Dünya Basını
Rashid Khalidi: Siyonizm, emperyalizmin şımarık üvey çocuğuydu

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, Filistin ulusal kimliği ve Arap milliyetçiliği üzerine eserleri ile tanınan Filistin asıllı ABD’li tarihçi Rashid Khalidi ile Aksa Tufanı operasyonu üzerine yapıldı. Khalidi, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesi ve sonrasında FKÖ’nün Beyrut’tan tahliyesinde bilfiil süreçte yer almış ve bu sürece ilişkin bilgilerini Beyrut tahliyesinde FKÖ’nün nasıl davrandığına ilişkin bir kitapta bir araya getirmişti. Khalidi’nin FKÖ ile ilişkisi öyleydi ki, Oslo görüşmelerinde örgüte danışmanlık da yapıyordu. Khalidi ile mülakat, yerleşimci sömürgeciliğe karşı mücadelede şiddetin doğası ve Filistin sorununda ‘iki devletli çözüm’e kadar birçok meseleye değiniyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
“Umutsuz bir durum daha da umutsuzlaşıyor”: Rashid Khalidi ile söyleşi
Rebecca Panovka ve Kiara Barrow
The Drift
24 Ekim 2023
Hamas’ın 7 Ekim’deki korkunç saldırısından bu yana, İsrail’in –hükümetimizin onayı ve maddi yardımlarıyla– Gazze Şeridinin tutsak sakinlerini bombaladığını ve bir milyondan fazla insanı yerinden ettiğini izledik. Dünyanın dört bir yanındaki protestocular İsrail’in uyguladığı şiddete karşı öfkelerini dile getirirken, Amerikan solunda da bir dizi tartışma yaşandı: İsrailli 1.400 kişinin ölümünün yasını tutmanın İsrail’in askeri vahşetini örtbas edip etmediği ya da üzüntüyü dile getirmemenin Hamas’a göz yummakla eşdeğer olup olmadığı; şu anda başvurulacak doğru tarihsel analojinin 11 Eylül mü, Cezayir bağımsızlık hareketi mi yoksa Güney Afrika’daki apartheid karşıtı kampanya mı olduğu; sokaklarda ya da kablolu TV haberlerindekilerin tarih konusundaki cehaletlerini ifşa edip etmedikleri üzerine.
Modern Ortadoğu Tarihi uzmanı ve yirmi yılı aşkın bir süredir Journal of Palestine Studies dergisinin editörlüğünü yapan Rashid Khalidi’den bir bakış açısı istedik. Columbia Üniversitesi’nde Edward Said Modern Arap Çalışmaları Profesörü olan Khalidi, aralarında son olarak The Hundred Years’ War on Palestine (2020) adlı kitabın da bulunduğu sekiz kitabın yazarıdır. Ayrıca 1990’lardaki barış görüşmeleri sırasında Filistinli müzakerecilere danışmanlık yapmıştır. Khalidi ile ABD’de, Ortadoğu’da ve başka yerlerde son haftalarda yaşanan olaylara verilen tepkiler, Siyonist projenin tarihi, geçmiş barış süreçleri ve genç aktivistlerin şu anda yapmasını dilediği ayrımlar hakkında konuştuk.
Son dönemde yaşanan olaylar ana akım söylemde daha önce benzeri görülmemiş ve geçmişten bir kopuşu temsil eden olaylar olarak tanımlanıyor. Durum ne ölçüde böyle? Eylül ayında Journal of Palestine Studies’de yazdığınız gibi, 2023 yılı Batı Şeria’daki Filistinliler için neredeyse yirmi yıldır yaşanan en kanlı yıl oldu. Şu anda gördüğümüz şey kaçınılmaz bir yangın mı?
Geçtiğimiz iki hafta içinde gördüklerimizi kimsenin tahmin edebileceğini sanmıyorum. Dünyanın en büyük ve tarihin en iyi istihbarat servislerinden birine sahip olan İsrail ordusunun ne olacağına dair hiçbir fikrinin olmaması –ki gelecekte bu istihbarat başarısızlığı üzerine soruşturma komisyonları ve savaş üniversiteleri tarafından çalışmalar yapılacaktır– kimsenin bunu tahmin edemeyeceğini göstermektedir. Bunu bilen tek kişiler bu saldırıyı başlatan kişilerdi. Aynı zamanda, işgal altındaki topraklarda ve İsrail’in içinde olup bitenlerin ayrıntılarına biraz olsun duyarlı olan herkes, er ya da geç bir tür patlamanın kaçınılmaz olduğunu varsayabilirdi. Hamas sadece Gazze’de faaliyet gösteren bir örgüt değildir, Hamas Filistin çapında bir örgüttür. Özellikle bu yeni hükümetin göreve gelmesinden bu yana, ama aynı zamanda bir önceki yıl, Batı Şeria’da öldürülen Filistinlilerin sayısının, yerleşimci saldırılarının sayısının, Harem-i Şerif’te, Mescid-i Aksa çevresinde Yahudi ibadeti düzenleme girişimlerinin sayısının arttığı gerçeğine karşı son derece duyarlıydılar. Yerleşimciler tarafından çalınan toprak miktarı da artıyordu. Son olarak, Batı Şeria’da büyük ölçüde göçebe nüfusun yaşadığı üç küçük köy topraklarından sürüldü.
Etnik temizlik, dünyanın dikkatini çekecek kadar yüksek olmayan, çok düşük bir kaynama seviyesinde devam ediyordu. Filistin sorununu, Filistinliler için siyasi ufku gömmek, Batılı ülkeler ve İsrail’in yanı sıra İsrail’in bazı Arap müttefiklerinin de başlıca çabası gibi görünüyordu. İsraillilere göre bu, mümkün olan tüm dünyaların en iyisiydi. Mekke’den Hayfa’ya uzanan demiryolu hatlarına sahip olacaktık; Suudi çölünde İsraillilerin eğlencelerine sahip olacaktık; sonsuza dek sevgi, dostluk, barış ve güvenlik düzenlemelerine sahip olacaktık. Ve tüm bunlar, Filistinliler süresiz olarak devam edecek bir İsrail işgalinin çizmesi altındayken yapılacaktı. Filistinlilerin hepsi bunu gördü. Elbette herkes Hamas gibi tepki vermedi. Ama herkes bunun giderek daha da umutsuzlaşan bir durum olduğunu, çıkarlarının ve haklarının sadece İsrail, ABD ya da Batılı müttefikleri tarafından değil, Arap ülkeleri tarafından da tamamen göz ardı edildiğini gördü.
CNN’i izlerseniz, İsrailli generallerin, Gazze’de apartmanların, üniversite kampüslerinin ve tahliye yollarının havaya uçurulduğu görüntülerin hemen ardından, İsrail’in sivil ölümlerden kaçındığını (ya da insani duygularla Filistinlilere ‘tahliye şansı’ verdiğini) iddia etmelerine izin verildiğini görürsünüz. New York Times Yayın Kurulu da aynı şekilde, İsrail’in uluslararası hukuka aykırı olarak binlerce insanın öldürülmesi emrini verdiğini gösteren haberlerle aynı sayfalarda “İsrail’in savunmak için savaştığı şey, insan hayatına ve hukukun üstünlüğüne değer veren bir toplumdur,” diye yazdı. Bu ana akım açıklamalar, görünürde kafa karıştırıcı ve medyanın İsrail hakkında dürüstçe haber yapma kabiliyetine dair bir referandum olarak son derece yabancılaştırıcı. Bu saldırıya ilişkin ana akım haberleri nasıl yorumluyorsunuz?
Biliyorsunuz, eskiden Sovyet Ortadoğu politikası hakkında yazardım ve o günlerde elimizdeki tek kaynaklar Pravda, Izvestia, Krasnaya Zvezda ve benzerleriydi. Bugün kendimi Soğuk Savaş dönemine geri dönmüş gibi hissediyorum ve New York Pravda Times ve Washington Izvestia Post, Biden yönetiminin ve onun yapışık ikiz müttefiki İsrail’in sözcülüğünü yapıyor. Ana akım medyanın çoğunda, esasen çok yoğun bir savaş propagandası buluyorum.
Hafızasız, tarihsiz, olgusuz bir çevremiz var; örneğin İsrail kabinesine yeni katılan emekli bir genelkurmay başkanının, Gadi Eisenkot adında bir adamın, Lübnan’ı dümdüz ettikleri sırada İsrail ordusunun Harekat Başkanı olduğu fark edilmiyor. Ve o dönemde ‘Dahiye doktrini’ adını verdiği bir doktrin geliştirdiğini söylemişti. İsrail Hava Kuvvetleri Dahiye mahallesinin tamamını dümdüz etti ve şöyle dedi: “Oraya orantısız güç uygulayacağız ve orada büyük hasar ve yıkıma neden olacağız. Bizim açımızdan buralar sivil köyler değil, askeri üslerdir.” Ayrıca ‘2006 yılında Beyrut’un Dahiye mahallesinde yaşananların İsrail’in ateş açtığı her köyde yaşanacağı’ sözünü verdi. Eisenkot artık bir bakan. Bu savaşı planlayanlardan biri de o. Size ne yaptığını söyledi: Uluslararası insancıl hukuka saygı duymuyor. Journal of Palestine Studies’de bu konuda bir makale yazdım. Şimdi, ortalama bir gazetecinin Journal of Palestine Studies okumasını bekler miydim? Ne yazık ki hayır. Mesele şu ki, bu tür şeyleri bilenler bile bu tür haberleri yapamıyor. Muhabirlerle sürekli konuşuyorum ve patronları tarafından ne tür hikayeler yazmalarının istendiğini biliyorum. Bazen, ara sıra, gazeteciler direnirler.
Bunun hükümet genelinde de yaşandığını görüyoruz; Dışişleri Bakanlığında ve başka yerlerde hükümet çalışanları ABD hükümetinin tutumuna kızgın. Bunu, yönetimlerden diktelerin geldiği üniversitelerde de görüyoruz. Bunu kamusal pozisyon alan şirketlerde de görüyoruz. Sanki ABD savaşta ve hepimiz hizaya gelmeli ve arkasında başkanın yürüdüğü İsrail’le aynı safta olmalıyız.
Bize çeşitli Filistinli gruplardan (F.Y. [Filistin Yönetimi], FKÖ, Hamas) ve bunların kökenlerinden bahsedin. Hamas’ı bir ‘terör örgütü’ olarak etiketlemek ve İsrail’in resmi sosyal medya grafiklerinde olduğu gibi IŞİD ile bir tutmak ne anlama geliyor?
ABD Başkanı –ülkedeki en yüksek ses, pek sesi çıkmıyor ama– Hamas’ı özellikle IŞİD ile karşılaştırdı. İşte, ‘katıksız kötülük’ yaşadık. İşte, ‘IŞİD’den daha kötü’ oldu. 11 Eylül karşılaştırmaları yaptık. Bu, kıyamet ölçeğinde gidebileceğiniz en yüksek nokta. Bu, Hamas’ın terörist olarak tanımlandığı ve başka bir şey olmadığı İsrail oyun kitabına uyuyor. Hamas Gazze’de hükümetti. Siyasi, sosyal, kültürel ve dini bir örgüttü.
