yürütmektedir.

2013-2020 yılları arasında Arapça Mehr Haber Ajansı’nda ve 2020-2021 yıllarında da Tehran Times’ta gazeteci olarak çalışmıştır.

Twitter/X: @epicoria

GÖRÜŞ

Erdoğan’ın ifadesi ile “statüko dışı” bir platform: Türkiye ve BRICS

Yayınlanma

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 3-5 Haziran’ı kapsayan Çin ziyaretinin en önemli neticelerinden biri BRICS konusunda verilen mesajlar oldu. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, burada yaptığı açıklamada Rusya’daki BRICS zirvesine katılacağını duyururken, Çin basını Türkiye’nin tam üyelik yönünde niyet beyan ettiğini ileri sürdü. Medyada yer alan bu iddialara dair resmi bir açıklama gelmese de Türkiye’nin BRICS’e ve BRICS üyelerinin kurduğu Yeni Kalkınma Bankası’na karşı ilgisinin yeni olmadığı biliniyor.

Türkiye’nin gündemine ilk kez 2017 senesinde dönemin Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in beyanatları ile giren BRICS, ağırlıklı olarak Yeni Kalkınma Bankası’nın sağladığı fonlar üzerinden ele alındı. Şimşek, Türkiye Müteahhitler Birliği’nin Olağan Genel Kurulu’nda “BRICS ülkelerinin kurduğu Yeni Kalkınma Bankası var. Onların vereceği projelerden yararlanmak için üye olunması gerekiyor. Sırf onun için şu anda ciddi ciddi üye olmayı değerlendiriyoruz.” diye konuşmuştu.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in kullandığı ifadeler yedi sene evvel tıpkı bugün de olduğu gibi bilgi eksikliği nedeniyle “BRICS’e tam üyelik hedefi” olarak okundu. Oysa Şimşek açıklamasında BRICS’i değil ama BRICS üyelerinin kurduğu Yeni Kalkınma Bankası’nı işaret etmekteydi. Yeni Kalkınma Bankası içinde BRICS’in payı yüzde 55’in altına düşemeyeceği için bankaya üyelikte BRICS’e katılım kolaylaştırıcı olsa da tek seçenek bu değil. Zira Yeni Kalkınma Bankası tüzüğünde kurumun Birleşmiş Milletler üyesi tüm ülkelere açık olduğu vurgulanmakta ki bu nedenle BRICS bileşeni olmamasına karşın Bangladeş, Yeni Kalkınma Bankası içinde yer alıyor. Benzer şekilde Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır da BRICS’e üye olmadan iki sene önce Yeni Kalkınma Bankası içinde temsil edilmeye başlanmıştı.

Düzen dışılıktan inkar edilmez gerçekliğe

Takvim yaprakları 25 Temmuz 2018’i gösterdiğinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Güney Afrika’da düzenlenen BRICS Liderler Zirvesi’ne katılması da ekonomik çıkarların merkezde olduğu eğilimin devamıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan burada yaptığı konuşmada, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Yeni Kalkınma Bankası arasında devam eden üyelik görüşmelerinin kısa zamanda sonuçlanmasını umduğunu söyledi. İslam İş Birliği Teşkilatı Başkanı sıfatıyla zirveye katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BRICS tartışmalarına eklediği politik boyut ise “statüko dışı platform” tanımı oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, BRICS’in “düzen dışılığına” vurgu yaparken haksız değildi.

BRICS’in düşünsel temellerini atan şahsiyetlerden eski Rusya Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Yevgeni Primakov, tek kutuplu dünya sistemi karşısında Moskova’nın Asya’ya yönelerek burada Çin ve Hindistan ile yeni bir denklem kurmasını öneriyordu. Primakov’un bu tezi 2009 senesinde Brezilya’nın da oyuna dahil olması ile somutlaşırken, bir sene sonra Güney Afrika’nın katılımı ile BRICS adını aldı. 2023-2024 aralığındaki genişleme dalgası ile Suudi Arabistan, İran, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Etiyopya’yı bünyesine katan BRICS toplamda 10 üyesi ile inkar edilemeyecek bir kapasiteye ulaştı.

Zenginler kulübü G7 ile makas kapanıyor

Dünyadaki değerli madenlerin yüzde 60’ına sahip olan, tahıl üretiminin yüzde 40’ını gerçekleştiren, 10 büyük petrol üreticisinden 6’sını yan yana getiren ve küredeki nüfusun yarısına ev sahipliği yapan BRICS, ekonomide ise en yakın rakibi G7 ile arasındaki makası kapatıyor.

BRICS grubunun dünya GSYH’sindeki payı henüz G7 ülkelerinin payının yarısından biraz fazla olsa da yıllık büyüme ortalamaları hesaba katıldığında yakın gelecekte tablo tersi yönde değişebilir. Nitekim Dünya Bankası İstatistikleri’ne göre 1990 ve 2022 arasında G7 ülkeleri yüzde 1,5 büyürken BRICS üyeleri için bu oran yüzde 4,5 olarak kayıtlara geçti.

