GÖRÜŞ
Özelleştirme, millileştirme, planlama / 2 – Millileştirme ve planlama cephesi
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınBütün bunların bir de, başını en önce Kırım Devlet Konseyi’nin çektiği karşı cephesi var. Konsey 3 Şubat’ta “Rusya’ya dost olmayan yabancıların” 500’den fazla mülkünü millileştirme kararnamesini kabul etmişti. Bunlar esas itibariyle Ukrayna’nın sahibi oligarkların mülkleriydi: Rinat Ahmetov, İgor Kolomoyskiy, Sergey Taruta, Arseniy Yatsenyuk, vb. Bundan kısa bir süre önce de 12 Ukrayna bankasının varlıklarına el konulmasının planlandığı açıklanmıştı.
Kırım’ın bütün bu meselelerde çok daha sert bir tutum alması yeni değildir. Kırım Başkanı Aksyonov daha geçen yıl 21 Nisan’da, yabancı şirketlerin mahkeme yolunu da kapatarak millileştirilmesini önermişti. Ama Kırım’ın bütün bu girişimleri Duma’da ve Senato’da frenlenmiştir.
Arkasından, 3 Mart’ta şu başlıkla bir başkanlık kararnamesi yayınlandı: “Devlet savunma siparişinin yerine getirilmesine katılan ticari şirketlerin faaliyetlerinin uygulanmasında kimi meseleler hakkında”. Kararname sıkıyönetim ilan edilmiş bölgelerde (dört yeni oblast: Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri ile Herson ve Zaporoje oblastleri) ticari şirketlerin savunma siparişlerini yerine getirmemesi halinde ilgili şirketin hissedarlarının haklarının ve yönetimlerinin yetkilerinin dondurulacağını, bunların başına Sanayi ve Ticaret Bakanlığı teklifleri temelinde kayyım atanacağını öngörüyor, hükümete Askeri-Sınai Komisyon sekretaryasında bu şirketlerin faaliyetlerini denetlemek için çalışma grubu kurması ve bu grup tarafından ilgili şirketlerin faaliyetlerine dair normatif çerçeve oluşturması talimatı veriyordu. Kararname, dört yeni oblastle sınırlıydı sınırlı olmasına ama, 19 Ekim 2022 tarihli bir başka kritik kararname eğilimin genişleyebileceğini de gösteriyordu.
3 Mart kararnamesini aslında bu 19 Ekim 2022 kararnamesinin devamı saymak gerek. Orada dört ayrı siyasi-askeri durum tamamlanmıştı: sıkıyönetim ilan edilen 4 yeni oblast, hepsi de Ukrayna’ya sınır 7 oblastten ve federal şehir Sivastopol’den oluşan bir “orta seviyede reaksiyon” bölgesi, Orta ve Güney Federal Çevrelerinin tamamını kapsayan “yükseltilmiş hazırlık seviyesi” bölgesi, ve geri kalan neredeyse her yeri kapsayan “temel hazırlık seviyesi” bölgesi. İlk ikisi, diğerlerinden farklı olarak, sivil ve askeri idareye “ekonomi alanındaki seferberlik tedbirlerinin yürütülmesinde” tam yetki veriyordu; bunlar “ulaştırma ve iletişim işlevlerini temin eden tesislerin çalışmasını, matbaaların, bilgisayar merkezlerinin ve otomasyon sistemlerinin çalışmasını kontrol, bunların çalışmasının savunma ihtiyaçları için kullanılmasını” da kapsıyordu.
Bu yetkiler hiç veya neredeyse hiç uygulanmadı; ama normatif düzenlemede (kararnamede) devlet veya özel ayrımı yapılmaması yeterince büyük bir tehdit ve yeterince ciddi bir eğilimi yansıtıyordu.
3 Mart kararnamesini kritik bir hamle takip etti: geçen yıl 25 Mayıs’ta Duma’da onaylanan ve Rusya pazarından ayrıldığını duyuran yabancı şirketlere kayyım atanmasını öngören kanuna dayanarak 25 Nisan’da Fin Fortum ve Alman Uniper’in Rusya’daki şirketlerinin yönetimine Rosimuşçestvo (Rusya Devlet Varlık İdaresi) atandı. İlgili başkanlık kararnamesinin başlığı şöyleydi: “Rusya’ya ait yurtdışındaki varlıklara el konulmasına verilecek cevabi tedbirlerle ilgili”. Kararname, Fortum ve Uniper’i de aşıyordu aslında; bu ikisine ait toplam üç şirketten başka, “dost olmayan ülkelerin” Rusya’daki varlıklarına kayyım atanması genel bir yaklaşım olarak benimsenmişti.
Ne var ki bu gene de henüz millileştirme anlamına gelmez, dolayısıyla “cevabi” niteliği asimetriktir; dahası bu kararname sadece yabancı şirketleri ilgilendiriyor ve her ne kadar şu anda utangaç millileştirme olarak görünse de, bir başka süreç daha bütün hızıyla işliyor: bu, Rusya pazarından ayrılan yabancı şirketlerin piyasa değerlerinin yarısına kadar indirimle Rusyalı yatırımcı şirketlere satılması süreci. Dolayısıyla ciddi, kapsamlı bir sermaye transferi işliyor.
Ama 16 Temmuz günü Putin’in imzasını taşıyan yeni bir kararname bu süreci Rusyalı yatırımcı şirket değil devlet yararına çevirebilir. Söz konusu kararnameyle Danone ve Baltika’nın (Carlsberg) yabancı şirketlere ait hisselerinin başına da Rosimuşçestvo kayyım olarak atandı. Bu kadarla kalsa, Rusya’dan çıkacaklarını duyurmuş ve alıcı arayan Danone ve Baltika açısından az çok felaket anlamına gelse bile diğer batılı şirketler tarafından pek umursanmayabilirdi; ama alarm zilleri çalmasına neden olan başka bir şey var: Carlsberg Rusya’dan adını duyurmadığı bir veya bir grup alıcıyla sözleşme imzalamış olduğu halde çıktı kararname, dolayısıyla imzalanan sözleşme de bir anda geçersiz kılınmış oldu ve dahası, bu bir emsal oluşturdu: böylece yabancı şirketlerin şurasında-burasında rol oynadığı bütün M&A (mergers and acquisitions; şirket birleşmesi) işlemleri durdurulabilir ve öyle anlaşılıyor ki kararname oluşturduğu tehditle bunu doğal yoldan yapacak.