Filistin siyaseti şu anda özellikle zor durumda. Eskiden Hamas’ın en büyük rakibi olan El Fetih, Ramallah’taki yozlaşmış ve beceriksiz Filistin Yönetimi ile olan ilişkisi nedeniyle düşüşte. Filistin Yönetimi, Arafat’ın 1993 Oslo Anlaşmalarından sonra operasyonlarını Filistin’e taşımasıyla başlattığı FKÖ’nün yerini almış durumda. Şimdi FKÖ can çekişiyor ve El Fetih de neredeyse can çekişiyor. FKÖ’nün bir stratejisi yok. Sözde diplomatik bir yaklaşıma ve şiddetsizliğe bağlı, fakat Filistinliler arasında neredeyse hiç destek yok, çünkü onlarca yıldır yerleşimler genişlerken ve Filistinliler giderek daha az alana sıkıştırılırken bu yaklaşımın hiçbir işe yaramadığını gördüler. Pek çok Filistinli, İsrail’in isteklerini yerine getirdiği ve dışarıdan desteklendiği için Filistin Yönetimi’nden nefret ediyor. Bu, Filistin siyasetinde 30’lu yıllardan beri süregelen bir durum: Filistinliler adına konuşma hakkını kendilerinde gören, Filistinlileri bölen, Filistinlileri zayıflatan ya da onlara müşteri gibi davranan Arap ülkelerinin ve yabancı güçlerin müdahalesi. Arap ülkeleri ve diğer ülkeler Filistinlileri ya da Filistinli örgütleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istiyor.
F.Y. İsrail, ABD, Avrupa ve bazı Arap ülkeleri tarafından –altındaki payandaları tekmeledikleri sırada– destekleniyor. Hamas bölgesel güçler tarafından destekleniyor: Elbette İran, ama aynı zamanda Türkiye, Katar ve diğerleri. İran rejimi, Esad rejimi, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır’ın hepsinin kendi hedefleri ve kendi ulusal çıkarları var. Filistinliler geçmişte bunun üstesinden geldiler ve bir yere varmak istiyorlarsa bunun üstesinden gelmek zorundalar. Ama bu kolay olmayacak. Yeni nesil liderliğin nereden geleceğini, Filistinlileri hedeflerine taşıyacak stratejinin nereden geleceğini bilmiyorum.
Filistin’deki mevcut dinamikleri bölgenin daha geniş bağlamı içinde nasıl konumlandırmalıyız? Pek çok ABD’li uzman Hamas’ın İsrail-Suudi normalleşmesini bozmayı amaçladığını iddia etti (örneğin ‘Aksa Tufanı Operasyonu’ etiketi bunun Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılara bir yanıt olduğunu gösteriyor). ABD’nin Suudi Arabistan gibi Arap vasal devletlerini desteklemesi Filistin kurtuluşunun pan-Arap siyasetiyle ilişkisini nasıl değiştirdi?
Bu saldırının planlayıcısı gibi görünen Hamas’ın askeri komutanı Muhammed Deif’in yaptığı açıklamayı okumanız ya da dinlemeniz yeterli. Bu saldırının ilk gününde hedeflerinin ne olduğunu söyledi. Mescid-i Aksa’nın etrafındaki Harem-i Şerif’i Yahudilerin ibadet alanı haline getirme girişimlerinden bahsetti. Mart ayında Kudüs’teyken şunu gördüm: İsrailli yerleşimci grupları, dindar yerleşimciler, sanırım sınır muhafızları ve polis eşliğinde, Magharibah kapısından, Fas Kapısı’ndan giriyorlar ve sonra Harem’in güneydoğu köşesinde, Aksa camisinden yaklaşık yirmi otuz metre uzakta dua ediyorlar. Her gün sabah namazından sonra ibadet edenleri dışarı atıyorlar: İbadet eden Müslümanları ve özellikle de gençleri. Herkesi kovuyorlar ve bu yerleşimci grupların gelip dua etmelerine izin veriyorlar. Bu gruplar giderek daha da büyüyor. Sukot sırasında, saldırıdan günler önce, binlerce yerleşimci cami yerleşkesinde toplu dua yapmak için geldi.
Elbette saldırı iki yıldır planlanıyordu, dolayısıyla bu sürecin son tırmanışının bununla hiçbir ilgisi yoktu, fakat bu bir toparlanma çağrısıydı. Yani bunu gerçekten isteyip istemedikleri ya da Filistin, Arap ve Müslüman kamuoyunu kazanmak için bir taktik olup olmadığı önemsiz. Açıkçası, bu bir motivasyon. Deif, Gazze’nin kuşatılması, Batı Şeria’nın giderek sömürgeleştirilmesi ve ilhak edilmesi ve İsrail hükümetinin Filistin sorunu yokmuş gibi hareket etmesi gibi diğer nedenleri sıraladı. Bu, Enver Sedat’ın 1977’de Kudüs’e gitmesinden bu yana Arap dünyasında normalleşmenin uzun yıllardır devam ettiğini söylemenin dolaylı bir yoluydu. Son zamanlarda İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki flört, İsrailli bakanların Suudi Arabistan’a gidip dua etmesi ve Veliaht Prens’in İsrail-Suudi normalleşmesinin bir aşamada gerçekleşmesini dört gözle beklediğini söylemesi ile zirveye ulaştı. Buna İsrail’den orgazmik tepkiler geldi.
Filistin meselesinin sıradan Araplar ya da Arap ülkeleri için ne kadar önemsiz olduğundan bahseden tarih bilinci olmayan hiçbir cahil uzman bir daha asla ağzını açmamalıdır. Çünkü Mısır’da, Ürdün’de, Türkiye’de, Lübnan’da, Fas’ta, Bahreyn’de gösteriler gördük. Bunlardan bazıları kimsenin gösteri yapmasına izin verilmeyen diktatörlüklerdir. Kimsenin kendini ifade etmesine izin verilmiyor. Yine de Arap dünyasının dört bir yanında kamuoyu Filistinlilere destek için patladı. Muazzam gösteriler oldu. Yemen harap olmuş bir ülke, başarısız bir devlet. Bir iç savaş yaşıyorlar, Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından yıllardır bombalanıyorlar ve sokaklarda Filistin için gösteri yapıyorlar.
Kahire’den Şam’a ve Halep’e kadar bir düzine Arap gazetesinde 1914’ten önce yayınlanmış, Filistin ve Siyonizm’den bahseden yaklaşık dört yüz gazete makalesi buldum. Arap dünyasındaki insanlar 110 yıl önce de bu konuda endişeliydi. ‘36-’39 Arap İsyanı sırasında da bu konuda endişeliydiler, Nakba sırasında da endişeliydiler ve o zamandan beri de bu konuda endişeliler. Arap hükümetleri bu endişeyi temsil etti mi? Nadiren. Asla. Bazen. Ama mesele bu değil. Bunlar demokratik olmayan rejimler –mutlak monarşiler ya da diktatörlükler– ve kendi kleptokrasileri, onlar tarafından zenginleştirilen insanlar ve onları silahlarla ya da diplomatik destekle iktidarda tutan yabancılar dışında hiç kimseyi ve hiçbir şeyi temsil etmiyorlar.
Bu sadece Arap dünyası ya da hatta Müslüman dünyası için geçerli değil. Amerikalılar, Avrupalılar, dünya GSYİH’sının çok büyük bir kısmını üreten ve muazzam bir medya erişimine, muazzam bir güce sahip olan beyaz yerleşimci sömürge balonu –uçak gemileri, borsalar, medya holdingleri– hâlâ kendilerini evrenin efendileri olarak görüyorlar. Onlar dünya nüfusunun küçük bir azınlığı. Hindistan, Çin, Endonezya, Pakistan, Bangladeş, Brezilya: bunlar dünyanın en büyük ülkelerinden bazıları ve oradaki insanlar bu konuda hiç de aynı görüşe sahip değiller. Burada, İsrail’i desteklemenin ulusal bir çıkar olduğuna karar veren Amerikan ve İngiliz hükümetleri ile uyumlu ve yozlaşmış bir medya tarafından üretilen sterilize edilmiş bir dünya görüşüne sahibiz. Bir de dünya var –gerçek dünya– tamamen farklı bir görüşte. Bu da Batı ile diğerleri arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Bence bunu Ukrayna Savaşı başlattı. Dünyanın büyük bir kısmında kimse Ukrayna Savaşına ABD ve Avrupalı müttefiklerinin baktığı gibi bakmıyor, bu da [BM] Genel Kurul’un bu savaşa verdiği tepkide görülüyor. Bu, insanların Rusya’yı destekledikleri anlamına gelmiyor; sadece ABD ve en yakın müttefikleri ile –gayet anlaşılır bir şekilde– Ukraynalılar ve Doğu Avrupalılar gibi histerik, abartılı bir şekilde görmüyorlar. Şu anda Filistin’de yaşananlar bunu vurguluyor ve ABD ile müttefiklerinin gücünü, itibarını ve güvenliğini azaltacak. İnsan hakları ve demokrasiden bahseden Amerikalılar ileride en aşağılık, mide bulandırıcı ikiyüzlüler olarak muamele görecekler. Dünyanın geri kalanında kimse bu söylemlere inanmıyor, bunun da iyi bir sebebi var.
‘İşgal’ kelimesi İsrail söz konusu olduğunda Amerikan sözlüğünde yer almaz. İşgal, ‘barışın önünde bir engel’ değildir; Siyonist liderlerin Theodor Herzl’den bu yana yapmaya çalıştıkları gibi Filistin’i İsrail toprağı haline getirmek için tasarlanmış saldırgan, şiddetli bir dayatmadır. Dolayısıyla ABD, Ukrayna’nın işgalinden dem vurduğunda ve Biden’ın Oval Ofis konuşmasında yapmaya çalıştığı gibi Hamas ve Putin arasında bağlantı kurduğunda, Anglosfer’de ya cahil ya da beyni yıkanmış insanlar dışında kimse bunları yutmuyor. Ancak CBS’in yaptığı bir anket, Demokratların ve bağımsızların çoğunluğunun İsrail’e askeri yardım yapılmasına karşı olduğunu gösterdi; Amerikalıların çoğu bizi yönetenlerden çok daha mantıklı.
Siyonizm yerleşimci sömürgeci bir proje, fakat İsrail sömürge sonrası bir dönemde devlet oldu. Bu tarih hakkında ne düşünüyorsunuz ve mevcut durumu nasıl etkilemeye devam ediyor?
Tony Judt, İsrail’in ‘çok geç geldiğini’ ve bir anakronizm olduğunu yazmıştı. Mesele şu ki, on sekizinci yüzyılda başlatılmış olsaydı, başarılı olabilirdi. Beyaz Avrupalıların beyaz olmayan Avrupalı olmayanların sahip olmadığı haklara sahip olduğu ve herhangi bir toprak parçasını kendilerine mal edebilecekleri ve onunla ve yerli nüfusla istedikleri her şeyi yapabilecekleri şeklindeki zamanın ruhuna uygun olurdu. Kolomb’dan yirminci yüzyıla, hatta Birinci Dünya Savaşına kadar ormanın kuralı buydu.
Siyonizm, ilk yıllarında kendisini bir sömürge projesi olarak tanımlamaktan asla utanmadı. Ulusal bir projeydi ve şu an da öyledir. Aynı zamanda emperyalizmin şımarık üvey çocuğuydu. Herzl neden Kayzer’e [Alman İmparatoru Wilhelm] gidiyordu? İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizmann neden İngilizlere gidiyordu? Bunlar ilgisiz, tarafsız, İsviçre benzeri güçler değildi, bunlar Siyonist proje için kirli işleri yapacak olan çağın büyük emperyal güçleriydi. Bu insanlar sömürgeci ve yerleşimci miydi? Kendilerine sömürgeci ve yerleşimci diyorlardı. ‘Yahudi Kolonizasyon Derneği’ antisemitik bir hakaret değildir, bu önemli kuruluşun kendisine verdiği isimdir. Elbette tüm bunlar göz ardı edilmiştir. Bugün ‘yerleşimci sömürgecilik’ demek, 21. yüzyılda hayal edilebilecek en vahşi batı benzeri mülksüzleştirme olan Batı Şeria’da olanları tanımlarken bile korkunç, korkunç bir şey.
Bu da beni ABD’nin yakın zamanda yaptığı ya da yapmaya çalıştığı şeye getiriyor. Görünüşe göre ABD hükümeti, İsrail’in Gazze Şeridindeki nüfusun bir kısmını ya da tamamını Mısır’a ve muhtemelen başka yerlere sürme planına ortak olmuştur. Antony Blinken’in bunu yaptığına şüphe yok; 1948’de başlatılan etnik temizliği tamamlamak üzere Filistinlileri ortadan kaldırmak için İsrail ile işbirliği yapıyordu.