Bununla birlikte kuruluşundan itibaren ABD’nin doları, ödemeler sistemini ve yaptırım kartını dış politikasının bir enstrümanı olarak kullanmasından rahatsız olan BRICS’in hedefleri arasında ortak para birimi oluşturmak da yer alıyor. 2023’te Güney Afrika’da beyan edilen bu niyet yerel paralarla ticaretin yükselmesi ile ortaya çıkan dolarsızlaşma eğilimini güçlendirebilir.

Türkiye ve BRICS: Güçlü itirazlar ortak payda

Çin ve Rusya’nın oyun kurucu olarak yer aldığı BRICS’in ekonomide G7’yi tahtından etme potansiyeli kadar yeni bir küresel siyasi düzen arayışında olduğu sır değil. Küresel Güney olarak adlandırılan ülkelerin tamamının beklentilerine uygun düşecek şekilde BRICS üyeleri, uluslararası kurumlarda güçleri oranında temsil edilmediklerini düşünüyor.

Dünya genelinde üretimin Asya’ya kaymasına, özellikle de Çin’in küresel büyümenin ana motoru haline gelmesine karşın Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Para Fonu gibi örgütlerde Batı’nın tartışmaya kapalı hegemonyası yoğun eleştirileri beraberinde getiriyor. Küresel Güney üyeleri sadece ekonomide değil küresel yönetişimin ana platformu olan Birleşmiş Milletler’in de mevcut sorunları çözmekten uzak olduğunun altını çiziyor. Filistin ve Ukrayna krizinde yaşanan çözümsüzlük ne yazık ki bu tıkanmışlığın son örnekleri olarak kayıtlara geçti.

ABD’nin yaşadığı güç kaybına paralel olarak Küresel Güney ülkelerinin elde ettiği karşılaştırmalı üstünlük Türkiye gibi ülkeler nezdinde de BRICS’e dair bakış açısında zenginliği beraberinde getirdi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 12 Haziran’da yaptığı açıklamada BRICS’in yaklaşım, kimlik ve çeşitliliğini artırarak mevcut sistemin de çeşitliliğine hizmet ettiğini vurgulaması politikleşen bir yaklaşımın son tezahürünü teşkil ediyor.

Türkiye ve BRICS: Belirsiz bir iyimserlik

Türkiye’nin BRICS’e gösterdiği ilginin boyutları çeşitlenirken, BRICS’in Türkiye’ye gönderdiği mesajlar ise belirsiz bir iyimserlik taşıyor. Bakan Fidan’ı ağırlayan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, “Türkiye’nin BRICS’in faaliyetlerine gösterdiği ilgiden memnunuz. Doğal olarak üye ülkelerle birlikte olma, yakınlaşma ve ortak sorunları çözme taahhüdü ve isteğini destekleyeceğiz” ifadelerini kullanırken bu yakınlaşmanın derecesi hakkında net bir tarif yapmaktan kaçındı. Bu beyanatın arkasında Türkiye’den henüz resmi bir tam katılım talebi olmaması kadar Ankara’nın Batı dünyası ile kurduğu geleneksel ortaklığın yarattığı şüpheler de yer alıyor olabilir.

Rus uzmanlar bu bağlamda Türkiye’nin NATO üyeliğinin bir engel olduğunu açıkça dile getirirken, Kremlin Sözcüsü Dmitri Peskov ise BRICS’e üye olmak isteyen devletlerle “çeşitli formatlar” üzerinde çalıştıklarını vurguladı. Peskov’un, “çeşitli formatlardan” kastının ne olduğunu detaylandırmasa da, Türkiye’nin en çok ilgiyi gösterdiği Yeni Kalkınma Bankası’na üyelik sürecini kastetmesi sürpriz olmayacaktır.

Yeni Kalkınma Bankası’na katılım BRICS’e tam üyeliği gerektirmemekle birlikte Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır örneğinde görüleceği üzere BRICS’le yakın diyaloğu beraberinde getireceği için taraflara birbirini anlamaları için yeterli süre tanıyabilir. Türkiye, bu süre zarfında BRICS’in çeşitliliğinin bir koordinasyon sorununa yol açıp açmayacağını ve platformun kurumsal kimliğini nasıl tanımlayacağını izleyebilir. Benzer şekilde BRICS ise Ankara’nın çok kutuplu dünyanın bir gerekliliği mi yoksa Batı ile müzakerelerde bir kaldıraç olarak mı kendisine yaklaşıldığını ayırdına bu zaman dilimi içinde varabilir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Faşizm – 1: Görüngü ve muhteva

Yayınlanma

Yazar

Faşizm çok güncel gene; ama teorik açıdan netameli bir konudur. Bir dizi nedeni var bunun. Birincisi, her faşist iktidar o ülkenin özgül nesnel şartları üzerinde yükselir ve bunlardan birinin veya bir bölüğünün niteliklerinin genelleştirilmesi de farklı faşizm kavramsallaştırmalarına yol açar. İkincisi, en genel nitelikler söz konusu olduğunda bile emperyalist ülkelerde faşizmler ile sömürge ülkelerde faşizmler arasında yapısal farklılıklar vardır. Üçüncüsü, kanlı bir rejim olarak faşizmin görüngüleri sık sık onun gerçek muhtevasının yerine konulur.

