Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Özelleştirme, millileştirme, planlama / 1- Özelleştirme Cephesi

Yayınlanma

 Bomba 11 Nisan’da patladı.

VTB Genel Müdürü Andrey Kostin RBK’da yayınlanan yazısına gayet gerçekçi bir senaryoyla başlamıştı; şöyle diyordu: “Çatışma (mali, iktisadi, enformatif, en nihayet askeri çatışma) hissedilir, büyük ve, açık olalım, acı verici. İllüzyonlar kurmaya gerek yok: ne yarın ne de beş yıl sonra bitecek bu.” Kostin’e göre ilk dalga atlatılmıştı, ama “sadece dayanmak için değil tersine çevirmek için de gücümüzün yetip yetmeyeceği hâlâ cevapsız bir soru.” Yaptırımlar, Rusya’da “son otuz yıldır” kurulmuş olan ekonominin “taşıyıcı unsurlarını” yıkmıştı. Rusya’nın mevcut gerçeklerinde “sarsılmaz görünen” pazar kavramı ve enstrümanları muhtevalarını kaybetmiş ve düzeltilmesi gerekiyordu, çünkü: “Uygar dünya denilen şeyin temel ilkeleri, egemenlik ve özel mülkiyetin dokunulmazlığı, mutabakat yükümlülüklerinin yerine getirilmesi, yargı bağımsızlığı bir anda yıkılıverdi.”

Öyleyse, Putin’in de dediği gibi (ona gönderme yapıyordu Kostin), “iç kaynaklara dayanan yeni bir büyüme modeli” kurmak zaruriydi. Bu, Kostin’e göre, ülkeye üç görev yüklüyordu:

1) Acilen doğu ve güneye lojistik koridoru ve başta demiryolu olmak üzere ulaştırma altyapısı açmak; ödemeleri ruble ve “dost” ülkelerin paralarıyla yapmak, dijital para platformlarını ikili ve çoklu temelde geliştirmek.

2) Ekonominin sektörlerini yatırım kararları temelinde yeniden başlatmak ve yüksek teknolojide ithal ikamesi.

3) Askeri-sınai kompleksi güçlendirmek ve yeni federal bölgelerin hızla entegrasyonu.

Bütün bunlarda yeni bir şey yok; hatta (Kostin’in “otuz yıldır yarattığımız” vurgusunun gerçekte Sovyet sanayileşmesini ve 90’ların soygununu görmezden gelen bir fars olduğunu görmezden gelirseniz eğer) genel olarak da doğru şeyler. Ancak mesele, Kostin’e göre, para meselesiydi: “Para nereden alınacak?”

Cevabı çok basit: Özelleştirme ve devlet borçlarının artırılması. Türkçesi, devlet kredilerinin özelleştirme sırasına giren burjuvaziye ucuza verilmesi. Onun da Türkçesi, devletin kamu mallarını satmak için alıcıyı kamu parasıyla finanse etmesi.

Şu klişedeki cazibeye bakın:

“Devlet mülklerinin şeffaf ve pazar şartlarında özel ellere devredilmesi etkililiğini defalarca kanıtlamış bir enstrümandır.”

Muazzam bir formül, öyle değil mi? Önce kendinden menkul bir formül icat et, sonra herkes buna inansın. Hayat böyle. Formülün gücü, icat edenin gücüyle ölçülüyor.

Aynı gün Peskov, Kostin’in yazısıyla ilgili soruya epey nötr bir cevap verdi ve Kremlin’in özelleştirme düşüncesini “ilginç” bulduğunu, ama Kremlin’de, “Rusya’da özelleştirmeye devam etme olasılığının tartışılmadığını” söyledi.

Kostin 24 Nisan’da bu defa, üstelik de devlet televizyonu Rossiya 24’te nelerin özelleştirilebileceğini açıkladı. Listeye bakalım: Transneft, RJD (Rusya Demiryolları), Poçta Rossii (Posta İdaresi), Rostelekom, Rosteh ve Rosatom’un “profil olmayan” (çekirdekten olmayan) şirketleri, OSK (Birleşik Gemi İnşaat Korporasyonu). En genelde, büyük devlet şirketlerinin devletin kontrol paketleri dışında kalan kısımları.

“Mesela Rosneft’in yüzde 20 hisselerinin özelleştirilmesi yirmi yılda özelleştirilen bütün diğer şirketler kadar para getirmişti. … Geçenlerde bizim işadamları söylüyorlardı bana, Poçta Rossii’nin bir parçası satılamaz mı, diye.”

Rosneft’in yüzde 19,5’i 2014 yaptırımlarının ardından 2016’da yabancı şirketlere yaklaşık 700 milyar rubleye (12 milyar dolar civarı) satılmıştı.

Kostin herhalde bütün devlet işletmelerinin satılmasını gönülden ister. Ne de olsa rekabeti özendirmek gerek ve kamu mülkiyeti, kamunun karşısındaki özel kişilerin (burjuvazinin) kamuyla rekabetini kısıtladığı için kabul edilemez. (Bütün ideolojik temel işte bundan ibaret: kamu, burjuvazinin rekabet “hakkını” kısıtlıyor; öyleyse kamuyu yok et.) Ama ne kadar istese de yapamıyor bunu, çünkü 2004’te yayınlanan bir başkanlık kararnamesi var, adı şöyle: “Stratejik işletmeler ve stratejik anonim şirketler listesinin onaylanması üzerine”. Liste muhtelif tarihlerde iğdiş edilmiş ve birçok işletme, özellikle Medvedev’in başkanlığı döneminde listeden çıkartılmıştır; ama gene de muazzam bir listedir bu ve daha önemlisi, son redaksiyonu da bu yılın 10 Mayıs’ında yapılıp onaylandı.

Özelleştirmelerle felaket yaşamamış tek bir halk yoktur. Ama özelleştirmelerle cehennemin dibini yaşamış başka halk bulmak da güçtür. Böyle bir ülkede özelleştirmenin olumlanabiliyor olması, bana her zaman, özelleştirme felaketinden daha büyük bir felaket gibi görünmüştür. Bu aynı zamanda neoliberal ideolojinin bütün sosyal ve siyasi gözeneklere nüfuz edebilme yeteneğini de gösterir.

Mesele pişirildi. Bir ay kadar tartıştırıldı; bu süre boyunca “mali bloğun” iki başı, Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası genellikle sessiz kaldı. En nihayet 11 Mayıs’ta Maliye Bakan Yardımcısı Aleksey Moiseyev, “büyük” özelleştirmelerin gündemde olmadığını söyledi. En azından bu yıl için böyleydi, zira: “Büyük hisselerin özelleştirilmesinden gelecek gelirler 2023 yılı bütçesine ve planlama dönemine dahil edilmemiştir.” Bununla birlikte Moiseyev’e göre her ne kadar “plan” yoksa da büyük bir özelleştirmenin yapılması şarttı, ama bunun için önce pazarı “şekillendirmek” gerekiyordu: “Aslında kimse karşı değil, ama problem şu ki, ilkin başkanın iç yatırımcının oluşumuna dair bir dizi talimatının yerine getirilmesi gerekli.” Özelleştirmeden önce “kime satacağını bilmek gerek”; aksi takdirde: “Eğer şimdi satarsak bu 94’ün hikâyesine benzeyecek, kredi müzayedeleri, galiba adı öyleydi; bunu da doğal olarak hiç kimse istemez.”

Neydi “kredi müzayedeleri”? Soygun ve talandı. 1995’te getirildi, bir özelleştirme mekanizması: alacaklıya kredi geri ödeme garantisi olarak sağlanan teminatın müzayedede satışı. Türkçesi şu: özel bankalar (pıtrak gibi bitmişlerdi kapitalist restorasyonun başlangıcından beri) devlete kredi açıyor, bunun karşılığında devlet de hisselerini bankalara teminat gösteriyor. Devlet kredi borcunu ödeyemeyince bu hisseler gelecekteki dev tekellerin temelini oluşturuyor. Peki nereden buluyor bankalar bu kredi parasını? Cevabını 2004’te bir Sayıştay raporu vermişti: “Bankalar aslında devlete devletin parasıyla kredi vermişlerdir.”

Küçük bir abartı payını koruyarak şu genellemeyi yapmak mümkündür: Rusya’da bugün tek bir dev tekel yoktur ki devletin (kamunun) parasıyla devlete (kamuya) kredi açıp devletin (kamunun) mallarına çökmemiş olsun.

Moiseyev’in açıklamasındaki “başkanın talimatları” ise, esas itibariyle “stratejik planlamaya” dayanan kapitalist bir NEP’ten başka bir şey değildir. Birçok defa durmuştum bunun üzerinde; 24 Şubat sonrası iktisat siyasetinin temelini içeride sermaye birikimini genişletmek, bu çerçevede yeni bir varlıklı küçük ve özellikle orta burjuvazi tesisi oluşturur. Bunun şartları vardır, çünkü (geleneksel olarak liberal muhalefetin tabanını teşkil eden) mevcut varlıklı küçük ve orta burjuvazi çatışmayla birlikte büyük ölçüde deklase oldu veya yeni şartlara uyum sağlamak zorunda kaldı; bu sınıfların takviyesi ve tahkimi, iktidarın sınıf zemininin genişlemesine de yol açacaktır. İşte tam da bu siyaset, öngörülen hedeflerin tamamen dışında, özelleştirme düşüncesini desteklemek için kullanılıyor: eşitlik yok mu, o da alır öbürü de alır! Büyük burjuvazinin alacak parası olması, küçük ve orta burjuvazinin olmaması büyük burjuvazinin mi suçu?

Oysa özelleştirmenin sadece ve sadece büyük burjuvazinin menfaatlerine uygun olduğu, sonbaharın ardından kışın geldiği kadar aşikâr bir gerçek.

Sonra St. Petersburg Uluslararası Ekonomi Forumu geldi. Forum 14-17 Haziran arasında yapıldı ve hiç kuşkusuz ve abartısız, büyük burjuvaziyle büyük bankaların kendilerinden geçerek birbirlerine ve neoliberalizme övgüler düzdüğü bir gösteri alanı haline geldi. Ve orada, özelleştirmenin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu heyecan, haz, hatta neredeyse şehvetle anlatmaya koyuldular. Neredeyse hepsinin ortak platformu, büyük burjuvazinin en güçlü (ve doğrusunu söylemek gerekirse en nesnel, hatta en dürüst) borazanı RBK oldu.

Forumda işaret fişeğini Sberbank Genel Müdürü German Gref çaktı. Tuhaf bir mantık örgüsüyle. Gref’e göre özelleştirme daima şu iki hedeften birini veya eşzamanlı olarak ikisini birden gütmüştü: “Birincisi, ekonominin yeniden yapılandırılması, ikincisi de mali hedefler.” Gref’e göre bugün her ikisi de yerine getirilmeliydi. Çünkü: “Birincisi, bütçe açığı var ve bütçeyi tamamlama görevi önümüzde. Son yıllarda başkan ve hükümet aktif şekilde sosyal eşitsizliği azaltma siyaseti yürütüyorlar, sanırım herkes de bunu destekliyor. Buysa sosyal giderlerin artmasını gerektiriyor. Başka büyük bir maliyet daha var: altyapı. Tabii bu da uygun finansman kaynaklarını gerektiriyor.”

Demek ki, sosyal eşitsizliği azaltmak için özelleştirmeden, yani kamuyu mülksüzleştirmekten başka yol yoktur, böylece mantık örgüsü harika bir neoliberal tabloya dönüşür: öyleyse sosyal eşitsizliği azaltmanın yolu kamuyu mülksüzleştirerek sosyal eşitsizliği artırmaktan geçmektedir.

15’inde Peskov, forumun büyüleyici atmosferinin etkisiyle olsa gerek, yumuşamış gibi görünüyordu: “Özelleştirme daima nihai sonuçtur. … Bunun özel ellere geçmesi ve daha kârlı, daha efektif olması, yeni istihdam alanları yaratması gerektiği apaçık bir şey.” Ama (temkini elden bırakmadığı görülüyordu gene de) “en önemlisi devlet malını bedavaya çarçur etmemek” gerekti. Daha önemlisi Peskov hükümetin “ekonomi bloğunda” (bu, benim “mali blok” diye nitelediğim şeydir) “birçoklarının özelleştirme düşüncesini desteklediğini” de vurguladı; ama özelleştirme “özel sektörün konsolide bir gelişme sağlamasının fiziksel olarak mümkün olmadığı sektörler dışında” olmalıydı.

Ama sahnedeki en önemli sanatçı Merkez Bankası Başkanı E. Nabiullina idi. Coşkuyla duyurdu: “Bence tabii ki özelleştirmek şart. Stratejik menfaatlere zarar vermeden özelleştireceğimiz şeyler var, çünkü bazen diyorlar ya, özelleştirmeye gerek yok diye; çünkü bir takım stratejik görevleri yerine getiremezmişiz. Bunu yapma imkânımız var.” Putin’in yardımcılarından Maksim Oreşkin ise, Nabiullina’nın hemen arkasından konuştu ve özelleştirme yanlılarıyla karşıtları arasında Kostin’in pozisyonunu kendisine daha yakın bulduğunu söyledi, ama: “O şekilde değil. Geniş ölçekli bir özelleştirme değil, Elvira Nabiullina’nın dediği türden: devletin etkin kullanamadığı varlıklardan… çıkmak şeklinde.”

İlginç bir çıkıştı bu doğrusu; Nabiullina’yı frenlemek istermiş gibi.

İktisadi Kalkınma Bakanı Maksim Reşetnikov da aynı fikirdeydi: “Devlet, gereğince kullanılamayan pek çok varlığa sahip; iş dünyasının buraya girmesi yeni imkânlar yaratacaktır.”

GÖRÜŞ

Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri

Yayınlanma

2022 Şubat ayında başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı, başlangıçta bölgesel bir çatışma olarak görülse de hızla genişleyen bir etki alanına sahip olmuştur. Her ne kadar doğrudan savaşan taraflar Rusya ve Ukrayna olsa da, bu savaşta giderek çeşitlenen aktörler devreye girmiştir. Özellikle Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteğin artması karşısında, Rusya da kendisini mevcut izolasyon politikalarından sıyırmak amacıyla adımlar atmakta ve bu çabalar askeri hamlelerle birleşmektedir. Böylece karşımıza farklı bir reel politika tablosu çıkmaktadır. Bu yeni süreçte, savaşın doğası gereği yayılmacı özellikleri kendini göstermeye başlamıştır. Rusya, 2022 Şubat ayında özel askeri operasyon olarak başlattığı bu savaşta, Ukrayna’nın doğusunda Neo-Nazi grupların varlığına ve NATO’nun sürekli olarak genişleme çabalarına karşı tehdit algısı ile hareket etmiştir. Ancak süreç, mevcut reel politiğin Soğuk Savaş yaklaşımlarını yansıtır biçimde yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Sonuç olarak, savaşın yarattığı gerçeklik, ittifaklar ve yeni aktörlerle birlikte sürekli bir yayılma ve genişleme eğilimini de beraberinde getirmiştir.

Bu bağlamda, en dikkat çekici gelişmelerden biri, Kuzey Kore ile Rusya arasındaki askeri işbirliğidir. Kuzey Kore askerlerinin Rusya ve Ukrayna topraklarında Rusya tarafında savaşacağına dair haberler medyada hızla yer bulmuştur. İlk etapta Rusya ve Kuzey Kore bu iddiaları açıkça doğrulamasalar veya reddetmeseler de, saha gerçekleri bu işbirliğinin varlığını işaret etmektedir. Kuzey Kore askerleri savaş alanına dâhil olmuş görünmektedir. Bu çalışmada, Kuzey Kore’nin bu hamlelerinin hem bölgesel hem de küresel etkileri ele alınacaktır. Kuzey Kore’nin bu askeri desteği, yalnızca Rusya-Kuzey Kore ilişkileri bağlamında değil, aynı zamanda Kuzey Kore’nin uluslararası sistemdeki konumu açısından da önemli değişimleri beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla, bu adımı yalnızca savaş odaklı bir perspektiften incelemek sınırlı bir değerlendirme sunacaktır. Kuzey Kore’nin bu hamlesini, ülkenin küresel ve bölgesel sahnede aldığı yeni pozisyon açısından yorumlamak ve değerlendirmek gerekmektedir.

 Kuzey Kore-Rusya ilişkilerinde ‘en yakın yoldaş” dönemi

Rusya-Ukrayna Savaşı’nda gerilimin artmasıyla birlikte yeni ittifak arayışlarına giren Vladimir Putin, 2023 itibarıyla Soğuk Savaş döneminin en dikkat çekici müttefiklerinden biri olan Kuzey Kore ile ilişkilerine ağırlık vermiştir.  1948 yılında Sovyetler Birliği Kuzey Kore’yi tanıyan ilk ülke olmuş ve bu dönemde Kore Savaşında da  Kuzey Kore’yi desteklemiştir  Soğuk Savaş sonrasında da iki ülke arasındaki ilişkiler, geçmişte doğrudan bir kopma ya da uzaklaşma yaşamamış olsa da, 1990’lar her iki ülke için de bir geçiş dönemi olmuştur. Bu açıdan 2000 sonrası dönem Rus Dış Politikasında Putin etkinin görüldüğü bir süreçte dış politikada aktif bir dönemi beraberinde getirmişti. Hatta Vladimir Putin 2000 yılında Pyongyang’da Kim Jong-il’i ziyaret etti. Kuzey Kore ilişkiler de bu yeni sürecin bir parçası olmuştur. Esas gelişim ise şüphesiz Ukrayna Savası ile kendini gösterir. 2023 itibari ile iki ülke arasında güçlü bir müttefik bağ kurulmuş oldu özellikle geçtiğimiz yıl iki liderin Vostochny Cosmodrome’daki buluşması, küresel güvenlik dinamikleri ve Ukrayna savaşının gidişatı üzerindeki etkisi açısından önemli idi. Çünkü bu görüşme ile iki ülkenin yaptırımlar karşısında dostluğu pekişirken aynı zamanda kazan kazan üzerinden yeni bir politika şekillendi. Öyle ki bu ziyaret esnasında Kuzey Kore lideri Kim Jong Un, onur konuklarının yer aldığı deftere “Uzay fatihlerinin ülkesi olarak Rusya’nın şanı asla sönmeyecek” yazdı.[1] Elbette buradaki temel vurgu 1957’de Sputnik uydusunun fırlatılması ve 1961’de Yuri Gagarin’in uzaya çıkan ilk insan olması gibi önemli olaylara atıf idi. Ama aynı zamanda Rusya’dan  kazanılacak yeni teknolojik  bilgilerin de bir ifadesi idi. Peki, ama buradaki temel konu ne idi?

Bilindiği üzere, Rusya’ya uygulanan Batı yaptırımları kapsamında Rusya şu an uluslararası sistemde izole edilmiş bir konumda. Bu, Rusya’nın birçok hammaddeye ve aynı zamanda teknolojik ürüne erişimde sorun yaşadığı anlamına geliyor. Bu zorlukları aşmak için alternatif ittifakların devreye girmesi kaçınılmazdı ve Kuzey Kore bu noktada önemli bir aktör olarak devreye girdi. Kuzey Kore, Rus ordusu için Ukrayna’da kullanılmak üzere top mermisi ve benzeri askeri ürünlerin üretim merkezi haline geldi. Benzer şekilde, kazan-kazan politikası Kuzey Kore için de geçerli. Kuzey Kore’de kıtlık, en önemli sorunlardan biri olarak dikkat çekiyor. Ülkede var olan diktatörlük ve Batı yaptırımları, halkın büyük ekonomik sıkıntılar ve gıda güvenliği sorunları yaşamasına neden oluyor. Bu noktada Rusya, Kuzey Kore’ye büyük bir destek sağlayarak bu sorunların çözümüne katkıda bulunuyor. ABD’ye göre, Kuzey Kore, Rusya’ya askeri mühimmat içeren 16.000’den fazla nakliye konteyneri gönderiyor.[2] Buna karşılık, Rusya da Kuzey Kore’ye teknoloji ve askeri yardımın yanı sıra tonlarca tahıl sağlıyor.[3] Sonuç olarak, bu işbirliği Putin’in 72. yaş gününde derinleşmiş bir dostluğun yansıması oldu. Kim Jong-un, Putin’in yeni yaşını “en yakın yoldaş” olarak kutladı. Yaptırımların getirdiği bu yoldaşlık, iki ülkenin dayanışmasını güçlendiren bir etki yarattı.

Asker, savaş ve para

Rusya- Ukrayna savasında gelinen nokta savaşın uzayan gerçekliklerinin sahada kendini göstermesi ile okunmakta. Özellikle asker yetersizliği yaşayan Ukrayna karşısında Rusya’nın da sınırsız bir askeri personeli olmadığı unutulmamalı. Ancak Rusya mutlak suretle bu durumu paralı. Askerler ya da mahkumlar[4] ile karşılamaya çalışmakta idi keza mahkumların savaş alanına yollanması politikası Ukrayna tarafından da uygulanmakta.[5] Nitekim askeri anlamda tarafların karşılaştığı. En büyük problem insan kaynağının az olması. Bu açıdan Rusya bu soruna yeni bir çözüm bulmuş gibi görülmekte. Kuzey Kore ile gerçekleşen askeri iş birliği ve stratejik ortaklık kapsamında Rusya’ya Kuzey Kore’den asker gönderilmesi.

Konuya dair bir süredir basında Kuzey Koreli askerlerin Rusya tarafında yer aldığı. Savaş alanında görüldüklerine dair haberler yer alıyordu, ancak resmi kaynaklardan doğrulama gelmemişti. Bu durumda her iki aktör içinde sürecin nasıl olacağından ziyade aslında bölgesel ve küresel etkileri düşünülmeli. Bunun en büyük nedeni savaşın yayılmacı doğasına bağlıdır. Kuzey Kore’nin Rusya’da 10 bin civarı askeri olduğu ve eğitim aldıkları yönündeki haberleri Savunma Bakanı Lloyd J. Austin tarafından da dile getirildi. Austin konuya dair , bölgede Kuzey Kore askerlerinin yaklaşık 8.000’inin şu anda Kursk Oblast’ında olduğunu bildiklerini ancak bu askerlerin Ukrayna güçlerine karşı çatışmaya henüz girmediklerini belirtti. [6] Ancak bu çatışmanın olmayacağını ifade etmiyor. Olası bir savaş durumunda ise Kuzey Kore karşısında Güney Kore üzerinden yeni bir çatışma alanı başlaması muhtemel. Bunun en önemli nedeniyse hafta başında yapılan ABD li yetkilerini açıklamalarının yanı sıra Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Güney Kore Dışişleri Bakanı Cho Tae-yul ve Ulusal Savunma Bakanı Kim Yong-hyun bir araya geldiği görüşmede ABD ile Güney Kore arasındaki sağlam ittifaktan bahsetmeleri. Yani olası bir yeni gelişme bölgede bulunan ABD askerlerinin de dail olduğu yeni bir Kore Savaşı başlatabilir mis sorusu akıllara gelmekte.

Aslında, Rusya’nın Kuzey Kore ile ilişkilerinden ve savaş sürecinden kazancı bellidir: asker ve mühimmat. Ancak Kuzey Kore’nin bu savaştan kazancı ne olacaktır? Sadece Güney Kore ile savaş ihtimalini artırmak mı? Burada en önemli konu, Kuzey Kore’nin Rusya ile yaptırımlar karşısında kader ortaklığı yapmasının yanı sıra Batı karşıtı söylemlerle karşılıklı ticareti ve teknoloji paylaşımını artırmaktır. Sonuç olarak, Kuzey Kore Rusya’ya asker ve mühimmat sağlarken, Rusya da Kuzey Kore’ye nükleer teknoloji gibi alanlarda yardım edebilecek bir güç konumundadır. Ayrıca, Kuzey Kore’nin enerji ihtiyacını ve özellikle tahıl tedarikini karşılamak da önemlidir. Ülkede kıtlık, en önemli sorunlardan biri olmaya devam etmekte ve Kuzey Kore asker karşılığında uluslararası alanda ihtiyacı olan en temel konuları Rusya aracılığı ile sağlayacaktır. Ancak bunun Batı nezdinde getirisi bölgesel anlamda yeni bir çatışma alanı riskini de artırmaktadır.

[1] https://tass.com/world/1674125

[2] https://tr.euronews.com/2024/10/08/kuzey-kore-lideri-kim-jong-un-en-yakin-yoldasi-putinin-dogum-gununu-kutladi

[3] https://mil.in.ua/en/news/hundreds-of-thousands-of-tons-of-grain-technology-and-military-assistance-russia-s-payment-for-aid-from-north-korea/

[4] https://www.bbc.com/news/world-europe-68140873

[5] https://edition.cnn.com/2024/09/11/europe/pokrovsk-ukraine-prisoners-enlist-soldiers-intl-cmd/index.html

[6] https://www.defense.gov/News/News-Stories/Article/article/3953130/north-korean-soldiers-likely-to-enter-russian-war-on-ukraine/

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme

Yayınlanma

Yazar

30 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İsrail’e, BM tarafından görevlendirilen kurumlara karşı sergilediği son düşmanca davranışları düzeltmesi çağrısında bulunan bir karar aldı. Bu kararla birlikte, aralarında ABD’nin de bulunduğu tüm 15 üye ülke, İsrail’in Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini durdurma kararını geri almasını talep etti. Kararda, UNRWA’nın Gazze’deki tüm insani yardım çabalarında “hayati bir rol” oynadığı ve işgal altındaki Filistin topraklarında, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlerin yanı sıra “hayat kurtaran insani yardım” sağladığı vurgulandı.

Bu gelişme, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmanın keskin bir gerginlik noktasına ulaştığını ve ülkeyi giderek daha izole bir konuma soktuğunu gösteriyor. Tarihsel olarak İsrail’e destek veren ABD bile, İsrail’in BM ile ilişkilerini daha da zorlaştıran ve “sekizinci cephe” olarak adlandırılabilecek bu yeni çatışma alanında genişleme ve tırmanma çabalarına güçlü bir şekilde karşı çıkıyor.

28 Ekim’de İsrail parlamentosu, UNRWA’nın İsrail ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki faaliyetlerini yasaklayan iki yasayı kabul etti. Bu yasaların gerekçesi olarak, ajansın terörü desteklediği iddiası öne sürüldü. UNRWA, 8 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun 302 sayılı kararıyla Filistinli mültecilere yardım sağlamak amacıyla kuruldu. 1967 savaşının ardından, ajansın insani görev alanı Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletildi. 1948 ve 1967 savaşları, sırasıyla yaklaşık 800 bin ve 1 milyon Filistinliyi yerinden etti. Bu mültecilerin çoğu Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır gibi komşu Arap ülkelerine sığındı ve bu da dünyanın en büyük ve en uzun süreli siyasi mülteci krizini ortaya çıkardı.

5 Ekim’de, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ülkesinin “yedi cephede” çatışma halinde olduğundan yakınmıştı. Fakat, İsrail’in çatışmalarının bu yedi cephenin ötesine uzandığını ve BM ile yaşanan daha geniş kapsamlı yumuşak çatışmalar ile yerel düzeyde sert çatışmaları içeren bir “sekizinci cepheyi” de kapsadığını düşünüyorum. Pek çok okur, İsrail’in bu “sekiz cephesinin” kökeni ve doğası hakkında fazla bilgi sahibi olmayabilir, bu nedenle sistematik bir açıklama yapmak gerekli görünüyor.

Netanyahu’nun “yedi cephesi” şunları içeriyor: Filistin’de Gazze ve Batı Şeria, Lübnan, Yemen, Irak, Suriye ve İran. Benim tanımladığım “sekizinci cephe” ise, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmayı ifade ediyor. Bu çatışma, BM Genel Kurulu’ndan Güvenlik Konseyi’ne, New York ve Cenevre’deki BM merkezlerinden Gazze’deki UNRWA bürolarına ve İsrail-Lübnan sınırındaki BM barış gücü kamplarına kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Bu cephe, BM ve liderlerine yönelik sözlü saldırılarla birlikte, BM güçlerine yönelik ateş açma, bombardıman ve barış gücü kamplarının işgali gibi şiddet eylemlerini de kapsıyor. İsrail’in şu anki tutumu, uluslararası topluma meydan okuyan, cesur ve pervasız bir duruşu yansıtıyor, sanki egemen bir devlet olarak meşruiyetini sağlayan uluslararası kamuoyunu hiçe sayıyormuş gibi.

29 Kasım 1947’de, BM Genel Kurulu’nun ikinci oturumunda, Arap ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen, Filistin’in bölünmesini öngören 181 sayılı karar zorla kabul edildi. Bu karar, toprakların yüzde 52’sini yerel nüfusun yalnızca üçte birini oluşturan Yahudi topluluğuna tahsis ederken, yüzde 48’ini ise nüfusun üçte ikisini oluşturan yerli Arap halkına —bugün “Filistinliler” olarak bilinen halka— ayırdı. Kudüs’ün egemenliği ise BM’ye bırakıldı. Bu karar, Avrupa’nın anti-Semitik ve soykırımcı tarihinin yükünü yerli Filistin halkına aktaran bir hamle olarak Arap dünyasında büyük bir tepkiye yol açtı ve Arap-İsrail çatışmasını başlattı. Bunun sonucunda İsrail, Filistin topraklarını daha da fazla işgal ederek yasa dışı ilhaklar gerçekleştirdi ve İsrail ile komşu Arap ülkeleri arasında ilerleyen yıllarda pek çok savaşa zemin hazırlamış oldu.

Yarım asrı aşkın bir süredir, çeşitli Filistinli örgütler içinde bulundukları durumu daha fazla kabullenerek bir uzlaşıya vardılar: Artık yalnızca Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü geri kazanmayı hedefliyorlar; bu topraklar, bölünme öncesi Filistin’in yalnızca yüzde 23’ünü oluşturuyor. Buna karşılık, Başbakan Netanyahu ve “Büyük İsrail” yanlısı diğer isimler, Filistin topraklarının tamamen ilhakını talep ediyor; hatta Mısır’ın Sina Yarımadası, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün bazı bölgelerini dahi istiyorlar. Bu iddialarını ise yalnızca, üstelik bu yaşam, hâkimiyet ya da yerlilikten ziyade bir mültecilik durumu olsa bile atalarının buralarda bir zamanlar yaşadığı gerçeğine dayandırıyorlar.

Birleşmiş Milletler, İsrail’e egemenlik meşruiyeti sağlarken Filistinlilerin haklarından ödün vererek İsrail’in uluslararası hukuktaki “annesi” olarak görülebilir. Ancak, ABD’nin uzun süreli koruması altında, İsrail ile ilgili BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarının büyük çoğunluğu veto edilmişti. Bu durum, İsrail’in dokunulmazlık ve meydan okuma ortamında hareket etmesine zemin hazırladı. Günümüzde İsrail’in eylemleri, uluslararası normlara karşı eşi benzeri görülmemiş bir kayıtsızlık sergileyerek, onu tarihsel zulümlerden dolayı bir zamanlar sahip olduğu küresel sempatiyi hızla tüketen “Orta Doğu’nun Oidipusu” konumuna getirdi. Bu pervasız tutum, mevcut çatışmaları körüklüyor ve uluslararası alanda hoşnutsuzluk yaratıyor.

BM Genel Sekreteri António Guterres, “Hamas’ın İsrail’e saldırısı bir durduk yere gerçekleşmedi,” ifadesiyle Filistin halkının 70 yılı aşkın süredir maruz kaldığı trajedi ve acıya dikkat çeken ölçülü bir açıklama yaptı. İsrail ise bu açıklamaya sert tepki göstererek, Guterres’in meşruiyetini sorguladı ve sürekli olarak istifasını talep etti. Nihayetinde onu istenmeyen kişi (persona non grata) ilan ederek kendisine vize vermeyi reddetti.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nden gelen yoğun eleştirilerin ortasında, İsrail, BM’yi kışkırtıcı bir şekilde “terör örgütü” veya terörü destekleyen bir yapı olarak tanımladı ve UNRWA’nın insani yardım görevini yerine getirmesini yasakladı. Daha da saldırgan bir adım olarak, uluslararası kınamalara rağmen İsrail güçleri, İsrail-Lübnan sınırında ateşkes anlaşmalarını denetlemek için konuşlanmış BM barış gücü birliklerini hedef alarak onları görevlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.

Gazze ve Batı Şeria, İsrail’in birinci ve ikinci çatışma cephelerini oluşturuyor ve daha geniş bölgesel gerilimlerin tetikleyicisi olarak kabul ediliyor. 2005 yılında İsrail güçleri ve yerleşimcileri Gazze’den çekilmiş olsa da İsrail, hâlâ Gazze’nin kara sınırlarını, hava sahasını ve kara sularını kontrol ediyor. Bu nedenle Gazze, “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak anılan, işgal altındaki Filistin topraklarının ayrılmaz bir parçası olmaya devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail ve Gazze arasındaki ilişki, işgalci ve işgal edilen olarak tanımlanırken, İsrail ve Hamas arasındaki ilişki, işgalci ve silahlı direniş olarak değerlendiriliyor. İsrail’in “İsrail-Hamas savaşı” olarak tanımladığı çatışma, Hamas’ı daha geniş Filistin direnişinden tecrit etmeyi amaçlayarak, “İsrail-Filistin çatışmasının” temel doğasını gölgede bırakmaya çalışıyor.

Batı Şeria, 6 bin kilometrekareyi aşkın bir alanı kapsarken, 360 kilometrekarelik Gazze Şeridi’nden yaklaşık 100 kilometre genişliğinde bir İsrail bölgesiyle ayrılmış durumda. Uzun bir süre boyunca, Batı Şeria, Hamas’ın siyasi rakibi olan el-Fetih’in kalesiydi. Ancak son yıllarda, Batı Şeria giderek “Hamaslaşmış” bir hâl aldı ve adeta ikinci bir Gazze veya “Hamasistan” gibi görünmeye başladı. Batı Şeria’daki daha fazla Filistinli, onlarca yıllık ılımlı yaklaşımı terk edip Hamas’a yöneldikçe bu bölgedeki siyasi yapı değişime uğradı.

1999’dan 2002’ye kadar Xinhua‘nın Gazze’deki muhabiri olarak çalıştığım dönemde, Hamas’a olan halk desteği yaklaşık yüzde 30 civarındaydı ve etkisi büyük ölçüde Gazze ile sınırlıydı. 2004’teki büyük İsrail-Filistin çatışmasında ana cephe Batı Şeria’ydı ve İsrail’in asıl rakibi el-Fetih’ti; Hamas ise Gazze’de daha pasif bir rol üstlenmişti.

2006’daki Filistin Yasama Konseyi seçimlerinde Hamas’ın zafer kazanmasından bu yana, Filistin’deki siyasi denge büyük ölçüde değişti. Sonraki İsrail-Filistin çatışmalarının merkezi Gazze oldu ve burada Hamas, daha radikal gruplar olan İslami Cihad ve Selefi militan gruplarla birlikte çatışmanın başını çekti. Filistin’de yıllar boyunca seçim yapılmadı, zira her anket Hamas’ın kazanacağını öngörüyor. Hatta İsrail tarafından on yıldan fazla hapis yatan üst düzey el-Fetih yetkilileri bile serbest kaldıktan sonra Hamas’a katıldılar. Hamas’ın Batı Şeria’daki nüfuzunun giderek artması, İsrail’i bölgede büyük kuvvetler konuşlandırmaya ve şiddetli direnişi bastırmaya yöneltti; bu ise Gazze’den yapılan sürpriz bir saldırıya fırsat tanıdı ve bu saldırı İsrail tarafında büyük kayıplara yol açtı. İşgal altındaki Filistin topraklarının coğrafi ve toplumsal anlamda “Hamaslaşması”, kısmen Netanyahu’nun Filistinliler arasında çift başlı bir güç yapısını kasten destekleyen “çim biçme” stratejisinin bir sonucu.

Mantık oldukça basit: İsrail 2000 yılında Güney Lübnan’dan çekilmiş olsa da Şebaa Çiftlikleri gibi stratejik öneme sahip ama sınırlı bölgeleri kontrol etmeye devam ediyor. Bu durum, uluslararası hukuk çerçevesinde Hizbullah’a İsrail’e saldırmak için bir gerekçe sağlıyor. İran tarafından desteklenen ve finanse edilen Şii bir militan grup olan Hizbullah, aynı zamanda Lübnan’daki Hristiyan gruplar ve Sünni Müslümanlarla hem açık hem de örtülü çatışmalara da karışmış durumda. Lübnan’a sürekli çatışma getirmiş olduğu bir gerçek olsa da Hizbullah aslında 1982’deki İsrail’in Lübnan işgalinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Dikkat çekici bir şekilde, Lübnan’daki hiçbir siyasi parti Hizbullah’ın işgal altındaki toprakları geri alma hakkına açıkça karşı çıkmadı.

1973 Yom Kippur Savaşı sırasında başarısız bir karşı saldırı sonucu 1200 kilometrekarelik Golan Tepeleri’ni kaybettikten sonra, Suriye İsrail ile soğuk bir barış durumu sürdürdü. 2011’de Arap Baharı’nın başlaması, Suriye’yi istikrarsızlaştırarak İran’ın Devrim Muhafızları, Şii milisler ve Hizbullah’ın, IŞİD’e karşı savaşma bahanesiyle müdahalede bulunmasına yol açtı. Bu da İsrail açısından doğrudan bir tehdit haline geldi. Son on yılda, İsrail Suriye’deki çeşitli hedefleri sürekli olarak vurdu; amaç Suriye hükümet güçlerini yok etmek değil, İran ve Hizbullah güçlerini bölgeden çıkarmaktı. Suriye hükümeti, Golan Tepeleri’ni geri alamadığı için, yabancı aktörleri İsrail’e baskı yapmak üzere kullanarak topraklarını bir vekâlet savaşı alanına dönüştürdü.

Irak, 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan bu yana İsrail’e karşı düşmanca bir tutum sergiliyor. 1958’de monarşiyi deviren devrim ve yaklaşık on yıl sonra Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle birlikte Irak, yarım asır boyunca Filistin direnişi açısından önemli bir üs ve mali destek kaynağı haline geldi. 2003 sonrası Şiilerin yükselişinin ardından, İran’ın güçlü etkisiyle Irak’ın İsrail’e yönelik politikası değişmeden devam etti. Terörle mücadele bayrağı altında ortaya çıkan Şii milis grubu Haşdi Şabi (Halk Seferberlik Güçleri), yeni bir dönemin başlangıcına işaret etti.

Mevcut çatışma sırasında Haşdi Şabi, ilk kez Arap milliyetçiliği söylemini benimseyerek Irak ve Suriye’deki İsrail ve ABD askeri üslerine saldırılarda bulundu; bu nedenle “Irak Hizbullah’ı” olarak anılmaya başladı. Bu gelişme, Irak’ı Körfez Savaşı’ndan bu yana ilk kez doğrudan İsrail’le karşı karşıya getirirken, Irak hava sahası ve toprakları İran’ın füzelerine, insansız hava araçlarına ve İsrail jetlerinin saldırılarına açık hale geldi. Haşdi Şabi, Filistin’i özgürleştirme gerekçesiyle İsrail’e karşı bir cephe açtı; bu hamle, İran etkisi, Şii dayanışması ve Irak içindeki siyasi nüfuz mücadelesiyle besleniyor.

İran İslam Cumhuriyeti modelini benimseyen Husi hareketi ise İran ve Hizbullah ile karmaşık ilişkiler yürütüyor ve çoğunlukla koordineli hareket ediyor. Daha önce kendini Filistin davasının bir savunucusu olarak konumlandırmamış olan Husiler, bu çatışmaya ani ve güçlü bir şekilde dahil olarak “fırsatçı bir aşırı hamle” olarak nitelendirilen bir adım attı. Bu manevra, Husilerin Yemen’deki güçlerini konsolide etme çabalarını, Arap milliyetçiliği söylemiyle kendilerini meşrulaştırmalarını, Suudi Arabistan ve diğer yabancı güçlerin çekilmesini talep etmelerini ve komşu ülkeler tarafından Yemen’in meşru hükümeti olarak tanınma arayışlarını yansıtıyor.

Tarihsel olarak, 2500 yıl önce Pers İmparatoru Büyük Kiros, İsrail’in atalarını kurtardığı için İncil’de bir “Mesih” olarak övülmüştü. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana, İran sarsılmaz bir şekilde Siyonizme ve İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı çıkıyor. İsrail-Filistin ve daha geniş Arap-İsrail çatışmalarındaki rolünü, İslami bir görev olarak nitelendiren İran, bu angajmanlarını bölgesel bir güç olarak kendini göstermenin bir aracı olarak da kullanıyor. Bu nedenle hem İsrail hem de ABD, İran’ı bölgesel istikrarsızlığın başlıca kışkırtıcısı olarak görüyor.

İsrail ve İran uzun süredir vekalet savaşları ve gizli operasyonlar yürütse de bu çatışmalar artık daha açık bir hale geldi ve doğrudan karşılaşmalara evrildi. Arap ülkelerinin İsrail’e karşı savaş yürüttüğü, 1982 Lübnan Savaşı’nın sonuna kadar süren geleneksel paradigma değişti. Yeni jeopolitik manzara, İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ile tanımlanmakta olup, bu eksende egemen Suriye ve Filistin, Lübnan, Yemen ve Irak gibi devlet dışı aktörler yer alıyor

İsrail, nadiren yalnız hareket etti; Birleşmiş Milletler’de ya da Orta Doğu’daki çatışmalarda ABD, İsrail’in daimî müttefiki oldu. Geçen yıl içinde ABD, Gazze’de ateşkes sağlanmasına yönelik beş Güvenlik Konseyi kararını veto etti, İsrail’e sürekli askeri destek sağlamış ve bazı askeri operasyonlarda işbirliği yaptı. Bu destekler arasında uçak gemisi saldırı gruplarını konuşlandırmak, İsrail’i korumak için THAAD füze savunma sistemini yerleştirmek, İran’ın füze ve insansız hava aracı saldırılarını engellemek, Hamas liderlerinin ortadan kaldırılmasını memnuniyetle karşılamak ve Husi ve Haşdi Şabi üslerine hava saldırıları düzenlemek yer alıyor. Sonuç olarak, İsrail’in “sekiz cephede” sürdürdüğü angajmanların büyük bir kısmı ABD’nin desteğiyle yürütülüyor, bu iki ülkenin aynı stratejik siper içinde yer aldığını simgeliyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Bolivya’da neler oluyor?

Yayınlanma

Bolivya’da Evo Morales’e yönelik suikast girişiminin ardından Devlet Başkanı Luis Arce hükümeti, ülkeyi askerileştirmeyi planlıyor.

Bolivya’da tansiyon yüksek. Ülkenin Devlet Başkanı Luis Arce, 27 Ekim’de eski Devşet Başkanı Evo Morales’e karşı düzenlenen suikast girişiminin ardından ülkenin askerileştirilmesi için emir verdi. Bu emir doğrultusunda, Bolivya genelinde ordu ve polis güçlerinin Arce hükümetinin emirlerine uyup uymayacağı ise henüz belirsizliğini koruyor.

Askerileşme kararı, Morales’e sadık kalan asker ve polis güçlerinin etkisiz hale getirilmesi ve Morales destekçilerinin iki haftayı aşkın süredir devam eden yol kapatma eylemlerinin sonlandırılması amacıyla kamu düzeninin sağlanması gerekçesiyle alınmış görünüyor. Bu durum, Arce hükümetinin, Morales’in 2025 Ağustos’unda yapılması planlanan bir sonraki başkanlık seçimlerine aday olma ihtimalini kesin bir şekilde engelleme stratejisinin bir devamı olarak değerlendiriliyor.

Bolivya’nın ilk yerli başkanı Morales’in tam olarak nerede bulunduğu bilinmemekle birlikte, yaşamı ve siyasi geçmişi ile tarihsel olarak bağlantılı olan ülkenin tropikal bölgelerinde olduğu tahmin ediliyor.

27 Ekim 2024’te, Bolivya’nın eski devlet başkanı ve başkan adayı Evo Morales, haftalık radyo programına katılmak için Cochabamba şehrine giderken bir saldırıya uğradı. Morales’in aracına ateş açıldı ve saldırganlar helikopterle olay yerinden ayrıldı. Bu saldırıda Bolivya polisi ve ordusunun destek vermesi de dikkat çekti.

Bolivya Savunma Bakanı Edmundo Novillo, Devlet Başkanı Luis Arce’nin Evo Morales’e yönelik bir suikast planının varlığını reddetti. Hükümet kaynakları, koka yetiştiricisi olarak bilinen Morales’in daha önce de askeri ve polis personeline karşı silahlı eylemler gerçekleştirdiğini öne sürdü.

Evo Morales ise bu iddiaları reddederek, Amerika Halkları için Bolivarcı İttifak–Halkların Ticaret Antlaşması (ALBA-TCP) ve Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu’ndan (CELAC) bağımsız ve tarafsız bir soruşturma yürütmelerini talep etti.

Suikast girişiminin ardından Morales’in destekçileri, Bolivya’nın koka yetiştirilen bölgesindeki bir havaalanını ele geçirdi ve gösteriler düzenlemeye başladı. Morales’i destekleyen gruplar, Bolivya savcılığının Morales hakkında açtığı tecavüz, kaçakçılık ve reşit olmayanlara yönelik kaçakçılık iddialarına rağmen sokaklara dökülerek protestolarını sürdürüyor.

Bölgesel ve uluslararası etkiler

Bolivya, sahip olduğu zengin lityum rezervleri sayesinde küresel jeopolitik oyunun önemli bir parçası haline geliyor. Lityum, pil, cep telefonu, seramik, cam, madeni yağ üretiminde ve bipolar tedavisinde kullanılan bazı ilaçların yapımında kritik bir bileşen olarak yer alıyor. Bolivya, dünya genelinde en büyük lityum rezervlerine sahip ülkeler arasında yer alarak dikkat çekiyor.

İktisadi açıdan yüksek doğalgaz üretimi ve ihracatıyla zenginlik elde eden bir lider olarak Evo Morales, uygun koşullarda ülkenin ekonomik istikrarını sağlamayı hedefleyen bir vizyon ortaya koydu. Morales, devlet başkanlığı döneminde Bolivya’yı bölgesel entegrasyona açarak ALBA, UNASUR ve CELAC gibi Latin Amerika işbirliği örgütlerine katıldı. Bu örgütler, ABD’nin emperyal ajandasından bağımsız hareket eden bir blok olarak tanımlandı. Fakat Morales’in ardından gelen sağcı Jeanine Áñez’in geçici yönetimi (2019-2020), ALBA’dan çekilmeye yönelik kararlar aldı, UNASUR’dan ayrılma niyetini belirtti ve CELAC’la olan ilişkilerde gerilim yaşadı. 2020’de yeniden seçilen Luis Arce, Bolivya’yı bu örgütlere geri katmaya dönük adımlar attı.

Morales’in dönüşü, Bolivya’nın BRICS+ grubuna katılım sürecinde bu işbirliklerinin güçlendirilmesi anlamına gelebilir. Bu gelişmeler, Bolivya’nın bölgesel entegrasyonu ve Küresel Güney ile daha sıkı ilişkiler kurmasını sağlayacak. Dolayısıyla Morales’e yönelik saldırıyı, bu süreci sekteye uğratmaya çalışan bir girişim olarak değerlendirmek önemli. Bölgesel bir bakış açısıyla bakıldığında, Morales’e saldırı Maduro Moros’un seçim başarısını ve halkın çoğunluğunun kararını tanımayanların Bolivya’daki benzer bir girişimi olarak görülebilir.

Bu bağlamda Brezilya hükümeti, özellikle Venezuela’nın BRICS grubuna katılımını veto eden ve böylece kendini BRICS’in “Truva Atı” olarak konumlandıran bir rol üstlendi. Itamaraty’nin bu adımları ve Brezilya Devlet Başkanı Lula’nın Venezuela Devlet Başkanı Maduro’dan seçim sonuçlarını kanıtlamasını talep etmesi, bölgesel dayanışmayı sorgulayan politikaların bir parçası haline geldi. Brezilya’nın bu tutumu, sadece BRICS’in değil Latin Amerika’nın da “Truva Atı” olarak görülmesine yol açıyor.

Morales’e yönelik saldırı, Güney-Güney işbirliği ve bölgesel entegrasyona karşı bir müdahale olarak ABD ve müttefiklerinin emperyal politikalarıyla uyumlu bir siyasi eylem.

Son değerlendirmeler

Evo Morales’e yönelik saldırı, Bolivya’da siyasi atmosferi derinden etkileyecek nitelikte ciddi bir olay. 2006-2019 yılları arasında Devlet ve Hükümet Başkanı olarak görev yapmış olan Morales ile mevcut Bolivya hükümeti arasındaki bu çekişme, sadece iki solcu liderin güç mücadelesi değil.

Morales’in muhtemel ölümü, Bolivya’nın bölgesel entegrasyon politikasını sarsacak. Arce’nin görev süresince Bolivya’yı UNASUR, CELAC ve ALBA-TCP gibi Latin Amerika işbirliği bloklarına yeniden kazandırmış olmasına rağmen, sosyal taban desteğini kaybeden Arce, halk arasında yüksek bir imaja sahip değil. Bu nedenle Morales’in aday olmaması durumunda dahi, Arce’nin yeniden seçilme olasılığı garanti görünmüyor.

Morales’in ortadan kaybolması, Bolivya’da sağ açısından ciddi bir seçim avantajı anlamına gelecektir. Bu senaryo gerçekleşirse, Arce’nin tıpkı Jeanine Áñez gibi hareket edeceği ve Bolivya’yı ALBA, UNASUR, CELAC gibi bölgesel entegrasyon blokları ile BRICS+ gibi küresel işbirliği girişimlerinden çekerek Latin Amerika’da “Truva Atı” rolü üstleneceği öngörülebilir.

Enerji jeopolitiğinde ise, gazın gelecekteki kullanım değeri dikkat çekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı, OPEC ve BP gibi kuruluşların değerlendirmelerine göre gaz, ilk tercih edilen enerji kaynaklarından biri olmaya devam edecek. Bolivya’da olası bir sağ hükümetin varlığı, ülkenin tabii kaynaklarının ulusötesi enerji hegemonyasına teslim edilme ihtimalini artırabilir.

Sonuç olarak, Morales’e yönelik başarısız suikast girişimi, halk desteğini bastırmak amacıyla Bolivya’nın askerileştirilmesi ve ülkede artan baskı, tek bir çözüm yolunu öne çıkarıyor: Güney Amerika’nın ilk yerli başkanının sürgüne gönderilmesi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English