Bu demografik bir savaştır. Siyonist harekette, Filistin’de ve Arap dünyasında 20’li ve 30’lu yıllardan itibaren herkes şunu anlamıştı: Arapları Yahudilerle değiştirirseniz Yahudi çoğunluğu elde edersiniz; bunu yapmazsanız Arap çoğunluğunuz olur. Bu sayıları azaltmak Siyonistlerin başlıca hedeflerinden biriydi ve öyledir. ABD’nin buna destek vermesi, muhtemelen bir savaş suçu olmasının yanı sıra, korkunçtur; kesinlikle ahlaksızca. Kovulan hiç kimsenin geri dönmesine izin verilmez. Her Arap, her Filistinli bunu bilir. Mısır’a sürülen hiç kimse Gazze’ye ya da Filistin’in başka bir bölgesine geri dönemez. Elbette bu insanların çoğu zaten yerlerinden edilmiş durumda. Bunlar 1948’de sürülen ve son 75 yıldır Gazze Şeridine hapsedilen güney Filistin halkıdır. Onları tekrar taşımak suç teşkil edecektir. Hükümetimiz de bunu yapmaya çalışmaktadır.
Suudiler ve Arap dünyasındaki diğer herkes tarafından desteklenen Mısır hükümeti –bazıları hoş, bazıları da hoş olmayan– çeşitli nedenlerle bunu reddetti: “Filistinlilere yönelik etnik temizliğinize ortak olmalıyız. Delirdiniz mi siz? Gerçekten tahtlarımızı ve servetlerimizi kaybetmemizi mi istiyorsunuz? İsrail ve ABD’nin ajanı olduğumuz için kendi halkımız tarafından devrilmemizi gerçekten istiyor musunuz?” Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi’nin Blinken’e ya da Veliaht Prens’in Blinken’e aslında böyle söylediğini sanmıyorum. Biden ile görüşmeyi bile reddettiler. Bunlar benim istisnasız karşı olduğum rejimler ama şunu söylemeliyim ki Başkan ile görüşmeyi reddederek doğru olanı yaptılar. Ve Blinken’in suratına hak ettiği iki tokadı atarak da doğru olanı yaptılar. Veliaht Prens onu on saat bekletti, Sisi de halka açık bir basın toplantısında onu azarladı. Bu, bölgede nelerin değiştiğinin bir işareti.
Oslo Anlaşmaları ve ilgili çabalara nasıl bakmalıyız? Barış yapmak için hiç meşru bir girişim oldu mu?
Bu konuda girişimler oldu, ancak iddia ediyorum ki hiçbiri işin özünü kavrayamadı. Asıl mesele, çoğunluğu Arap olan bir ülkede, çoğunluğu Yahudi olan egemen bir devlete nasıl sahip olunacağıdır. Madrid’de, Washington’da, Oslo’da ya da Camp David’de bunun bir yerleşimci sömürge süreci olduğu gerçeğine ya da şu anda orada biri tüm haklara sahipken diğeri neredeyse hiçbir hakka sahip olmayan iki halk olduğu gerçeğine saygı duyan bir çözüm hiç olmadı. Buna yaklaşmak için girişimler oldu ama bence eski Başbakan Yitzhak Rabin’in Ekim 1995’te Knesset’te söylediklerine geri dönebilirsiniz, bu konuda bile çok ileri gittiği için öldürülmeden önce, Oslo yoluyla oluşturulan herhangi bir Filistin oluşumunun ‘bir devletten daha az’ olacağı anlamına geliyordu. İsrail’in İsrail ve Filistin üzerinde güvenlik kontrolüne sahip olmaya devam edeceği her zaman ABD’nin bir varsayımıydı. Filistin devletinin egemen olmayacağı ve tarihi Filistin’in parçasının parçası olacağı, başka bir deyişle 1948 Savaşı sonunda kalan yüzde 22’nin bile değil, bundan daha azının olacağı her zaman varsayıldı. Rabin’in 92’de iktidara gelmesinden 95’teki suikastına kadar ve ardından Oslo on yılı olarak adlandırılan dönemin geri kalanı boyunca İsrail yerleşimlerini baş döndürücü bir hızla genişletti, daha fazla Filistin toprağını ele geçirdi ve Oslo Anlaşmaları ile alay etti ve Filistinlileri şu anda hepsi kapatılmış olan küçük Bantustan’lara sıkıştırdı.
“Filistinliler cömert bir barış planını reddetti,” diyenler sahada gerçekte neler olup bittiğine bakmıyor demektir. İsraillilerin başka hedefleri vardı; bunlardan biri işgal altındaki toprakların çoğuna kalıcı olarak yerleşmek, bir diğeri ise İsrail-Filistin’in tamamı üzerinde kalıcı kontrol sağlamaktı; bunların hiçbiri egemenlikle ya da devlet olmakla, hatta küçültülmüş devlet olmakla bağdaşmıyordu. Bunu görmek için Rabin’in son Knesset konuşmasını okumanız yeterlidir.
Yaygın bir Siyonist yaklaşım, Filistin yanlısı aktivizm veya savunuculuğun İsrail Devleti’nin var olma hakkını inkar ettiği ve ‘nehirden denize’ gibi sloganların kendilerinin soykırımcı olduğu yönündedir. Bunu nasıl okuyorsunuz?
İsrail’in var olma hakkı olduğuna inanmayan pek çok Filistinli var. İsrail halkı diye bir şeyin varlığına inanmayan pek çok Filistinli var ki bunun var olduğu açıkça ortada. İsrailliler bir halktır. Pek çok Filistinli, pek çok yerleşimci sömürge projesinin halklar yarattığının farkında değil. ABD’de bir yerleşimci sömürge projesinde yaşıyoruz. Orijinal yerli nüfusun bir parçası olmayan herkes yerleşimcidir. Fakat Mahmood Mamdani’nin Neither Settler nor Native [Ne Yerleşimci Ne Yerli] adlı kitabında sorduğu gibi, yerleşimciler ne zaman yerli olur? Bu siyasi açıdan çetrefilli bir soru, çünkü bir İsrail halkı olduğunu kabul etseniz ve halkların kendi kaderini tayin hakkı olduğunu söyleseniz bile, bu Filistin kimliğinin ve ulusal hakların inkarı, mülksüzleştirme, sürgün ve etnik temizlik sürecinin üzerine geliyor. Bu iki halkın nasıl uzlaşacağını anlayabilmeniz için tüm bunların anlaşılması ve ele alınması gerekir.
Az önce söylediklerim bir slogana ya da bahsettiğiniz türden ateşli propagandif iddialara sığdırılabilecek şeyler değil. Benim şahsen insanların İsrail topraklarını nehirden denize ya da başka bir yere kadar uzandığını düşünmeleriyle ilgili bir sorunum yok. Asıl soru, bunun ne gibi siyasi ve diğer sonuçları olacağıdır. Eğer bu bir halk için mutlak ve münhasır haklar ve başka bir halk için baskı anlamına geliyorsa, o zaman bunun kabul edilemez olduğu açıktır. Aynı şey Filistin için de geçerli olacaktır. “Nehirden denize kadar Filistin özgür olacaktır.” Bu ne anlama geliyor? Eğer Filistinlilerin artık baskı görmeyeceği ama İsraillilere de baskı yapmayacağı anlamına geliyorsa, bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini umuyorum. Fakat yine de farklı Filistinlilerin bu konuda farklı görüşleri var. Ve bence İsrail hükümetlerinin uzun yıllar boyunca uyguladığı artan baskı ve saldırgan eylemler, Filistinlileri, gerçek bir Filistin egemenliği ve devletini içerdiği sürece açıkça adaletsiz olan iki devletli bir çözümü kabul etmeye istekli oldukları Oslo döneminde bulundukları yerden bugün bulundukları yere getirdi.
Son yıllarda ABD’deki ilericiler iki devletli bir çözüm yerine tek devletli bir çözüm olasılığına odaklandılar. Şu anki durum ışığında, tutumumuzu değiştirmeli miyiz? Tam bir umutsuzluk anında, her iki çözümden birini umut etmek için bir neden var mı?
Bu iki çözümden herhangi birinin şu anda mümkün olduğu konusunda kötümserim. İsrail ve ABD, 1967’den bu yana İşgal Altındaki Topraklar üzerinde kalıcı bir İsrail kontrolü sağlamak, bu topraklara giderek daha fazla yerleşmek ve İsrail’in 1967’de ele geçirdiği topraklarda hiçbir koşulda bağımsız bir Filistin devletinin ya da İsrail’e bağlı olmayan herhangi bir egemenliğin faaliyet gösteremeyeceğinden emin olmak için pratikte hararetle çalıştılar. Ve Batı Şeria’yı İsrail’e bağlamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Her şeyi. Gazze’ye de yerleşmeye çalıştılar ama 2005 yılında bundan vazgeçtiler. Birleşik Devletler hükümeti bunun için para ödüyor ve bu süreci silahlandırıyor. Ağzının bir ucundan iki devletli çözümden bahsediyor ama İsrailli yerleşimci grupların 501(c)(3) olmasına (*) ve yerleşim projesine vergiden muaf yüz milyonlarca dolar aktarmasına izin veriyor. Filistinlilerin bu konuda bir şey yapmasını engelleyen İsraillileri silahlandırıyor ve Filistin’de devam eden bu yıkım, gasp, ilhak ve yıkıma diplomatik destek ve Güvenlik Konseyi’nde veto üstüne veto vererek işgali güçlendiriyor. ‘İki devletli çözümden’ bahsedenlerin çoğu bunu gerçekten kastetmiyor. 1967’de işgal edilen topraklar üzerinde bağımsız, egemen bir Filistin devletini kastetmiyorlar. Bir simülakr, bir Potemkin devletini (**) kastediyorlar. Kastettikleri bu. Ve bunu bile engellemek için mümkün olan her şeyi yapıyorlar.
Peki dökülen bunca kandan sonra bu iki halkı nasıl bir arada yaşatacaksınız? Ve korkarım ki dökülmeye devam edecek. Bilemiyorum. Kısa vadede herhangi bir çözüm konusunda iyimser olmak için özel bir neden olduğunu düşünmüyorum.
Öte yandan, 7 Ekim’e kadar herkes Arap dünyasının can çekiştiğini ve Filistin’i umursamadığını düşünüyordu. İşler çok ama çok çabuk değişti. İsrail halkı, özellikle sivil kayıplar ve aynı zamanda İsrail ordusunun güvenlik konusunda ortaya koyduğu tüm doktrinlerin çökmesi nedeniyle duyduğu öfke, keder ve kızgınlıkla intikam almaya kararlı. Açıkça görülüyor ki İsrail halkı güvende değil. Sadece Hamas hakkında değil, İsrail’in askeri yetenekleri hakkında da herkesin düşündüğü her şeyin yanlış olduğu açıktır.
Yani şu anda İsrailliler arasında barışa doğru bir yönelme olmayacak. Yas çok uzun bir süre daha devam edecek. İsrailliler yas tutuyor ve öfkeleniyorsa, Filistinliler de öyle. Şu anda Filistinli sivil kayıpların sayısı çok yüksek ve nihai rakamları hâlâ bilmiyoruz. Bunun üstesinden gelmek uzun zaman alacaktır. Ama bu da gelecekte değişebilir.
Fakat insan bir yerlerde birilerinin İsrail’in siyasi yaklaşımının tamamen iflas ettiğini söylemeye başlayacağını umuyor. Şiddet içeren bir karşılık beklemeden Filistinlileri şiddetle vurmaya devam edemezsiniz. Bu herhangi bir şeyi meşrulaştırmak için değil, sadece ezilen bir halka bu tür bir baskı uygularsanız, korkunç olabilecek, siyasi olarak yanlış veya ahlaki olarak yanlış olabilecek şekillerde ayaklanacağını açıklamak içindir. Eğer yoğun ve aralıksız bir baskı uygularsanız, patlamalar olacaktır.