Aşağıdaki yazı birinci ve ikinci noktaları dışlamamakla birlikte meseleye esas itibariyle üçüncü noktadan bakıyor. Görüngüyü muhtevanın yerine koyan faşizm teorileri sadece yanlış değil aynı zamanda siyasi açıdan da tehlikelidir, çünkü yanlış bir siyasi hedef gösterir bunlar ve bu yanlış çoğu zaman faşizmlere koltuk değneği olmakla sonuçlanır.

Mesela, ABD seçimleri yaklaşırken solda giderek yaygınlık kazanan görüşler genellikle şu çerçevede: Trump’ın yükselişi faşizmin yükselişi demektir; çünkü darkafalı ve sağcı taşralı küçük ve orta burjuvazinin istikrarlı desteğinden yararlanıyor; bu kesimler tabiatları itibariyle “aşırı sağcıdır”; onların desteği kendisi de aşırı sağcı olan Trump’a siyasi meşruiyet sağlıyor ve tekrar başkan seçilmesinin önündeki engelleri kaldırıyor. Bu görüşe göre Trump’ın başkanlığı ABD’de faşistleşme süreci anlamına gelir; bu süreç ona siyasi gücünü veren kesimlerin (Senato baskını sırasında görülen) bir tür “kara gömlekliler” örgütleme süreciyle paralel yürüyor.

Bu görüş, sadece ABD’de değil bütün batı ülkelerinde “aşırı sağa” karşı sol adına “liberallerin” desteklenmesine yol açıyor: ABD’den Fransa’ya, Almanya’dan Hollanda’ya kadar böyle. AfP’ye karşı Yeşiller, Wilders’e karşı Rutte, Le Pen’e karşı Macron, vb. İlk grup bir defa faşist ilan edilince ikinci grup ister istemez faşizmin yükselişine karşı can simidi olarak görülüyor.

Burada “aşırı sağcılık” milliyetçilikle ilişkilendiriliyor. Bu büsbütün yanlış sayılmaz, ama büsbütün yanlış olmayan her şeyde olduğu gibi aslında yanlıştır; çünkü ana halkayı görüngüde arıyor. Sayılan bu hareketlerin milliyetçi ve hatta yabancı düşmanı olduklarına şüphe yok, sağcı ve hatta “aşırı sağcı” olduklarına da şüphe yok. Ama milliyetçi oldukları için değil, sağcılığı ve solculuğu tartmak için tek gerçek teraziye, antiemperyalizm ve antifaşizmin terazisine vurulduklarında emperyalizmden (ve faşizmden) yana oldukları için sağcılar bunlar.

Milliyetçilik sağcılığın görüngülerindendir, ama sağcılığın kendisi değildir. Milliyetçilikler 20’nci yüzyıl tarihi boyunca gerici olduğu kadar ilerici rol de oynamıştır; dahası, antiemperyalist mücadeleler tarihi bir anlamda milliyetçiliklerin tarihidir. Eğer sağcılık tanımı tek bir niteliğe: milliyetçiliğe sıkıştırılırsa milliyetçi olmayan birinin pekâlâ solcu olduğu da ileri sürülebilir. Oysa doğru değildir bu; liberaller ne milliyetçi ne yabancı düşmanıdırlar ama bu kavramın en saf anlamıyla katıksız sağcıdırlar. Milliyetçilik ancak mali sermayeyle ilişkilendirildiğinde faşizmin bir görüngüsü olarak tanımlanabilir.

Faşizm zulmün belli bir limiti aşma hali değildir (böyle meselelerde “belli” diye tanımlanan her şey belirsizi gizlemek içindir; “belli bir limit” tamamen belirsiz, keyfi, sübjektif bir tasarımdır zaten). Yani mesela şöyle tanımlanamaz faşizm: bir ülke halkının yüzde şu kadarı siyasi iktidar tarafından takibat altında tutulur, yüzde şu kadarı öldürülür veya hapsedilirse o ülkede faşizm var demektir. Bu, görüngünün muhtevanın karşısına konulmasıdır. Faşizm kıyıcı bir rejimdir, ama başka kıyıcı rejimler de vardır ve bazı tarihi kesitlerde bunlardan kimisinin kurbanlarının sayısı itibariyle faşizme rahmet okuttuğu bile olur. Avrupa’da cadı avı 50 binin üzerinde kurbana mal olmuştur; sayıları 145 milyonu bulan Amerika kıtaları yerlilerinin yüzde 90-95 kadarı sadece iki yüzyıl içinde yok edilmiştir; Roma Kartaca’yı yeryüzünden silmiş ve öldürmediklerini köleleştirmiştir; ama bunların hiçbiri faşizm değildir. Faşizm bütünüyle moderndir ve kıyıcılık ancak mali sermayeyle ilişkilendirildiğinde faşizmin bir görüngüsü olarak tanımlanabilir.