Rusya pazarından ayrılan yabancı şirketlerin millileştirilmesi eğilimi yeni değil; daha geçen yıl nisan ayında Renault, AvtoVAZ’daki yüzde 68 hissesini NAMİ Enstitüsüne (Araç ve Motor Bilimsel İnceleme Merkezi), Renault Rusya fabrikasını da Moskova şehir idaresine devretmek zorunda kaldı. 1 rubleye! Onu St. Petersburg’daki neredeyse tamamen aynı şartlarda Nissan takip etti.
Yeni olan, öyle anlaşılıyor ki, şu: Rusya’nın dondurulmuş varlıklarının gasp edilmesinden kaçınmak için kayyım formülü işletiliyor; bununla birlikte gerçek süreç adı konulmamış millileştirmeden başka bir şey değil.
13 Mayıs’ta, yani Maliye Bakan Yardımcısı Moiseyev’in özelleştirmeyi süsleyen açıklamasının ertesi günü Rusya Soruşturma Komitesi Başkanı Aleksandr Bastrıkin tam tersi bir öneriyle ortaya çıktı ve ekonominin temel sektörlerinin millileştirilmesini istedi. Şöyle dedi:
“Esasen savaş şartlarında iktisadi güvenlikten söz ediyoruz. Sonrası, bir sonraki basamakta, ekonomimizin temel sektörlerinin millileştirilmesi yoluna girelim.”
Bir başka kritik girişim Rusya Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolay Patruşev’den geldi. Patruşev, 28 Mayıs’ta Rusya Kamu Odası tarafından düzenlenen “21’inci yüzyıl pazar ekonomisinde devlet planlaması” konulu “Uluslararası Bilimsel-Pratik Konferans”a bir açıklama gönderdi. (Kamu Odası’ndan, bu odanın başkan yardımcısı, eski Uzakdoğu Kalkınma Bakanı Aleksandr Galuşka’nın konuşmasını yorumlarken söz etmiştim; bu “oda” yasama yetkisi olmayan bir senato gibi örgütlenmiştir.) Patruşev, üstelik Güvenlik Konseyi adına gönderdiği mesajda Putin’in Kasım 2021 tarihli “Rusya Federasyonu’nda stratejik planlama alanında devlet siyasetinin temellerinin onaylanması hakkında” kararnamesine işaret ediyordu. Söz konusu “temeller”, Patruşev’in ifadesiyle, “sosyal-iktisadi kalkınmanın ve milli güvenliğin temininin kopmaz karşılıklı ilişkisi ve karşılıklı bağımlılığından yola çıkarak, stratejik planlama sisteminin geliştirilmesinin hedef, görev ve temel istikametlerini” ortaya koyuyordu.
“Planlama” veya daha doğrusu “stratejik planlama”, Putin’in doktora tezinin başlık konusudur. Bu tez, esas itibariyle doğal kaynaklara dayanan bir büyüme stratejisini ortaya koyar. (Bak. “Rusya…”, s. 86 vd.) Bunun artık eski güncelliği kalmadı; “strateji” 2002-2009 aralığında yıllık ortalama büyümenin yüzde 6,9 seviyesinde olduğu büyük bir kalkınma ve halkın gelirinde önemli bir artışa yol açtı ama 2009 krizinin ardından yıllık ortalama yüzde 1 seviyesinde takıldı. Dahası, 24 Şubat sonrası yaptırım terörü, petrol-doğalgaz ekonomisinin fiilen sonunu getirmiş görünüyor. Dolayısıyla başka bir “stratejik planlama” anlayışı ortaya çıktı.
Benim Harici için yaptığım çevirilerde en çok kavramlardan biri olan “stratejik planlama” bu başka anlayışa işaret ediyor. Bunların başlıcaları iki temel yazıdır: Sergey Glazyev’in “Stratejik Planlama Sisteminin İyileştirilmesi Üzerine” makalesi ve Dmitriy Afinogenov’un, Vladimir Nazarov’un doçentlik teziyle ilgili incelemesi.
Glazyev’in temel iddiası şuydu: Sovyetler Birliği kaçınılmaz olarak katı bir direktif planlama uyguladı ve bu, muazzam başarılar getirmesine rağmen “bürokratizasyona ve formalizasyona”, dolayısıyla atalete, teknolojik geri kalmışlığa ve çöküşe yol açtı. Bugün: “… direktif planlama güncelliğini kaybediyor ve yerini sosyal-iktisadi gelişmenin indikatif planlaması alıyor. Böylelikle indikatif planlama stratejik planların tamamlanmasını temin ederken milli iktisadı kalkındırmaya yönelik stratejik idare sisteminin parçası haline geliyor.” Direktif planlamadan stratejik planlamaya geçiş sayesinde: “Çin, sadece sosyalist oryantasyonunu korumakla kalmadı, 21’inci yüzyılda efektif bir sosyal-iktisadi kalkınma idaresinin de örneği oldu.”
Glazyev önemli bir isim ve fikirleri “mali bloğun” idaresinde doğrudan karşılık bulmasa bile geniş bir ideolojik-siyasi etki alanı yaratıyor. Nazarov ise doğrudan doğruya “askeri bloğun” temsilcisi sayılabilir: 2005-2006 arasında Güvenlik Konseyi Sekreteri Patruşev’in yardımcısı, 2016’dan beri de danışmanı. Nazarov’un stratejik planlama derken çizdiği çerçeve şuydu: “sosyal-iktisadi kalkınma ve Rusya Federasyonu’nun milli güvenliğinin temin edilmesi sahasında devlet siyaseti”. Demek ki kastedilen iktisadi bir planlamadan ibaret değil; bunun merkezine oturduğu ve devletin varlığını ve güvenliğini bütün her şeyin temeline koyan bir yaklaşım.
İlginizi Çekebilir
-
Ukrayna’da zorlu kış: Günlük elektrik kesintileri 20 saati bulabilir
-
Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill’den idam cezasının getirilmesine destek
-
Bükreş: Sandu, Putin’in propaganda makinesine karşı büyük bir zafer kazandı
-
Emekli Pentagon yetkisi: Ukrayna’daki savaş kazara nükleer savaşa evrilebilir
-
Putin, Kuzey Kore Dışişleri Bakanı Choi Son-hee ile görüştü
-
İsrail’den ambargo çağrısına “şer ekseni” suçlaması
GÖRÜŞ
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
Yayınlanma
1 gün önce04/11/2024
Yazar
Ma Xiaolin30 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İsrail’e, BM tarafından görevlendirilen kurumlara karşı sergilediği son düşmanca davranışları düzeltmesi çağrısında bulunan bir karar aldı. Bu kararla birlikte, aralarında ABD’nin de bulunduğu tüm 15 üye ülke, İsrail’in Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini durdurma kararını geri almasını talep etti. Kararda, UNRWA’nın Gazze’deki tüm insani yardım çabalarında “hayati bir rol” oynadığı ve işgal altındaki Filistin topraklarında, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlerin yanı sıra “hayat kurtaran insani yardım” sağladığı vurgulandı.
Bu gelişme, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmanın keskin bir gerginlik noktasına ulaştığını ve ülkeyi giderek daha izole bir konuma soktuğunu gösteriyor. Tarihsel olarak İsrail’e destek veren ABD bile, İsrail’in BM ile ilişkilerini daha da zorlaştıran ve “sekizinci cephe” olarak adlandırılabilecek bu yeni çatışma alanında genişleme ve tırmanma çabalarına güçlü bir şekilde karşı çıkıyor.
28 Ekim’de İsrail parlamentosu, UNRWA’nın İsrail ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki faaliyetlerini yasaklayan iki yasayı kabul etti. Bu yasaların gerekçesi olarak, ajansın terörü desteklediği iddiası öne sürüldü. UNRWA, 8 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun 302 sayılı kararıyla Filistinli mültecilere yardım sağlamak amacıyla kuruldu. 1967 savaşının ardından, ajansın insani görev alanı Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletildi. 1948 ve 1967 savaşları, sırasıyla yaklaşık 800 bin ve 1 milyon Filistinliyi yerinden etti. Bu mültecilerin çoğu Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır gibi komşu Arap ülkelerine sığındı ve bu da dünyanın en büyük ve en uzun süreli siyasi mülteci krizini ortaya çıkardı.
5 Ekim’de, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ülkesinin “yedi cephede” çatışma halinde olduğundan yakınmıştı. Fakat, İsrail’in çatışmalarının bu yedi cephenin ötesine uzandığını ve BM ile yaşanan daha geniş kapsamlı yumuşak çatışmalar ile yerel düzeyde sert çatışmaları içeren bir “sekizinci cepheyi” de kapsadığını düşünüyorum. Pek çok okur, İsrail’in bu “sekiz cephesinin” kökeni ve doğası hakkında fazla bilgi sahibi olmayabilir, bu nedenle sistematik bir açıklama yapmak gerekli görünüyor.
Netanyahu’nun “yedi cephesi” şunları içeriyor: Filistin’de Gazze ve Batı Şeria, Lübnan, Yemen, Irak, Suriye ve İran. Benim tanımladığım “sekizinci cephe” ise, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmayı ifade ediyor. Bu çatışma, BM Genel Kurulu’ndan Güvenlik Konseyi’ne, New York ve Cenevre’deki BM merkezlerinden Gazze’deki UNRWA bürolarına ve İsrail-Lübnan sınırındaki BM barış gücü kamplarına kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Bu cephe, BM ve liderlerine yönelik sözlü saldırılarla birlikte, BM güçlerine yönelik ateş açma, bombardıman ve barış gücü kamplarının işgali gibi şiddet eylemlerini de kapsıyor. İsrail’in şu anki tutumu, uluslararası topluma meydan okuyan, cesur ve pervasız bir duruşu yansıtıyor, sanki egemen bir devlet olarak meşruiyetini sağlayan uluslararası kamuoyunu hiçe sayıyormuş gibi.
29 Kasım 1947’de, BM Genel Kurulu’nun ikinci oturumunda, Arap ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen, Filistin’in bölünmesini öngören 181 sayılı karar zorla kabul edildi. Bu karar, toprakların yüzde 52’sini yerel nüfusun yalnızca üçte birini oluşturan Yahudi topluluğuna tahsis ederken, yüzde 48’ini ise nüfusun üçte ikisini oluşturan yerli Arap halkına —bugün “Filistinliler” olarak bilinen halka— ayırdı. Kudüs’ün egemenliği ise BM’ye bırakıldı. Bu karar, Avrupa’nın anti-Semitik ve soykırımcı tarihinin yükünü yerli Filistin halkına aktaran bir hamle olarak Arap dünyasında büyük bir tepkiye yol açtı ve Arap-İsrail çatışmasını başlattı. Bunun sonucunda İsrail, Filistin topraklarını daha da fazla işgal ederek yasa dışı ilhaklar gerçekleştirdi ve İsrail ile komşu Arap ülkeleri arasında ilerleyen yıllarda pek çok savaşa zemin hazırlamış oldu.
Yarım asrı aşkın bir süredir, çeşitli Filistinli örgütler içinde bulundukları durumu daha fazla kabullenerek bir uzlaşıya vardılar: Artık yalnızca Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü geri kazanmayı hedefliyorlar; bu topraklar, bölünme öncesi Filistin’in yalnızca yüzde 23’ünü oluşturuyor. Buna karşılık, Başbakan Netanyahu ve “Büyük İsrail” yanlısı diğer isimler, Filistin topraklarının tamamen ilhakını talep ediyor; hatta Mısır’ın Sina Yarımadası, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün bazı bölgelerini dahi istiyorlar. Bu iddialarını ise yalnızca, üstelik bu yaşam, hâkimiyet ya da yerlilikten ziyade bir mültecilik durumu olsa bile atalarının buralarda bir zamanlar yaşadığı gerçeğine dayandırıyorlar.
Birleşmiş Milletler, İsrail’e egemenlik meşruiyeti sağlarken Filistinlilerin haklarından ödün vererek İsrail’in uluslararası hukuktaki “annesi” olarak görülebilir. Ancak, ABD’nin uzun süreli koruması altında, İsrail ile ilgili BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarının büyük çoğunluğu veto edilmişti. Bu durum, İsrail’in dokunulmazlık ve meydan okuma ortamında hareket etmesine zemin hazırladı. Günümüzde İsrail’in eylemleri, uluslararası normlara karşı eşi benzeri görülmemiş bir kayıtsızlık sergileyerek, onu tarihsel zulümlerden dolayı bir zamanlar sahip olduğu küresel sempatiyi hızla tüketen “Orta Doğu’nun Oidipusu” konumuna getirdi. Bu pervasız tutum, mevcut çatışmaları körüklüyor ve uluslararası alanda hoşnutsuzluk yaratıyor.
BM Genel Sekreteri António Guterres, “Hamas’ın İsrail’e saldırısı bir durduk yere gerçekleşmedi,” ifadesiyle Filistin halkının 70 yılı aşkın süredir maruz kaldığı trajedi ve acıya dikkat çeken ölçülü bir açıklama yaptı. İsrail ise bu açıklamaya sert tepki göstererek, Guterres’in meşruiyetini sorguladı ve sürekli olarak istifasını talep etti. Nihayetinde onu istenmeyen kişi (persona non grata) ilan ederek kendisine vize vermeyi reddetti.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nden gelen yoğun eleştirilerin ortasında, İsrail, BM’yi kışkırtıcı bir şekilde “terör örgütü” veya terörü destekleyen bir yapı olarak tanımladı ve UNRWA’nın insani yardım görevini yerine getirmesini yasakladı. Daha da saldırgan bir adım olarak, uluslararası kınamalara rağmen İsrail güçleri, İsrail-Lübnan sınırında ateşkes anlaşmalarını denetlemek için konuşlanmış BM barış gücü birliklerini hedef alarak onları görevlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.
Gazze ve Batı Şeria, İsrail’in birinci ve ikinci çatışma cephelerini oluşturuyor ve daha geniş bölgesel gerilimlerin tetikleyicisi olarak kabul ediliyor. 2005 yılında İsrail güçleri ve yerleşimcileri Gazze’den çekilmiş olsa da İsrail, hâlâ Gazze’nin kara sınırlarını, hava sahasını ve kara sularını kontrol ediyor. Bu nedenle Gazze, “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak anılan, işgal altındaki Filistin topraklarının ayrılmaz bir parçası olmaya devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail ve Gazze arasındaki ilişki, işgalci ve işgal edilen olarak tanımlanırken, İsrail ve Hamas arasındaki ilişki, işgalci ve silahlı direniş olarak değerlendiriliyor. İsrail’in “İsrail-Hamas savaşı” olarak tanımladığı çatışma, Hamas’ı daha geniş Filistin direnişinden tecrit etmeyi amaçlayarak, “İsrail-Filistin çatışmasının” temel doğasını gölgede bırakmaya çalışıyor.
Batı Şeria, 6 bin kilometrekareyi aşkın bir alanı kapsarken, 360 kilometrekarelik Gazze Şeridi’nden yaklaşık 100 kilometre genişliğinde bir İsrail bölgesiyle ayrılmış durumda. Uzun bir süre boyunca, Batı Şeria, Hamas’ın siyasi rakibi olan el-Fetih’in kalesiydi. Ancak son yıllarda, Batı Şeria giderek “Hamaslaşmış” bir hâl aldı ve adeta ikinci bir Gazze veya “Hamasistan” gibi görünmeye başladı. Batı Şeria’daki daha fazla Filistinli, onlarca yıllık ılımlı yaklaşımı terk edip Hamas’a yöneldikçe bu bölgedeki siyasi yapı değişime uğradı.
1999’dan 2002’ye kadar Xinhua‘nın Gazze’deki muhabiri olarak çalıştığım dönemde, Hamas’a olan halk desteği yaklaşık yüzde 30 civarındaydı ve etkisi büyük ölçüde Gazze ile sınırlıydı. 2004’teki büyük İsrail-Filistin çatışmasında ana cephe Batı Şeria’ydı ve İsrail’in asıl rakibi el-Fetih’ti; Hamas ise Gazze’de daha pasif bir rol üstlenmişti.
2006’daki Filistin Yasama Konseyi seçimlerinde Hamas’ın zafer kazanmasından bu yana, Filistin’deki siyasi denge büyük ölçüde değişti. Sonraki İsrail-Filistin çatışmalarının merkezi Gazze oldu ve burada Hamas, daha radikal gruplar olan İslami Cihad ve Selefi militan gruplarla birlikte çatışmanın başını çekti. Filistin’de yıllar boyunca seçim yapılmadı, zira her anket Hamas’ın kazanacağını öngörüyor. Hatta İsrail tarafından on yıldan fazla hapis yatan üst düzey el-Fetih yetkilileri bile serbest kaldıktan sonra Hamas’a katıldılar. Hamas’ın Batı Şeria’daki nüfuzunun giderek artması, İsrail’i bölgede büyük kuvvetler konuşlandırmaya ve şiddetli direnişi bastırmaya yöneltti; bu ise Gazze’den yapılan sürpriz bir saldırıya fırsat tanıdı ve bu saldırı İsrail tarafında büyük kayıplara yol açtı. İşgal altındaki Filistin topraklarının coğrafi ve toplumsal anlamda “Hamaslaşması”, kısmen Netanyahu’nun Filistinliler arasında çift başlı bir güç yapısını kasten destekleyen “çim biçme” stratejisinin bir sonucu.
Mantık oldukça basit: İsrail 2000 yılında Güney Lübnan’dan çekilmiş olsa da Şebaa Çiftlikleri gibi stratejik öneme sahip ama sınırlı bölgeleri kontrol etmeye devam ediyor. Bu durum, uluslararası hukuk çerçevesinde Hizbullah’a İsrail’e saldırmak için bir gerekçe sağlıyor. İran tarafından desteklenen ve finanse edilen Şii bir militan grup olan Hizbullah, aynı zamanda Lübnan’daki Hristiyan gruplar ve Sünni Müslümanlarla hem açık hem de örtülü çatışmalara da karışmış durumda. Lübnan’a sürekli çatışma getirmiş olduğu bir gerçek olsa da Hizbullah aslında 1982’deki İsrail’in Lübnan işgalinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Dikkat çekici bir şekilde, Lübnan’daki hiçbir siyasi parti Hizbullah’ın işgal altındaki toprakları geri alma hakkına açıkça karşı çıkmadı.
1973 Yom Kippur Savaşı sırasında başarısız bir karşı saldırı sonucu 1200 kilometrekarelik Golan Tepeleri’ni kaybettikten sonra, Suriye İsrail ile soğuk bir barış durumu sürdürdü. 2011’de Arap Baharı’nın başlaması, Suriye’yi istikrarsızlaştırarak İran’ın Devrim Muhafızları, Şii milisler ve Hizbullah’ın, IŞİD’e karşı savaşma bahanesiyle müdahalede bulunmasına yol açtı. Bu da İsrail açısından doğrudan bir tehdit haline geldi. Son on yılda, İsrail Suriye’deki çeşitli hedefleri sürekli olarak vurdu; amaç Suriye hükümet güçlerini yok etmek değil, İran ve Hizbullah güçlerini bölgeden çıkarmaktı. Suriye hükümeti, Golan Tepeleri’ni geri alamadığı için, yabancı aktörleri İsrail’e baskı yapmak üzere kullanarak topraklarını bir vekâlet savaşı alanına dönüştürdü.
Irak, 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan bu yana İsrail’e karşı düşmanca bir tutum sergiliyor. 1958’de monarşiyi deviren devrim ve yaklaşık on yıl sonra Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle birlikte Irak, yarım asır boyunca Filistin direnişi açısından önemli bir üs ve mali destek kaynağı haline geldi. 2003 sonrası Şiilerin yükselişinin ardından, İran’ın güçlü etkisiyle Irak’ın İsrail’e yönelik politikası değişmeden devam etti. Terörle mücadele bayrağı altında ortaya çıkan Şii milis grubu Haşdi Şabi (Halk Seferberlik Güçleri), yeni bir dönemin başlangıcına işaret etti.
Mevcut çatışma sırasında Haşdi Şabi, ilk kez Arap milliyetçiliği söylemini benimseyerek Irak ve Suriye’deki İsrail ve ABD askeri üslerine saldırılarda bulundu; bu nedenle “Irak Hizbullah’ı” olarak anılmaya başladı. Bu gelişme, Irak’ı Körfez Savaşı’ndan bu yana ilk kez doğrudan İsrail’le karşı karşıya getirirken, Irak hava sahası ve toprakları İran’ın füzelerine, insansız hava araçlarına ve İsrail jetlerinin saldırılarına açık hale geldi. Haşdi Şabi, Filistin’i özgürleştirme gerekçesiyle İsrail’e karşı bir cephe açtı; bu hamle, İran etkisi, Şii dayanışması ve Irak içindeki siyasi nüfuz mücadelesiyle besleniyor.
İran İslam Cumhuriyeti modelini benimseyen Husi hareketi ise İran ve Hizbullah ile karmaşık ilişkiler yürütüyor ve çoğunlukla koordineli hareket ediyor. Daha önce kendini Filistin davasının bir savunucusu olarak konumlandırmamış olan Husiler, bu çatışmaya ani ve güçlü bir şekilde dahil olarak “fırsatçı bir aşırı hamle” olarak nitelendirilen bir adım attı. Bu manevra, Husilerin Yemen’deki güçlerini konsolide etme çabalarını, Arap milliyetçiliği söylemiyle kendilerini meşrulaştırmalarını, Suudi Arabistan ve diğer yabancı güçlerin çekilmesini talep etmelerini ve komşu ülkeler tarafından Yemen’in meşru hükümeti olarak tanınma arayışlarını yansıtıyor.
Tarihsel olarak, 2500 yıl önce Pers İmparatoru Büyük Kiros, İsrail’in atalarını kurtardığı için İncil’de bir “Mesih” olarak övülmüştü. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana, İran sarsılmaz bir şekilde Siyonizme ve İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı çıkıyor. İsrail-Filistin ve daha geniş Arap-İsrail çatışmalarındaki rolünü, İslami bir görev olarak nitelendiren İran, bu angajmanlarını bölgesel bir güç olarak kendini göstermenin bir aracı olarak da kullanıyor. Bu nedenle hem İsrail hem de ABD, İran’ı bölgesel istikrarsızlığın başlıca kışkırtıcısı olarak görüyor.
İsrail ve İran uzun süredir vekalet savaşları ve gizli operasyonlar yürütse de bu çatışmalar artık daha açık bir hale geldi ve doğrudan karşılaşmalara evrildi. Arap ülkelerinin İsrail’e karşı savaş yürüttüğü, 1982 Lübnan Savaşı’nın sonuna kadar süren geleneksel paradigma değişti. Yeni jeopolitik manzara, İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ile tanımlanmakta olup, bu eksende egemen Suriye ve Filistin, Lübnan, Yemen ve Irak gibi devlet dışı aktörler yer alıyor
İsrail, nadiren yalnız hareket etti; Birleşmiş Milletler’de ya da Orta Doğu’daki çatışmalarda ABD, İsrail’in daimî müttefiki oldu. Geçen yıl içinde ABD, Gazze’de ateşkes sağlanmasına yönelik beş Güvenlik Konseyi kararını veto etti, İsrail’e sürekli askeri destek sağlamış ve bazı askeri operasyonlarda işbirliği yaptı. Bu destekler arasında uçak gemisi saldırı gruplarını konuşlandırmak, İsrail’i korumak için THAAD füze savunma sistemini yerleştirmek, İran’ın füze ve insansız hava aracı saldırılarını engellemek, Hamas liderlerinin ortadan kaldırılmasını memnuniyetle karşılamak ve Husi ve Haşdi Şabi üslerine hava saldırıları düzenlemek yer alıyor. Sonuç olarak, İsrail’in “sekiz cephede” sürdürdüğü angajmanların büyük bir kısmı ABD’nin desteğiyle yürütülüyor, bu iki ülkenin aynı stratejik siper içinde yer aldığını simgeliyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Bolivya’da Evo Morales’e yönelik suikast girişiminin ardından Devlet Başkanı Luis Arce hükümeti, ülkeyi askerileştirmeyi planlıyor.
Bolivya’da tansiyon yüksek. Ülkenin Devlet Başkanı Luis Arce, 27 Ekim’de eski Devşet Başkanı Evo Morales’e karşı düzenlenen suikast girişiminin ardından ülkenin askerileştirilmesi için emir verdi. Bu emir doğrultusunda, Bolivya genelinde ordu ve polis güçlerinin Arce hükümetinin emirlerine uyup uymayacağı ise henüz belirsizliğini koruyor.
Askerileşme kararı, Morales’e sadık kalan asker ve polis güçlerinin etkisiz hale getirilmesi ve Morales destekçilerinin iki haftayı aşkın süredir devam eden yol kapatma eylemlerinin sonlandırılması amacıyla kamu düzeninin sağlanması gerekçesiyle alınmış görünüyor. Bu durum, Arce hükümetinin, Morales’in 2025 Ağustos’unda yapılması planlanan bir sonraki başkanlık seçimlerine aday olma ihtimalini kesin bir şekilde engelleme stratejisinin bir devamı olarak değerlendiriliyor.
Bolivya’nın ilk yerli başkanı Morales’in tam olarak nerede bulunduğu bilinmemekle birlikte, yaşamı ve siyasi geçmişi ile tarihsel olarak bağlantılı olan ülkenin tropikal bölgelerinde olduğu tahmin ediliyor.
27 Ekim 2024’te, Bolivya’nın eski devlet başkanı ve başkan adayı Evo Morales, haftalık radyo programına katılmak için Cochabamba şehrine giderken bir saldırıya uğradı. Morales’in aracına ateş açıldı ve saldırganlar helikopterle olay yerinden ayrıldı. Bu saldırıda Bolivya polisi ve ordusunun destek vermesi de dikkat çekti.
Bolivya Savunma Bakanı Edmundo Novillo, Devlet Başkanı Luis Arce’nin Evo Morales’e yönelik bir suikast planının varlığını reddetti. Hükümet kaynakları, koka yetiştiricisi olarak bilinen Morales’in daha önce de askeri ve polis personeline karşı silahlı eylemler gerçekleştirdiğini öne sürdü.
Evo Morales ise bu iddiaları reddederek, Amerika Halkları için Bolivarcı İttifak–Halkların Ticaret Antlaşması (ALBA-TCP) ve Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu’ndan (CELAC) bağımsız ve tarafsız bir soruşturma yürütmelerini talep etti.
Suikast girişiminin ardından Morales’in destekçileri, Bolivya’nın koka yetiştirilen bölgesindeki bir havaalanını ele geçirdi ve gösteriler düzenlemeye başladı. Morales’i destekleyen gruplar, Bolivya savcılığının Morales hakkında açtığı tecavüz, kaçakçılık ve reşit olmayanlara yönelik kaçakçılık iddialarına rağmen sokaklara dökülerek protestolarını sürdürüyor.
Bölgesel ve uluslararası etkiler
Bolivya, sahip olduğu zengin lityum rezervleri sayesinde küresel jeopolitik oyunun önemli bir parçası haline geliyor. Lityum, pil, cep telefonu, seramik, cam, madeni yağ üretiminde ve bipolar tedavisinde kullanılan bazı ilaçların yapımında kritik bir bileşen olarak yer alıyor. Bolivya, dünya genelinde en büyük lityum rezervlerine sahip ülkeler arasında yer alarak dikkat çekiyor.
İktisadi açıdan yüksek doğalgaz üretimi ve ihracatıyla zenginlik elde eden bir lider olarak Evo Morales, uygun koşullarda ülkenin ekonomik istikrarını sağlamayı hedefleyen bir vizyon ortaya koydu. Morales, devlet başkanlığı döneminde Bolivya’yı bölgesel entegrasyona açarak ALBA, UNASUR ve CELAC gibi Latin Amerika işbirliği örgütlerine katıldı. Bu örgütler, ABD’nin emperyal ajandasından bağımsız hareket eden bir blok olarak tanımlandı. Fakat Morales’in ardından gelen sağcı Jeanine Áñez’in geçici yönetimi (2019-2020), ALBA’dan çekilmeye yönelik kararlar aldı, UNASUR’dan ayrılma niyetini belirtti ve CELAC’la olan ilişkilerde gerilim yaşadı. 2020’de yeniden seçilen Luis Arce, Bolivya’yı bu örgütlere geri katmaya dönük adımlar attı.
Morales’in dönüşü, Bolivya’nın BRICS+ grubuna katılım sürecinde bu işbirliklerinin güçlendirilmesi anlamına gelebilir. Bu gelişmeler, Bolivya’nın bölgesel entegrasyonu ve Küresel Güney ile daha sıkı ilişkiler kurmasını sağlayacak. Dolayısıyla Morales’e yönelik saldırıyı, bu süreci sekteye uğratmaya çalışan bir girişim olarak değerlendirmek önemli. Bölgesel bir bakış açısıyla bakıldığında, Morales’e saldırı Maduro Moros’un seçim başarısını ve halkın çoğunluğunun kararını tanımayanların Bolivya’daki benzer bir girişimi olarak görülebilir.
Bu bağlamda Brezilya hükümeti, özellikle Venezuela’nın BRICS grubuna katılımını veto eden ve böylece kendini BRICS’in “Truva Atı” olarak konumlandıran bir rol üstlendi. Itamaraty’nin bu adımları ve Brezilya Devlet Başkanı Lula’nın Venezuela Devlet Başkanı Maduro’dan seçim sonuçlarını kanıtlamasını talep etmesi, bölgesel dayanışmayı sorgulayan politikaların bir parçası haline geldi. Brezilya’nın bu tutumu, sadece BRICS’in değil Latin Amerika’nın da “Truva Atı” olarak görülmesine yol açıyor.
Morales’e yönelik saldırı, Güney-Güney işbirliği ve bölgesel entegrasyona karşı bir müdahale olarak ABD ve müttefiklerinin emperyal politikalarıyla uyumlu bir siyasi eylem.
Son değerlendirmeler
Evo Morales’e yönelik saldırı, Bolivya’da siyasi atmosferi derinden etkileyecek nitelikte ciddi bir olay. 2006-2019 yılları arasında Devlet ve Hükümet Başkanı olarak görev yapmış olan Morales ile mevcut Bolivya hükümeti arasındaki bu çekişme, sadece iki solcu liderin güç mücadelesi değil.
Morales’in muhtemel ölümü, Bolivya’nın bölgesel entegrasyon politikasını sarsacak. Arce’nin görev süresince Bolivya’yı UNASUR, CELAC ve ALBA-TCP gibi Latin Amerika işbirliği bloklarına yeniden kazandırmış olmasına rağmen, sosyal taban desteğini kaybeden Arce, halk arasında yüksek bir imaja sahip değil. Bu nedenle Morales’in aday olmaması durumunda dahi, Arce’nin yeniden seçilme olasılığı garanti görünmüyor.
Morales’in ortadan kaybolması, Bolivya’da sağ açısından ciddi bir seçim avantajı anlamına gelecektir. Bu senaryo gerçekleşirse, Arce’nin tıpkı Jeanine Áñez gibi hareket edeceği ve Bolivya’yı ALBA, UNASUR, CELAC gibi bölgesel entegrasyon blokları ile BRICS+ gibi küresel işbirliği girişimlerinden çekerek Latin Amerika’da “Truva Atı” rolü üstleneceği öngörülebilir.
Enerji jeopolitiğinde ise, gazın gelecekteki kullanım değeri dikkat çekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı, OPEC ve BP gibi kuruluşların değerlendirmelerine göre gaz, ilk tercih edilen enerji kaynaklarından biri olmaya devam edecek. Bolivya’da olası bir sağ hükümetin varlığı, ülkenin tabii kaynaklarının ulusötesi enerji hegemonyasına teslim edilme ihtimalini artırabilir.
Sonuç olarak, Morales’e yönelik başarısız suikast girişimi, halk desteğini bastırmak amacıyla Bolivya’nın askerileştirilmesi ve ülkede artan baskı, tek bir çözüm yolunu öne çıkarıyor: Güney Amerika’nın ilk yerli başkanının sürgüne gönderilmesi.
GÖRÜŞ
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
Yayınlanma
5 gün önce31/10/2024
Yazar
Sarp Sinan HacırAmerikan seçimlerine günler kala anketler iyice zıvanadan çıktı. Geçtiğimiz seçimlerde zaten pek başarılı olmayan anket şirketleri bu sefer kafaları daha da karıştırmış haldeler. 7 gün arayla siyah seçmen üzerine anket yapıyorlar. Harris’e destek 15 puan fark ediyor. 7 gün içinde yaşanan bir olay yok, kavga yok, dövüş yok… Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?
Bazı anket şirketlerinin beceriksizliği, bazılarının “aman 2016’daki gibi rezil olmayalım” korkusu, bazılarınınsa kasti manipülasyonları anket meselesini içinden çıkılmaz bir hale sürükledi. Ancak ekim ayı her şekilde Trump’a yaramış gibi gözüküyor. Anketlerin çok büyük çoğunluğu ya Trump’ı önde ya da yarışı başa baş gösteriyor. Bunun önemini anlamak için eski seçimlere bakmak lazım. Trump’ın kazandığı 2016 seçimlerinde bir çok eyalette 8-10 puan fark, 2020 de ise 15 puana kadar varan farklar gözüküyordu. Trump, 2016’da bu farkı kapatıp öne geçmeyi başarmış, 2020’de ise yenilmesine rağmen ciddi bir fark yememişti.
Durum böyle olunca herkesin kafasında tek bir algı oluşuyor;
“Anketler başa baş diyorsa Trump kesin aldı bu işi!”
Evet, Trump bir siyasi figüre dönüştükten bu yana seçim bilançosuna bakıldığında durum böyle gözüküyor. Ancak papaz hep pilav yemiyor. Anket şirketleri 3. kez üst üste Trump’ın oyunu olandan ufak gösterecek mi? Bir argüman, şirketlerin var olan araştırmalara “gizli kalan” Trump oylarını hesaba katarak birkaç puan ekledikleri yönünde. Birçoklarına göre ülkede ciddi sayıda “gizli” Trump seçmeni var. Toplum içinde sosyal baskıdan çekinerek ya apolitik ya da Demokrat gibi davranıyorlar ama sandıkta Trump’a oy veriyorlar. Bir kaçıyla tanışma imkânım bile oldu. Kendilerini rahat hissedene kadar renklerini pek belli etmiyorlar.
Başka bir argümana göre anketörler araştırma yöntemlerini tamamen değiştirdiler ve kırsaldaki seçmene daha rahat ulaşıyorlar. İnternet üzerinden yapılan anketlerin yerini daha çok telefon ya da yüz yüze anketler alıyor. Hatta bu sistemlerin 2022 ara seçimlerinde kullanıldığı bile söyleniyor. 2022’de Cumhuriyetçilerin oyu anketlerde tam tersine abartılmıştı. Seçim sonuçlarında beklenen kırmızı dalga yaşanmamıştı. Tabii o zaman oy pusulasındaki isim Donald Trump değildi.
Ya anketler haklıysa?
Anket şirketleri yine de uyanıkça bir hamle yapıyor. Son çıkan salıncak eyalet anketleri Trump’ı 1 veya 2 puan önde gösteriyor. Mesela Atlas şirketinin final anketine göre 7 salıncak eyaletin North Carolina hariç 6’sında Trump kazanıyor. Ancak hep 1 ila 3 puan arası farkla. Hata payına dahil olabilecek bir fark. Muhtemelen kamuoyunda Trump’a karşı bir eğilim gözlemliyorlar ancak rezil olmamak için farkı hata payı içerisinde bırakıyorlar.
Tabii bu ihtimal daha var; o da Trump’ın ciddi bir fark atması. Biden çekildikten sonra hazırda bekleyen bağış parası ve sonunda genç bir adaya sahip olmanın verdiği heyecan Kamala Harris fırtınasını yarattı. 2020 ön seçim münazaralarının etkisiyle kendisinden kötü bir münazara performansı bekleyen kitlesini de Trump’a karşı mest ederek fırtınayı büyüttü. Ancak Harris’in albenisi ekim ayıyla birlikte düşüşe geçti. Harris, ön seçim kazanmamıştı. Aday belli değilken yapılan anketlerde de kamuoyunda desteği düşük gözüküyordu. 2 aylık kampanyada çizdiği görüntüyü kendisi özetledi:
“Başkan olsam hiçbir şeyi Biden’dan farklı yapmazdım”.
Zaten sorun da buydu ya! Amerikan halkı iyi bir dört yıl geçirmedi. Göçmen krizi kontrolden çıktı, enflasyon patladı, alım gücü düştü, dünya kıyamete adım adım yürüyor… Covid-19 öncesi Trump ekonomisine bir nostalji oluştu. Durum böyleyken seçmen Harris’e şu soruyu soruyor; “4 yıldır neredeydin?”
Seçimin en kritik olduğu eyalet Pensilvanya’da düz bir seçim anketinden daha iyisi yapıldı. Soru şuydu; Vaziyet Trump zamanı nasıldı, şimdi nasıl?
Ankete katılanların %54’ü Trump zamanı işler iyiydi dedi. Ancak sadece %27’si şu an vaziyet iyi diyor. İşte Kamala için en tehlikeli durum bu. O, mevcut iktidarın devamı olarak kendini lanse ediyor ve halk mevcut durumdan memnun değil.
2020’den başka bir Trump
2020 seçimlerine giderken siyasetteki görüntü tamamen farklıydı. Hemen her gün biriyle kavga eden, partisinde bile yalnız kalmış bir Trump vardı. İstihbarat kurumları dahil ABD’nin bir çok yapısı ona karşı doğrudan ve açık bir şekilde kampanya yürütüyordu. Ünlüler, zenginler teknoloji devlerinin CEO’ları birer birer Biden’a destek açıklıyordu. Böylesi bir sahnede Trump’ın kazanması akla yatmıyordu. Bu kadar çok düşman varken nasıl kazanabilirdi? Zaten kazanamadı.
Ancak bu yıl ortam biraz farklı. Başkan yardımcısı J.D Vance’in yakın olduğu Open AI hissedarlarından Peter Thiel’ı, X’in sahibi Elon Musk’ı, Eski Demokratlar Robert F. Kennedy Jr. ve Tulsi Gabbard’ı kendi çatısı altında toplamayı başardı. Bunlara ek olarak, uzun yıllar sonra ilk kez Washington Post, LA Times USA Today gibi büyük medya kuruluşları Demokrat adaya destek açıklamayacaklarını söylüyor. Washington Post dediğinizde aslında Amazon’un sahibi Jeff Bezos’tan bahsediyorsunuz.
Yani Trump, artık yalnız olmadığı gibi karşısındaki devasa bloğu da dağıtmayı başardı. Buna karşılık Kamala tarafından “Cheney’ler” hamlesi geldi. Eski Cumhuriyetçi kimliğini taşıyan, Irak Savaşı’nın mimarı Dick ve kızı Liz Cheney, Kamala’yı destekliyorlar. Hatta Liz Cheney Kamala ile birlikte mitingden mitinge koşuyor. Hatta Kamala bunu münazarada gururla bile söyledi. Artık Cheney’lerin ABD toplumunda ne kadar karşılığı var orası tartışılır tabii.
Trump’a kaybettirecek tek hata
2020’den bu yana birçok şey kötüye gitti. Ancak sadece bir tanesinden Trump sorumlu; kürtaj yasağı. Trump’ın görevi bırakmadan önce atadığı 3 Yüksek Mahkeme yargıcı dengeyi bozdu ve sahip oldukları çoğunlukla kürtaj meselesini federal bir hak olmaktan çıkardı. Karar Biden yönetimi altında 2022 yılında alınsa da sorumlunun Trump olduğu biliniyor. 4 yıl boyu Trump’ın oyunu düşürecek tek olay budur. Eğer Trump seçimi kaybedecekse kürtaj kararı yüzünden kadınların Demokratlara kaçmasıyla kaybedecek.
Kamala da en güçlü olduğu alanın bu olduğunu biliyor. Çekilen reklam filmleri büyük oranda bu konu üzerine kurulu. Trump ne kadar “ben kürtaja karşı değilim” dese de bu seçim döneminde en hasar aldığı alan bu oldu. Kendisini daha önce başarıya taşıyan banliyölü kadınlar demografisini kızdırmış oldu. Tabii Taylor Swift’ten nefret ettiğini söylemesi de hiç yardımcı olmadı.
Neyse… Yukarıda bahsettiğim Atlas anket şirketi, son seçim dönemlerinde gerçeğe en yakın final sonuçlarını veren şirket. 2020’de sadece 0.3, 2022 ara seçimlerinde 0.2 farkla yanıldı. Atlas’ın seçim öncesi son yaptığı toplam oy anketine göre Trump 2.7 puan farkla kazanıyor. Toplam oy meselesi önemli çünkü Demokratların kazanması için toplam oyda kesin olarak Trump’ı geçmeleri ve 2-3 puan da fark atmaları gerekiyor. Toplam oyu rakibi geçerek seçimi kazanan son Cumhuriyetçi George W. Bush’tu. Trump’ın son haftalarda salıncak eyaletler dışında mitingler yaptığı, geçtiğimiz günlerde New York’ta dev bir mitingle gövde gösterisinde bulunduğu düşünülürse, hedefi sadece seçimi kazanmak değil, aynı zamanda toplam oyu alarak meşruluğunu ispatlamak olacak.
Ben, şu ana kadar ki bilgiler, sandıklardaki erken oya ilgi ve sokaktan edindiğim izlenimle Trump’ı bir parmak önde görüyorum. Seçime kadar hala bazı şeyler değişebilir. Ancak bariz olan şu ki Demokratlar için tehlike çanları çalıyor.
Japonya Başbakanının danışmanı ülkenin ABD’den bağımsızlığını kazanması için Trump’ın seçilmesini istedi
Avustralya, Çin fuarına en büyük ticari heyetini gönderdi
Ukrayna’da zorlu kış: Günlük elektrik kesintileri 20 saati bulabilir
Slovak muhalefet partilerinden Fico’ya “Çin ile stratejik ortaklık” eleştirisi
UCM Başsavcısı Han: Herkes ölene kadar mı beklemeliyim?
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Türk dış politikasında eksen kayması
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
BRICS öncesi Hindistan ve Çin’den sınır kavgasına gelen ‘çözüm’ duyurusu
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Hint akademisyen Harici’ye değerlendirdi: ‘BRICS, Hindistan-Çin gerilimini yatıştıran bir platform’
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
İran: Sol el Araplarla kucaklaşmaya devam ederken, sağ el İsrail’le çatışıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: BRICS nihayet Batı ile başa çıkabilir mi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
WSJ: Hizbullah’ın direnişi İsrail için eziyete dönüşebilir