GÖRÜŞ
Ortadoğu’da ‘Araf’ta kalan Biden idaresi
Yayınlanma
Yazar
Ceyda KaranABD’deki Politico haber sitesine bakılırsa, Demokratik Parti içerisinde kimileri Biden yönetiminin ‘dünyada çoklu savaş cephelerine müdahil olmanın ağırlığı altında ezildiğinden’ kaygılı. Hem de başkanlık seçimi senesinde… Haksız sayılmazlar.
Biden’ın 2014 darbesi sürecinden beri şahsi savaşı olan Ukrayna’da durum onca paraya ve silaha rağmen gerçekten vahim. İsrail’in, Hamas’ın 7 Ekim baskını sonrası Gazze’deki savaşı çığırından çıkmakta ve ABD’nin en sıkı müttefiki BM’nin en üst yargı organı tarafından ‘soykırımla’ itham edilmekte. ABD’nin, başarısı tartışmalı bölge dizaynında Irak ve Suriye sahalarında tutunduğu üsleri açık hedef. Kızıldeniz’de müttefik Britanya ile birlikte eskortluk yaptıkları gemileri Ensarullah (Husi) hareketinden koruyamayarak alenen aşağılanmaktalar. Hepsinin üzerine ‘ezeli hasım’ İran, göstere göstere Erbil’in yanı sıra 1300 km ötedeki İdlib’de bir vakitler liberal Amerika’nın ‘ılımlılık’ medeti umduğu Heyet Tahrir-üş Şam bölgesini vurabilmekte. Bölgedeki müttefikleri ABD’yi zorlayan bir vekalet savaşı yürütürken, İran artık doğrudan devreye girmekte…
Biden yönetiminin seçim yılında çoklu cephelerdeki dış politika sarsıntılarına geçen hafta Demokratların göç politikalarına başkaldıran Cumhuriyetçi yönetim altındaki Teksas eyaleti eklendi. Ama bu ayrı yazının konusu. Bugünden yarına görünen o ki Demokrat Başkanı Joe Biden, yeniden Donald Trump ile kapışacak gibi durduğu 5 Kasım seçiminde adeta Jimmy Carter’ın akıbetine koşuyor.
TRUMP’IN ORTADOĞUSU, BIDEN’IN ORTADOĞUSU…
ABD’nin sarsıntı yıllarının ardından Trump ekarte edilip Barack Obama’nın başkan yardımcısı Joe Biden başa geldiğinde Ortadoğu için ne düşünüldü ve ne hamle yapıldıysa tam aksi oldu. Yeni savaş çıkarmamış Trump, bölgede İran’ı hedef seçmiş, nükleer anlaşmayı çöpe atmış, Kasım Süleymani’yi de Bağdat’ta suikastla öldürmüştü. İsrail’i de İbrahim/Abraham anlaşmaları ile bölge ile barıştırma yolunu açarak ihya etmişti. Yemen’de Obama’nın savaşını sürdürmüş ve Suudilerin vahşi savaşının destekçisi olmuştu.
Biden idaresi gelir gelmez Yemen’de Husileri terör örgütü listesinden çıkarıp barış arayıcısı pozisyonu aldı. İran’la nükleer anlaşmanın yeniden müzakeresine soyundu. Dört senede gelinen yer vahim… Bütün hışmıyla Ukrayna savaşı çıkarıp Rusya’yı mağlup etme hırsıyla dolup taşan Biden, Ortadoğu perspektifinin çöküşüne tanıklık ediyor.
Trump, İsrail’e kayıtsız şartsız destekle eleştirilmişken, bunun zor zamandaki tartışmalı icracısı Biden oldu. ABD Başkanı, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Gazze’de hışımla intikama yönelmesi yerine, 7 Ekim saldırısını BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine taşıyıp verili uluslararası ilişkiler sistematiğini de kullanarak adımlar atması, askeri misillemelerini dengelemesini telkin etmek yerine açık çek verdi. Dünyada çizmeye çalıştığı imajı da batırdı. Yıldızının barışmadığı Netanyahu’nun Trump varken mevzu bile olmayan hamlelerini göğüslemek durumunda kalan Biden, kendi ordusunu da açık hedef yaptı.
‘İRAN’ VURGUSU VE ABD’NİN KIRMIZI ÇİZGİSİ
Gazze’nin alevi, Amerika’nın irili ufaklı üslerine kaçınılmaz olarak sıçrıyor. Biden ve ekibi ise Gazze savaşının kaynattığı Ortadoğu’da bir süredir boş yere ‘İran’ı anıp durmuyor. İran’ın ‘müttefiklerimiz’ dediğine ABD ‘vekil güçler’ diyor. 2003 işgali sonrasında ekonomik olarak ABD’ye bağlanmış, bölünmüş Irak’ta IŞİD bahanesiyle Amerikan güçlerinin ‘sonsuz konuşlanması’ sağlanmışken, rejim değişikliği projesi patlamış olan Suriye’de yasadışı ABD askeri varlığı, bölge ülkeleri tarafından hoş karşılanmıyor.
Biden idaresi 7 Ekim’den bu yana 150’den fazla saldırı ile karşı karşıya kaldı. ‘İran’ın vekil güçleri’ vurgusuna ‘ABD askerleri öldürülürse…’ diye kırmızı çizgi çekti. Ve şimdi bu kırmızı çizginin aşılmasıyla karşı karşıya.
ÜRDÜN’DEKİ GİZLİ CIA ÜSSÜ
Geçen pazar sabahı haber Ürdün-Suriye sınırından geldi. ABD’nin Suriye’deki yasadışı askeri varlığının odağındaki Tanaf üssünün 20 km doğusunda ve anlaşılan Ürdün topraklarının içerisinde Kule 22 istihbarat üssü İHA’lı saldırıya uğradı. CENTCOM, 3 Amerikan askerinin öldüğünü, 40’a yakınının yaralandığını açıkladı.
Kısa süre öncesinde Irak İslami Direnişi, Irak’ın batısındaki Ayn el-Esad hava üssünü balistik füze ile vurarak bilinmeyen sayıda ABD askerinin yaralanmasına yol açmıştı. ABD de Irak’ta IŞİD’le mücadelede nam salmış devlete bağlı Haşdi Şabi unsurlarını vurarak yanıt vermişti. Ne ki Washington vekalet savaşında ilk askerlerini Ürdün’de yitirdi.
Öyle anlaşılıyor ki, Kule 22 sıradan bir askeri nokta değil. CIA’nın Levant’ta bulunan süper gizli istihbarat ve operasyonlar istasyonu. Wall Street Journal, ABD’nin İHA saldırısını bir başka ABD İHA’sı üsse görevden dönerken yakalandığı için durduramadığı iddiasını aktardı. Doğrulanmış değil. Fakat böylesi bir üssün iyi korunduğunu varsaymak gerekir. Her koşulda asker kayıpları ve yaralanmalar Amerikan yönetimini öfkelendirdi.
Bu yazı yazılırken, Biden idaresinin misillemeye karar verdiği duyurulmuş, haliyle detayları açıklanmamıştı. Amerikan misillemesi için mükemmel fırsat çıkmış görünüyor ama tam olarak nereye, kime, nasıl? Amerikan medyası; İran’ın Irak ve Suriye’deki unsurlarının ve/veyahut İran’ın kilometrelerce uzakta Körfez’deki donanma unsurlarının vurulabileceğini öne sürüyor. Ve misillemenin ‘haftalar sürebilecek bir kampanya’ olacağını….