Veya faşizm muhtelif kimliklerin baskı altına alınmasından ibaret de değildir; beli bir veya bir grup etnik, kültürel, cinsel kimliğin bastırılması faşizm demek değildir. En azılı biçimiyle şovenizmler bile kendi başına faşizm değildir. Aksi takdirde bu bir kez daha görüngünün muhtevanın karşısına konulması anlamına gelir. Görüngü, bastırılan belli bir kesimdir, görüngüde bastırılan grubun niteliği (enik, kültürel, cinsel bir azınlık vb.) öne çıkar; muhteva ise bastırma eyleminin kendisidir. Neden bastırılıyor ve kimin değirmenine su taşıyor? Eğer emperyalizm çağında bastırılan grubun niteliği ancak tali bir önem taşıyor, bastırma eylemi ise halk sınıf ve tabakaları içinde düşmanlıklar yaratmak, antagonistik sınıf farklılıklarını belirsizleştirmek, sınıfları örgütsüzleştirmek ve amorflaştırmak hedefini güdüyorsa, bu, bastırma eyleminin mali sermayenin değirmenine su taşıması demektir ve ancak o zaman faşizmin bir görüngüsü olarak tanımlanabilir.

Veya faşizm, “yeniye” karşı “muhafazakârın” kendini dayatması da değildir; bunlar da belirsiz, kerameti kendinden menkul kavramlardır. “Yeni” her zaman iyi anlamına gelmez.  Burada önem taşıyan şudur: faşizmler bugüne kadar hep eskiyi (eskinin bir biçimini: genellikle “güçlü” olunan, “cihan hâkimiyeti mefkûresinin” doğduğu kadim zamanları, geçmiş “asr-ı saadetleri” vb.) vazettiler. Bunun küçük burjuvazinin varoluş krizi yaşadığı ortamlarda son derece işlevsel demagojik bir rol oynadığına kuşku yoktur. Ama faşizmlerde görüngünün muhtevanın önüne konulması tehlikesi bir kez daha karşımıza çıkar burada: görüngü, gelenekselcilik; muhteva, küçük burjuvazinin varoluş krizi. Bu varoluş krizine karşı küçük burjuvaziyi tahkim etmek amacıyla kullanılan bir ideolojik formdur sadece gelenekselcilik. Bu form mali sermayenin değirmenine su taşıyorsa, işte ancak o zaman faşizmin bir görüngüsü olarak tanımlanabilir.

Bütün marksist hareketler birbirleriyle kanlı bıçaklı oldukları dönemlerde bile faşizmin iki temel niteliğini öne çıkarırlar: 1) mali sermayeyle ilişkisi; 2) küçük burjuvaziyle ilişkisi.

Temel teorik problem faşizmin birden fazla yüzü oluşundadır. Faşizm bir anda iktidara gelmez; ilkin faşist hareketler olarak ortaya çıkar. Bir faşist hareket bütün siyasi hareketler gibi kitle hareketidir; onun yükselişinin arkasındaki neden küçük burjuvazinin varoluş krizidir. Varoluş krizi, sadece iktisadi krizin neden olduğu bir fiziki varoluş krizi (küçük ve orta burjuvazinin kütlesel mülksüzleştirilmesi) değil, dolayısıyla ideolojik bir krizdir: sosyal altüst oluş bütün eski ideolojik “paradigmaları” yıkmıştır ve küçükburjuvazi şimdi kendisi için yeni “paradigmalar” arayışındadır. Klasik faşizmlerde devr-i saadet özlemi, şovenizmin yükselişi, şiddet fetişizmi, geleneksel sınıf ilişkilerinin yerine milli düşmanlıkların geçirilmesi bunun sonucudur. Bu, Poulantzas’ın dönemlendirmesini takip edersek, birinci dönemdir: “sürecin başlangıcından dönüşsüzlük noktasına kadar olan dönem”. Dönüşsüzlük noktasından iktidara gelinceye kadar olan dönem onu takip eder; sonra da iktidarda iki döneme ayrılır.

Klasik faşizmlerin değerlendirilmesinde solda hâlâ çok yaygın olan, ama kesin olarak yanlışlanmış görüş şudur: faşizm, işçi sınıfının iktidar mücadelesi karşısında devrim ve karşıdevrim ikileminin sonucu olarak, emekçi sınıfların mücadelesini bastırmak için iktidara geldi. Doğru değildir bu; faşizm devrimin kesin yenilgisinden çok sonra, burjuvazinin iktidarının pekişmesinden çok sonra, ama burjuvazinin iki temel fraksiyonunun: sanayi sermayesiyle banka sermayesinin çatışması sonucunda iktidara gelmiştir ve bu iktidara geliş sürecinde, “ikinci dönemde”, emekçi sınıfların muhalefeti tali bir önem taşır, çünkü bu muhalefet artık önemsizdir.

Burada daha da önemli olan şey şudur: birinci dönemin küçük burjuva sağcı hareketi eğer büyük burjuvazi tarafından finanse edilmiyor, desteklenmiyorsa, eğer sadece bir küçük burjuva sağcılığından ibaretse faşist değildir veya henüz değildir. Günlük jargonda bütün küçük burjuva sağcılıklarının faşist sayıldığına sıkça rastlanır, ama siyasi mücadelede aradaki fark tayin edici olabilir.