Amerikan solu –seçilmiş sol, aktivist sol, sol medya– içindeki tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Solun kaçırdığı ya da dışarıda bıraktığı bir tarih var mı?
Bu benim için cevaplaması zor bir soru çünkü doğrudan temas halinde olduğum kişiler öğrenci aktivistler. Gençlerin kendilerini eğitme sürecinde olduklarını ve henüz tam olarak eğitimli ya da siyasi açıdan olgun görüşlere sahip olmadıklarını düşünüyorum.
Örneğin, bazı öğrenci aktivistler arasında gördüğüm bir argüman, tüm İsraillilerin yerleşimci olduğu ve bu nedenle sivillerin olmadığı yönünde. Eğer uluslararası insancıl hukuka saygınız varsa bunu söyleyemezsiniz. İsrail’in bir yerleşimci sömürge sürecinin sonucu olması, her İsrailli büyükannenin ve her İsrailli bebeğin bir yerleşimci olduğu ve dolayısıyla sivil olmadığı anlamına gelmez. Teknik olarak, bir anlamda, biz Amerikalılar hepimiz yerleşimciyiz, fakat bu bir Kızılderili kurtuluş hareketinin beyaz Amerikalı yerleşimci bebekleri veya beyaz Amerikalı yerleşimci büyükanneleri öldürmekte haklı olacağı anlamına gelmez. Evet, işgal altındaki topraklarda bulunan yerleşim birimlerindeki silahlı kişiler savaşçı olarak görülmelidir. Silahsız olanlar savaşçı değildir. Bu, insanların geliştirmesi gereken ayrım türüne bir örnektir.
Tarihsel olarak kurtuluş hareketlerinin sivilleri hedef almaktan kaçınmak konusunda dikkatli davranmadıklarını söylediğim için eleştirildim. Cezayir Savaşı’nda Zohra Drif ve Djamila Bouhired kafelere ve barlara bombalar koydular. Yargılandılar, hüküm giydiler, yıllarca hapiste kaldılar ve nihayetinde özgürlüklerine kavuştular. Onlar Cezayir’de ulusal kahramanlar ve her ikisi de Cezayir’i hâlâ yöneten askeri cuntaya karşı demokrasiyi şiddetle destekliyorlar. IRA’nın sivillere karşı yaptıkları hakkında konuşabilirsiniz, ANC’nin yaptıkları hakkında da konuşabilirsiniz. Bu konuda ulusal kurtuluşla ilgilenen insanlar arasında yapılması gereken çok önemli bir tartışma var. İrlanda’daki durumu yakından takip ediyorum ve insanlar bugün bunları sorguluyor. Bunu yapabiliyorlar çünkü 1998’den beri insanlar birbirlerini aynı hızda öldürmüyorlar, tanrıya şükür. Filistinlilerin şu anda içinde bulunduğu gibi bir durumun ortasında bunu yapmak zor ama aktivistlerin bu konular hakkında dikkatlice düşünmesi gerekiyor.
Öğrenci aktivistlere söyleyeceğim bir diğer şey de siyasi hedeflerinizin ne olduğunu anlamanız gerektiğidir. Eğer bunun bir yerleşimci sömürge projesi olduğuna inanıyorsanız, o zaman burada ABD’de ya da Batı Avrupa’da, bu sömürgenin metropolündesiniz ve ulusal kurtuluş hareketleri sadece –hatta bazen öncelikle değil– sömürgedeki savaş alanında kazanarak kazanmadı. Vietnamlılar Amerikalılarla bir çıkmazdaydı. Cezayirliler aslında savaş alanında kaybediyorlardı. IRA 1921’de askeri açıdan neredeyse son noktadaydı. Kısmen kazandılar çünkü metropolü kazandılar. İngilizler sonunda dedi ki, biz bu savaşta savaşmak istemiyoruz. Bu savaşta savaşamayız. Aynı şey Cezayir’de Fransızlara da oldu. Savaşı kazananlar sadece dağlardaki savaşçılar değildi. Bunun Cezayir’in kurtuluşunda çok önemli bir unsur, hatta olmazsa olmaz bir unsur olmadığını söylemiyorum ama Fransızlar Cezayirlileri öldürmek istemeye devam etseydi, savaş sonsuza kadar sürebilirdi. Fransızlar devam etmek istemedi, çünkü daha fazla kayıp vermek istemiyorlardı. Aynı şey Güney Afrika için de geçerli. Sadece townshiplerde (***) kazanmadılar; ANC kazandı çünkü ABD ve İngiltere’de kamuoyunu kazandılar.
Eğer bu teorik yapıya inanıyorsanız –sömürge ve metropol– o zaman aktivistlerin burada metropolde yaptıkları önemlidir. İnsanları kazanmak zorundasınız. Sadece en saf ya da en devrimci olduğunuzu ya da en uç şeyleri söyleyebildiğinizi ve devrimci kimliğinizi gösteremezsiniz. Açık bir siyasi amaç doğrultusunda bir şeyler yapıyor olmanız gerekir.
(*) 501(c)(3) ABD’deki kâr amacı gütmeyen kuruluşlardan biri. Bu tür şirket, tröst veya dernekler federal gelir vergisinden muaftır. (ç.n.)
(**) Potemkin devleti/köyü: Orijinal anlamıyla, Rusya imparatoriçesi Büyük Katerina’yı etkilemek için tasarlanmış sahte köyleri anlatmak için kullanılan terim. Bu köylerin tarihte gerçekten yapılıp yapılmadığı şüpheli olsa da, istenmeyen bir gerçeği gizlemek veya göz boyamak için dışarıya sunulan gösterişli işleri anlatır. (ç.n.)
(***) Township: Geçmişte Güney Afrika’da siyahilere ayrılan planlı kentsel yerleşim. (ç.n.)
Dünya Basını
Çalışanları kovan şirketler yapay zekanın hatalarını düzeltmek için servet ödüyor

Şirketler, maliyetleri düşürmek amacıyla yapay zekaya yöneldi ancak şimdi bu teknolojinin yol açtığı hataları düzeltmek için uzmanlara servet ödüyor. Hem içerik üretimi hem de yazılım alanında yapay zekanın yarattığı sorunları gidermek üzere yeni bir istihdam alanı doğarken, düzeltme masrafları beklenen tasarrufu geride bırakıyor.
Teknoloji dünyasının en popüler kavramı haline gelen yapay zeka, şirketler için personel sayısını azaltma ve maliyetleri düşürme umuduyla benimsendi.
Fakat bu teknolojiye hızla geçiş yapan pek çok firma, şimdi yapay zekanın yaptığı hataları düzeltmek için yeniden insanları işe alıyor ve bu süreçte adeta bir servet harcıyor.
BBC‘nin haberine göre, yapay zekanın yaptığı hataları gidermek üzere işe alınan yazılım mühendisleri ve yazarlar için gelişen yeni bir endüstri ortaya çıktı.
İlgi çekmeyen metinler için 2 bin dolarlık fatura
Arizona’da yaşayan ürün pazarlama müdürü Sarah Skidd’in yaşadıkları, bu durumu özetleyen çarpıcı bir örnek.
Bir içerik ajansı, konaklama sektöründeki bir müşterisi için üretken yapay zekaya yazdırdığı web sitesi metinlerinin beklentiyi karşılamaması üzerine mayıs ayında Skidd’e ulaştı.
Skidd, metinleri “yapay zeka tarafından yazıldığı çok belli olan, temel ve ilgi çekici olmayan” içerikler olarak tanımladı.
Şirket, “Satış yapması ve merak uyandırması gerekirken çok yavandı,” ifadelerini kullandı.
Metinleri baştan yazmak için 20 saat harcayan Skidd, saatlik 100 dolarlık ücretiyle ajanstan 2 bin dolar aldı.
Yapay zeka yeni iş kapısı oldu
Skidd, yapay zekanın kendi işini elinden alacağından endişe duymuyor, aksine bu durumun kendisine daha fazla iş getirdiğini belirtiyor.
BBC‘ye konuşan Skidd, “Belki saf davranıyorum ama eğer işinizde çok iyiyseniz sorun yaşamazsınız,” dedi.
Skidd gibi pek çok yazar artık sıfırdan içerik oluşturmak için değil, yapay zeka tarafından üretilen metinlerin bıraktığı hataları düzeltmek için işe alınıyor.
Bu durum, ChatGPT ve Google Gemini gibi yapay zeka araçlarının iş akışlarını optimize etme ve maliyetleri düşürme vaadiyle popülerleştiği bir dönemde yaşanıyor.
İngiltere Küçük İşletmeler Federasyonu’nun yakın tarihli bir anketine göre, küçük firmaların yüzde 35’i önümüzdeki iki yıl içinde yapay zeka kullanımını artırmayı planlıyor.
ChatGPT kodu siteyi çökertti
Ancak yaşananlar, yapay zekanın insan standartlarına ulaşması için kat etmesi gereken daha çok yol olduğunu gösteriyor.
Hampshire merkezli dijital pazarlama ajansı Create Designs’ın kurucu ortağı Sophie Warner, son altı ila sekiz ayda yapay zekanın yarattığı karmaşayı düzeltmek isteyen müşteri sayısında artış olduğunu söylüyor.
Warner, “Eskiden müşteriler sitelerinde sorun yaşadıklarında veya yeni bir işlev eklemek istediklerinde bize ulaşırlardı. Şimdi ise önce ChatGPT’ye gidiyorlar,” bilgisini verdi.
Fakat ChatGPT tarafından oluşturulan kodları eklemek, bazı web sitelerini çökmeye yatkın ve siber saldırılara karşı savunmasız hale getiriyor.
Warner’ın anlattığı vakalardan birinde, bir müşteri etkinlik sayfasını nasıl güncelleyeceğini ChatGPT’ye sordu. Bu işlemin manuel olarak sadece 15 dakika süreceğini belirten Warner, yapay zekanın ürettiği kodun web sitesini çökerttiğini, işletmeye üç günlük kesintiye ve yaklaşık 360 sterlinlik bir kurtarma maliyetine neden olduğunu aktardı.
Warner, “Müşteriler hatayı kabul etmek istemediği için neyin yanlış gittiğini bulmak üzere genellikle bir inceleme ücreti talep etmek zorunda kalıyoruz. Bu hataları düzeltme süreci, en başından profesyonellere danışılmış olsaydı gerekenden çok daha uzun sürerdi,” diye ekledi.
Dünya Basını
Vergi Cennetleri: Birleşik Krallık’ın Küresel Mali İmparatorluğu

Birleşik Krallık’ın dünya çapındaki vergiden muaf yargı bölgelerinden oluşan “ikinci imparatorluğu”, yolsuzluğu kolaylaştırdığı, kamu bütçelerini tükettiği ve eşitsizliği artırdığına dair çok sayıda kanıt olmasına rağmen varlığını sürdürmektedir.
Kanadalı tarihçi ve yazar Quinn Slobodian’ın, New York Review of Books’ta, Oliver Bullough’un Butler to the World ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth adlı kitaplarını incelediği makalesini Mert Cafer Eral çevirdi.
Makalede, Birleşik Krallık’ın finansal sisteminin gölgesi altında işlenen küresel mali suistimallere dikkat çekilirken, bu statükonun kırılması ve şeffaf, adil bir sisteme geçilmesi için önce bu sistemin iyi anlaşılması gerektiği vurgulanıyor.
***
Vergi Cennetleri
Modern Britanya ne zaman doğdu? Konservatif tarihçiler uzun zamandır modern devletin ortaya çıkışını Blitz ve Dunkirk ruhuna dayandırıyor. Liberal tarihçiler ise NHS’nin kuruluşuna işaret ederek, Küçük İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra refah devletini inşa etmek için kendini toparladığını hayal ediyor.
Oliver Bullough’un Butler to the World ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth adlı iki yeni kitabı ise farklı bir hikaye anlatıyor: İngilizlerin yeni ekonomik düzenin altını oymanın yollarını bulmak için birinci sınıf denizaşırı uçuşlarla uzak noktalara giderek ülkelerini modernleştirdiklerini. ABD, Batı Avrupa’nın harap olmuş ekonomilerinin yeniden inşasına yardım ederken ve Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’nu kurarken, Britanya, Londra Şehir Üniversitesi ekonomisti Ronen Palan’ın deyimiyle düşük vergili ve vergisiz bölgelerden oluşan “ikinci imparatorluğunu” kurmakla meşguldü.
Refah devletine paralel ve sonunda onun altını oymaya yardımcı olacak projenin mimarları, bir takas önerdiler: İmparatorluk topraklarını işaretlemek için pembeye boyanmış atlas sonsuza dek yok olduysa ve Britanya’nın fırınları ile fabrikaları bir daha asla dünyaya liderlik edemeyecekse, o zaman en azından imparatorluğun Londra şehrindeki mali çekirdeği yaşayabilirdi. Kıtaların bölgesel kontrolü, bir finans ağının merkezi ve jant telleriyle takas edilecekti. Bugün dünyadaki vergi cennetlerinin yaklaşık yarısı doğrudan İngiltere’ye bağlı ve offshore’da tutulan tahmini 8.7 trilyon doların büyük bir kısmından sorumlu.
Savaş sonrası tarihi vergi cenneti üzerinden görmek, imparatorluğun nasıl sona erdiğini ama aslında çok az şeyin değiştiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Bir hukukçu olan Koram’a göre, birinci ve ikinci imparatorluklar arasındaki erken dönem dönüm noktalarından biri, İran başbakanı Muhammed Musaddık’ın Anglo-İran Petrol Şirketi’ni kısmen millileştirmesinin ardından İngiliz ve ABD istihbaratının yardımıyla 1953 yılında devrilmesiydi. Hiçbir zaman resmi olarak sömürgeleştirilmemiş olan İran’a ve “sömürgecilikten kurtulma vaadiyle heyecanlanan dünyadaki tüm insanlara” verilen mesaj açıktı: “Egemenlik, sandığınız gibi bir kurtarıcı değil”.
Aslında, tamamlanmamış egemenlik eski sömürgeciler için kendi başına bir tür kurtarıcı olabilirdi. İmparatorluk; himayeler, kraliyet kolonileri ve serbest limanlardan oluşan bir çeşitliliği beraberinde getirmişti. Postkolonyal kapitalizm de benzer bir görünüm arz ediyordu. Bugün BP olarak bilinen Anglo-İran Petrol Şirketi, Britanya Adaları’nın yetmiş beş mil güneyindeki Guernsey adasında bulunan bir sigorta iştirakiyle kârlarını kayıt altına alarak milyarlarca doları vergiden koruyor. Üç Kraliyet-Bağlı devletten biri olan Guernsey hiçbir zaman tam egemenliği hedeflemedi; sadece kendi vergi oranlarını belirleyebilecek kadar bağımsızlığı hedefledi.
Bir finans gazetecisi olan Bullough’a göre modern İngiliz tarihini anlamak için en önemli olay, 1956 yılında Londra’da offshore Eurodolar piyasasının ortaya çıkmasıdır. O dönemde ABD, mevduatlara ödeyebilecekleri faiz miktarını sınırlayarak bankalar arasındaki rekabeti sınırlamaya çalıştı. İngiliz bankaları mevduat sahiplerinin hesaplarını dolar cinsinden açmalarına izin vererek ABD’dekinden daha iyi faiz oranları sunmaya ve paralel bir bankacılık sistemi yaratmaya başladı.
İlk mevduat sahibi, şaşırtıcı bir şekilde, ABD hükümetinin Amerikan bankalarında tutulan mevduatlara el koyma ya da dondurma olasılığından kaçınmak isteyen ama aynı zamanda değerli yabancı parasına faiz kazandırmak isteyen Sovyetler Birliği oldu. 1970’lere gelindiğinde Komünist blok ülkeleri Londra bankalarından en çok borç alanlar arasındaydı. (Bu ülkeler en güvenli müşteriler arasında sayılıyordu çünkü bankacılar otoriter devletlerin gerektiğinde halklarından geri ödeme alabileceklerine inanıyorlardı). IMF’nin müdür yardımcısı 1964 yılında “Euro-dolar piyasası politika tanımaz” demişti. 1969’da The New York Times Euro-dolar’ı bir cin olarak tanımladı: “Onun milliyeti yok, kimseye bağlılık borcu yok ve en büyük finansal ödülleri bulmak için dünyayı dolaşıyor.”
Bullough, bu çıkarcı mantıkla hareket edebilen finansörlere odaklanmaktadır. İdealist olmadıkları için Friedrich Hayek’in çalışmalarını da John Maynard Keynes’in ya da -Allah korusun- Karl Marx’ın çalışmalarını reddettikleri gibi tamamen reddederlerdi. Ekonomistlerden ve onların dünyayı analiz etme biçimlerinden nefret eder, bunun yerine “sağduyu”dan başka bir şeye değer vermezlerdi.
İngiliz bankacılar ve suç ortakları küresel mali düzenlemelerde boşluklar aradılar ve bunları genişletmeye çalıştılar. Bu girişim onları dünyanın dört bir yanına, eski imparatorluklarının uzun süredir ihmal edilen köşelerine götürdü.
Her iki kitapta da yirminci yüzyıl offshore dünyasının oluşumuna ilişkin öncü araştırmalarına atıfta bulunulan tarihçi Vanessa Ogle’un sözleriyle, bu sermaye kaçışı “takımada kapitalizmini” yarattı.
Yeni vergi cennetleri galaksisi, bireylere ve şirketlere kârlarını, gelirlerini ve servetlerini genişleyen mali devletten korumaları için ısmarlama sığınaklar sundu. Sonuç, geçmişteki ırksal hiyerarşilerin birçoğunun damgasını vurduğu bir dünya oldu. 1960’lardaki ulusal özgürleşme dalgasından sonra, birçok beyaz sömürgeci yeni bağımsızlıklarına kavuşan ülkelerde uzun süre kalmadı. Becerileri, bağlantıları ve servetleriyle birlikte, küçülmekte olan imparatorluğun geri kalan bölgelerinde, eski evlerinin konforunu yeniden yaratabilecekleri mağazalar kurmak üzere ayrıldılar. Michael Riegels adlı bir sömürgeci, 1961’deki bağımsızlığından on yıl sonra Tanzanya’yı terk ederek İngiliz Virgin Adaları’na yerleşti. Orada, kurumlar vergisinden kaçınmak amacıyla şirket kurmak için cazip bir yer haline gelen bir Hollanda toprağı olan Curaçao’nun başarısının tekrarlanmasına yardımcı oldu. 1984 yılında Riegels, Uluslararası İşletme Şirketi’ni (IBC) icat ederek bu modeli daha da geliştirdi. IBC bir paravan şirketti, Riegels’in çok daha düşük ücretini ödemek karşılığında kurumlar vergisinden kaçınmak isteyenler için boş ve davetkar bir saklanma deliğiydi. Hong Konglu milyarder Li Ka-shing, 1980’lerin ortalarında gemicilik varlıklarını bir IBC olarak İngiliz Virgin Adaları’na transfer etti. “Bullough, ”1997 yılına gelindiğinde, BVI yılda 50.000’den fazla şirketi kayıt altına alıyordu” diye yazıyor.
Benzer şekilde, 1953’te ilk banka şubesini açan bir İngiliz Denizaşırı Bölgesi olan Cayman Adaları, şu anda hedge fonların yerleşik olduğu önde gelen bölgedir. Kişi başına düşen GSYİH, ana ülkesinin iki katından fazladır. Daha az tanıdık bir hikayede Bullough, bir başka Britanya Denizaşırı Bölgesi olan Cebelitarık’ın kendisini kumar hizmetlerinin kaydedildiği bir yer olarak nasıl yeniden keşfettiğini bildiriyor; bir zamanlar can çekişen bir tersane olan Cebelitarık, şimdi “Lüksemburg’un önünde, ancak Monako ve en üst sıradaki Katar’ın gerisinde 111.505 dolarlık kişi başına gayri safi yurtiçi hasılaya sahip.”
Bullough, dolandırıcıların ve medya skandallarının hikayelerini anlatırken, Koram vergi cennetlerinin köklerini daha önceki bir dönemin sıradan defterlerinde ve sözleşmelerinde buluyor:
İmparatorluğun büyük kısmı yağmacı generaller ya da fanatik misyonerler tarafından değil, Britanya İmparatorluğu’nun dört bir yanındaki tozlu bodrum katlarında oturan ve serveti sınırlar arasında birbirine bağlayan o en gösterişsiz insanlar, özel avukatlar tarafından üretildi.
Bağımsızlığını yeni kazanan pek çok ülke, İngiliz Özel Konseyi’ni son temyiz mahkemesi olarak koruyarak, yerel yasal geleneklerden çekinen potansiyel yatırımcılara bir İngiliz mahkemesinde yargılanma umudu sunmuştur; bu da vergi cennetinin “siyasetin öngörülemezliğini etkisiz hale getirmesinin” pek çok yolundan biridir. Bir diğeri ise, hukuk filozofu Jeremy Waldron’un hukukun üstünlüğü denilen şeyin çoğu zaman demokratik yönetimden ziyade mülkiyet haklarının güvenliğiyle ilgili olduğu yönündeki argümanının iyi bir örneği olan Emirlikler otokrasisi gibi demokratik olmayan yönetim biçimleridir.
Koram, “Piyasanın her şeyden çok sevdiği şey yasal kesinliktir,” diye belirtmektedir. Koram’a göre finans ve hukuk, IMF gibi kuruluşlar tarafından sık sık kullanılan ve yeni ulusları özgürleşme konusunda iyimserlikle dolu, moral bozucu bir postkolonyal gerçekliğe sıkıştıran bir kıskacın iki tarafıdır. Koram’ın uzun uzun incelediği bir örnekte, Jamaika başbakanı Michael Manley, 1970’lerde Birleşmiş Milletler’de Küresel Güney’in benzer düşünen ulusları arasında Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen olarak adlandırılan şeyin teşvik edilmesine yardımcı oldu. Dış yardımların, emtia istikrar fonlarının ve hatta sömürge yönetimi için tazminatların artırılması çağrısında bulundular. Hukuku müşterilerinin sermayesi için sadece bir şifre olarak gören bankacıların aksine, Manley’e göre “uluslararası hukuk, yakın zamanda sömürgelikten kurtulan tüm ülkeleri, artan güçlerini kullanarak küresel ekonominin yeniden dengelenmesi çağrısında bulunmak üzere örgütlemek için mükemmel bir yol sunuyordu.” Ancak 1979’da Federal Rezerv’in faiz oranlarını dramatik bir şekilde yükseltmesinin ardından kredi buharlaşırken, Jamaika’da borç parayla finanse edilen ve giderek daha rafine sanayileşmeyle sürdürülen geniş sosyal demokrasi hayali, IMF tarafından dayatılan yapısal uyumun kemer sıkma politikasıyla yer değiştirdi. Sonuç, kendi kaderini tayin etme fikrinin kendisinden duyulan hayal kırıklığı oldu. Koram, 2011 yılında bir gazetede yapılan ve Jamaikalıların yüzde 60’ının ülkelerinin hiç bağımsızlık kazanmamış olması gerektiğini söylediği bir ankete atıfta bulunuyor.
Vergi cennetlerinden oluşan “ikinci imparatorluk”, yolsuzluğu mümkün kıldığına, kamu bütçelerini tükettiğine ve eşitsizliği arttırdığına dair ezici kanıtlara rağmen varlığını sürdürüyor. Paradise, Pandora ve Panama Belgelerinin seri ifşaatları ultra zengin bir grotesk şölen sundu. Tony Blair gibi sözde iyilikseverlerin ve Volodymyr Zelensky gibi son zaman kahramanlarının offshore hesapları ve yaramaz “servet yönetimi” taktikleri, Batı medyasının sevilen kötü adamları olan Sahra altı despotları, Rus oligarkları ve pembe gömlekli finans kardeşlerininkilerle birlikte gözler önüne serildi. Planlar hem son derece karmaşık hem de nefes kesecek kadar basit: aksi takdirde devlet tarafından vergilendirilecek olan para yurtdışında saklanıyor. Ancak bu transferin araçları o kadar gizemli ki, gazetelerin en bilgili okuyucular dışında herkesi alt edecek interaktif grafikler yaratması gerekiyor.
Skandalların en dikkat çekici yönü, manşetlerden ne kadar çabuk düştükleridir. Anlamak için çok mu karmaşıklar? Zenginlerin eylemleri öfke uyandıramayacak kadar öngörülebilir mi? Bu zeki elitler sınıfına karşı bilinçaltında bir kıskançlık ve hatta hayranlık mı var? Hillary Clinton’ın federal gelir vergisi ödemediği yönündeki eleştirisine Donald Trump’ın verdiği yanıtı hatırlayın: “Demek ki zekiyim!” Kaç kişi -liberaller bile- ona hak veriyor? İngiltere’de dönemin Maliye Bakanı Rishi Sunak’ın eşi Hintli mirasçı ve iş kadını Akshata Murty’nin vergi amacıyla İngiltere’de “yerleşik olmayan” statüsünü koruduğunun ortaya çıkması kısa vadede Sunak’ın popülaritesine zarar verdi, ancak bir yıldan kısa bir süre sonra başbakan oldu. O ve Murty Windsor Hanedanı’ndan daha zenginler.
Servetin vergi toplayan devletten vergi cennetine akması ekonomik küreselleşmenin doğal bir etkisi değildi. Vergi cennetleri kısmen, siyaset bilimci Mancur Olson’un kolektif eylem sorunu olarak adlandırdığı durum nedeniyle var olmaktadır: Kazanacak bir şeyleri olanlar ultra zengin bir elit sınıf olarak örgütlenirken, kaybedecek olanlar dağınık ve kaynaktan yoksundur. Bullough, oligarkların ‘sınırlı ortaklıklar’ adı verilen bir İskoç yasal aracını, sahipliğini takip etmenin imkansız olduğu parayı saklamak için nasıl kullandıklarını gösteriyor. Bir yasal boşluk gibi görünen bu durum kapatılamıyor çünkü Londra’daki özel sermaye fonları da bunu kullanmaktan hoşlanıyor ve lobicileri tüm reform çabalarını başarıyla engelliyor. On yıllardır ülkenin gelecekteki refahını finans, gayrimenkul ve sigorta sektörlerine bağlayan İngiliz politika yapıcılar için, kendi kendilerini baltalamayacak hiçbir reform çabası yoktur. Şirketlerin karlarını biriktirme yeteneğini ortadan kaldırmanın İngilizlerin “rekabet gücünü” tehlikeye atacağına dair temel bir inanç vardır. Bu, anlaşılması zor bir nitelik olmakla birlikte, Dünya Ekonomik Forumu’nun bunun için kendi endeksini oluşturacak kadar önemli kabul edildiği bir konudur. Brexit’in ardından Londra Şehri’nin AB müşterilerine kolay erişimini kaybetmesi, finansal üstünlüğü kaybetme endişesini her zamankinden daha da keskin hale getirmiştir.
Reformun önündeki bir başka engel de Golyatlardan ziyade Davutlardan geliyor. Bağımsızlıklarının ardından, maden zenginlikleri veya ekilebilir arazileri olmayan küçük ada ülkelerinin yeni hükümetleri, bir kalkınma stratejisi olarak vergi cennetleri haline geldi. 2000’lerin başında, zengin ülkelerin ana koordinasyon hükümetlerarası kuruluşu olan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü, vergi cennetlerine karşı sert önlemler almaya çalıştı. Karayip ülkeleri delegeleri, vergi cenneti yanlısı grup Center for Freedom and Prosperity’nin lobicileriyle ve Cato Institute ve Heritage Foundation’ın serbest piyasa savunucularıyla ittifak kurarak, bu çabalar için Amerikan desteğini zayıflatmaya çalıştı. Milton Friedman ve James Buchanan’ın desteğini kazandılar ve daha da önemlisi, küçük gelişmekte olan ülkelere yönelik ekonomik önlemler karşısında harekete geçen Kongre Siyahlar Grubu’nun desteğini de aldılar.
Günümüzde, vergi cennetlerinin egemenliğini ihlal etmekle suçlanmadan herhangi bir uluslararası düzenleme önermek zor. Bullough, BVI’nın şu anki başbakanının, ülkesinde düşük ve sıfır vergili şirket kayıtlarını engellemeye yönelik “demokratik olmayan” girişimleri kınadığını aktarıyor: “Biz de Birleşik Krallık halkı kadar kaderimizi kontrol etme hakkına sahibiz.” Koram, Bermuda parlamentosundan bir milletvekilinin vergi cennetlerini düzenleme girişimlerini “modern sömürgecilik” olarak kınadığını aktarıyor. Bu, BM’de koltuğu olmayan ve dış ilişkilerde İngiltere tarafından temsil edilen bir bölgenin liderinden gelen şaşırtıcı bir açıklama.
Bu kitapların da gösterdiği gibi, vergi kaçırma hileleri vergi toplayan devletler var olduğundan beri var olsa da, vergi cennetleri ancak 1990’ların sonunda ciddi bir siyasi sorun haline geldi. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, daha küçük ölçekli terör, uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama gibi ulusötesi tehditlere yeni bir ilgi duyulmaya başlandı. OECD, sözde gizlilik yargı bölgelerinin kara listesini oluşturdu ve diktatörler ve suçlular için para saklamadaki rolleri nedeniyle Liechtenstein gibi ülkeleri ifşa etti ve bu ülkelerin gizlilik yasalarını zayıflatmasına neden oldu. Obama yönetimi, ABD vatandaşlarının offshore hesapları hakkında bilgi vermeyen yabancı bankalara para cezası uygulayan Yabancı Hesap Vergi Uyum Yasası’nı yürürlüğe koydu (bu adım, ABD’nin küresel raporlama standartlarına katılmaması ile birleşince, Nevada ve Güney Dakota gibi ABD içindeki vergi cennetlerine ivme kazandırdı). Son skandalların ortasında kamuoyu da yavaş da olsa değişiyor gibi görünüyor. 2020 yılında yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde 82’si offshore vergi cennetlerinde kayıtlı şirketlerin pandemi kurtarma paketlerinden yararlanmasına izin verilmemesi gerektiğini söyledi. Bu muhalefet etkisiz kaldı (İrlanda, Hollanda ve Lüksemburg gibi önde gelen vergi cennetlerinde olduğu gibi), ancak Fransa, Polonya ve Danimarka’da offshore kayıtlı şirketlerin kurtarma paketlerinden yararlanması engellendi.
Hem Koram hem de Bullough, vergi cennetlerinin sürdürdüğü adaletsizliklerin giderilme olasılığı konusunda karamsar. Düzenleme girişimlerinden nadir veya başarısız olarak bahsediyorlar. Yine de 1990’lardan bu yana OECD gibi kuruluşlar, bu önlemlerin samimiyetini nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, vergi cennetlerini yöntemlerini değiştirmeleri için baskı yapmaya çalışıyor. (Garip bir şekilde, her iki kitapta da OECD’den bahsedilmiyor.) Her iki yazarın da Birleşik Krallık’ın iç sorunlarının ötesinde düşünmeye ve daha geniş bir dünya perspektifini ele almaya çalıştıkları halde, yine de bazı ulusal dar görüşlülükleri nedeniyle eleştirilebilirler.
2020’deki küresel pandeminin ekonomik etkilerini sınırlama girişimleri, piyasa güçlerini düzenlemek için devlet gücünü kullanma projelerine yeni bir ivme kazandırdı. Bunun sonuçlarından biri, Financial Times’ın “bir asırdır sınır ötesi kurumsal vergilendirme sisteminde yapılan ilk temel değişiklik” olarak nitelendirdiği, 2021’de önerilen küresel vergi anlaşmasıydı. Yüz kırk ülke, şirketlerin yerleşik oldukları yere değil, iş yaptıkları yere göre vergilendirilmesi önerisini imzaladı. Anlaşma ayrıca küresel bir asgari kurumlar vergisi de getirecek. Beyaz Saray, Joe Biden’ın görevdeki ilk yılında bu öneriyi öncülük etse de, proje 2022’de Senatör Joe Manchin’in vetosuyla karşılaştı ve şimdi Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Temsilciler Meclisi’nin direnişiyle karşı karşıya. AB yine de baskı yapmaya devam etti ve 2022’nin sonlarında, dünyadaki sekiz bin büyük çokuluslu şirketin yaklaşık dörtte birini kapsayacak bir direktif çıkardı.
Bu arada, OECD’nin “zengin ülkeler kulübü”nün dışında kalan Afrika ülkeleri, vergilendirmeyi düzenlemek ve şirketlerin ve bireylerin sistemi suistimal etmesini önlemek için paralel bir uluslararası çaba sarf ettiler. Afrikalı liderler bunu ülkelerinin ekonomik büyüme beklentileri için çok önemli görüyorlar: haksız avantajlar, güçlü Batı ve Asya çıkarlarına boyun eğmelerini sürdürme tehdidi oluşturuyor. Geçen yıl, Nijerya’nın öncülüğünde BM vergi konvansiyonu oluşturulmasına yönelik bir karar BM Genel Kurulu’ndan geçti. Kararın destekçileri, bu kararın aynı zamanda vergi oranlarının müzakere edilmesi ve belirlenmesi için küresel bir organ oluşturulmasını da sağlayacağını umuyorlar. Bu, uluslararası yönetişimde şimdiye kadar eksik olan bir unsur.
Vergi cennetleri imparatorluğunun ortaya çıkışı, çoğunluğa göre ayrıcalıklı bir sınıfa ayrıcalık tanıyan siyasi tercihlerin sonucuydu. Offshore dünyasının bu tarihi, uzak topraklardaki olayların iç politikayı nasıl dönüştürebileceğini göstererek, İngiliz geçmişine ilişkin standart algıları revize ediyor. Uzak yargı bölgelerinde bir arbitraj oyunu olarak başlayan vergi cenneti olgusu, sonunda Britanya’nın kendi kaderini belirleme gücünü aşındırdı. Bu kitaplar, Gabriel Zucman ve Emmanuel Saez’in “mali demokrasi” olarak adlandırdığı şeyin arayışının merkezinde, sıkıcı vergi meselesinin yer alabileceğini öne sürüyor. İmparatorluk geçmişini anlamak, sadece kendi başına erdemli bir şey değildir. Bu, günümüzün sosyal adaleti için bir ön koşuldur.
Dünya Basını
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, faşizmin yalnızca Avrupa’ya özgü tarihsel bir patoloji ya da belirli ideolojik çevrelerle sınırlı bir sapkınlık olmadığını öne sürerek; bu kavramı bir tarihsel dönemle ya da belirli bir coğrafyayla sınırlı, kapanmış bir istisna olarak değil; farklı bağlamlarda, farklı özneler eliyle yeniden üretilebilen, süreğen ve dönüşken bir siyasal form olarak düşünmeye davet ediyor. Yazar, faşizmin yalnızca ezen sınıfların değil, tarihsel olarak ezilmiş, hatta soykırıma uğramış topluluklar içinde dahi, belirli sınıfsal ve siyasal koşullar altında gelişebileceğini ileri sürüyor. Bu tez, Mussolini İtalyası’nda faşizme angaje olmuş Yahudilerden başlayarak, günümüz İsrail’ine uzanan bir süreklilik hattı üzerinden kuruluyor.
Özellikle erken dönem Siyonizm’in Avrupa faşizmleriyle kurduğu ideolojik ve stratejik akrabalıklara dikkat çeken metin, bu akrabalığın bugün İsrail sağında -ve onun diasporadaki uzantılarında- işgal, etnik temizlik ve apartheid pratikleriyle nasıl yeniden vücut bulduğunu ortaya koyuyor.
Metin yalnızca İsrail’in güncel soykırım rejimini değil, bu rejimi mümkün kılan tarihsel süreklilikleri ve ideolojik zeminleri de açığa çıkarıyor. Filistin halkına yöneltilen ve yıllar içinde soykırım karakteri kazanan saldırıların, başka coğrafyalarda “faşizm” olarak adlandırılmakta tereddüt edilmeyen pratiklerle nasıl örtüştüğünü -ve hatta kimi yönleriyle onları aştığını- ifşa etmiş oluyor.
***
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım
Larry Haiven, 30 Mayıs 2025
Çeviren: Leman Meral Ünal
İsrail’in Gazze’de 20 aydır sürdürdüğü katliama ve öncesinde giriştiği “yargı darbesi” teşebbüsüne rağmen, Batı kamuoyunun hayal dünyasında inatla yaşamaya devam eden şu efsane var: Bu yaşananlar gerçek olamaz. Ortadoğu’daki sözümona “tek demokrasi” olan İsrail, nasıl faşizme kayıyor olabilir ki? Nitekim sıklıkla bu sorunun farklı bir türeviyle karşılaşıyoruz: Onca acı çekmiş, Holokost’u yaşamış bir halk olarak Yahudiler –İsrail’le özdeşleştirilerek– nasıl olur da Gazze’deki gibi vahşetlere imza atabilirler? İsrail’in (aslında hiç de hak edilmemiş) “uluslar arasında bir ışık” olduğu yönündeki imajını nasıl bu denli yerle bir edebilirler?
1995 yılında, İtalyan yazar Umberto Eco, Benito Mussolini döneminde büyüme deneyimlerine dayanan bir deneme kaleme almıştı. Eco’ya göre, Nazizm’in aksine, İtalyan faşizmi tutarlı bir ideolojiden ziyade, çelişkilerle doluydu. Ancak o yine de tüm otoriter rejimlerin atası, “ilksel faşizm”in (Ur-Faşizm) kaynağıydı. Eco, Ur-Faşizm’in 14 özelliğini sıralıyordu.
Bugünkü siyasal manzarayı düşünürken, bu özelliklerin en azından bir kısmını anımsamakta fayda var: Gerçek ya da uydurma geleneklere dayanma; modernizmin reddi (Aydınlanma sonrası her şeyin yozlaştığı iddiası); eylem ve şiddet kültü; bireysel kimliğin ulus ya da grubun içinde eritilmesi; muhalefetin ya da karşıt düşüncenin ihanetle eşitlenmesi; yabancı ve göçmen düşmanlığı; kültürel ve ekonomik dönüşüm karşısında hayal kırıklığına uğramış orta sınıfa seslenme; düşman tehditlerinin abartılması; “zayıf” olanlara duyulan küçümseme; kahramanlık ve ölüme, özellikle düşmanın ölümüne duyulan hayranlık; erkeksi güç gösterileri; seçici popülizm ve liderin “ortak irade”nin temsilcisi olduğu fikri; içi boş sloganların kullanımı.
Yakın dönemde Yale Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılıp iki meslektaşıyla birlikte Kanada’ya yerleşen filozof Jason Stanley, How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler?] adlı kitabında Eco’nun bu tespitlerinin çoğuna katılmakla birlikte, faşizmin esasen belirli siyasi inançlar bütünü olmaktan ziyade, iktidara ulaşmak için kullanılan bir dizi yöntem olduğunu savunur.
Peki, kimler faşist olabilir? Belki de şöyle sorulmalı: Faşizme karşı bağışıklığı olan, yani ona “yakalanmayacak” ya da teslim olmayacak bir topluluk var mıdır? Mesela Yahudiler? Auschwitz’ten sağ kurtulmuş birinin çocuğu ve Bağımsız Yahudi Sesleri (Independent Jewish Voices – IJV ) adlı oluşumun kurucu üyelerinden biri olarak, bu soruya ayrı bir ilgi duyuyorum.
Yanıtım hep aynı oldu: Yahudiler de diğer tüm halklar gibi, bu konuda herhangi bir istisna oluşturmaz. Faşizm altında acı çekmiş olmak, hiçbir halkı faşizme kapılmaktan bağışık kılmaz.
Bir topluluğun doğuştan belirli davranış özelliklerine sahip olduğu düşüncesi, yani “özcülük”, tüm ırkçılık biçimlerinin temelini oluşturur. Yahudilerin “özünde” “anti-faşist” olduğu düşüncesi de tıpkı diğer olumsuz kalıpyargılar kadar yanlıştır. Yahudiler, ne diğerlerinden daha iyi ne de daha kötüdür; bazılarımız faşist olabilir, bazılarımız anti-faşist, bazılarımız ise kafasını kuma gömebilir –tıpkı diğer tüm halklar gibi. Gerçi İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı şu dönemde kafayı kuma gömmek epey zorlaşmış durumda ama…
Gerçeği söylemek gerekirse, faşizmin 1920’ler ve 30’lardaki altın çağında da pek çok Yahudi faşistti.
Burada, en baştan beri antisemit olan Nazi Almanyası’ndan söz etmiyorum. Ancak faşizmin ilk örneği olan İtalya’ya dönecek olursak, işte oradan öğrenilecek bazı dersler var.
1991 yılında, İtalyan-Amerikalı gazeteci ve yazar Alexander Stille, Benevolence and Betrayal: Five Italian Jewish Families Under Fascism [İyilik ve İhanet: Faşizm Altında Beş İtalyan Yahudi Ailesi] adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, Yahudi tarihinin bu dönemini ele alan ilk ve nadir akademi dışı çalışmalardan biridir.
1861 yılında birleşik bir ulus haline gelen İtalya, kısa sürede Avrupa’daki pek çok ülkeye kıyasla Yahudilere karşı daha hoşgörülü bir yaklaşım benimsedi. Ülke genelindeki Yahudiler, Giuseppe Garibaldi’nin önderliğindeki Risorgimento (Yeniden Doğuş) hareketine hem maddi destek vermiş hem de bizzat katılmışlardı. Garibaldi’nin hamisi olan ve Yahudilere uzun süredir dostane yaklaşan liberal Savoy hanedanı, birleşik İtalya’nın hükümdarı olmuştu. Stille’in aktardığına göre:
“Birkaç on yıl içinde, İtalyan Yahudileri, başka hiçbir ülkede eşi görülmemiş bir kabul düzeyine ulaştı. Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus hakkında şiddetli tartışmalar yaşanırken, İtalyan Yahudiler generallik, bakanlık ve başbakanlık görevlerinde bulunuyordu. 1902 yılına gelindiğinde, kral tarafından atanan 350 senatörün altısı Yahudi idi. Bu sayı 1920’de 19’a yükseldi. Venedikli bir Yahudi olan Luigi Luzzatti 1910’da başbakan oldu. (…) Açıkça görülüyor ki önlerinde hiçbir engel yoktu.”
50 yıl sonra, İtalyan milliyetçiliği faşizme dönüştüğünde, Yahudilerin bir kısmı buna direndi. Ama birçoğu da bu otoriter dönüşümü kendi milliyetçi tutkularının doğal bir uzantısı olarak görerek destekledi. 1922’de Rusya’dan İtalya’ya göç eden Yahudi kökenli bir aileden gelen Stille şöyle diyor:
“İtalyan Yahudilerinin hikâyesini Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarından ayıran şey, Mussolini İtalyası’nda Yahudilerle faşistlerin uzun süreli birlikteliğiydi. İtalyan faşizmi, antisemitik bir yönelime girmeden önce 16 yıl boyunca iktidardaydı. Bu süre zarfında Yahudiler, diğer muhafazakâr İtalyanlar kadar Faşist Parti’ye üye oluyorlardı.”
Hatta Yahudiler, Mussolini’nin, Hitler’in etkisiyle savaş öncesinde çıkardığı “Irk Yasaları”na kadar Faşist Parti’ye kabul dahi ediliyorlardı. Nitekim İtalyan nüfusunun yalnızca yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, parti içindeki oranları bunun üç katıydı.
Mussolini sonunda onlara düşman olsa da, İtalyan Yahudileri Holokost’ta Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarına oranla daha az kayıp verdi. Irk Yasaları sonrası bile İtalyanlar, Yahudileri Nazi müttefiklerine teslim etmekte görece isteksizdi. Ancak 1943’te Mussolini’nin devrilmesi ve Alman birliklerinin kuzeyi işgal etmesiyle İtalyan Yahudilerine dönük kitlesel sürgün ve katliamlar başladı. Auschwitz’den sağ kurtulan ve Nazi soykırımının (ayrıca İsrail milliyetçiliğinin) en önemli eleştirmenlerinden biri haline gelen partizan Turinli Yahudi Primo Levi’nin kitapları, bu vahşeti tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Yine de İtalyan siyasetinin belirsizliği ve Nazizm’e tam bağlılık konusundaki tereddütler sayesindedir ki, 43,000 İtalyan Yahudisinden yalnızca 7,000’i (yani yüzde 8’i) katledildi – bu oran, Polonya’daki yüzde 90, Macaristan’daki yüzde 61 ve Fransa’daki yüzde 23’e nazaran Avrupa’nın en düşük oranlarından biriydi.
İtalyan faşizminin öne çıkan Yahudi figürlerinden biri de Mussolini’nin 1911–1930 arasındaki sevgilisi ve başdanışmanı Margherita Sarfatti idi. 1925’te Mussolini’nin övgü dolu bir biyografisini yazmıştı. Faşist hiyerarşi içinde yer alan diğer Yahudiler arasında İtalyan korporatizminin teorisyeni Gino Arias, Ferrara Belediye Başkanı Renzo Ravenna ve Trieste Belediye Başkanı Paolo Salem de bulunuyordu.
Stille’in kitabında öne çıkan isimlerden biri de, faşistlerin önde gelen Yahudi destekçisi Ettore Ovazza’ydı. Faşist Parti’yi finanse etmiş ve 1920’deki “Roma’ya Yürüyüş” darbesine katılmıştı. Torino kökenli zengin bir aileden gelen Ovazza, Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya için savaşmış, savaş sonrası komünist devrim tehlikesine karşı Mussolini ve Kara Gömlekliler’i desteklemişti. Ne var ki, savaşın sonlarına doğru kendisi ve ailesi SS tarafından infaz edildi. Mussolini’ye duyduğu bağlılık, Il Duce ile tanışmasını anlattığı anılarında açıkça görülmektedir:
“Bizi hafif bir tebessümle nazikçe karşıladı. Sakince masasının başında oturuyordu. Eşikte tereddütle duraksadığımızda içeriye girmemizi işaret etti. İlk kez Duce’nin yüzünü bu kadar yakından görecektim. Yahudilerin anavatana olan sarsılmaz bağlılığını ifade ettiğimde, Ekselansları Mussolini gözümün içine baktı ve kalbime işleyen bir sesle şunları söyledi: ‘Bundan bir an bile kuşku duymadım.’”
Faşist saflarda yer alan Yahudiler kadar, Primo Levi gibi anti-faşist Yahudiler de mücadelede büyük rol oynadı. Bazıları hapse atıldı, komünist fizik profesörü Eugenio Curiel gibi bazıları öldürüldü, doktor ve yazar Carlo Levi gibi bazıları ise Mussolini rejimi tarafından sürgüne gönderildi. Levi, sürgün yıllarını geçirdiği güneyin yoksul kasabasını anlattığı Christ Stopped at Eboli [İsa Eboli’de Durdu] adlı ünlü kitabını yazdı. Yayıncı Angelo Formiggini gibi bazıları ise Modena Katedrali’nin çan kulesinden atlayarak intihar etti.
Evet, Yahudiler de faşist olabilir. Yalnızca İtalya’da değil, İsrail’de de.
1948 öncesi Filistin’deki Yahudi siyasetinde ve sonrasında İsrail’de görülen faşist unsurlar ya da doğrudan faşizmin kendisi yeni bir olgu değildir. Nitekim İsrail’in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu, 1900’lerin başında İtalyan faşizmini benimseyen bir siyasi geleneğin mirasçısıdır. Netanyahu’nun babasının akıl hocası, Vladimir (Ze’ev) Jabotinsk’i İsrailli tarihçi Lenni Brenner’in sözleriyle hatırlatalım:
Jabotinsky’nin ‘Lejyoner’ [Osmanlı’dan Filistin’i almak için İngiliz ordusunda Yahudi birliği kurmayı amaçlayan] militarizmi ve aşırı milliyetçiliğinin, Siyon kampında bir Yahudi faşizmi arayanları cezbetmesi kaçınılmazdı. Liderle ilgili kişisel çekinceleri olsa da, hem kendi tabanından gelen baskılar hem de giderek radikalleşen çizgisinin iç mantığı, Jabotinsky’yi ve Revizyonist Siyonizm’i adım adım İtalyan faşizminin yörüngesine soktu.”
İsrail’in kurucu kadrolarının tamamı, Filistinlilerin etnik temizliğine inanan ve bunu daha kuruluşun ilk günlerinden itibaren fiilen uygulayan milliyetçilerdi. Ancak Jabotinsky, İsrail’in ilk yıllarına damga vuran İşçi Partisi çizgisinin oldukça sağında yer alıyordu. Jabotinsky’nin siyasi takipçileri arasında Netanyahu’nun babası Ben-Zvi Netanyahu ve ve daha sonra Herut (Özgürlük) Partisi’ni kuran terör örgütü Irgun’un lideri Menachem Begin de vardı. Herut, zamanla Likud’a dönüştü.
Sosyal demokrasiyi savunan, daha ihtiyatlı bir diplomasiyle toprak kazanımını gözeten ve bazı Filistinlilerin İsrail yurttaşı olmasına gönülsüz de olsa razı olan İşçi Partisi’nin aksine, Jabotinsky ve mirasçıları çok daha saldırgan, Filistinlilere karşı tahammülsüz ve serbest piyasa yanlısıydı. Canadian Dimension’da daha önce de belirttiğim üzere, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail sosyolojik açıdan, askeri ve bürokratik olmak üzere iki geniş siyasi elit zümreye ayrılmıştı: Kibbutznikler (çoğunlukla seküler, Aşkenaz, sosyal demokrat ve toprak taleplerinde daha mütevazı) ve mithnachlim (daha çok Mizrahi kökenli, dindar, yer yer faşizan, Filistinlilerin sürülmesinden ve yerleşimlerin hızla artırılmasını savunan bir grup). Demografik değişimlerin ve İsrail’in artan uluslararası yalnızlığının etkisiyle ikinci grup güç kazandı, ilk gruba mensup birçok kişi ise ülkeden ayrılmayı tercih etti.
1950’ler ve 60’ların başında Toronto’da büyürken, ana akım Yahudi örgütlerinde Herut’un gençlik kolu Betar’a “faşist” ve hatta “Nazi” dememiz oldukça normaldi. Betar bugün de, ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı öğrencileri Göçmenlik ve Gümrük İdaresi’ne (ICE) ihbar eden kampanyaların başını çekiyor.
1948 yılında Albert Einstein, Hannah Arendt ve aralarında önde gelen 26 Yahudi entelektüelin bulunduğu bir grup, New York Times’a yazdıkları ünlü mektupta Amerikalıları Herut ve lideri Menachem Begin konusunda uyarmıştı. Mektupta Herut’un “faşist devlet doktrinini açıkça savunduğu” belirtiliyor ve şu ifadeye yer veriliyordu: “Terörist partinin gerçek karakteri eylemlerinde ortaya çıkmaktadır; geçmişteki icraatları, gelecekte ne yapabileceği konusunda yeterince fikir vermektedir.”
Bu mektubun üzerinden 29 yıl geçmeden, Begin İsrail başbakanı oldu. Onu yine aynı siyasi çizgiden gelen Yitzhak Shamir izledi.
Bugünkü İsrail Parlamentosu Knesset’te sol neredeyse yok denecek kadar az, buna karşın sağ partiler çoğunluğu oluşturuyor. Aşırı sağ ise iki partiyle temsil ediliyor: Itamar Ben-Gvir’in liderliğini yaptığı Yahudi Gücü ve Bezalel Smotrich’in başında olduğu Dini Siyonist Parti. Bu iki parti, 2022 seçimlerinde kullanılan 4,6 milyon oyun yarım milyonunu alarak Knesset’in en büyük üçüncü grubu haline geldi ve Netanyahu’nun iktidar koalisyonunda kilit rol üstlendi.
Bana inanmıyorsanız Smotrich’in kendi sözlerine kulak verin: “Aşırı sağcı, homofobik, ırkçı, faşist biri olabilirim ama sözüm sözdür.” Menachem Begin bile zamanında kendisini böyle tarif etmeyi aklından geçirmezdi. Asıl çarpıcı olan, Smotrich’in bu sözleri sarf etmesi değil, bunları açıkça söyleyip yine de İsrail’de siyasi kariyerini sürdürebilmesidir.
Ben-Gvir, Yahudi ve Araplar arasında katı ayrım ve diğer Filistinlilerin sürgün edilmesini savunan, Nürnberg benzeri ırk yasalarını destekleyen aşırı milliyetçi haham Meir Kahane’nin takipçisidir. Görüşleri nedeniyle Knesset’ten atılan ve 1990’da ABD’de suikasta uğrayan Kahane’nin hatırasını, Ben-Gvir açıkça sahiplenmektedir. 2021’de Knesset’e seçilene kadar Ben-Gvir’in oturma odasında, 1994’te El-Halil’deki İbrahimi Camii’nde namaz kılan 29 Filistinliyi katleden Baruch Goldstein’ın fotoğrafı asılıydı. Ben-Gvir’in aşırı sağcı görüşleri o kadar radikal bulunuyordu ki, askerlik çağına geldiğinde İsrail Savunma Kuvvetleri onu orduya almayı reddetmişti.
Yine bana değil de, Ben-Gvir’in kendi sözlerine kulak verin:
“Haham Kahane için bir Anma Günü’ne ihtiyacımız var. Birkaç hafta önce [sol görüşlü bir siyasetçi] için saygı duruşunda bulunduk, neden Kahane için de bulunmayalım? Rabin’in Anma Günü var da neden Kahane’nin olmasın?”
2014’te üç Yahudinin 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr’ı demir çubukla dövüp, boğazına benzin dökerek diri diri yakması hakkında ise şunları söylüyor:
“Ebu Hudayr’ı öldüren [Yahudi] failin idam edilmesine kesinlikle karşıyım ama Yahudi öldüren [Arap] faillerin öldürülmesinden yanayım. Bir milleti yok etmek isteyen terör ile fikirlerine katılmadığım, büyük bir hata yaptığını düşündüğüm insanların eylemleri arasında kıyas kabul etmeyen bir fark var. Suç işlediler, cezalarını çekmeliler. Ama bu [Yahudilerin Ebu Hudayr’ı öldürmesi] terör değildir.”
Smotrich ve Ben-Gvir, Knesett’in ve siyasi yelpazenin marjında kalmış figürler değiller; biri maliye bakanı, diğeri ise ulusal güvenlik bakanı olarak hükümette kilit pozisyondalar. Belki Netanyahu’nun kırılgan koalisyonu devrilecektir, ancak bu aşırı sağcı partilerin ve temsil ettikleri çizginin İsrail siyasetindeki belirleyici rolü sürecek gibi görünüyor.
Peki İsrail, faşist bir devlet mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermeden bile, 60 binden fazla Filistinlinin öldürülmesinin dünya kamuoyu ve Yahudi diasporası nezdinde şiddetli bir tepki doğurması gerekirdi. Ama bir şekilde hem dünyanın büyük kısmı hem biz Yahudiler hâlâ çifte standartlara inanmayı sürdürüyoruz. Başkaları böyle şeyler yapabilir. Ama biz Yahudiler yapamayız.
Oysa yapabiliriz. Ve yapıyoruz da.
Güney Asya’daki deneyimlerinden yola çıkan Hintli denemeci ve romancı Pankaj Mishra, acı çeken halkların zulüm uygulamayacağına dair inancı reddediyor:
“Büyük zulümlerin kurbanlarının ahlaken yüce davranacağı ya da bu acılardan güçlenerek çıkacağına inanacak kadar naif değilim. Hindistan’da Dalitler, ki muhtemelen tarih boyunca zulme uğramış en büyük topluluklardan biri, 2002’de Narendra Modi’nin denetimindeki Gujarat katliamı sırasında üst kastlardaki işkencecileriyle birlikte Müslümanları öldürüp tecavüz ettiler. Orta Doğulu Yahudiler ise, Avrupa kökenli İsrail elitlerinin ırkçı ayrımcılığına maruz kalmışken, şimdi Filistinlilere aynı aşağılamaları yaşatır hale geldi.”
Peki İsrail’deki faşizm yükselişinin ve diaspora Yahudilerinin buna dönük açık desteğinin muhtemel nedenleri neler olabilir?
Bunlardan biri, Ettore Ovazza örneğindeki gibi, yönetici sınıflarına mensup hale gelen Yahudilerin, sınıfsal çıkarlarını koruyacaklarına inandıkları için faşizme yönelmeleri olabilir. Bernardo Bertolucci’nin 1900 filmindeki o ikonik sahneyi hatırlayın: Zengin toprak sahipleri ve kapitalistler yükselen faşist hareketle buluşup soldan gelen tehdidi bertaraf edebilmek için onları görevlendiriyorlardı.
Bir diğer neden hem faşizmin hem de Siyonizmin kökenlerinde, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başının yaygın Avrupa aşırı milliyetçiliğinin yatması ve bazı Yahudilerin dışlanmaya karşılık dışlayıcılığı tercih etmeleri olabilir. Nasıl ki İtalyan milliyetçiliği kendini tiranlık biçiminde faşizme, Alman milliyetçiliği ise soykırımcı Nazizme dönüştürdüyse, Siyonizm de zamanla aşırılığa kaydı.
Bir başka açıklama, faşizmin sunduğu güvenlik, öngörülebilirlik ve düzen duygusunda yatıyor olabilir -bütün bunlar kişisel özgürlükler ve başkalarına zarar verme pahasına olsa da.
Son olarak, faşizmin cezbedici “kıyametçiliği”ni göz ardı etmemek gerekir: “Bu, yok olmadan önceki son savaşımız” fikrinin, “zaten dünya bize düşman, öyleyse hiçbir şeyden çekinmeyelim” ruh haliyle birleşmesi yani.
İsrailli gazeteci Gideon Levy, Gazze savaşı sonrasında İsrail’in siyasal yönelimi konusunda en ufak bir şüphe taşımıyor:
“Bu savaş, bir faşist devlet kurma savaşıdır. Kahane Devleti İsrail’de olası hale gelmiştir. Bu süreci mümkün kılan ise Netanyahu’nun kriminal omurgasızlığıdır. Sadece neo-Nazi aşırı sağcı partiler değil, en çok da başbakanın kendi partisi Likud, Kahanizm’i iktidara taşıdı.”
-
Söyleşi2 hafta önce
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı
-
Ortadoğu1 hafta önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Görüş1 hafta önce
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran-İsrail savaşı ve Orta Asya
-
Avrupa2 hafta önce
Yeni MI6 şefinin dedesi, “Kasap” olarak bilinen Nazi casusu çıktı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi
-
Amerika2 hafta önce
Zohran Mamdani: Canavarın ininde bir ‘nepo bebek’
-
Dünya Basını2 hafta önce
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım