Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Özelleştirme, millileştirme, planlama / 1- Özelleştirme Cephesi

Yayınlanma

 Bomba 11 Nisan’da patladı.

VTB Genel Müdürü Andrey Kostin RBK’da yayınlanan yazısına gayet gerçekçi bir senaryoyla başlamıştı; şöyle diyordu: “Çatışma (mali, iktisadi, enformatif, en nihayet askeri çatışma) hissedilir, büyük ve, açık olalım, acı verici. İllüzyonlar kurmaya gerek yok: ne yarın ne de beş yıl sonra bitecek bu.” Kostin’e göre ilk dalga atlatılmıştı, ama “sadece dayanmak için değil tersine çevirmek için de gücümüzün yetip yetmeyeceği hâlâ cevapsız bir soru.” Yaptırımlar, Rusya’da “son otuz yıldır” kurulmuş olan ekonominin “taşıyıcı unsurlarını” yıkmıştı. Rusya’nın mevcut gerçeklerinde “sarsılmaz görünen” pazar kavramı ve enstrümanları muhtevalarını kaybetmiş ve düzeltilmesi gerekiyordu, çünkü: “Uygar dünya denilen şeyin temel ilkeleri, egemenlik ve özel mülkiyetin dokunulmazlığı, mutabakat yükümlülüklerinin yerine getirilmesi, yargı bağımsızlığı bir anda yıkılıverdi.”

Öyleyse, Putin’in de dediği gibi (ona gönderme yapıyordu Kostin), “iç kaynaklara dayanan yeni bir büyüme modeli” kurmak zaruriydi. Bu, Kostin’e göre, ülkeye üç görev yüklüyordu:

1) Acilen doğu ve güneye lojistik koridoru ve başta demiryolu olmak üzere ulaştırma altyapısı açmak; ödemeleri ruble ve “dost” ülkelerin paralarıyla yapmak, dijital para platformlarını ikili ve çoklu temelde geliştirmek.

2) Ekonominin sektörlerini yatırım kararları temelinde yeniden başlatmak ve yüksek teknolojide ithal ikamesi.

3) Askeri-sınai kompleksi güçlendirmek ve yeni federal bölgelerin hızla entegrasyonu.

Bütün bunlarda yeni bir şey yok; hatta (Kostin’in “otuz yıldır yarattığımız” vurgusunun gerçekte Sovyet sanayileşmesini ve 90’ların soygununu görmezden gelen bir fars olduğunu görmezden gelirseniz eğer) genel olarak da doğru şeyler. Ancak mesele, Kostin’e göre, para meselesiydi: “Para nereden alınacak?”

Cevabı çok basit: Özelleştirme ve devlet borçlarının artırılması. Türkçesi, devlet kredilerinin özelleştirme sırasına giren burjuvaziye ucuza verilmesi. Onun da Türkçesi, devletin kamu mallarını satmak için alıcıyı kamu parasıyla finanse etmesi.

Şu klişedeki cazibeye bakın:

“Devlet mülklerinin şeffaf ve pazar şartlarında özel ellere devredilmesi etkililiğini defalarca kanıtlamış bir enstrümandır.”

Muazzam bir formül, öyle değil mi? Önce kendinden menkul bir formül icat et, sonra herkes buna inansın. Hayat böyle. Formülün gücü, icat edenin gücüyle ölçülüyor.

Aynı gün Peskov, Kostin’in yazısıyla ilgili soruya epey nötr bir cevap verdi ve Kremlin’in özelleştirme düşüncesini “ilginç” bulduğunu, ama Kremlin’de, “Rusya’da özelleştirmeye devam etme olasılığının tartışılmadığını” söyledi.

Kostin 24 Nisan’da bu defa, üstelik de devlet televizyonu Rossiya 24’te nelerin özelleştirilebileceğini açıkladı. Listeye bakalım: Transneft, RJD (Rusya Demiryolları), Poçta Rossii (Posta İdaresi), Rostelekom, Rosteh ve Rosatom’un “profil olmayan” (çekirdekten olmayan) şirketleri, OSK (Birleşik Gemi İnşaat Korporasyonu). En genelde, büyük devlet şirketlerinin devletin kontrol paketleri dışında kalan kısımları.

“Mesela Rosneft’in yüzde 20 hisselerinin özelleştirilmesi yirmi yılda özelleştirilen bütün diğer şirketler kadar para getirmişti. … Geçenlerde bizim işadamları söylüyorlardı bana, Poçta Rossii’nin bir parçası satılamaz mı, diye.”

Rosneft’in yüzde 19,5’i 2014 yaptırımlarının ardından 2016’da yabancı şirketlere yaklaşık 700 milyar rubleye (12 milyar dolar civarı) satılmıştı.

Kostin herhalde bütün devlet işletmelerinin satılmasını gönülden ister. Ne de olsa rekabeti özendirmek gerek ve kamu mülkiyeti, kamunun karşısındaki özel kişilerin (burjuvazinin) kamuyla rekabetini kısıtladığı için kabul edilemez. (Bütün ideolojik temel işte bundan ibaret: kamu, burjuvazinin rekabet “hakkını” kısıtlıyor; öyleyse kamuyu yok et.) Ama ne kadar istese de yapamıyor bunu, çünkü 2004’te yayınlanan bir başkanlık kararnamesi var, adı şöyle: “Stratejik işletmeler ve stratejik anonim şirketler listesinin onaylanması üzerine”. Liste muhtelif tarihlerde iğdiş edilmiş ve birçok işletme, özellikle Medvedev’in başkanlığı döneminde listeden çıkartılmıştır; ama gene de muazzam bir listedir bu ve daha önemlisi, son redaksiyonu da bu yılın 10 Mayıs’ında yapılıp onaylandı.

Özelleştirmelerle felaket yaşamamış tek bir halk yoktur. Ama özelleştirmelerle cehennemin dibini yaşamış başka halk bulmak da güçtür. Böyle bir ülkede özelleştirmenin olumlanabiliyor olması, bana her zaman, özelleştirme felaketinden daha büyük bir felaket gibi görünmüştür. Bu aynı zamanda neoliberal ideolojinin bütün sosyal ve siyasi gözeneklere nüfuz edebilme yeteneğini de gösterir.

Mesele pişirildi. Bir ay kadar tartıştırıldı; bu süre boyunca “mali bloğun” iki başı, Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası genellikle sessiz kaldı. En nihayet 11 Mayıs’ta Maliye Bakan Yardımcısı Aleksey Moiseyev, “büyük” özelleştirmelerin gündemde olmadığını söyledi. En azından bu yıl için böyleydi, zira: “Büyük hisselerin özelleştirilmesinden gelecek gelirler 2023 yılı bütçesine ve planlama dönemine dahil edilmemiştir.” Bununla birlikte Moiseyev’e göre her ne kadar “plan” yoksa da büyük bir özelleştirmenin yapılması şarttı, ama bunun için önce pazarı “şekillendirmek” gerekiyordu: “Aslında kimse karşı değil, ama problem şu ki, ilkin başkanın iç yatırımcının oluşumuna dair bir dizi talimatının yerine getirilmesi gerekli.” Özelleştirmeden önce “kime satacağını bilmek gerek”; aksi takdirde: “Eğer şimdi satarsak bu 94’ün hikâyesine benzeyecek, kredi müzayedeleri, galiba adı öyleydi; bunu da doğal olarak hiç kimse istemez.”

Neydi “kredi müzayedeleri”? Soygun ve talandı. 1995’te getirildi, bir özelleştirme mekanizması: alacaklıya kredi geri ödeme garantisi olarak sağlanan teminatın müzayedede satışı. Türkçesi şu: özel bankalar (pıtrak gibi bitmişlerdi kapitalist restorasyonun başlangıcından beri) devlete kredi açıyor, bunun karşılığında devlet de hisselerini bankalara teminat gösteriyor. Devlet kredi borcunu ödeyemeyince bu hisseler gelecekteki dev tekellerin temelini oluşturuyor. Peki nereden buluyor bankalar bu kredi parasını? Cevabını 2004’te bir Sayıştay raporu vermişti: “Bankalar aslında devlete devletin parasıyla kredi vermişlerdir.”

Küçük bir abartı payını koruyarak şu genellemeyi yapmak mümkündür: Rusya’da bugün tek bir dev tekel yoktur ki devletin (kamunun) parasıyla devlete (kamuya) kredi açıp devletin (kamunun) mallarına çökmemiş olsun.

Moiseyev’in açıklamasındaki “başkanın talimatları” ise, esas itibariyle “stratejik planlamaya” dayanan kapitalist bir NEP’ten başka bir şey değildir. Birçok defa durmuştum bunun üzerinde; 24 Şubat sonrası iktisat siyasetinin temelini içeride sermaye birikimini genişletmek, bu çerçevede yeni bir varlıklı küçük ve özellikle orta burjuvazi tesisi oluşturur. Bunun şartları vardır, çünkü (geleneksel olarak liberal muhalefetin tabanını teşkil eden) mevcut varlıklı küçük ve orta burjuvazi çatışmayla birlikte büyük ölçüde deklase oldu veya yeni şartlara uyum sağlamak zorunda kaldı; bu sınıfların takviyesi ve tahkimi, iktidarın sınıf zemininin genişlemesine de yol açacaktır. İşte tam da bu siyaset, öngörülen hedeflerin tamamen dışında, özelleştirme düşüncesini desteklemek için kullanılıyor: eşitlik yok mu, o da alır öbürü de alır! Büyük burjuvazinin alacak parası olması, küçük ve orta burjuvazinin olmaması büyük burjuvazinin mi suçu?

Oysa özelleştirmenin sadece ve sadece büyük burjuvazinin menfaatlerine uygun olduğu, sonbaharın ardından kışın geldiği kadar aşikâr bir gerçek.

Sonra St. Petersburg Uluslararası Ekonomi Forumu geldi. Forum 14-17 Haziran arasında yapıldı ve hiç kuşkusuz ve abartısız, büyük burjuvaziyle büyük bankaların kendilerinden geçerek birbirlerine ve neoliberalizme övgüler düzdüğü bir gösteri alanı haline geldi. Ve orada, özelleştirmenin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu heyecan, haz, hatta neredeyse şehvetle anlatmaya koyuldular. Neredeyse hepsinin ortak platformu, büyük burjuvazinin en güçlü (ve doğrusunu söylemek gerekirse en nesnel, hatta en dürüst) borazanı RBK oldu.

Forumda işaret fişeğini Sberbank Genel Müdürü German Gref çaktı. Tuhaf bir mantık örgüsüyle. Gref’e göre özelleştirme daima şu iki hedeften birini veya eşzamanlı olarak ikisini birden gütmüştü: “Birincisi, ekonominin yeniden yapılandırılması, ikincisi de mali hedefler.” Gref’e göre bugün her ikisi de yerine getirilmeliydi. Çünkü: “Birincisi, bütçe açığı var ve bütçeyi tamamlama görevi önümüzde. Son yıllarda başkan ve hükümet aktif şekilde sosyal eşitsizliği azaltma siyaseti yürütüyorlar, sanırım herkes de bunu destekliyor. Buysa sosyal giderlerin artmasını gerektiriyor. Başka büyük bir maliyet daha var: altyapı. Tabii bu da uygun finansman kaynaklarını gerektiriyor.”

Demek ki, sosyal eşitsizliği azaltmak için özelleştirmeden, yani kamuyu mülksüzleştirmekten başka yol yoktur, böylece mantık örgüsü harika bir neoliberal tabloya dönüşür: öyleyse sosyal eşitsizliği azaltmanın yolu kamuyu mülksüzleştirerek sosyal eşitsizliği artırmaktan geçmektedir.

15’inde Peskov, forumun büyüleyici atmosferinin etkisiyle olsa gerek, yumuşamış gibi görünüyordu: “Özelleştirme daima nihai sonuçtur. … Bunun özel ellere geçmesi ve daha kârlı, daha efektif olması, yeni istihdam alanları yaratması gerektiği apaçık bir şey.” Ama (temkini elden bırakmadığı görülüyordu gene de) “en önemlisi devlet malını bedavaya çarçur etmemek” gerekti. Daha önemlisi Peskov hükümetin “ekonomi bloğunda” (bu, benim “mali blok” diye nitelediğim şeydir) “birçoklarının özelleştirme düşüncesini desteklediğini” de vurguladı; ama özelleştirme “özel sektörün konsolide bir gelişme sağlamasının fiziksel olarak mümkün olmadığı sektörler dışında” olmalıydı.

Ama sahnedeki en önemli sanatçı Merkez Bankası Başkanı E. Nabiullina idi. Coşkuyla duyurdu: “Bence tabii ki özelleştirmek şart. Stratejik menfaatlere zarar vermeden özelleştireceğimiz şeyler var, çünkü bazen diyorlar ya, özelleştirmeye gerek yok diye; çünkü bir takım stratejik görevleri yerine getiremezmişiz. Bunu yapma imkânımız var.” Putin’in yardımcılarından Maksim Oreşkin ise, Nabiullina’nın hemen arkasından konuştu ve özelleştirme yanlılarıyla karşıtları arasında Kostin’in pozisyonunu kendisine daha yakın bulduğunu söyledi, ama: “O şekilde değil. Geniş ölçekli bir özelleştirme değil, Elvira Nabiullina’nın dediği türden: devletin etkin kullanamadığı varlıklardan… çıkmak şeklinde.”

İlginç bir çıkıştı bu doğrusu; Nabiullina’yı frenlemek istermiş gibi.

İktisadi Kalkınma Bakanı Maksim Reşetnikov da aynı fikirdeydi: “Devlet, gereğince kullanılamayan pek çok varlığa sahip; iş dünyasının buraya girmesi yeni imkânlar yaratacaktır.”

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English