Klasik faşizmlerde ona damgasını vuran şey, bu ülkelerde sanayi sermayesi ile banka sermayesi arasındaki çatışmadır; bu çatışmanın banka sermayesi yararına çözümü süreci küçük burjuva sağcılığının yükselişi süreciyle iç içe geçtiği için “dönüşsüzlük noktası” aşılmış, faşist diktatörlükler ortaya çıkmıştır.

Faşizm milliyetçiliğin, baskının, milli-kültürel düşmanlıkların, muhafazakârlığın belli (yani belirsiz) bir limiti aşması değildir. Bunlar görüngüdür, ama muhteva değildir. Muhteva emperyalist yayılmacılıktır ve milliyetçilik ancak bunun görüngüsüdür. Faşizm hukuksuz kıyıcılık değildir. Kıyıcılık görüngüdür; onu başka kıyıcılıklardan ayırt eden muhtevası ise mali sermayenin ihtiyaçlarıyla çakışması ve ileride doğrudan doğruya onun eylemlerinin sonucu haline gelmesidir. Faşizm belli bir etnik, kültürel veya cinsel kimliğin “tekçilik” adına bastırılması da değil. Bastırılanın ne olduğu bir görüngüdür; ama faşizmin muhtevası bastırma eyleminin kendisidir; bastırmanın emekçi sınıfları atomize etmek, boğmak, amorflaştırmak için yapılıyor olmasıdır. Faşizm muhafazakârlığa dönüş değildir. Muhafazakârlık görüngüdür, muhteva ise küçük burjuvazinin varoluş krizidir ve bu, klasik faşizmlerin ilk dönemini niteler. Bütün bunlar, klasik faşizmlerin ortaya çıkışında burjuva fraksiyonları arasındaki çatışmalarla çakışır; çatışmanın bir tarafında esas itibariyle sanayi sermayesi, diğer tarafında esas itibariyle banka sermayesi vardır ve çatışma, her halükârda, banka sermayesinin zaferi ve bu sermaye gruplarının kaynaşmasıyla sonuçlanır.

Süreç bugün karmaşıklaşmıştır kuşkusuz; (Erman Çete’nin deyişiyle) “hem finansal hem de endüstriyel holdingler, artık non-financial kurumların etrafında yeniden yapılandırılmıştır” — ancak bu, emperyalist sistemin niteliğinin değiştiği değil, teoride idealize edilen biçimine daha çok yakınsadığı anlamına gelir.

Görüngüler değişebilir, ama nitelik değişmez. Milliyetçiliğin yerine tamamen başka bir şey, mesela din veya kozmopolitizm geçebilir; kıyıcılık kör bir şiddet sarmalı yerine gayet hukuki biçimler kazanabilir; sınıf bağlarını amorflaştırmak için ille de “tekçilik” gerekmez, bastırma eylemi pekâlâ “çoğulculuk” adına da yapılabilir; küçük burjuvazinin varoluş krizinde muhafazakârlığa dönüş görüngüsünün yerini pekâlâ “woke” da alabilir.

Geçebilir, kazanabilir, yapılabilir, alabilir… bir ihtimal değil; tam da böyle oluyor. Batı ülkelerinde milliyetçiliğin yerini kozmopolitizm aldı; alabildiğine hukuksuz şiddet alabildiğine hukuki biçimler altında uygulanıyor ve bütün kapitalizm tarihi boyunca kazanılmış sosyal haklar hızla budanıyor; toplumu atomize etmeye yönelik yapısalcılık, postyapısalcılık, postmodernizm gibi tamamen marksizme karşı icat edilmiş, çağdaş, hatta genellikle solcu sayılan alabildiğine gerici yöntemler kullanılıyor; küçükburjuva gericiliği ise hem görünürde muhafazakârlığın antitezini andıran woke ve iptal kültürü üzerinde, hem de geleneksel küçükburjuva sağcılığı üzerinde yükseliyor.

Ve bu süreç bir kez daha büyük burjuvazinin iç çatışması ve düşmanlıklarıyla çakışıyor, gerçek tehlikesi de tam burada yatıyor. Kapitalizmde altüst oluş, hâkim sınıfların kendi aralarındaki mücadelelerinde altüst oluş, bölüşüm modelinde altüst oluş, küçükburjuvazinin çeşitli biçimlerde gericileşmesi, işçi sınıfının deklase olması — bütün bunlar tek bir sürecin farklı momentleri.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Türk- Çin ilişkilerinde işbirliği alanları: Geç oldu güç olur mu?