VEKALET SAVAŞTA MANİDAR ZAMANLAMA
Gazze savaşının başından bu yana Lübnan’daki Hizbullah hareketi dikkat çekici biçimde eylemlerini sınırlı tutmayı seçerken, Yemen’deki Ensarullah hareketi (Husiler) dünya deniz ticaretini etkileyen hamleleriyle öne çıktı. Irak ve Suriye sahalarındaki vekalet çatışması ise yarattığı siyasi sonuçlar bakımından daha sancılı.
Irak’taki durum Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani hükümetinin hassas dengelerini etkilenebilir. Trump üç yıl önce Bağdat’ta Kasım Süleymani ve Haşdi lideri Ebu Mühendis’i suikastla öldürttüğünden beri Irak parlamentosu ABD güçlerinin gitmesini istiyor. Ne ki Irak parlamentosu; ülkenin anayasasını işgalle yazdırmış ABD’nin dikkate aldığı bir makam değil.
İşin aslı Amerikan varlığını izah etmek için ‘IŞİD’le mücadele’ temalı açıklamalar artık insanı gülümsetiyor. ABD çekip gitse, bölge ülkeleri ortak güvenlik sistemi kurabilseler, acaba böyle bir yapı ayakta kalabilir mi?
Soru çok. Ancak böylesine bir ortamda Kule 22 olayı öncesinde Foreign Policy dergisi Pentagon ve Dışişleri kaynaklarına dayanarak tuhaf bir habere yer verdi. ABD yönetiminin Irak ve Suriye’deki askeri misyonları çekmeyi düşündüğü öne sürüldü. Beyaz Saray yalanladı. Ardından Irak Dışişleri Bakanlığı ABD’nin Büyükelçisi Alina Romanowski’nin ‘IŞİD’e karşı kurulmuş uluslararası koalisyonun aşamalı olarak sona erdirilmesi ve ikili ilişkilere dair görüşmelerin başlatılacağını’ duyurdu. Bu süreçte koalisyon güçlerinin güvenliğinin garantilenmesinden bahsedildi. Pentagon şefi Lloyd Austin ise görüşmeleri ‘ikili güvenlik ortaklığına geçiş’ olarak koyarken, bunun Ağustos 2023’te kurulan askeri komisyon çerçevesinde yürütüleceğini vurguladı.
ABD’nin Irak’tan çekilmesine ihtimal veren çıkar mı? Türkiye’yi ziyaret eden ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland, Suriye’den çekilmeyeceklerini açıkça dile getirdi. Zaten aksini düşünen yoktur. Irak ise 2003 işgalinden bu yana zaten merkezi otoritenin zayıf tutulduğu, petrol gelirlerinin mali kontrolünü de Amerikalıların belirlediği bir ülke. Şüphesiz Şii nüfusun çoğunluğu Washington’ın pozisyonunu İran ile bilek güreşiyle dengelemesini gerektiriyor.
Ve şimdi Gazze çatışmasıyla ‘Direniş Ekseni’ denen İran’ın müttefikleri ABD’yi ‘daha ağır bir yıpratma savaşı’nın odağına oturttular. Biden Kule 22’den vurulmaya İran’a yönelik çok ağır misillemeyle yanıt verse, bölgesel savaşı patlatabilir. ‘Vekil’ dediklerini vursa, ne elde edebilir? Aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık.
Üstelik, olanları izleyen, bölgesel bağlamda Türkiye, İran ve Rusya görünürde koordinasyon halinde. Geçen hafta üstüne Suriye çözümü için Astana formatının 21’inci toplantısı yapıldı. Ortak açıklamada, ‘ABD’nin ayrılıkçı ve terörist gruplara destek vermekten vazgeçmesi, Suriye’nin kaynaklarına yasadışı el koymayı ve transfer etmeyi durdurması, tek taraflı yaptırımlarına son vermesi ve Suriye işgalini bitirmesi’ vurgusu dikkat çekti.
ABD-İRAN MİSİLLEME PAZARLIĞI
Fakat seçim sürecindeki Amerika’da zayıf görünmek ve kamuoyundaki ‘İran’ vurgulu retorik, Biden idaresine İran’ı hedeflemeyi dayatıyor. Kule 22 olayından sonra Beyaz Saray Stratejik İletişim Direktörü John Kirby, “Saldırının arkasında İran ve desteklediği grupların olduğunu biliyoruz” demiş ama “İran ile bir savaş arayışında değiliz” diye eklemişti.
“Kendi seçtiğimiz bir zamanda ve şekilde tüm sorumlulardan hesap soracağız” diyerek son yıllarda İranlıların benzeri söylemlerini yankılayan Başkan Biden ise Ulusal Güvenlik ekibi ile üst üste toplantıların ardından ‘Olanlardan İran’ı sorumlu tuttuğunu’ belirtti fakat “Orta Doğu’da daha geniş bir savaşa ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum. Aradığım şey bu değil” diye ekledi.
Kule 22 saldırısında rolü olmadığını söyleyen İran dünyaya ‘müttefiklerinin eylemlerine kendilerinin karar verdiği’ temasını sunuyor. ABD’ye de ‘savaş istemiyoruz ama korkumuz yok’ mesajı veriyor. Diplomatik aracı İsviçre kanalıyla İran ve ABD arasında ‘misilleme pazarlığı’ bile yapıldığı anlaşılıyor.
IRAK İSLAMİ DİRENİŞİNDEN GERİ ADIM
Bu bakımdan ABD misillemesinin beklendiği salı gecesi Irak İslami Direnişi’nden gelen açıklama çok dikkat çekici. Hizbullah Tugayları Genel Sekreteri Abu Hussein Al-Hamidawi’nin imzasıyla yapılan açıklamada, ‘Irak hükümetini utandırmamak için işgal güçlerine karşı askeri ve güvenlik operasyonlarının askıya alındığı’ ve Gazze’nin ‘başka yollarla savunulmasına devam edileceği’ belirtildi. Bu kararda ‘Irak hükümetinin talebinin etkili olduğu’ belirtilirken, Irak İslami Direnişi’nin Gazze’deki mazlumları ‘başkalarının müdahalesi olmaksızın kendi iradesiyle desteklediğinin’ altının çizilmesi manidar.
ABD Dışişleri Bakanı Blinken, yüksek perdeden konuştu, görünümü “1973 savaşından daha tehlikeli bir durumdayız” diye tarif etti. Doğrusu ABD’nin Trump döneminde yapılanlardan farklı bir misillemesine pek ihtimal vermiyorum. Medyaya ‘şatafatlı sunum’ öngörülebilir olsa bile…
KIZILDENİZ’DEKİ AŞAĞILANMA VE ÇİN’DEN RİCACI OLAN ABD
Biden idaresinin belki de daha net görünümünün somutlandığı hat Yemen. ABD’nin Britanya ile birlikte ‘Refah muhafızı’ operasyonu hiç de yolunda gitmiyor. En son ABD Donanması’nın 24 Ocak’ta eşlik ettiği iki Amerikan bayraklı Maersk konteynır gemisini Kızıldeniz’den geçirme hamlesi hüsranla sonuçlandı. Husi saldırıları karşısında gemiler geri dönmek zorunda kaldı. Şirket Kızıldeniz geçişini askıya aldığını duyurdu. Amerikan askeri eskortu işe yaramıyor. Öyle ki, ABD’nin 5. Filo komutanı Charles Bradford Cooper, Yemen füze ve İHA’larının hedeflerini 75 saniyede vurduğunu belirtirken, “Düşünmek ve karar vermek için 9 ila 15 saniyeniz var” diye eklemiş. Husiler hafife almaya gelmiyor.
Üstelik bu durum ABD’yi küresel hasımları karşısında zora sokuyor. Nitekim Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ı Çinlilere ricacı olmaya göndermesi en açık ispatı. Sullivan, geçen cumartesi Tayland’da Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile görüşmesinde Kızıldeniz’deki Husi saldırılarını durdurmak için Tahran üzerinde nüfuzlarını kullanmalarını talep etti. Çinliler hiç oralı olmadı. Batı medyasına servis edilenin aksine Çin’in görüşmeye dair açıklamasında ‘Ortadoğu’ ifadesi dışında tek bir kelime yok. ABD’nin taleplerine dair açıklamalar perde arkasında bir sonuç verse bile dünya kamuoyuna yönelik duruş ‘Çin duvarı’. Husiler Rusya ve Çin gemilerine geçit verirken, Çin diplomasisi Gazze çatışmasının ateşkes ve barış konferansıyla bitirilmesini vurgulamaya devam ediyor.
ABD’nin Ortadoğu bölgesindeki 45 binden fazla askerinin varlığı hep ‘istikrar’ ile izah edildi. Artık kime, neyin güvencesinin olacağı giderek belirsizleşiyor. Biden seçim yılında barış ve savaş arasında seçim yapmak zorunda. İlki ABD’nin artık yitirdiği diplomatik yetenek ve cesareti gerektiriyor. Biden’ın ikincisine cesaret edebileceği koşullar ise açıkçası pek mevcut görünmüyor. Durumları adeta ‘Araf’ta kalmak’.
İlginizi Çekebilir
-
Hamas, rehine anlaşmasının savaşı sona erdirmesini istiyor
-
Mihail Hazin: Suriye’deki üsleri kaybedersek, Afrika’ya hava erişimimizi de kaybederiz
-
ABD’den Gazprom’un Sırbistan’daki en büyük şirketine yaptırım tehdidi
-
Trump, Biden’ın ATACMS kararını gözden geçirebilir
-
Dugin: Ukrayna ile barış anlaşması Rusya için yenilgi olur
-
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
GÖRÜŞ
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
Yayınlanma
23 saat önce17/12/2024
Yazar
Ma Xiaolin9 Aralık’ta Rusya, Suriye’nin eski Devlet Başkanı Beşar Esad ve ailesine sığınma hakkı tanıdığını resmen duyurdu. Aynı gün, Rusya’daki Suriye büyükelçiliği, yarım yüzyıldan uzun süredir dalgalanan “Suriye Arap Cumhuriyeti”nin iki yıldızlı üç renkli bayrağını indirip muhalefetin üç yıldızlı üç renkli bayrağını çekti. Böylece Rusya, Suriye muhalefet hükümetine sorunsuz şekilde geçiş yapan ilk büyük güç oldu. Aynı zamanda, Suriye’nin uzun zamandır müttefiki olan İran da yeni Şam rejimini tanıdığını kamuoyuna duyurdu. Beşar’ın mücadelesinde yanında duran “stratejik müttefikler” Rusya ve İran, bir gecede eski düşmanlarına kucak açarak eski müttefiklerinin gözyaşlarını görmezden gelen soğukkanlı bir pragmatizm sergiledi. Bu tutum hem kafa karıştırıcı hem de tedirgin ediciydi.
Ancak gerçek, her zamanki gibi acımasız ve açıktır. Politika kalpsizdir ve ulusal çıkarların savunulması ve peşinden koşulması çıplak, merhametsiz ve şeffaftır. Beşar rejimi artık bir yük ve güvenilmez bir ortak haline geldiğinde, terk edilmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Rusya ve İran kendi sorunlarına odaklanmak zorunda kalınca, Beşar’ı terk edip taraf değiştirmek, zarar kontrolü ve kayıpları durdurmak için son dakika çabası olarak görüldü.
Beşar rejiminin ani çöküşü, en gelişmiş istihbarat ve bilgi ağlarına sahip tarafları bile şaşkına çevirdi. Aksi takdirde İsrail’in Suriye askeri hedeflerini süpüren bombardımanını ve daha fazla toprak işgalini, ya da ABD’nin Suriye’de kalan IŞİD hedeflerine yönelik geniş çaplı hava saldırılarını nasıl açıklayabiliriz? Bu eylemler, İsrail ve Batı’nın Beşar rejiminin bu kadar hızlı ve tamamen çökeceğini öngörmediğini gösteriyor. Dahası, İsrail ve Batı için daha büyük tehdit oluşturan muhalif güçlerin, özellikle “Suriye’nin Kurtuluşu” ittifakının, Suriye’nin kalbini bu kadar kolay ele geçirip ülkenin tüm savaş makinelerini kontrol altına almasını beklemiyorlardı.
Beşar rejiminin hızlı ve yıkıcı yenilgisinin derinlemesine incelenmesi büyük değer taşımaktadır. Bu, otoriter hükümetler için yönetişim ve karar alma mekanizmalarına dair önemli dersler sunarken, tüm ülkeler için diplomatik ittifakların nasıl sürdürülmesi ve geçerliliklerinin hangi şartlara bağlı olduğuna dair içgörüler sağlar.
Suriye’deki bu tarihi değişimin birincil nedeni, Beşar rejiminin kendisi veya daha geniş anlamda Suriye’yi 50 yıldan fazla bir süre kontrol eden Esad ailesi ve çevresindeki elit kesimlerdir. Ana çıkarım şudur: savaşın girdabında sıkışıp kalan rejim, duruma uyum sağlayamamış, savaş ve barış hakkında doğru kararlar alamamış veya ulusal bütünleşme çabalarını sürdürememiştir. Bunun yerine rejim, topraklarını, egemenliğini ve iktidarını korumak için aşırı derecede dış güçlere bağımlı kalmıştır. Nihayetinde, bu bağımlılık rejimi, yabancı savaş makinelerinin bir parçası haline getirmiştir. İşlevsiz hale geldiğinde ise terk edilmesi ve değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Suriye’nin yükselişi ve düşüşü, modern Ortadoğu’nun savaş ve barış tarihinin daha geniş bir yansımasıdır; bu karmaşık sürecin bir mikrokozmosu ve canlı bir müzesidir. 1948 yılından itibaren, Arap milliyetçiliği idealleriyle hareket eden Suriye, Filistin’in bölünmesine karşı koyma çabalarına aktif olarak katıldı. Bu durum, Suriye’yi İsrail ile uzun vadeli bir çatışma rotasına soktu ve Batı ile sürekli bir düşmanlığa yol açtı. Sonuç olarak Suriye, Sovyetler Birliği ile ittifak kurmaya, ardından Rusya ve İran ile sıkı bağlar geliştirmeye mecbur kaldı; bu, hayatta kalma ve kalkınma mücadelesinin bir parçası oldu.
Esad ailesi, Şii İslam’ın bir alt kolu olan Alevi mezhebine mensup bir azınlık olarak uzun süre baskı, ayrımcılık ve dışlanmaya maruz kaldı. Fransız sömürge döneminde, Alevi erkeklerinin geçimlerini sağlamak için orduya katılmaktan başka seçenekleri yoktu. Bu zorluk, farkında olmadan Alevi mezhebinin Suriye ordusunda güçlü bir konuma yükselmesini sağladı. Aleviler, Faysal monarşisini devirmede merkezi bir rol oynadı ve Arap Sosyalist Baas Partisi’nin temel direklerinden biri oldu. Sonunda Aleviler, akışı tersine çevirdiler ve Suriye’nin kaderini ellerinde tutan yönetici aile olarak öne çıktılar.
1967 yılında, istihbarat şefi Moskova tarafından etkisi altına alınan Suriye, Sovyetler Birliği tarafından yanıltıldı ve “İsrail’in bir saldırı başlatacağı” yönündeki sahte istihbarata inandırıldı. Mısır ile birlikte Suriye savaşa hevesle hazırlandı; bu durum, büyük bir baskı altındaki İsrail’i önleyici bir saldırı düzenlemeye itti. İsrail, yalnızca kendi gücüyle Suriye, Mısır ve Ürdün’ü mağlup etti; Filistin’in Mısır kontrolündeki Gazze Şeridi’ni, Ürdün Haşimi Krallığı’nın elindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirdi ve ayrıca Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den ise Golan Tepeleri’ni aldı. Bu savaş, Suriye’nin işgal ve saldırı mağduru imajını pekiştirdi, onun “cephe hattı devleti” rolünü güçlendirdi ve Esad ailesinin, çoğunluğu Sünni Müslüman olan halk üzerinde meşruiyetini artırdı.
6 Ekim 1973’te, Suriye ve Mısır, Yom Kippur Savaşı olarak bilinen büyük bir ani saldırı düzenledi. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük blitzkrieg (yıldırım saldırısı) olan bu savaşta, Suriye Golan Tepeleri’ni neredeyse geri aldı ve İsrail’i çöküşün eşiğine getirdi. Ancak ABD’nin desteğiyle İsrail karşı saldırı düzenleyerek Golan Tepeleri’ni yeniden ele geçirdi. Bu savaş, İsrail’in yenilmezlik efsanesini yıktı ve Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ı, Mısır Devlet Başkanı Sedat ile birlikte çağdaş bir Arap kahramanı olarak yükseltti. Her ikisi de Arap milliyetçiliğinin yeni sembolleri oldular.
Ancak, 7 Ekim 2023’te, Filistin İslami Direniş Hareketi olan Hamas, Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümünde İsrail’e sürpriz bir saldırı başlattı. Trajik bir şekilde, bu olay, nihayetinde Suriye hükümetinin çökmesine ve Esad ailesinin iktidarının tamamen sona ermesine yol açtı—sanki tarih büyük bir şaka yapıyordu. Yine de Suriye’nin mevcut trajedisi, Yom Kippur Savaşı sonrasında izlediği yanlış yola kadar uzanıyor.
Yom Kippur Savaşı’nın “zaferi”, Sedat’a siyasi sermaye ve tarihi bir fırsat sundu. Böylece Sedat, Filistin çatışmasından geri çekilerek yönünü değiştirdi. Mısır zaten büyük bir bedel ödemişti—100.000 kayıp, yüz milyarlarca dolarlık maddi zarar ve barış ve kalkınma odaklı 40 yıllık kayıp. Sedat, Camp David Anlaşmaları aracılığıyla Sina Yarımadası’nı tamamen geri almayı başardı ancak bunun karşılığında Suriye, Ürdün ve Filistin’i terk etti.
Mısır’ın bu “ihanetine” uğrayan Suriye, Libya ve Irak ile bir araya gelerek Arap milliyetçiliği bayrağını yükseltti ve Arap direniş hareketinin merkezi haline geldi. Esad, Kaddafi ve Saddam Hüseyin, doğal olarak Arap dünyasının “üç güçlü adamı” olarak ortaya çıktılar. Hem İsrail karşıtı direniş güçlerini desteklediler hem de Arap dünyasında liderlik için birbirleriyle rekabet ettiler.
Ancak Esad’ın Suriye’si, barışın savaşla ya da bağımsız direnişle sağlanmasını imkânsız kılan içsel zayıflıklara sahipti—bu trajik rol, Beşar Esad döneminde de devam etti. Suriye’nin sınırlı toprakları, küçük nüfusu ve karmaşık etnik yapısı, çoğunluk olan Sünni Müslüman halkı laikleşmeyi savunan Alevi elitlerinin yönetimi altında bıraktı. Öte yandan, İsrail’in yalnızca 60 kilometre uzaklıktaki başkent Şam’ın boğazına dayanan stratejik Golan Tepeleri’ni elinde tutması, Esad’ın zorlu durumunu daha da kötüleştirdi.
Bu durum Esad rejimini zorlu ve bölünmüş bir duruma soktu: İçeride, Arap Sosyalist Baas Partisi’nin “tek millet, tek parti, tek lider” ideolojisine dayanarak, İsrail işgaline direniş söylemi altında otoriter yönetimi sürdürdü; dışarıda ise daha fazla yıkımdan kaçınmak için İsrail ile askeri çatışmadan kaçındı ve yarım yüzyıl süren “soğuk barışı” koruyarak, nispeten istikrarlı bir ortamda yavaş bir ulusal kalkınma sağladı.
Irak’taki Baas Partisi ile Arap milliyetçiliğinin meşruiyeti ve liderliği için rekabetin yanı sıra, Alevi elitlerinin Sünni çoğunluktan duyduğu korku nedeniyle Esad, 1979-1988 İran-Irak Savaşı sırasında kesin bir şekilde İran’ın yanında yer aldı ve geniş Arap topluluğunu arkasında bıraktı. Şubat 1982’de, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi’nin başlattığı İslami uyanıştan ilham alan Suriye Müslüman Kardeşler örgütü, Suriye’nin “kafir rejimini” devirmek amacıyla Hama’da silahlı bir ayaklanma başlattı. Bu isyan acımasız bir şekilde bastırıldı. Bu tarihi olay, 2011 Arap Baharı sırasında Hama’nın muhalefeti desteklemesinin zeminini hazırladı ve Suriye savaşında yerel halkların isyancı güçlere büyük saldırılar düzenlerken ya işbirliği yapmasına ya da pasif kalmasına yol açtı.
1982 Lübnan Savaşı’ndan sonra Golan Tepeleri’ni zaten kaybetmiş ve Lübnan’ı nüfuz alanının bir parçası olarak gören Esad rejimi, İsrail ile doğrudan yüzleşecek güce sahip değildi. Bunun yerine, kaybedilen toprakları geri alma ulusal sorumluluğunu, İran tarafından yeni silahlandırılan ve yetiştirilen Hizbullah’a devretti. Bu durum, İran’ın Arap topraklarına batıya doğru genişlemesine kapı açtı ve Suriye’yi kademeli olarak “Şii Hilali” olarak adlandırılan oluşuma entegre etti. Bir bakıma, bu durum Esad rejiminin, Mısır’ın yaptığı gibi cesurca İsrail ile barış arayarak kalkınmaya, demokrasiye, halkın refahına ve sivil haklara odaklanmak yerine, Suriye’nin ulusal kaderini ve kendi iktidarını üçüncü bir tarafa emanet etmesi anlamına geliyordu.
1991 Körfez Savaşı’nın ardından Orta Doğu, umut verici bir barış on yılına girdi. Kuveyt’i işgal ederek İsrail’in geri çekilmesini sağlamayı amaçlayan Saddam Hüseyin’in bir milyondan fazla elit askerden oluşan ordusu, Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilen ve ABD liderliğindeki koalisyon tarafından ezildi. ABD Başkanı George H. W. Bush, “Çöl Fırtınası Operasyonu”nu başlattı ve ardından Rusya (Sovyetler Birliği’nin halefi), Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve İspanya ile birlikte Madrid Barış Sürecini başlattı. İsrail, alışık olduğu “düşmanları birer birer alt etme” stratejisinden vazgeçmek zorunda kaldı ve Suriye, Lübnan, Ürdün (Filistin temsilcileriyle birlikte) ile aynı çatı altında “toprak karşılığı barış” görüşmelerini müzakere etti.
Beklenmedik bir şekilde, Esad ikinci ve üçüncü Arap ihanetiyle karşılaştı. İsrail’e karşı Suriye ile birlikte hareket etme sözü veren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Ürdün, İsrail ile ayrı anlaşmalar yaptı. FKÖ, 1993 yılında gizli müzakereler yoluyla Filistin’e geçici özerklik tanıyan Oslo Anlaşmalarını imzalarken, Ürdün 1994 yılında İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi. Bu noktadan itibaren Esad, Filistin ve Ürdün liderlerini birer yabancı, hatta düşman olarak görmeye başladı ve tüm ilişkileri kesti.
Esad’ın asıl veliahtı Beşar değil, 1962 doğumlu en büyük oğlu Basil idi. Ancak, Esad’ın yaşlandığı ve Basil’in kişisel itibarının yükseldiği bir dönemde, rejimi devralmaya hazırlanan Basil, 1994 yılında gizemli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu olay, Suriye tarihini yeniden yazdı. Aslen göz doktoru olmayı planlayan Beşar, derhal Suriye’ye geri çağrıldı. Hızla orduya katıldı, rütbeleri tırmandı ve veliaht olarak yetiştirildi; böylece Esad hanedanının devamı sağlandı.
Eğer Esad daha uzun yaşasaydı, Beşar belki bir barış mirası devralır ve farklı bir yol seçebilirdi. Eğer ağabeyi Basil ölmeseydi, Beşar muhtemelen uluslararası alanda oldukça saygı duyulan bir doktor, hatta belki de Nobel Tıp Ödülü sahibi olurdu. Ne yazık ki, kraliyet ailelerinin bazı üyeleri kendi geleceklerini seçebilirken, diğerleri bunu yapamaz; bu, Doğu ve Batı kültürel gelenekleri arasındaki büyük bir tezatı yansıtır.
1999 yılının sonunda, Golan Tepeleri ile ilgili müzakereler bir anlaşmaya oldukça yaklaşmıştı, ancak Orta Doğu tarihini ve Suriye’nin kaderini tamamen değiştiren beklenmedik bir olay nedeniyle tamamen çöktü. 1999 yılının sonlarında, Ürdün Kralı II. Hüseyin hayatını kaybetti. Olağanüstü duygusal zekâsı ve geniş diplomatik bağlarıyla tanınan kralın Amman’daki cenazesi, çok sayıda dünya lideri ve devlet yetkilisinin katılımıyla büyük bir diplomatik buluşmaya dönüştü.
Muhtemelen ömrünün sonuna yaklaştığı için yumuşayan kalbinden, o anki baskıdan ya da açıklanamaz bir hatalı karardan dolayı, sağlığına rağmen Esad, geleneği yıkarak Kral Hüseyin’in cenazesine bizzat katıldı. Amman’daki cenazeden sonra İsrail, Golan Tepeleri müzakerelerini askıya aldığını aniden duyurdu. İsrail parlamentosu, Golan Tepeleri’nin geleceğini etkileyen herhangi bir politikanın Knesset’te üçte iki çoğunlukla onaylanmasını ve ardından ulusal bir referanduma sunulmasını zorunlu kılan bir kararı kabul etti.
Yıllar sonra, güçlü İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın, Esad’ın Amman’daki cenaze töreninde kullandığı geçici tuvaleti gizlice değiştirdiği ve Esad’ın idrarını analiz ettiği ortaya çıktı. Yapılan analiz, Esad’ın kanserin son evresinde olduğunu ve ömrünün az kaldığını doğruladı. İsrail Güvenlik Kabinesi, o dönemde henüz 30’larının başında olan Beşar’ın iktidarını sağlamlaştıramayacağından endişe etti. Eğer Golan Tepeleri geri verilirse ve Şam rejimi Arap milliyetçileri ya da İran yanlısı güçlerin eline geçerse, bu durum İsrail için adeta kendi boynuna ilmek geçirmek anlamına gelecekti. Böylece, barış görüşmeleri kalıcı olarak donduruldu.
Altı ay sonra Esad vefat etti. İsrail hükümeti, düşman ve savaş halinde olan bir ülke olmasına rağmen, Suriye halkına, hükümetine ve Esad’ın ailesine başsağlığı dileyerek, onu barışa sadık bir lider olarak tanımladı. Beklendiği gibi Beşar Esad iktidarı devraldı ve rejimini sağlamlaştırdı. Ancak, Golan Tepeleri’ni barışçıl yollarla geri alma fırsatını sonsuza dek kaybetti. Bunun yerine, Suriye’yi “Şii Hilali” ve “cephe hattı devleti” olmak üzere iki farklı araca bağlanmaya zorladı ve nihayetinde “Direniş Ekseni”nin merkezi haline gelerek her taraftan sömürüldü. Bu anlamda Beşar’ın Suriye’si, Batı Roma İmparatorluğu’na benziyor; kuzey barbarlarının son darbeleri altında çökmüştü. Ya da Doğu Roma İmparatorluğu gibi, bin yıllık hayatta kalmanın ardından savaşlar ve kuşatmalarla yıpranmış, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında işgal edilip parçalanmasının ardından nihayet Osmanlı İmparatorluğu tarafından mezara gönderilmişti.
Beşar, hiçbir zaman Suriye’nin meleği ya da reform kahramanı olmayı arzulamadı. 2000 yılında iktidarı devraldıktan sonra hemen reform yapmayı denedi, kısıtlamaları gevşetti ve geçici olarak canlı ve övgüye değer bir “Şam Baharı” başlattı. Ancak, liberalizasyon ve demokratikleşme eğilimlerinin siyasi dönüşümü tehdit etmeye başlamasıyla birlikte, Beşar, güçlü muhafazakâr güçlerin ve kökleşmiş elitlerin yoğun baskısı altında kaldı—ve bu süreci sürdürecek gücü ve siyasi zekâsı olmadığından—yalnızca iki yıl sonra reform kapısını ani bir şekilde kapattı. Bu, tarihi, İran’ı ve Şii Hilali’ni geride bırakıp Golan Tepeleri’ni ayrı müzakereler yoluyla geri alma fırsatının kaçırıldığı an oldu. Beşar, böyle bir riski göze alamadı; toprak karşılığı barış arayışında olan Sedat’ın, hayatıyla ödediği kaderini tekrar etmekten korkuyordu.
2005 yılında, Suudi destekli Lübnanlı Sünni Başbakan Refik Hariri’nin suikaste uğraması, Suriye istihbaratını ve Hizbullah’ı işaret etti. Bu durum, İslam dünyasındaki mezhepsel çatışmaları ve Lübnan üzerindeki mücadeleyi gözler önüne serdi. Bu olay, “Beyrut Baharı” ya da “Sedir Devrimi” olarak adlandırılan hareketi tetikledi ve Suriye’yi, Lübnan’daki 30 yıllık askeri varlığını sonlandırmaya zorlayarak Lübnan’ın bağımsızlığını daha da pekiştirdi.
2011 Arap Baharı, Tunus’un “Yasemin Devrimi” ile başladı ve Akdeniz’in kuzeybatısındaki birçok otoriter Arap hükümetinin çökmesine yol açtı. Bu devrim dalgası, nihayetinde doğudaki Suriye’ye ulaştı. Güneydeki Dera kasabasında öğrencilerin protestolarına yönelik sert müdahaleler, daha geniş çaplı bir ayaklanmaya yol açtı ve huzursuzluk, Alevi karşıtı geleneksel kalelerden biri olan Hama gibi şehirlere yayıldı. Beşar, iktidardaki on yılının ardından ilk büyük sınavıyla karşı karşıya kaldı ancak kötü bir performans sergiledi. Özür dilemek ve yolsuzluk ile kötü yönetimi ele almak yerine, Batı’yı “renkli devrim” planlamakla suçladı ve diyalog kapısını kapattı. Bu durum, ülkeyi kaosa sürükleyen yaygın memnuniyetsizliği körükledi.
