Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Postmodern kimlik siyaseti: Nihai adalet mi, yoksa anti-realist bir safsata mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Doktorların fiziksel olarak sağlıklı gençlere doğurganlığı yok eden ilaçlar vermesi, tecavüzcü erkeklerin kadın mahkumların yanına yerleştirilmesi ya da herhangi bir erkeğin kendi isteğiyle bir kadının soyunma odasına girmesine izin verilmesi artık süregelen cinnet halinde kanıksanan hadiseler oldu. Ya da izbandut gibi erkeklerin kadın sporlarında rekor kırması da eklenebilir. Dünyanın en ünlü toplumsal cinsiyet çalışmaları gurusu Judith Butler’ın Kim Korkar Toplumsal Cinsiyetten? kitabı hazır çıkmışken, aşağıda postmodern kimlik siyasetinin çarpıcı bir eleştirisi var.


Postmodern kimlik siyaseti: Nihai adalet mi, yoksa anti-realist bir safsata mı?

Paul Tyson

The Philosophical Salon

19 Şubat 2024

Yirmi birinci yüzyılda sıklıkla “kimlik siyaseti” olarak adlandırılan şey, güçlü yeni iletişim teknolojisi biçimlerinin yükselişiyle yakından alakalı görünüyor. Facebook’un 2004’te doğuşuna, iPhone’un 2007’de piyasaya çıkışına, süper bilgisayar destekli algoritmaların gelişimine, Amazon ve Alibaba gibi küresel bulut derebeyliklerinin yükselişine ve yapay zekâda kayda değer atılımlara tanık olduk. Bu çevrim içi iletişim ve ticaret teknolojileri, insanların sosyalleşmesini kökten etkiliyor, insanların sanal varlıklarını yansıtışlarını şekillendiriyor ve kamusal söylemimizin gidişatını yeniden yapılandırıyor.

Bu teknolojiler aynı zamanda en mahrem duyarlılıklarımızı ve kendimiz ve başkaları hakkındaki fikirlerimizi de etkiliyor. Çevrim içi dikkatimizin algoritmik olarak haritalanması, tutulması ve koşullandırılması, internet pornografisinin patlaması ve bir takım çirkin çevrim içi korku ve öfke davranışları gibi gelişmelerle el ele gitti. Telefon kullanım bağımlılığı, kompulsif kıyamet, kötü haber bağımlılığı ve yüz yüze gelenekler tarafından sınırlandırılmayan çevrim içi eleştiri sunma ve alma artık neredeyse normal görünüyor. Arzularımızın, bağımlılıklarımızın, korkularımızın ve kızgınlıklarımızın sürekli çevrim içi olarak manipüle edilmesi, ilkel dürtülerimizin algoritmik olarak manipüle edilmesi için en basit ve en etkili dikkat kaldıraçları olması nedeniyle artık her yerde var.

Tüm bunlarda “algoritmanın” kendisi tamamen tarafsızdır, zira programcılarının ilgilendiği tek şey dikkatimizi tutmak, artırmak ve ticari olarak toplamaktır. Bizi cezbeden ürün ve bilgilere anında erişimin cazibesine kapılıp, neşeyle bu yolculuğa çıkıyoruz. Yine de bu çevrim içi gelişmelerin üzerimizdeki etkisi pek de nötr değil. Gençlerin ruh sağlığı göstergeleri, psikolojik kırılganlık, sosyal kaygı, depresyon ve felç edici bir kıyamet korkusu gibi rahatsız edici eğilimler gösteriyor. Ve yalnızız. Çevrim içi ortam bizi gerçekte yaşadığımız yerden ve gerçekte ait olduğumuz insanlardan koparıyor. Zygmunt Bauman’ın bireylerin atomizasyonu ve hepimizin akışkan modernitenin hızlı akan ben merkezli tüketim akımlarında “öylece akıp gitmesi” anlayışı, gerçekliğin sanallaşması ile aşırı hızlanıyor.

Muhtemelen bu yeni teknolojilere verilen yanıtlardan biri de “kimlik politikalarıdır”. Atomize olmuş ve yabancılaşmış bireyleri kendine çeken yeni tür “sanal topluluklar” ortaya çıkıyor ve bunlar giderek artan bir şekilde kim olduklarını bulutta konumlandırılmış sonsuz kimlik inşası alternatifleri arasından tanımlıyor. Bu toplulukların en yüksek sesle konuşanları genelde güçlü bir şikâyet duygusuna sahip. Mağdur edilmiş, dışlanmış, şu ya da bu şekilde yabancılaştırılmışlardır ve artık buna tahammülleri kalmamıştır. Sanal şikâyet toplulukları artık giderek parçalanan ve ayrışan siyasi manzaralarımızın önemli bir özelliği. Dışlanan ve ötekileştirilen her azınlığa karşı adaletsizliklerin düzeltilmesi, kimlik siyasetinin ahlaki motorudur.

Belki de sosyal medya destekli kimlik siyasetinin yükselişi, geçmişte sesi ya da platformu olmayan marjinalleştirilmiş azınlıklar için adaleti teşvik eden insan gücünde cesur yeni bir ilerlemeye işaret ediyor. Belki de sanallık ve insanlığın bir nevi post-insan bütünleşmesi, eski sosyalleşme, ilişki ve kimlik biçimlerini kaçınılmaz bir şekilde geçersiz kılıyor ve hoşumuza gitse de gitmese de artık işler böyle yürüyor? Ya da belki de sosyal medya, gizli ve özel çıkarlarla tanımlanmış kimlik gruplarına bir megafon vererek, kamu yararını aktif olarak tahrip eden yankı odası anlatı darlığını teşvik ediyordur? Büyük ihtimalle mevcut eğilimlerle bütünleşik hem olumlu hem de olumsuz dinamikler var. Fakat yirmi birinci yüzyıl kimlik siyaseti yalnızca teknolojik ya da ticari olarak belirlenen bir mesele değil. Felsefi seçimler ve taahhütler de mevcut dinamiğimizin ayrılmaz bir parçası.

Üzerinde durmak istediğim felsefi meseleler, belki de makul bir biçimde postmodern olarak adlandıracağım belirli bir kimlik politikası türüyle alakalı. Daha spesifik olarak, felsefi olarak incelenmesi gerektiğini düşündüğüm kimlik, doğa ve siyasetin anti-özcü, anti-realist ve anti-idealist yorumlamaları.

Anti-özcülük, tüm anlamların akışkanlığını savunan postmodern bir duruştur, zira —savunulduğu üzere— gerçeklikte özsel anlamlar yoktur. Yani, tüm anlamlar öznel ve kültürel olarak uydurduğumuz insan şiirleridir. Tüm değer yargıları —iyi, kötü, güzel, çirkin, anlamlı, iğrenç vs— şeylerin aslında nasıl olduğuyla ilgili değil, daha ziyade kişinin kendisinin —ve diğer insanların— “çıplak” fiziksel ihtiyaçlarını ve öznel arzularını düzenlemeye ve düzenlemeye çalışan tercihler ve yönetimlerdir.

Doğaya dönük anti-realist yaklaşımlar, postmodern özcülük karşıtlığı ile süreklilik arz eder. Doğadaki hiçbir şeyin gerçek değeri bir yana, bilinebilir gerçek bir anlamı bile yoktur. Dolayısıyla “doğal olan” (gerçek olan) kültürel bir inşadır. Örneğin “cinsiyet”, “toplumsal cinsiyet”, “ırk”, “insanlık” doğal gerçeklikler değil, bedenlere, benliklere ve tarihlere (baskıcı bir şekilde) dışsal ya da (özgürce) içsel olarak uygulanan inşa edilmiş anlamların kültürel tanımlamalarıdır. Doğal olarak verilmiş hakikatler, temel anlamlar ve değerler olduğunu düşünen herkes büyük bir yanılgı içindedir. Zira yorumlanmamış anlamlar, saf hakikatler, kaba doğal doğrular yoktur. Özünde tüm hakikat iddiaları, her zaman şu ya da bu şekilde iktidara ve güç çıkarlarına hizmet eden performatif anlam ve yorum iddialarıdır. Örneğin bir kadın, biyolojik olarak kadın olduğu için gerçek bir kadın olamaz.

Anti-özcülük aynı zamanda geleneksel siyasi metafizik kategorilerinin reddini de gerektirir. Siyasi idealistler müşterek iyiyi ilerletmeyi amaçlar ve ikna edici konuşma forumu ve yurttaşların erdemli sivil taahhütleri aracılığıyla sivil adalet, hakikat ve iyiliğin ulaşılamaz amaçlarının peşinden giderler. Burada kamu makamı iktidarı yönetir, ancak uygun ahlaki siyasi otorite asla sadece iktidarın yönetilmesine indirgenemez. Buna karşılık, özcülük karşıtı bir siyasi iktidar anlayışı, tüm “yüksek” siyasi ideallerin gerçekliğini ve anlamını reddeder ve iktidarın sadece iktidar olduğunu ve adalet, hakikat ve iyilik gibi aşkın ideallere bağlanan otoritenin her zaman kişisel çıkar ve salt iktidar için aldatıcı bir örtü olduğunu savunur. İktidar, yönetim normlarını —her ne şekilde olursa olsun— dayatma kabiliyetinden başka bir şey değildir. İktidarı siyasi otoriteden ayıran, herkesin kişisel çıkarlarının ve değer tercihlerinin üzerinde duran hiçbir şey yoktur.

Postmodern kimlik siyasetinin aslında herhangi bir gerçek kimlik ya da herhangi bir gerçek doğal olgu hakkında olamayacağı ve postmodern öncesi inandırıcı felsefi taahhütlerin çoğuna göre gerçekten siyasi olamayacağı belirtilmeli. Esasında, bu tür eski moda felsefi taahhütlere sahip olunması halinde, postmodern kimlik siyaseti ancak kimlik ve siyaset karşıtı bir bakış açısı olabilir. Zira herhangi bir gerçek kimlik varsayımı (anti-özsel ve şiirsel bir “kimlik” inşasından ziyade) ve doğanın gerçek olgularının kısmen bilinebileceği herhangi bir doğal gerçekçilik iddiası, kısmen kavranan ahlaki hakikat iddiası bir yana, postmodern kimlik siyasetinin lanetidir. Dahası, salt güçle yönetim siyasi bir bakış açısı değildir.

O halde kim haklı? Özcülük karşıtı postmodernistler mi, yoksa en azından kısmen kavranmış temel anlama bir tür bağlılığı olan herhangi biri mi?

Michel Foucault, Jean-François Lyotard, Jacques Derrida ve Judith Butler gibi güçlü anti-özcülükçü, anti-natüralist ve anti-politik-idealist teorisyenlerden oluşan farklı bir grup, şu anda akademik manzaramızın kayda değer şekillendiricileri. Sadece akademide değil, tüketim toplumunun içkin çerçeveli ve pragmatik varsayımlarında, “akışkan modernitenin” sosyal atomizasyonunda ve anlam akışkanlığında ve giderek artan bir şekilde yasalarımızın ve kamu kurumlarımızın biçiminde de onların günü geldi. Bunların yükselişi, Batı’nın metafiziksel olarak özcü, bilimsel olarak gerçekçi ve siyasi olarak idealist geleneklerinin yüzyıllardır devam eden erozyonunun mantıksal sonucu.

Augustinus’un Hıristiyan Platoncu teolojisi, Batı üniversitesinin doğduğu temel meta-perspektifti. Paris Katedral Okulu on ikinci yüzyılın ortalarında Paris Üniversitesi’ni kurmuştu. Peter Lombard’ın Kutsal Kitap, Augustinus’un öğretileri ve Kilise Babaları’nın bir derlemesi olan Cümleler’i, orta çağ üniversitesinin ana söyleminin (teoloji) dayandığı temel entelektüel çerçeveydi. On üçüncü yüzyılda Aquinas, yeni kurtarılan Aristoteles külliyatını Batı Hıristiyan âleminde vaftiz etti. Böylece Batı üniversitesi, Hıristiyan kutsal kitaplarına, Platon ve Aristoteles’e derinden borçlu olan ve inanç, vahiy, akıl, etik ve doğa felsefesini karmaşık bir şekilde birleştiren zengin bir felsefi teoloji geleneği içinde doğdu.

Skolastik düşüncenin temel kategorileri öz ve varoluşla alakalı. Ebedi ve ilahi olanın (aşkınlık) duyulur ve geçici olanla (içkinlik) olan karmaşık ilişkisi ve tikel, nicel ve maddi alanın evrensel, nitel ve akli alanla olan ilişkisi skolastik tartışmalara hâkim olmuştur. Ardından, bugün on yedinci yüzyılın bilimsel devrimi olarak nitelendirdiğimiz şey geldi. Üniversitelerin dışında başlayan pragmatik ve deneysel doğa felsefesi, Aristoteles’in doğa felsefesini büyük ölçüde bir kenara bırakarak, genelde Protestan ve Angloların Aristotelesçi doğa felsefesi ile Katolik teolojisinin skolastik sentezini bir kenara atma arzusuyla birleşerek doğdu. Aynı zamanda Katolik rahip Pierre Gassendi gibi düşünürler Epikuros, Lucretius, Democritus ve Empiricus’u erken modernitenin doğa felsefesine ve Hıristiyan teolojisine vaftiz ediyorlardı. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllar bilimde radikal ilerlemelere, rasyonalist Deizmin yükselişine ve agnostik ya da gizli ateist bir ampirizme tanıklık eder. “Tamamen” rasyonel ve “tamamen” ampirik metafiziğe doğru bu erken modern dönüş, metodolojik olarak teoloji ve inançtan giderek daha fazla ayrışırken, teoloji ve inanç hala büyük ölçüde varsayılır. Amos Funkenstein, on altıncı yüzyılda natura pura’nın [salt doğa] icadı ile Immanuel Kant’ın Aydınlanma felsefesi arasındaki dönemi “seküler teolojinin [burada] bilim, felsefe ve teolojinin neredeyse tek ve aynı uğraş olarak görüldüğü”* bir dönem olarak tanımlar.

Funkenstein’ın kitabının son sayfalarında açıklandığı üzere, vahiy ve inancın akıl ve bilimle skolastik sentezini mutlak anlamda sona erdiren Kant’tır. Belki de bu, sonunda bilimsel gerçekçiliğin kaybolmasına yol açar, zira Yaratılışın Logos’u aynı zamanda Augustine’e zihnimizin içinde konuşan Gerçek olan Mesih’tir, öyle ki öznel bilinç, ilahi olarak aracılık edilmiş olsa da nesnel doğal anlamla hakikat bir paydaşlığa sahip olabilir. Bilimsel anti-realizme yönelik postmodern eğilim ne olursa olsun, inanç ve aklın Kantçı kesin ayrımı, öz (artık saf aklın alanı ve anlaşılabilir anlamın koşulları) ve varlık (artık doğa bilimlerinin alanı ve pratik yargılar) temel kategorilerinin Kant’ın saf felsefi aklın uygun sınırları anlayışına oturacak şekilde yeniden işlenmesini gerektirmiştir.

Kant, Batı’nın Aydınlanma öncesi metafizik geleneklerinden belirleyici bir kopuşu gerçekleştirir; bu geleneklerde aşkın gerçekliğe dair inançla aktarılan anlayışlar akıl, etik ve doğa felsefesi alanlarıyla bütünleştirilir. Kant ile Judith Butler arasında pek çok adım vardır ama aşkın hakikatin herhangi bir özsel bilgisinin kabul edilemez olduğuna karar verildiğinde ve insan bilicinin zihni aklın ve bilginin tek odağı haline geldiğinde, özün anlamı, tabiatın doğası ve dünyanın tamamen içkin terimlerle yorumlanması, herhangi bir geleneksel metafizikte bulunan esasen çerçevelenmiş anlam anlayışlarının sürdürülmesini imkânsız hale getirir. Nihayetinde doğanın kendisi, olumsal dilsel kurgular ve tamamen içkin kültürel gelenekler dışında gerçek bir anlamı olmayan, tamamen insani şiirlerin bir kurgusu haline gelir. Siyaset de eninde sonunda ideal bir referans çerçevesini kaybeder ve iktidar her yerde bulunur ve doğası gereği araçsal hale gelir.

Post-Kantçı ve postmodern akademiye karşı, özcü ve realist “sağduyunun” uzun bir Batı mirası hala büyük ölçüde temel anlamları en azından kısmen kavradığımızı, doğal hakikatlerin nesnel olarak doğrulanabilir olduğunu, gerçek amaç ve değer analojilerinin doğada fark edilebilir olduğunu ve hakikaten müşterek iyiyi hedefleyen aşkın idealler ve ahlaki hakikatlerin siyasi otoriteyi salt güçten ayırdığını varsayar. Böyle bir sağduyunun postmodern kimlik siyasetiyle felsefi bir bağlantısı yoktur. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, kimlik siyaseti bu tür taahhütleri bağnaz ve baskıcı olarak yaftalar.

Belki de geleneksel sağduyulu felsefi bakış açısı olarak nitelendirdiğim şey, artık hiçbir eğitimli insanın ciddiye almaması gereken bağnaz, savunulamaz bir saçmalıktır. Ya da belki de eski moda metafizik, en azından kısmen doğru olduğu için hala sağduyu ile uyumludur. İkisi arasında nasıl bir yargıya varılırsa varılsın, postmodern akademinin şu anda sağduyuya ilişkin hala derinden kök salmış geleneksel kültürel bakış açısıyla topyekûn bir savaş içinde olduğu aşikâr. Ya sağduyu uygun bir şekilde queer anti-özcü, anti-realist ve anti-idealist bir şekle bürünecek ya da özcü ve realist (ve muhtemelen teolojik olarak çerçevelenmiş) anlamın bir tür yeni geri kazanımı Batı zihnine yeniden ışık verecektir.


(*) Amos Funkenstein, Theology and the Scientific Imagination, Princeton: Princeton University Press, 1986, 3.

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Ukrayna’da madene hücum

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.


Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor

Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.

İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.

Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.

Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.

Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak

Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.

Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.

Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.

Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.

Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.

Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.

Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.

Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?

Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu

Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.

Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.

Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.

Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.

Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.

Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.

Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.

Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.

Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.

Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.

Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: İktisatçı Michael Roberts’ın aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi, Donald Trump’ın gümrük tarifelerinin ABD ekonomisine vereceği zararı inceliyor. Nitekim, Trump Kanada ve Meksika’ya getirdiği gümrük vergilerinin önemli bir kısmından geri adım atmak zorunda kaldı. ABD Başkanının Kongre konuşmasında bu vergilerin tüketicilerde “küçük bir rahatsızlık” yaratacağı iddiası, gerçeğin bambaşka oluşuyla birlikte boşa düşüyor.


Trump’ın ‘küçük rahatsızlığı’

Michael Roberts
The Next Recession
5 Mart 2025

Görevdeki 100 günün ardından dün ABD Kongresinde konuşan Başkan Donald Trump, ABD’nin en büyük ticaret ortaklarından ithalata getirilen yeni gümrük vergilerinin “biraz rahatsızlık” yaratacağını iddia etti. Fakat yakında bunun sona ereceğini ve “gümrük vergilerinin Amerika’yı yeniden zenginleştirmek ve Amerika’yı yeniden büyük yapmakla ilgili olduğunu ” söyledi: “Bu gerçekleşiyor ve oldukça hızlı bir şekilde gerçekleşecek.”

Gerçekten de çok hızlı bir şekilde. Trump dün Kanada ve Meksika’dan ABD’ye ithal edilen mallara %25, Çin’den ithal edilen mallara ise %10 ek gümrük vergisi getirerek Amerika’nın en büyük üç ticaret ortağını önemli ölçüde daha yüksek bariyerlerle karşı karşıya bıraktı. Bu hamleler Pekin’in hemen tepkisini çekti ve Pekin 10 Mart’tan itibaren soya fasulyesi ve sığır etinden mısır ve buğdaya kadar ABD tarım ürünlerine %10-15 gümrük vergisi uygulayacağını açıkladı. Kanada da 107 milyar dolarlık ABD ithalatına, 21 milyar dolarlık ithalattan başlamak üzere, derhal gümrük vergisi getireceğini açıkladı. Başbakan Justin Trudeau, “Kanada bu haksız kararın cevapsız kalmasına izin vermeyecektir,” dedi. Ottawa’ya karşı uygulanan vergiler, %10’luk bir tarifeyle karşı karşıya olan Kanada petrol ve enerji ürünleri hariç %25 olarak belirlendi. Kanada, ABD’nin ham petrol ithalatının yaklaşık %60’ını gerçekleştiriyor.

Çin ayrıca ABD şirketlerini de hedef alarak on şirketi ulusal güvenlik kara listesine aldı ve diğer 15 şirkete ihracat kontrolü getirdi. Ayrıca ABD’li biyoteknoloji şirketi Illumina’nın gen dizileme ekipmanlarını Çin’e ihraç etmesini yasakladı. Pekin, Trump’ın ilk gümrük vergileri saldırısına yanıt olarak Illumina’yı geçen ay “güvenilmez kuruluşlar” listesine eklemişti.

Planlanan tüm gümrük vergileri ABD’nin gümrük vergisi oranını birkaç hafta içinde %20’nin üzerine çıkaracak ve bu oran Birinci Dünya Savaşı öncesinden bu yana görülen en yüksek oran olacak. Joseph Politano’nun da belirttiği gibi, ABD’nin 1,3 trilyon dolarlık ithalatını ya da ABD’ye getirilen tüm malların yaklaşık %42’sini kapsayan bu eylemlerin maliyeti muazzam ya da yaklaşık bir asır önceki meşhur Smoot-Hawley Yasası’ndan bu yana tek başına en büyük tarife artışı.

Gümrük vergileri ABD’de benzin, gübre, çelik, alüminyum, ahşap, plastik ve dahası gibi temel hammaddelerin fiyatlarını artıracak. Özellikle Meksika’dan gelen taze meyve ve sebzeler olmak üzere, bakkaliye ürünlerini bulmak zorlaşacak. Karmaşık entegre Kuzey Amerika tedarik zincirlerine –araçlar, bilgisayarlar, kimyasallar, uçaklar ve daha fazlası– dayanan imalat sektörleri, bu bağlantıların zorla koparılması halinde durma noktasına gelebilir. Üretimin özellikle Çin ve Meksika’da yoğunlaştığı telefonlar, dizüstü bilgisayarlar ve beyaz eşyalar için maliyetler artabilir. İhracatçılar artan hammadde maliyetleri, para biriminin değer kazanması ve yaklaşan misilleme gümrük vergileri nedeniyle zarar görecek ve bunların hepsi ABD iktisadi faaliyetlerini azaltacaktır.

Bu tarifelerin toplam maliyeti, ABD’li tüketicilerin ve işletmelerin ithal mal alımları için daha fazla ödeme yapmalarıyla 160 milyar doları bulacak ve daha fazlası da gelecek. Trump’ın salı günü aldığı önlemler, önerdiği önlemlerin yalnızca %40’ını oluşturuyor. Bir sonraki parti uygulamaya konulursa, ithalat maliyetini 600 milyar doların üzerine ya da GSYİH’nin %1,6’sına çıkaracak.

İthal mallara gümrük vergisi koymanın iktisadi argümanlarından biri yerli şirketleri yabancı rekabetten korumak. İthalatın vergilendirilmesiyle yurtiçi fiyatlar nispeten ucuzlar ve vatandaşlar harcamalarını yabancı mallardan yerli mallara kaydırarak yerli sanayiyi genişletir. Fakat bu argümanın çok az ampirik dayanağı vardır. New York Fed yakın zamanda artan gümrük vergilerinin yerli firmalar üzerindeki etkisini analiz etti. Çalışmada şu sonuca varıldı: “Küresel tedarik zincirlerinin karmaşık olması ve yabancı ülkelerin misilleme yapması nedeniyle gümrük tarifelerinin uygulanmasından kazanç elde etmek zordur. Ticaret savaşının açıklandığı günlerde borsa getirilerini kullanarak elde ettiğimiz sonuçlar, firmaların beklenen nakit akışlarında ve reel sonuçlarda büyük kayıplar yaşadığını gösteriyor. Bu kayıplar geniş tabanlı olup, Çin’e maruz kalan firmalar en büyük kayıpları yaşadı.

Dahası, Danimarkalı iktisatçı Jesper Rangvid’in de gösterdiği gibi, Trump sadece iki taraflı mal ticaretine bakıyor; hizmet ticaretini ve sermaye ile emekten elde edilen kazançları göz ardı ediyor. Öyle ki, ABD’nin en azından Avro bölgesine yaptığı hizmet ihracatından elde ettiği gelir ve bu bölgeye ihraç ettiği sermaye ve işgücü ücretlerinden elde ettiği getiri, mal ticaretindeki iki taraflı açığını telafi etmektedir. Avro bölgesinin ABD ile olan toplam ikili cari işlemler dengesi sıfıra yakındır.

Trump’ın gümrük vergisi yaylım ateşi ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’ bir yana, ABD ekonomisini ve onunla birlikte diğer büyük ekonomileri resesyona sürükleme ihtimaline sahip. Kiel Enstitüsü, AB’nin ABD’ye ihracatının %15-17 oranında düşeceğini, bunun da AB ekonomisinde %0,4 oranında “önemli” bir daralmaya yol açacağını, ABD GSYİH’sinin ise %0,17 oranında küçüleceğini hesaplıyor. AB’nin misilleme gümrük vergileri uygulaması halinde, bu ekonomik zararı iki katına çıkaracak ve enflasyonu 1,5 puan artıracak. Almanya’nın ABD’ye mamul mal ihracatı neredeyse %20 oranında düşerek en kötü darbeyi alacak. Zaman içinde kaybedilen ihracatın tam büyüklüğü belirsiz olsa da (tedarik zincirlerinin yeniden kurulması zaman alacağından), bu vergilerin devam etmesi halinde ABD ile ticaret yapan büyük ekonomilerin GSYİH’lerinde önemli bir düşüş yaratması muhtemel.

ABD imalatı üzerindeki genel etki, ihracat kaybında GSYİH’nin yaklaşık %1’ini bulabilir.

Bu tahminlerden biri. Yale Üniversitesi iktisatçıları daha da ileri gidiyor. Planlanan %25’lik Kanada ve Meksika tarifeleri ile %10’luk Çin tarifelerinin yanı sıra halihazırda yürürlükte olan %10’luk Çin tarifelerinin etkisini modellediler. Bu tarifelerin, efektif ortalama tarife oranını 1943’ten bu yana en yüksek seviyeye çıkaracağını hesapladılar. Yurtiçi fiyatlar mevcut enflasyon oranına göre %1’in üzerinde artacak ki bu da 2024 yılında hane başına ortalama 1.600-2.000 dolar tüketici kaybına eşdeğerdir. ABD’nin reel GSYİH büyümesini bu yıl %0,6 puan düşürecek ve gelecekteki yıllık büyüme oranlarından %0,3-0,4 puan azaltarak yapay zeka infüzyonundan beklenen verimlilik kazanımlarını silecek.

ABD’deki Uluslararası Ticaret Odası [ICC] o kadar endişeli ki, Trump planlarından geri adım atmazsa dünya ekonomisinin 1930’lardaki Büyük Buhran’a benzer bir çöküşle karşı karşıya kalabileceğini düşünüyor. ICC Genel Sekreter Yardımcısı Andrew Wilson, “Derin endişemiz, bunun bizi 1930’ların ticaret savaşı bölgesine sokan aşağı doğru bir sarmalın başlangıcı olabileceği,” diyor. Dolayısıyla Trump’ın önlemleri “küçük bir rahatsızlığın” çok ötesine geçebilir .

Yeni gümrük tarifelerinin açıklanmasından önce bile ABD ekonomisinin bir miktar yavaşladığına dair önemli işaretler vardı. Artan ithalat tarifelerinin etkisi resesyon için bir kırılma noktası olabilir. Wall Street de böyle düşünüyordu. Trump gümrük vergisi önlemlerini açıkladığında, Trump’ın seçim zaferinden bu yana ABD borsasında elde edilen tüm kazançlar silindi.

Birkaç hafta içinde ABD ekonomisine ilişkin söylem, ABD ekonomisinin “istisnailiğinden” büyümede ani bir gerilemeye ilişkin endişeye dönüştü. Perakende satışlar, imalat, reel tüketici harcamaları, konut satışları ve tüketici güveni göstergelerinin hepsi son bir iki ay içinde düşüş gösterdi. 2025’in ilk çeyreği için reel GSYİH büyümesine ilişkin konsensüs tahminleri artık sadece yıllık %1,2.

Atlanta Fed’in yakından takip edilen mevcut GSYİH ŞİMDİ izleyicisi ise tam bir daralma öngörüyor.

ABD imalatı bir yıl ya da daha uzun bir süredir durgunluk içinde fakat imalat faaliyetlerine ilişkin son göstergelerde endişe verici olan bir diğer husus da maliyetlerdeki önemli artış. ISM Başkanı Timothy Fiore, “Şirketler yeni yönetimin tarife politikasının ilk operasyonel şokunu yaşarken talep azaldı, üretim dengelendi ve personel çıkarma devam etti. Tarifeler nedeniyle hızlanan fiyat artışı, yeni siparişlerin birikmesine, tedarikçi teslimatlarının durmasına ve imalat envanterinin etkilenmesine neden oldu,” diyor. Yeni siparişler Mart 2022’den bu yana en büyük düşüşü göstererek daralma bölgesine girdi ve üretim keskin bir şekilde yavaşladı. Buna ek olarak, fiyat baskıları Haziran 2022’den bu yana en yüksek seviyeye çıktı.

Fakat pandeminin sona ermesinden bu yana ABD ekonomisinin sözümona istisnailiği her zaman istatistiksel bir yanılsamaydı. Bir çalışma, birçok Amerikan hanesi için istihdam, ücretler ve enflasyonla ilgili gerçek hikayeyi ortaya koyuyor. İlk olarak, resmi rakamlara göre neredeyse rekor düzeyde düşük olan işsizlik oranı sadece %4,2. Fakat bu rakam, ara sıra iş yapan evsiz insanları da istihdam edilmiş olarak kabul ediyor. İşsizlere yarı zamanlı iş dışında bir iş bulamayanlar ya da yoksulluk ücreti (kabaca 25.000 dolar) alanlar da dahil edilirse, bu oran aslında %23,7. Başka bir deyişle, bugün Amerika’da neredeyse her dört çalışandan biri işlevsel olarak işsizdir. Resmi medyan ücret 61.900 dolar. Fakat işgücündeki herkesi takip ederseniz, yani yarı zamanlı çalışanları ve işsiz iş arayanları dahil ederseniz, medyan ücret aslında yılda 52.300 dolardan biraz fazla. “Medyan ücretle çalışan Amerikalı işçiler, geçerli istatistiklerin gösterdiğinden %16 daha az kazanıyor.” 2023 yılında resmi enflasyon oranı %4,1 idi. Fakat gerçek yaşam maliyeti bunun iki katından daha fazla arttı: tam %9,4. Bu da 2023 yılında satın alma gücünün medyan olarak %4,3 düştüğü anlamına geliyor.

Avrupalı liderlerin Trump’ın gümrük vergisi hamlelerine ve Rusya’ya karşı savaşında Ukrayna’yı desteklemekten açıkça geri çekilmesine cevabı, daha fazla savaş hazırlığı gibi görünüyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsüne göre, küresel savunma harcamaları geçen yıl 2,2 milyar dolara ulaşarak rekor kırarken, Avrupa’da ise 388 milyar dolara yükselerek ‘soğuk savaş’tan bu yana görülmemiş seviyelere ulaştı. Financial Times’ın liberal Keynesyen iktisat gurusu Martin Wolf, “Savunma harcamalarının önemli ölçüde artması gerekecek,” diyor. “Bu harcamanın 1970’lerde ve 1980’lerde Birleşik Krallık GSYİH’sinin %5’i ya da daha fazlası olduğunu unutmayın. Uzun vadede bu seviyelerde olması gerekmeyebilir: modern Rusya Sovyetler Birliği değil. Yine de, özellikle ABD’nin çekilmesi durumunda, inşa sırasında bu kadar yüksek olması gerekebilir.

Bunun bedeli nasıl ödenecek? “Eğer savunma harcamaları kalıcı olarak artırılacaksa, hükümet yeterli harcama kesintisi bulamazsa, ki bu da şüpheli, vergilerin arttırılması gerekir.” Fakat endişelenmeyin, tanklara, askerlere ve füzelere yapılan harcamalar aslında bir ekonomi için faydalıdır, diyor Wolf. “Birleşik Krallık gerçekçi bir şekilde savunma yatırımlarının ekonomik getirilerini de bekleyebilir. Tarihsel olarak savaşlar inovasyonun anası olmuştur.” Wolf daha sonra İsrail ve Ukrayna’nın savaştan elde ettiği kazanımlara ilişkin harika örneklerden bahsediyor: “İsrail’in “startup ekonomisi’ ordusunda başladı. Ukraynalılar şimdi dron savaşında devrim yarattılar.” Savaşın getirdiği yeniliklerin insani maliyetinden bahsetmiyor Wolf: ”Ancak asıl önemli olan nokta, savunmaya önemli ölçüde daha fazla harcama yapma ihtiyacının, her ikisi de doğru olsa da, sadece bir gereklilikten ve sadece bir maliyetten daha fazlası olarak görülmesi gerektiği. Eğer doğru şekilde yapılırsa, bu aynı zamanda iktisadi bir fırsattır.” Yani savaş iktisadi durgunluktan çıkış yolu.

Almanya’nın müstakbel Şansölyesi Friedrich Merz de (son seçimleri kazandıktan sonra) aynı hikayeyi benimsedi. Hükümetin hesaplarını ‘dengelemek’ için herhangi bir ekstra mali harcamaya karşı çıktığı seçim kampanyasından tam bir dönüş yaparak, şimdi Avrupa’nın en büyük ekonomisini canlandırmak ve yeniden silahlandırmak için Almanya’nın ordusuna ve altyapısına yüz milyarlarca dolarlık ekstra fon enjekte etme planını destekliyor. Yeni bir düzenleme ile GSYİH’nin %1’inin üzerindeki savunma harcamaları, hükümetin borçlanmasını sınırlayan “borç freninden” muaf tutularak Almanya’nın silahlı kuvvetlerini finanse etmek ve Ukrayna’ya askeri yardım sağlamak için sınırsız miktarda borçlanmasına izin verilecek. Ayrıca, altyapı için on yıl boyunca sürecek 500 milyar avroluk bir fon oluşturmak üzere bir anayasa değişikliği yapmayı planlıyor. Birdenbire silahlanma ve askeri girişimler için bol miktarda nakit ve borçlanma imkanı ortaya çıktı.

İngiltere’nin planı, dünyanın yoksul ülkelerine yönelik yardım programını keserek ‘savunma’ harcamalarını iki katına çıkarmak. Trump ayrıca ABD’nin dış yardımlarını da dondurdu. Küresel borç 2024 yılında 7 trilyon dolar artışla 318 trilyon dolara ulaştı. Küresel borcun küresel GSYİH’ye oranı son dört yılda ilk kez yükseldi; yani borç nominal GSYİH’den daha hızlı artarak GSYİH’nin %328’ine ulaştı. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF), borç yükleri artmaya devam eden yoksul ülkelerin büyük bir baskı altında olduğu uyarısında bulundu. Bu ekonomilerdeki toplam borç 2024 yılında 4,5 trilyon dolar artarak, gelişmekte olan piyasaların toplam borcunu tüm zamanların en yüksek seviyesi olan GSYİH’nin %245’ine çıkardı. Bu yoksul ekonomilerin birçoğu bu yıl 8,2 trilyon dolarlık rekor bir borcu çevirmek zorunda ve bunun yaklaşık %10’u yabancı para cinsinden; bu da finansmanın kesilmesi halinde hızla tehlikeli bir hal alabilecek bir durum. Yani önümüzde daha fazla savaş ve daha fazla yoksulluk var.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English