Yayınlanma

Küresel çapta üretim ve buna bağlı olarak ortaya çıkan değerlerin Asya’ya doğru kaydığı gerçeği dünya üzerindeki tüm ülkelerin başta Çin olmak üzere bölge politikalarını revize etmesine yol açtı. Eski Başkan Barack Obama döneminde ABD bir “Hint-Pasifik” ülkesi olarak tanımlanırken, ulusal güvenlik belgelerinde Çin’e karşı tutum kademeli olarak iş birliğinden rekabete doğru evrildi. ABD’nin risklerin azaltılması, Çin’in ise “kuşatma” girişimi olarak yorumladığı politika uyarınca Washington yönetimi gümrük duvarlarını yükseltip teknoloji savaşına hız verirken bölge aktörleri ile ittifaklar kurma yolunu tercih etti. Bu tercihin çıktısı olarak AUKUS, QUAD gibi platformlara tanıklık edilirken, NATO’nun Asya’ya doğru genişlemesi ya da Asya’nın NATO’su gibi tartışmalar hız kazandı.

Geleneksel olarak ABD’nin inşa ettiği güvenlik mimarisi içinde yer alan Avrupa’nın Çin’in yükselişine tepkisi de rekabet ve işbirliği arasında salınım gösteriyor. Avrupa’nın özerkliğini savunan Fransa ve çeperde temsi edilen Macaristan gibi güçler daha itidalli bir yaklaşımı benimserken Berlin’de ibre ekonomik çıkarların korunması kaydıyla rekabeti göstermekte.

Çin’in yükselişine Küresel Güney ülkelerinin yaklaşımı ise bu zamana değin ABD ve onunla birlikte hareket edenlerin tersi istikametinde oldu. Sömürgeciliğe karşı mücadele neticesinde kurulmuş, Batılı ülkelerin kalkınma reçetelerini taklit etmek istemeyen, farklı tarihsel arka planlardan gelen ve farklı yönetim biçimlerine sahip ülkeler Çin’i fırsat penceresi olarak gördü. Zira ABD’nin baskılama politikası karşısında farklı coğrafyalardaki dostlarını artırmak isteyen Çin bu ülkelere daha cömert teklifler sunmakla kalmayacak aynı zamanda onlara Washington karşısında manevra alanı sağlayacaktı.

Çin ve Türk-İslam ilişkilerinde yeni aşama

Çok kutuplu dünya olarak tasvir edilen bu gerçekliğe uyum sağlayan bölgelerin başında Orta Doğu ve Ora Asya’nın geldiğini söylemek mümkün. Orta Doğu’da Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in 2022 yılında Suudi Arabistan’ı ziyareti ile ilki düzenlenen Çin-Arap Ülkeleri Zirvesi, bu sene onuncusu tertip edilen Çin-Arap Dışişleri Bakanları Forumu siyaseten kurumsallaşan işbirliğinin sembolü olarak okunurken, BRICS’in bölge ülkeleri ile genişlemesi artan ekonomik bağın boyutlarını özetliyor. Bununla birlikte artan siyasi itibarı ve ekonomik ağrılığı uyarınca bölgesel ihtilaflarda Çin’ “oyun kurucu” payesi verilmesi dikkat çekiyor. Suudi Arabistan ve İran arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasına 2023’te ev sahipliği yapan Çin’in ağırlığı Filistin başlığında da hissedilmekte. İslam İş Birliği Teşkilatı’na mensup ülkelerin dış işleri bakanları Filistin turunda ilk adres olarak Çin’i tercih ederken, Hamas ve el Fetih birleşme müzakereleri için Pekin’de masaya oturdu. İlk toplantıda iyi niyet beyanlarında bulunan Filistinli fraksiyonların toplantılarına Çin’de devam etme kararı aldığı biliniyor.

Çin ile ilişkilerin derinleştiği coğrafyalar arasında Orta Asya da özel konumunu koruyor. 2020 yılından bu yana dışişleri bakanları seviyesinde toplanan Çin, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan (C-C5) 2023 yılında işbirliğini devlet başkanları seviyesine çıkarmak için Tarihi İpek Yolu’nun başlangıç noktası olan Xi’an kentinde bir araya geldi. Çin’den Avrupa’ya uzanan ve içinde Türkiye’nin de yer aldığı Orta Asya merkezli Orta Koridor’a yapılacak yatırımların habercisi olan zirvede gündemde sadece ekonomi yoktu. Bölge ülkelerine 3,8 milyar dolar hibe verileceğini duyuran Çin tarafı aynı zamanda Orta Asya ile “ortak kaderi paylaşan topluluk” olduklarını vurgularken, 5 ülke Pekin’in dış politika anlatısına verdiği desteğin altını çizdi.

Türkiye geç mi kaldı?

Türkiye’nin başat çıkar alanları arasındaki coğrafyalar başta olmak üzere küresel çapta Çin’in artan ağırlığı Ankara’da tespit edilmekle birlikte politika geliştirme süreci görece daha yavaş ilerledi. Türkiye, 2019 yılında Çin’in merkezi rol oynadığı bölgeye dair “Yeniden Asya Açılımı” adı altında bir süreç başlatırken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu politikanın gerekliliğini “Tarihin sarkacı Asya’ya kaymıştır” sözleri ile açıklıyordu. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan, tıpkı diğer Küresel Güney ülkeleri gibi uluslararası sistemin yeteri kadar temsiliyet hakkı vermediğini “Dünya beşten büyüktür” sözleri ile formüle ederken, çok uluslu platformların küresel akut sorunların çözümünde yetersiz kaldığını söylemekten çekinmedi.

Türkiye’nin tespitlerinin küresel bir kabul haline gelen doğruluğuna karşın Ankara’nın attığı adımların kurumsal düzende bir ilerlemeye karşılık gelmediği aradan geçen zaman içerisinde ortaya çıktı. Böylesine bir tablonun oluşmasında Türkiye’nin Orta Doğu ve Orta Asya ülkelerinin aksine Batı dünyası ile kurduğu angajman kadar, ekonomiye indirgenmiş beklentiler ve Uygur başlığındaki ihtilaflar rol oynadı. Eski Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türk heyetinin Çin’in öngördüğü biçimde Uygur Özerk Bölgesi’ne gitmek istemediğini dile getirerek bu farklılığı 2022 yılının sonunda ifade etmişti. Bununla birlikte yine Türk medyasının Çin’e karşı yaptığı haberlerin birçoğunun Batı merkezli çevirilerden ibaret kalması, Türkiye’nin Çin’de Çin’in ise Türkiye’de yeteri kadar tanınmaması politika yapım sürecini etkileyen faktörler arasında yer aldı.

Bakan Fidan yeni bir denklem kurabilir mi?

Türkiye’nin başta Orta Doğu ve Orta Asya olmak üzere dünyanın kalkınmakta olan diğer ülkeleri gibi Çin ile ilişkilerini yeni gerçekliklere göre düzenlemek için hala vakti bulunuyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 3-5 Haziran’ı kapsayan ziyareti bu bağlamda Ankara’nın Çin’i ilgilendiren başlıklardaki pozisyonunu duyurması bakımından oldukça kıymetli bir başlangıç olarak kabul edilebilir.

Bakan Fidan, burada yaptığı açıklamada Ankara ve Pekin’in Filistin ve Ukrayna gibi ihtilaflı alanlar olmak üzere uluslararası ilişkilerin pek çok başlığında örtüştüğünü, Türkiye’nin Çin’in Asya ve Orta Doğu ülkeleri ile kurduğu yapıcı ilişkileri desteklediğini, Suudi Arabistan ve İran barışı gibi ara buluculuk rolünü ise takdirle karşıladığını ilan etti.

Bakan Fidan’ın belki de Çin için bu tespitlerden daha önemli olacak şekilde Washington ve Pekin arasındaki bilek güreşine dair “Egemen güçlerin önceki yüzyılda kurmuş oldukları pazarların daha adil, rekabet edilebilir pazar şartlarında yeniden el değiştiriyor olması kabul edilmesi gereken bir sonuçtur” ifadelerini kullandı. Bakan Fidan’ın küresel anlamda bir güç transferinin yaşandığı ve bunun barışçıl biçimde olması gerektiği yönündeki değerlendirmeleri kadar Çin’in egemenliğine ve toprak bütünlüğüne duyulan saygıyı yinelemesi de olumlu faktörler olarak kayıtlara geçti.

İşbirliği alanları neler?

Bakan Fidan’ın Türkiye’nin pozisyonu anlatması yeni dönem için ilişkilerin çerçevesini belirlerken Ankara ve Pekin arasında işbirliğini zorunlu dışsal gelişmelerin başında Filistin ve Ukrayna krizi ile ticaret yollarında ortaya çıkan risk ve fırsatlar geliyor.

Filistin başlığında kısa vadede ateşkes, uzun vadede 1967 sınırlarına dayanan Kudüs başkentli egemen Filistin devletinin kurulmasını savunan Türkiye ve Çin, bu çözümü olgunlaştırmak adına Filistinli fraksiyonların birleştirilmesinde aktif olarak rol alabilir. Türkiye ve Çin’in koordineli mi bilinmez ancak bu yönde paralel adım attıkları aşikar. Nitekim Fetih ile birleşme müzakereleri için Pekin’e giden Hamas heyeti bir gün önce İstanbul’dan uluslararası basına demeç vermiş ve tek çatı altında birleşmek istediklerini beyan etmişlerdi.

Türkiye ve Çin’in denklem değiştirici rol oynayabileceği krizler listesinde Ukrayna da yer alıyor. Krizin tarafları olan Rusya ve Ukrayna ile aynı anda diplomatik ilişkilerini devam ettirebilen Ankara ve Pekin yönetimleri yaptırım siyasetine karşı çıkma, Rusya’nın barış müzakerelerinde temsil edilmesi, ülkelerin egemenliklerine ve toprak bütünlüklerine saygı konusunda yakınsayan görüşlere sahip. Moskova, Kiev ve Avrupa başkentleri arasında 12 maddelik yol haritası ile mekik diplomasisi yapan Çin ve daha önce iki ülkeyi İstanbul’da barışın kıyısına kadar getirebilen Türkiye savaşan tarafların ama özellikle de Ukrayna’nın irade göstermesi durumunda kolaylaştırıcı rol oynayabilir.

Küresel ticaret rotalarında rüzgarın Türkiye’den yana esmesi de yeni dönemdeki iş birliği boyutları arasında öne çıkıyor. Nitekim Ukrayna krizi sonrasında Çin’den Avrupa’ya Rusya üzerinden uzanan Kuzey Koridoru popülaritesini kaybederken, İran’ın içinde bulunduğu Güney Koridoru jeopolitik gerilimlerin neticesinde daha kırılgan hale geldi. Buna karşılık Türkiye’nin merkezinde bulunduğu Orta Koridor ise Orta Asya ülkelerinin altyapı çalışmalarını büyük oranda tamamlaması ve gümrük prosedürlerini kolaylaştırması ile cazibesini artırdı. Kuzey Koridoruna oranla Çin ve Avrupa arasındaki mesafeyi 2 bin kilometre kısaltan Hazar geçişli Orta Koridor Türkiye’nin yeni dönemde gündeme getireceği başlıklar arasında kalmaya devam edecek. Bununla birlikte Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Kalkınma Yolu’nun da Kuşak ve Yol İnisiyatifi ile uyumlu hale getirilmesi beklentisini dile getirerek Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğünün altını çizdi. Kalkınma Yolu’nun Çin’e de fırsatlar sunacağını belirten Ankara, böylelikle küresel ticarette Batı’nın arzuladığı biçimde Çin’i dışlayan değil ortak haline getirmeyi amaçlayan tutumunu ilan etmiş oldu

İşbirliğinin adresi: BRICS, komiteler, uluslararası zirve ve liderler buluşması

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Çin ziyaretinde yaptığı konuşma Ankara’nın sıcak başlıklardaki pozisyonu ve sıralanan işbirliği alanları kadar net olmasa da kullanılabilecek platformlar hakkında da ipuçları sunuyor.

Bakan Fidan’ın Rusya’da düzenlenen BRICS toplantısına katılacağını ifade etmesi ekonomik ilişkilerin kurumsallaşmasında bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2018 yılındaki açıklamaları ile güdeme gelen BRICS,  son katılımlarla birlikte dünya ekonomisinin yüzde 31’ini temsil ederken, dünyanın en büyük 10 petrol üreticisinden 6’sını da bünyesinde barındırıyor. Zenginler kulübü olarak adlandırılan G7 karşısında her geçen gün ağrılık kazanan BRICS’in Türkiye’nin acil ihtiyaçlarının bir bölümüne Yeni Kalkınma Bankası gibi araçlarla karşılık verebilecek olması Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de görmezden gelemeyeceği gerçekler arasında. Nitekim Bakan Mehmet Şimşek, 2017 yılında yaptığı açıklamada BRICS’e dair “Onların vereceği projelerden yararlanmak için üye olunması gerekiyor. Sırf onun için şu anda ciddi ciddi üye olmayı değerlendiriyoruz” diye konuşmuştu.

Bakan Fidan’ın Çin gezisinde duyurduğu “hükümetler arası çalışma komitesi” de Ankara ve Pekin hattındaki kurumsallaşma bağlamında kayda değer ikinci adımı temsil ediyor. Bu komitenin başına Türkiye tarafında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in atanması devasa ticaret hacmindeki dengesizliklerin düzeltilmesi, nükleer ve yeni teknoloji alanındaki yatırımların artması, Orta Koridor’un daha fazla etkinleştirilmesi gibi çok sayıda başlıkta sonuç alınmasına yardımcı olacaktır.

Hükümetler arası çalışma komitesinin ilk toplantısını önümüzdeki aylarda düzenlemesi beklenirken, Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping’in Türkiye’yi ziyaret etmesi ihtimaller arasında. Dışişleri Bakanı Fidan Türkiye’nin davetini “Bu yıl Çin Devlet Başkanı Sayın Xi Jinping’i de ülkemizi ağırlamak istiyoruz. Cumhurbaşkanımızın davetini tekrar Çinli meslektaşımıza ilettim” sözleri ile duyurdu. Xi’nin davete icabet ederek Türkiye’yi ziyaret etmesi ikili ilişkiler kadar bölgesel düzen açısından da yeni bir sayfanın açılmasına hizmet edebilir.

Öte yandan Uygur başlığı Orta Doğu ve Orta Asya’ya nazaran daha geç kalınan taraflar arasındaki angajmanı güç hale getirebilir.  Bir süredir Türkiye ve Çin arasında sorun haline gelen “suç, suçlu, özgürlük ve bölücülük” gibi kavramlardaki anlaşmazlığın yanına Bakan Fidan’ın ziyareti ile Urumçi ve Kaşgar kentlerinin tanımlanması eklendi. Bakan Fidan temasları sırasında bu iki şehri Türk ve İslam şehirleri olarak tanımlarken, bu tez Çin tarafında kabul görmüyor. Pekin yönetiminin yayınladığı Beyaz Kitap’a göre bölge kadim Çin kültürünün devamı niteliğinde resmedilirken, Uygurların Türkler ile zaman içinde ayrıştıkları savunulmakta.

Bakan Fidan’ın Çin’den farklı bir tanımlamayı tercih etmesine şu ana değin resmi ya da gayri resmi (medya üzerinden) bir yanıt gelmese de rahatsızlık yaratması sürpriz olmayacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English