Kritik bir anda, Suudi Kralı Abdullah Beşar’ı arayarak, 20 milyar dolarlık bir ekonomik destek paketi teklif etti. Bu yardımın amacı, istihdam yaratmak, ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve rejimin devamlılığını sağlamaktı. Ancak bunun şartı, Şam’ın İran ve Şii Hilali ile olan stratejik bağlarını koparmasıydı. Beşar, Suudi Arabistan’ın sunduğu bu ilacı bir zehirli hap olarak gördü; çünkü Alevi azınlık rejimi, hayatta kalmak için Şii ittifakına bağımlıydı. Ayrıca, Golan Tepeleri’ni geri alma çabası, İran ve Hizbullah’ın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Suudi Arabistan’ın uzattığı zeytin dalı reddedildi. Bunun üzerine Suudi Arabistan, Arap Ligi’ni harekete geçirip Batılı ülkelerle iş birliği yaptı ve sivilleri koruma ve insan haklarını savunma bahanesiyle Suriye iç işlerine müdahale etti. Böylece, Suriye İç Savaşı başlamış oldu ve muhalefet güçlerine dış finansman ve destek sağlandı.
Rejimin çöküşün eşiğine geldiği bir noktada, Rusya devreye girdi. ABD ve NATO ile Ukrayna üzerinden jeopolitik bir mücadeleye girişmiş olan Rusya, baskıyı azaltmak ve Orta Doğu’daki son Sovyet dönemi nüfuz alanını, özellikle Suriye’deki Akdeniz deniz üssünü korumak istedi. Bu doğrultuda Rusya, Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Arap Ligi ve Batı’nın desteklediği Suriye tasarılarını veto ederek, Libya’daki rejim değişikliği senaryosunun Suriye’de tekrarlanmasını engelledi. Terörle mücadele altında, Hizbullah ve on binlerce Şii milis sınırları geçerek rejime destek oldu. Böylece Beşar’ın hükümeti, kaybettiği toprakların büyük kısmını ve önemli nüfus merkezlerini geri aldı. Mart 2020’de muhalefetle imzalanan ateşkes anlaşması, on yıllık bir dönemde ilk kez istikrar sağladı. Ancak bu durum, ülkeyi bölünmüş halde bırakarak iç savaşın köklerini ve parçalanmayı devam ettirdi.
Beşar, muhalefeti ortadan kaldırmanın önemini biliyordu; ancak Suriye, kuzeybatıda Türkiye tarafından korunan isyancıları ve kuzeydoğu ile doğuda ABD tarafından desteklenen Kürt güçlerini bertaraf edecek güce sahip değildi. Rusya ve İran da Beşar’ın birleşme hedefini gerçekleştirmek için Türkiye veya ABD ile doğrudan bir çatışmaya girmeyi göze alamadı. Defalarca Beşar’a istikrarı kabul etmesini ve müzakereler yoluyla bir koalisyon hükümeti kurmasını önerdiler—ancak Beşar bu teklifi reddetti. Temelde Suriye, Rusya ve İran’ın jeopolitik çıkarları için bir pazarlık kozu olmaya devam ediyor. Onlar için önemli olan, Şam’da kimin iktidarda olduğu değil, kendi ulusal çıkarlarının korunmasıdır. Aksi takdirde, neden Rusya, İran, Hizbullah ve Iraklı milisler, Beşar’ın son anında onu yüzüstü bıraktı?
Beşar, aslında “kendi haline bırakılmış” bir figürdü. Dindar olmamasına rağmen, Hangzhou’daki Asya Oyunları sırasında Lingyin Tapınağı’nı ziyareti, onu bir internet sansasyonuna dönüştürdü ve birçok tartışmayı ve temelsiz spekülasyonu ateşledi. Belki de artık bir sürgün lider olarak Beşar, 24 yıldır taşıdığı ağır yüklerden sonunda kurtulabilir—bu yükler, onun taşıyamayacağı kadar ağırdı. O, sıradan bir insana veya eski mesleği olan tıbba geri dönebilir. Ancak yarım yüzyıldır ameliyat masasında olan Suriye, hâlâ parçalanmış ve kanamakta. Onu bu ıstıraptan kim kurtaracak?
Beşar rejimini devirmek ve Baas Partisi’nin kalıntılarını ortadan kaldırmak, Suriye’nin onlarca yıllık kanlı tarihini sona erdirmek yerine, Saddam Hüseyin rejiminin 20 yıl önceki yıkılışında olduğu gibi, yeni çatışmaların ve acıların başlangıcı olabilir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Şu sıralar bütün ilgimiz Suriye üzerinde. Aslında belki de son on dört yıldır 2011 yılından bu yana dış politikada odaklandığımız en önemli konu galiba Suriye oldu, daha doğrusu Esat yönetiminin devrilmesi. Olağanüstü kaynaklar boşa harcanıp ‘diktatör’ adını verdiğimiz Esat yönetimini Orta Doğu’daki pırıl pırıl demokrasiler (!) ve Amerika, Batı dünyası ile birlikte yıkmaya çalıştık. Diktatör gitti, şimdi de temiz yüzlü, iyi niyetli (!) (her ne kadar eskiden cihatçı terör örgütü olarak terör örgütü listelerimizde yer almış olsalar da…) gençlerle Suriye’yi yeniden yapılandırmaya soyunmuş durumdayız. İnşallah arabasına bindiğimiz bu idealist gençler (!) bizi dolmuşa bindirmezler.
Orta Doğu’da bir yönetimi ‘diktatör’ diyerek suçlamaya kalkıştığınızda bunun bir anlamı olmadığını bilmeniz gerekir; zira cevap rahatlıkla ‘eee ne varki…’ şeklinde olabilir. Kayseri’ye gidişlerimin birisinde beni ağırlayan arkadaşlar güzel bir şey söylemişlerdi. Pastırma yerken ağzımız kokar endişesiyle çok sevdiğim halde biraz isteksiz biraz da dikkatli yiyordum galiba. Masadakilerden birisi yüzüme bakarak ‘hayırdır Hoca, niye gayretli değilsin’ deyince ben de ‘ama kokar’ diyecek oldum. Bunun üzerine ‘Hocam korkma, bizim Kayseri’de pastırma kokmaz’ dedi. Yani en azından o yıllarda – şimdilerde mevcut ekonomik krizde mümkün mü bilemiyorum – Kayseri’de herkes pastırma yediği için kimse birbirine kokmuyordu anlaşılan.
Şam’daki diktatör devrildi. HTŞ merkezli devirme operasyonu sırasında ve hemen sonrasındaki günlerde başlayan Esat’ın ülkeyi bırakıp kaçmasının ardından zirve yapan kutlamalar yerini bir miktar ihtiyatlı hatta bana sorarsanız endişeli bekleyişe bırakmış görünüyor. Türkiye’nin beklentileri Suriye’nin fazlaca gevşek olmayan bir federal yapıda bir arada tutulması gibi görünse de bunun mümkün olmaması ihtimali aksine ihtimalden oldukça yüksek. En azından bu aşamada durum böyle görünüyor.
IRAK’TAN SURİYE’YE DÜŞÜNCELER…
Suriye’de olması muhtemel gelişmelerin laboratuvarı Irak’ta Amerika’nın 2003 işgali sonrasında yaşananlardan görülebilir. Zaten yeterince milletleşememiş durumdaki Irak toplumu millet kavramından tamamen çıkartılarak etnik ve mezhebi bir anayasal yapıya dönüştürüldü. Iraklılık bilinci oluşturma çabası daha önceki yönetimlerde de yeterince dikkatle ele alınmamıştı; ancak Amerikan işgalinden sonra böyle bir ihtimal tamamen ortadan kaldırıldı. Cumhurbaşkanının mutlaka Kürt, başbakanın şii ve parlamento başkanının sünni olması ve kuzeyde tam otonom bir Kürdistan bölgesi kurulması gibi düzenlemeler Iraklılık bilincine vurulan son darbeler oldu. Çünkü bu tür etnik/mezhebi kotalar üzerine inşa edilen bir anayasal yapı toplumda liyakatı yok eder, devlete mensubiyet duygularını aşındırır ve aşiret veya benzer sosyal yapıları ön plana çıkarır.
Orta vadede Irak’ta yaşayan herkesi kapsayacak bir milletleşme sürecinin gelişmesini beklemek mevcut şartlarda aşırı iyimserlik olur. Öte yandan Irak’ta İslami bir yönetim kurularak devletin üniter bir çatıda toparlanması ihtimali de aynı derecede imkansız; çünkü böyle bir girişime baştan itibaren olduğu gibi kuzeydeki Kürt gruplar kendilerinin toplumsal yapılarının laik/seküler olduğunu söyleyerek itiraz edip kabul etmeyeceklerdir. Kısacası Irak’taki bu bölünmüş yapı dünyada ve bölgede olağanüstü gelişmeler yaşanmadığı takdirde aynen devam edecektir. Bu arada Orta Doğu’nun pek çok başka ülkesinde olduğu gibi, Hristiyan Araplar Batı’ya göç ederek orta vadede Irak coğrafyasından silinebilirler. Amerikan işgalinden bu yana sayıları epeyce azaldı zaten…
Suriye ise Irak’a göre çok daha renkli. Ciddi bir Sünni nüfus olmasına karşın, hiç de azımsanmayacak bir Alevi ve Dürzi nüfus da bulunuyor. Ayrıca Hristiyanların toplam nüfusa oranı Arap ülkeleri içerisindeki en yüksek olanlardan… Öte yandan en büyük grubu oluşturan Sünniler hem etnik hem de devlet anlayışı olarak parçalı bir yapıya sahip… Araplar, Kürtler ve Türkmenler Sünni nüfusun unsurlarını oluşturuyor. Aynı zamanda ülkenin büyük şehirlerinin Sünni nüfusunun önemli bir kısmı arasında laik/seküler devlet ve toplum anlayışı epeyce yer etmiş durumda. Bunların hepsinin üniter bir devlet yapısında bir arada tutulması hiç de kolay olmayacaktır. Kaldı ki, bu gruplardan bazıları zaten Amerika ve İsrail’in koruması altında görünüyorlar. Örneğin Batı’nın ‘Kürtler’ diye tanımlamakta ısrar ettiği Fırat’ın kuzey doğusunu etnik temizlik yoluyla büyük ölçüde kontrolleri altına almış bulunan PKK/PYD doğrudan Amerika, İsrail ve Kolektif Batı’nın uzantısı gibiler.
Böyle bir Suriye’de ‘demokratik ve çoğulcu’ ve büyük ölçüde ‘üniter’ bir anayasal yapı oluşturmak pek kolay olmayacaktır. Mevcut HTŞ yönetimi ve bileşenleri birazcık İslami bir yönetim – kaldı ki, gayet sert karakterli bir dini yönetim dayatmaya kalkışmaları da oldukça muhtemel – getirmeye kalkıştıklarında başta PKK/PYD olmak üzere Alevilerin, Dürzilerin ve Hristiyanların itirazıyla karşılaşacaktır. Ve Amerika ile İsrail ve diğer Batılı ülkeler aynı anda hem HTŞ ve bileşenlerinin dini bir yönetim dayatmasına hem de diğerlerinin itiraz etmelerine farklı farklı enstrümanlarla kolayca destek verebilirler. Ve sonuç anayasa yapma sürecinde veya sonrasında kaosa sürüklenebilir.
TÜRKİYE’NİN ÖNCELİKLERİ
Aslında İsrail’in yaptıklarına baktığımız zaman böyle bir kargaşa sürecinin yaklaşmakta olduğunu görebiliriz. Tel Aviv yönetimi Suriye’yi devletsizleştirmek için elinden geleni yapıyor. Askeri tesisleri, mühimmat depolarını, ordu üslerini vs. yani Suriye’nin bütün teçhizatını bombalayarak yok ediyor. Haberlere bakılırsa sivil kurumlar da bu ağır bombardımandan nasibini alıyor. Öyle ki, Suriye’de bir devlet otoritesi teşkil edilmesini önlemeye yönelik ne gerekiyorsa yapıyor.
Bu yaptıkları Suriye halkı için yeni felaketlerin habercisi olsa da İsrail açısından normal ve ulusal çıkarlarıyla tam örtüşen işler. İsrail’in resmen kurulduğu 1948 Mayıs ayından bu yana bir tek kurşun atmadan elde ettiği en büyük başarıdan söz edilebilir. Daha önceki dönemlerde de İsrail Arap devletlerine karşı ‘başarılı’ savaşlar yapmış (1948, 1967) ve Mısır ile Suriye’nin ilk defa senkronize bir şekilde başlattığı ve ilk haftasında 1967 savaşında işgal ettiği toprakları kaybetmesiyle sonuçlanan 1973 savaşını ise Amerika’nın da büyük yardımlarıyla berabere bitirmeyi başarmıştı. Fakat onların hepsinde ciddi ciddi savaşmak zorunda kalmıştı. En İsrail karşıtı rejimler olan Irak işini Amerika’ya hallettiren İsrail şimdilerde çok az gayretle Suriye’nin de istediği gibi at oynatabileceği bir alan haline gelmesini maksimum faydaya çevirmeye çalışıyor. HTŞ lideri Colani’nin ise İsrail’in bütün bu yaptıklarından hiç mi hiç rahatsızlık duymadığı yaptığı açıklamalarda bariz bir şekilde görülebiliyor.
Türkiye’nin de benzeri bir mantıkla hareket etmesinde fayda olacağı aşikar. Libya örneğinde de yaşamıştık. Tobruk merkezli generalin kuvvetlerini Trablus merkezden kovalayınca bütün Libya bizim oldu zannetmiştik. Daha sonra bunun böyle olmadığını/olmayacağını fark etmek biraz zaman aldı. Şimdi de Suriye’nin bizim olduğunu veya zaten olması gerektiğini düşünerek hareket edersek ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz. Birinci Dünya Savaşını kaybetmeseydik buralar zaten bizim olurdu tezine Ruslar Bolşevik İhtilali olmasaydı İstanbul, Boğazlar ve mücavir alanlar bizim olacaktı diye karşılık verebilir. Başka devletler de başka şeyler söyleyebilirler. Tarihçilikte ‘öyle olmasaydı ne olurdu’ diye bir tartışmanın yeri yoktur.
Şu anda Suriye’de, esas önceliklerimiz olan sığınmacıların gönderilmesi, Fırat’ın kuzey doğusunda yuvalanmış bulunan PKK/PYD’nin yok edilmesi ve Suriye’de uluslararası bir tanınma elde edecek ilk hükümetle (muhtemelen Colani liderliğinde) deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması imzalamaya odaklanmalıyız. Hatta PKK/PYD konusunda hızlı adımlar atarak Trump gelmeden evvel bu işi bitirmeyi değerlendirmek mantıklı olabilir. Trump geldiğinde ekibiyle birlikte siyaset planlaması yaparken Fırat’ın kuzey doğusunda böyle bir örgütün olmaması yeni denklemde gayet iyi sonuçlar verebilir. Sığınmacılar konusunu acil gündem yapmak gerektiğini söylemeye bile gerek yok.
Bu şekilde ulusal çıkar odaklı davranmak yerine bütün mesaimizi Suriye’nin iç işlerine hasreder ve içerdeki gruplar arasındaki muhtemel mücadelenin parçası olursak bir sonraki adımda sığınmacıları göndermek ve PKK/PYD’ye karşı etkili mücadele etmek için uygun ortamı bulmakta zorlanabiliriz. Olumsuz dış etkilerle hareket edecek bir Suriye hükümeti bizimle deniz yetki alanları anlaşması imzalamayı da istemeyebilir. Veya dış etkiler o şekilde karar almaya zorlarlar.
Suriye’de 54 yılı Esad ailesinin yönetiminde geçen Baas rejimi 61 yıl hüküm sürdü. Ne kadar çarpık bir rejim olduğu giderek daha çok göz önüne seriliyor.
Komşumuz olmasına rağmen ülkemizde çok fazla gündeme gelmeyen bir ülke idi, Suriye. Arap Baharı öncesi ikili ilişkiler ısınmaya başlasa da 2011 yılında başlayan isyanlar ve takip eden iç savaş karmaşık bir tablo ile bizi karşı karşıya bıraktı.
Suriye iç savaşındaki gelgitler, Türkiye açısından hatalar, başarılar ve başarısızlıklar zaten tekrar tekrar yazıldı çizildi. Son tahlilde asıl önemli olan, Türkiye’nin kapı eşiğinde varoluşsal tehditlerin birikmesi ve bir “çözümün” bulunması konusunda umutların giderek azalmasıydı.
27 Kasım’da muhaliflerin başlattığı karşı atak tüm resmi bir anda değiştirdi. Geçmişte Suriye iç savaşında çatışmalar köy köy ilerlerken, bu sefer bir anda Halep, Hama, Humus gibi büyük şehirlerin teker teker düşmesine ve Şam’ın 12 günde ele geçirilmesine tanıklık ettik. Teşbihte hata olmaz. Rejimin içi çürümüş, kovuk bir ağaç olduğu tüm çıplaklığı ile ortaya çıktı. Aslında işin bu boyutu Suriye’yi yakından takip edenler için sürpriz değil.
Rusya ve İran çökmenin eşiğindeki rejimi uzun süre ayakta tutmayı başardı. Rusya’nın büyük ölçüde hava ve İran’ın karadaki kuvvetlerinin desteğiyle muhalifleri Türkiye’nin kapı eşiğine iten rejim, hayat bulmuş gibi duruyordu.
Rejimin Sosyal ve Ekonomik Zafiyetleri
Şimdi daha iyi anlıyoruz ki Esad rejimi zafiyetlerinin ve hükmünü daha fazla sürdüremeyeceğinin üstünü ince bir örtü ile örtme derdindeymiş. Yine anlıyoruz ki bu zafiyetler Türkiye tarafından da yakından takip ediliyormuş.
Peki neydi bu zayıflıklar? İlk olarak, uzun süren iç savaşın kayıpları ve yorgunluğu ile en büyük destekçisi Arap Alevilerinin bile rejimden sıtkı sıyrıldı. Zaten azınlık olan bu grubun daha uzun soluklu bir mücadeleye insan kaynağı sağlaması pek mümkün değildi. Bir de buna ekonomik zorluklar eklendi.
ABD’nin Sezar yasası ile ciddi ekonomik yaptırımlara maruz kalan rejim, kendisinin bir parçası olması gerektiğini düşündüğü, komşusu Lübnan sayesinde en azından enerji, ilaç ve temel ihtiyaçları karşılama konusunda zorlukları aştı. Ancak Lübnan’daki 2019 yılında başlayan ekonomik kriz ile cansuyu kesildi. Uyuşturucu ticareti ile kendini ekonomik olarak desteklemeye çalışsa da rejim için yolun sonu görünmüştü.
Bir parantez açacak olursak, Suriye’de değişimi ateşleyen fitillerin birinin de isyanların öncesinde yaşanan kuraklık ve ekonomik zorluklar olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Koltuk Değnekleri Kırıldı
Rejimin düşüşünün yolunu açan bir diğer gelişme de koltuk değnekleri olan Rusya ve İran için şartların değişmesiydi. Suriye ikisinin de öncelik sıralamasında geriye düştü ve tabiri caizse kendi dertlerine düştüler.
Rusya, görece olarak düşük miktarda kaynak ayırarak rejimi ayakta tutup çeşitli imtiyazlar elde ediyordu. Ancak Ukrayna’da kendi açısından hayati bir mücadeleye devam eden Rusya için Suriye’ye ayrılacak her kaynağın fırsat maliyeti yükseldi ve önemli bir miktar gücü geri çekmek zorunda kaldı. Yani Rusya için çatışmalarda rejimin yanında güçlü bir şekilde durmak pratik olarak pek mümkün değildi. Onun yerine kazanımlarını, en azından bir kısmını, koruyabileceği muhaliflerle bir anlaşma daha kabul edilebilir bir hale geldi.
İran ve vekilleri için de yürürlükte olan bir tasfiye planının olduğunu görmek zor değil. Geriye dönüp bakınca, bu plan muhtemelen 2020’de İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani suikastı ile ete kemiğe bürünmeye başladı. Gazze Savaşı ile İran bir kez daha hedefe alındı. En güçlü vekillerinden biri olarak gösterilen Hizbullah’ın lider ve askeri komuta kademesi geçtiğimiz yıl boyunca neredeyse yok edildi. Hizbullah ki Esad rejimine desteği çok kritikti, İran ile arasındaki kara koridorunu korumak adına Suriye sahasında en ön saflarda muhaliflere karşı savaştı ama artık geri çekilip kendi yaralarını sarması ve Lübnan’da varlığını garantiye alması en büyük önceliği.
İran’ın bu mesajı gayet iyi duyduğu açık. Bu yüzden Suriye’de varlığını korumak için fazla direnmedi. Trump yönetiminde kendileri için şartların daha da çetinleşeceğini kestirmeleri zor değil ve muhtemelen içlerine kapanıp kendi evlerini düzene sokmalarının gerekeceği bir dönem geliyor. Zira, Ankara ziyaretinin akabinde sürpriz şekilde Iraklı yöneticilere İran konusunda talepler ileten ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, İran’a çember daralıyor mesajını veriyor.
Suriye bize gösterdi ki vakti gelmiş değişimlerin karşısında durmak zor. Şartlar gereği ertelense de kapınızı çalmaya devam ediyor. Bölge ve ötesinde herkes için çıkarılacak bolca ders var.
Hamas, rehine anlaşmasının savaşı sona erdirmesini istiyor
Mihail Hazin: Suriye’deki üsleri kaybedersek, Afrika’ya hava erişimimizi de kaybederiz
AB, ilk kez Rus petrolüne tavan fiyatı ihlal eden bir Avrupalıya yaptırım uyguladı
Macaristan, ikinci kez Patrik Kirill’in AB yaptırım listesine girmesine engel oldu
Rusya Devlet Dumasından Taliban kararı
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt