Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Suudi Arabistan’la normalleşecekti… İbrahim Anlaşmaları bile sorgulanıyor

Yayınlanma

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ilişkileri normalleştirmek istediği Suudi Arabistan’ın, İsrail’in “varoluşsal tehdit” olarak gördüğü İran ile anlaşması, Tel Aviv’de endişe yarattı. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın arabuluculuğunda 2020’den itibaren bir dizi Körfez ülkesiyle normalleşme sürecine giren İsrail’de, Filistin meselesinin Arap ülkeleriyle ilişkilerinde temel sorun olmaktan çıktığı tezi de sorgulanıyor. Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümet ortaklarının Batı Şeria’daki yasadışı yerleşim yerlerini genişletme ve yasallaştırma girişimleri ve Araplara yönelik aşırı politikaları Filistin meselesini yeniden ilgi odağı haline getirdi.

ABD’nin ağırlığını koyması İbrahim Anlaşmaları’nın imzalanmasındaki en büyük etkenlerden biriydi. ABD’nin bugün ilgisini büyük ölçüde Asya-Pasifik’e kaydırması ve Arap ülkeleri üzerindeki eski ağırlığını kaybetmesi, İsrail’in diğer Arap ülkeleri ile anlaşmak için ihtiyaç duyduğu Washington faktörünün etkisini zayıflatıyor. Öte yandan ABD’deki Demokrat yönetimin Netanyahu’nun aşırı sağcı koalisyon ortaklarına koyduğu mesafe ve ABD yönetimin belirgin bir Orta Doğu politikasının olmayışı da İsrail’i, ihtiyaç duyduğu koşulsuz Washington desteğinden mahrum bırakıyor.

Yine de Körfez-Arap ülkeleri, bölgedeki genel eğilim olan “normalleşme”yi İsrail’le de sürdürmeye istekli. Ancak, İsrail hükümetinin Filistin meselesindeki aşırı politikaları tüm İslam dünyasında büyük tepki topluyor. Bu tepkinin yanı sıra, 2020’dekinin aksine İsrail’le masaya otururken ABD’den koparılan tavizlerin motivasyonu da yok. Körfez ülkeleri İsrail’le yapılacak bir anlaşmanın “ürküttüğü kurbağa deyip değmeyeceğinin” hesabını yapıyor.

İsrail’in önde gelen ve askeri bürokrasinin görüşlerini yansıtan Tel Aviv Merkezli Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü de İsrail hükümetine Arap ülkeleri ile ilişkilerinde Filistin dinamiğini dikkate alma çağrısı yaptı. Enstitü’ye göre “İsrail-Filistin sahasında gerilim devam ederse, özellikle de Tapınak Dağı’nda bir gerilim ve/veya statüko değişikliği olursa, (Batı) Kudüs-Riyad ilişkilerinin seyrinde bir duraklama ve hatta normalleşme sürecinin durması olası.

***
Normalleşmenin Önünde Büyüyen Engel

Bölgesel normalleşme süreci, ilgi odağı haline gelen ve hem mevcut hem de potansiyel anlaşmaları tehdit eden Filistin sorunundan bağımsız değil. İsrail hükümeti bu dinamiğe dikkat etmeli.

İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki normalleşmenin İsrail-Filistin çatışmasından ayrı olduğu değerlendirmesi yanlış. İbrahim Anlaşmaları’nın imzalanmasının üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçmişken, Filistin meselesinin yeniden Arap dünyasının gündeminde merkezi bir konuma geldiği açık. Batı Şeria’da Filistin terörünün ve İsrail Ordusu’nun (IDF) eylemlerinin artması, başta Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan olmak üzere Körfez-Arap ülkelerinin dikkatinden kaçmadı. Bu olaylar, İsrail’in Filistin meselesindeki yeni politikasıyla birlikte, Körfez ülkelerinin, Filistinliler için görünürdeki endişeleri ve İsrail ile ekonomik ve güvenlik ilişkilerini geliştirme arasında bir denge sağlama yeteneklerine meydan okuyor.

İbrahim Anlaşmalarının lider ülkesi BAE ile Netanyahu liderliğindeki mevcut sağcı hükümet arasındaki ilişkiler, BAE’nin, Başbakan’ın Abu Dabi’ye planladığı ziyaretini (şimdiye kadar gerçekleşmedi) ocak ayında iptal etmesiyle geriye doğru kötü bir başlangıç yaptı ve bu ziyaret yeni görev süresi için şenlikli bir başlangıç olmalıydı. İptal, Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in Tapınak Dağı’na yaptığı tartışmalı ziyaretin hemen ardından duyuruldu. BAE, Netanyahu’ya ev sahipliği yapmak istemiyordu, İslam dünyası İsrail’in Tapınak Dağı ile ilgili politikasında bir değişiklikten korkuyordu (Müslümanların Tapınak Tepesi’ni ziyaret etmelerine ve burada dua etmelerine yönelik kısıtlamalar ve Yahudilerin yerleşkede dua etmelerine izin verilmesi dahil). Böylece BAE, Başbakan’ın ziyareti yerine BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i kınayan bir teklif sundu.

Alışılmadık bir şekilde BAE, Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi statüsünü kullanarak İsrail’i kınamak için ocak ayından bu yana en az üç kez BM’deki Filistin delegasyonuna katıldı (Haziran 2023’te Başkan sıfatını dönüşümlü olarak üstlenecek). BAE’nin şubat ayında Filistinli delegelerle koordineli olarak yayınladığı ve İsrail’i işgal edilen Filistin topraklarındaki tüm yerleşim faaliyetlerini derhal durdurmaya çağıran sert ifadeli bildiri, özellikle dikkate değerdi. Bağlayıcı karar için yapılan oylamanın yerini (bağlayıcı bir gücü olmayan) bir başkanlık bildirisinin alması ancak ABD baskısı sayesinde oldu.

Arka planda, Filistinliler tarafından sırtından bıçaklanma ve Filistin halkına ihanet olarak algılanan, İbrahim Anlaşmaları’ndan sonra askıya alınan BAE ile Bahreyn ve Filistin Yönetimi arasındaki ilişkilerin kademeli olarak ısınma süreci var. Anlaşılan o ki Filistin Yönetimi, bölgesel projelere katılmak ve İsrail hükümetini Filistinlilere karşı aşırı önlemler almaktan caydırmak için İbrahim Anlaşması’na katılan ülkeleri kullanmanın potansiyel faydalarını son zamanlarda fark etti. Filistin Yönetimi ile BAE arasındaki daha yakın ilişkiler, örneğin Filistin Yönetimi’nin İbrahim Anlaşmaları’na dayanarak hem İsrail hem de Filistin çıkarlarına hizmet edecek ekonomi ve enerji alanlarında altyapı projelerine ve bölgesel girişimlere dahil olmasını sağlayabilir.

Tapınak Dağı düzenlemelerindeki değişikliklerle ilgili endişeler ve Kudüs’teki şiddet korkusu, Anlaşmaların en azından resmi tarafının uygulanmasını zorlaştırıyor. Geçen yıl İsrail, ABD, BAE, Bahreyn, Fas ve Mısır ile kurulan forum olan Negev Zirvesi’nin mart ayında Fas’ta düzenlenmesi planlanan ikinci toplantısı ertelendi. Batılı diplomatlar, forumun Arap üye devletlerinin, 22 Mart’ta başlayan Ramazan’a yakın bu kadar geniş çapta duyurulan bir etkinlik düzenlemekten endişe duyduklarını doğruladılar, çünkü son yıllarda, bu döneme Kudüs’te ve İsrail-Filistin arenasında gerginliğin artması damgasını vurdu (Özellikle Mayıs 2021’de Surların Koruyucusu Operasyonu sırasında İsrail ile Hamas arasındaki gerilim).

İsrail’deki koalisyon partilerinin Batı Şeria’daki yerleşimleri genişletme ve Sivil İdareyi kendi temsilcilerine tabi kılma (BM’nin kınamasından birkaç gün sonra gerçekten de onaylanan bir karar) yönündeki halka açık çağrıları ve baskısı Körfez’de sosyal medyada tartışıldı. İsrail’in Batı Şeria’nın bazı bölgelerini ilhak etmeye hazırlandığına dair endişeler var. Sosyal medyada, İsrail ile BAE arasında 2020’de imzalanan normalleşme anlaşmasının kısmen bu ilhakı önlemeyi amaçladığını vurgulanıyor. Bu nedenle, BAE’nin Güvenlik Konseyi’nde öne sürdüğü kınamada, İsrail’in yerleşim birimleri ve Filistin topraklarına ilişkin aldığı kararlar ve tedbirler de dahil olmak üzere “tüm tek taraflı önlemlerden” açıkça bahsetmesi şaşırtıcı değil.

Nablus yakınlarındaki Huwara’da çıkan olayların ardından yerleşimcilerin Filistinlilerin mülklerine verdiği zarar ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in ‘köyü yok etme’ çağrısı (daha sonra açıklamasını geri çekip özür diledi) üzerine BAE, İsrail’den güvenlik sistemleri satın almak için imzalanmak üzere olan anlaşmaları askıya aldığı bildirildi. İsrail hükümetinin yalanlamasına rağmen, BAE’de İsrail’in eylemlerinden ve Başbakan Netanyahu’nun hükümetindeki aşırılık yanlısı unsurların kontrolü altında olduğuna yönelik verdiği sakinleştirici mesajlara güven eksikliğinden dolayı büyüyen bir rahatsızlık vardı.

Filistin meselesinde İsrail’e alışılmadık derecede güçlü ve çok sayıda kınama hükümet tarafından normalleşme çabaları için önemli bir hedef olarak belirlenen Suudi Arabistan’dan geliyor, kısmen Cenin ve Nablus’ta birkaç Filistinlinin hayatını kaybettiği son IDF operasyonlarına ve Huwara’daki yerleşimcilerin öfkesine atıfta bulunuyor. Suudi Dışişleri Bakanlığı, Smotrich’in açıklamasını “işgalci İsrail’in kardeş Filistin halkına uyguladığı şiddet ve aşırıcılığı’ yansıtan ırkçı ve sorumsuz” olarak nitelendirdi. Ayrıca, İsrail’le ilişkilerin geliştirilmesini destekleyen Suudi gazeteciler, olayların ardından İsrail’le normalleşmeye destek verme zamanının olmadığını anlayarak çağrılarının tonunu düşürdüler.

Bu siyasi hamleler ve medya retoriği, İsrail-Filistin arenasındaki olaylar ışığında, İsrail ile anlaşmalar imzalayan ve hala ikilemde kalan ülkeler üzerindeki artan baskıyı gösteriyor. Körfez ülkeleri ile İsrail arasındaki normalleşme sürecinden yana olmayan İran, Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı Körfez ülkeleriyle ilişkilerini onarmaya çalışıyor ve bu devam etmesi halinde normalleşme süreci üzerinde kendi baskısını oluşturabilecek bir hamle.

Çözüm
Son gelişmeler henüz İbrahim Anlaşmalarının varlığını tehdit etmiyor ve diğer devletlerin buna katılma olasılığını ortadan kaldırmadı. Ancak İsrail-Filistin sahasında gerilim devam ederse, özellikle de Tapınak Dağı’nda bir gerilim ve/veya statüko değişikliği olursa, (Batı) Kudüs-Riyad ilişkilerinin seyrinde bir duraklama ve hatta İsrail ile BAE arasındaki resmi “balayı”dan geri çekilme, diğer bir deyişle normalleşme sürecinin durması olası.

İbrahim Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana yapılan Arap kamuoyu yoklamaları, Filistin sorununun çeşitli yönlerinin, Arap devletlerinin İsrail’i tanıma ve onunla ilişki kurmasının önündeki başlıca engel olmaya devam ettiğini gösteriyor. İbrahim Anlaşmalarını imzalayan ülkeler, özellikle Birleşik Arap Emirlikleri, Filistin meselesi ne olursa olsun, İsrail ile ilişkilerin devam etmesinde gerçekten de çıkarlara sahip.

Ancak bu konu, kesinlikle normalleşmenin resmi tarafında ilişkileri etkilemeye devam edecek. Filistin sahasının bölgedeki ilgi odağı haline geri dönmesine katkı sağlayan İsrail hükümetinin tavrı, tecrit edilmek yerine Körfez Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmenin yollarını bulan İran’a karşı bir koalisyon kurma yeteneğine zarar veriyor, bu da bu ülkelerin İsrail’le normalleşmelerine engel olabilir.

DÜNYA BASINI

ABD’deki Yahudileri ‘ideolojik mezarlıklara’ davet ettiler

Yayınlanma

İsrail’deki üniversite rektörlerinin ABD’deki kampüslerde sergilenen “şiddet, antisemitizm ve İsrail karşıtlığı” gerekçesiyle Yahudileri kendi üniversitelerine davet etmelerine deneyimli İsrailli gazeteci Gideon Levy’den sert tepki gösterdi. Rektörleri ikiyüzlülük ve kendini bilmezlikle suçlayan Levy’nin dikkat çekici yazısı şöyle:

***

İsrail Üniversiteleri ABD’li Yahudilere İnsan Hakları ve Özgürlük Hakkında Hiçbir Şey Öğretemez

Gideon Levy

İşte ikiyüzlülük ve kendini bilmezlik konusunda bir rekor daha: İsrail’in üniversite rektörleri mektup yayınlayarak ABD’deki kampüslerde sergilenen şiddet, antisemitizm ve İsrail karşıtlığından rahatsızlık duyduklarını ve Yahudilerin ve İsraillilerin buradaki üniversitelere kabul edilmelerine yardımcı olmayı taahhüt ettiklerini belirttiler. Başka bir deyişle: Ariel Üniversitesi’ne gelin. Bu çalıntı topraklarda, apartheid bölgesinin kalbinde, yurttaşlık, insan hakları ve özgürlük eğitimi alacaksınız. Her İsrail üniversitesinde olduğu gibi Ariel’de de özgürlük ve eşitliğin ne olduğunu göreceksiniz. Burada ayrıca Amerika’da zulüm gören Yahudiler için dünyanın en güvenli yerinde Ariel’de sığınak bulacaksınız.

Sayın rektörler, sırça köşkte oturan komşusuna taş atmamalı. Eğer Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Yahudi akademisyenlere bir sığınak sunmayı amaçlıyorsanız, sunacak pek bir şeyiniz yok. Columbia kampüsündeki en fırtınalı gün, Yahudiler için İbrani Üniversitesi yolundan daha güvenli. Arap öğrenciler üniversitelerinizde Columbia’daki Yahudi öğrenciler kadar rahat hissetmiyor. Columbia’daki tehlikenin yakınlığını da sorgulamak mümkün.

Columbia Üniversitesi öğrencisi Noa Orbach 26 Nisan tarihli Haaretz İbranice baskısında “İsrailli Yahudi bir öğrenci olarak kişisel güvenliğime yönelik hiçbir korku ya da tehdit hissetmiyorum” diye yazdı. İsrail, dünyada Yahudileri bekleyen tehlikeleri abartmayı ve bunların içinde debelenmeyi seviyor. Bu da Yahudilerin İsrail’e göçüne yol açıyor ki bu İsrail’in bir sığınak olduğu masalı için iyi. Dünyada antisemitizm olmadığından değil, ama her şey antisemitizmse ancak İsrail aklanmış demektir.

Biraz mütevazılık da size zarar vermez, sayın rektörler. Akademileriniz şu anda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kampüslerde yaşananlara imrenebilir. Yurttaşlık bilincine ve siyasi katılıma sahip bir kampüs işte böyle bir şeydir. İsrail’in kasvetli, sıkıcı kampüslerindeki ideolojik mezarlıkların aksine canlı, aktif, isyankâr bir kampüs böyle görünür. Doğru, İsrail karşıtı protesto, Haaretz’de anlatılandan daha az olsa da yer yer antisemitizm ve şiddet içerdiği doğru. Ancak kayıtsız, doygun, uyuşuk bir kampüs ile çalkantılı, ilgili, radikal bir kampüs arasında bir seçim söz konusu olduğunda, ikincisi daha umut verici.

Burada sadece Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi militan öğretim üyeleri ve öğrencilerin hayalini kurabilirsiniz. Gelecek nesli ancak onlar güvence altına alabilirler. İsrail kampüslerinin çorak arazisinde hiçbir sosyal veya politik umut yeşermeyecek.

Amerika’daki öğrenciler, protestoları çalkantılı hale gelse ve kontrollerini kaybetseler bile, katılım ve ilgi gösteriyorlar. Uzak bir kıtadaki savaşa karşı yapılan gösterilerin İsrail’deki bir üniversitede patlak verme ihtimali yok. İyi bir günde burada harç ücretleri ya da yedek öğrencilerin durumları nedeniyle protestolar patlak verecektir. Daha da iyi bir günde bir avuç Filistin asıllı İsrailli öğrenci üniversite kapısında duracak, Nakba gününü sessizce anacak ve onlarca silahlı polis etraflarını saracak.

Üniversite yöneticileri de savaş başladığından beri daha da yoğunlaşan kurumlarındaki cadı avını gizliyorlar. Hayfa Üniversitesi öğrenci birliği, patlak vermesinden birkaç gün sonra, Filistinlilere desteğini ifade etmeye cesaret eden öğrencileri uzaklaştırmak için harekete geçeceğini duyurdu. “Bize göre ifade özgürlüğü şu anda gölgede kalmış durumda” diye yazdılar. Akademide McCarthycilik böyle başladı ve Profesör Nadera Shalhoub-Kevorkian’ın uzaklaştırılması ve tutuklanmasıyla doruğa ulaştı. Akademinin önemli bir parçası olduğu, İsrailli bir mühendisin sosyal medyada Kur’an ayetlerine atıfta bulunduğu için işten atıldığı (Haaretz, 30 Nisan) dönemin ruhu, üniversite rektörlerini Amerika’da olup bitenler kadar rahatsız etmiyor.

ABD’deki protesto İsrail’i endişelendirmeli. Protestoların bir kısmı İsrail’e karşı nefrete ve onu yok etme çağrısına dönüştü. Her zaman olduğu gibi meselenin kökenine inmeliyiz. Amerika’daki öğrenciler Gazze’deki korkunç savaşın dehşetini, kayıtsız İsrailli meslektaşlarından çok daha fazla gördüler. Eğer savaş, işgal ve apartheid olmasaydı, bu protesto patlak vermezdi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Stephan Walt: Gazze’deki eylemleri İsrail’i parya devlete dönüştürüyor

Yayınlanma

Yazar

Amerikalı siyaset bilimci Stephan M. Walt’un aşağıda çevirisini okuyacağınız makalesinde ABD’nin Orta Doğu’da izlediği stratejinin neden başarısız olduğuna yanıt arıyor. Bu başarısız strateji nedeniyle bölgenin bugün yangın yeri olduğuna dikkat çekiliyor:

***

Amerika Orta Doğu’daki yangını körükledi

İsrail giderek büyüyen bir tehlikeyle karşı karşıya ama sorumluluk Tahran’dan çok Washington’da.

STEPHEN M. WALT

İran’ın, Suriye’nin başkenti Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına insansız hava aracı ve füze saldırılarıyla misilleme yapma kararı, Biden yönetiminin Orta Doğu’yu ne kadar kötü idare ettiğini ortaya koyuyor.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik saldırısının arifesinde bölgenin “on yıllardır olmadığı kadar sakin” olduğuna kendini ikna eden ABD’li yetkililer, o zamandan bu yana kötü bir durumu daha da kötüleştirecek kararlar verdiler.

Kendilerini teselli için söylenebilecek en iyi şey, çok sayıda arkadaşları olduğu; Trump, Obama, Bush ve Clinton yönetimleri de çoğunlukla işleri yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.

Yönetimin Hamas’ın 7 Ekim’deki vahşi saldırısına verdiği yanıtın üç ana hedefi vardı.

İlk olarak İsrail’e kararlı destek vermeye çalıştı: retorik olarak destekleyerek, düzenli olarak üst düzey İsrailli yetkililere danışarak, soykırım suçlamalarına karşı savunarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ateşkes kararlarını veto ederek ve sürekli ölümcül silah tedarik ederek.

İkinci olarak Washington Gazze’deki çatışmanın tırmanmasını önlemeye çalıştı. Son olarak da hem Filistinli sivillerin zarar görmesini engellemek hem de ABD’nin imaj ve itibarına gelebilecek zararı en aza indirmek için İsrail’i itidalli davranmaya ikna etmeye çalıştı.

Çelişkili hedefler

Bu politika başarısız oldu çünkü amaçları, doğası gereği çelişkiliydi. İsrail’e koşulsuz destek vermek, liderlerini ABD’nin itidal çağrılarına kulak vermeye teşvik etmedi, bu yüzden onları görmezden gelmeleri şaşırtıcı değil.

Gazze yerle bir edildi, en az 33 bin Filistinli (12 binden fazlası çocuk) öldü ve ABD’li yetkililer oradaki sivillerin kıtlık koşullarıyla karşı karşıya olduğunu artık kabul ediyor.

Yemen’deki Husi milisleri ateşkes talep ettiklerini iddiasıyla Kızıldeniz’deki gemileri hedef almaya devam ediyor; İsrail ile Hizbullah arasındaki düşük seviyeli çatışma sürüyor; ve işgal altındaki Batı Şeria’da şiddet keskin bir şekilde arttı.

İran’ın 1 Nisan’da konsolosluğunun bombalanmasına misilleme olarak 13 Nisan’da İsrail’e insansız hava aracı ve füze saldırıları düzenlemesi daha geniş çaplı bir savaş ihtimalini gündeme getirdi.

Amerikalılar İran’ın kötülüğün vücut bulmuş hali olduğunu duymaya alışkın olduklarından, bazı okuyucular tüm bu sorunlardan Tahran’ı sorumlu tutmaya meyilli olabilirler.

Örneğin daha geçen hafta New York Times’ın baş haberinde İran’ın Batı Şeria’da huzursuzluk yaratmak amacıyla bölgeye silah “yağdırdığını” duyuruldu.

Bu görüşe göre İran zaten alevler içinde olan bir bölgeye benzin döküyor. Ancak bu hikâyede çok daha fazlası var ve bunların çoğu ABD’yi kötü gösteriyor.

Açık konuşayım: İran, yönetimi altında yaşayan ve ABD yaptırımlarının olumsuz etkilerine katlanmak zorunda olan milyonlarca İranlı için üzülsem de hiçbir sempati duymadığım acımasız bir teokratik rejim tarafından yönetiliyor. Bu rejimin bazı eylemleri -örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği destek- son derece sakıncalı.

Ancak Batı Şeria’ya (ya da Gazze’ye) küçük silahlar ve diğer silahları sağlama çabaları özellikle dehşet verici mi? Ve İsrail’in yakın zamanda konsolosluğuna yaptığı saldırıya (İran’ın iki generali öldürdü) karşılık verme kararı şaşırtıcı mı?

Savaş içinde işgal

Cenevre Sözleşmelerine göre “savaş sonucu işgal” altında yaşayan bir halkın işgalci güce karşı direnme hakkı var.

İsrail’in 1967’den beri Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü kontrol ettiği, 700 binden fazla yasadışı yerleşimciyle bu toprakları sömürgeleştirdiği ve bu süreçte binlerce Filistinliyi öldürdüğü göz önüne alındığında bunun “savaş içinde işgal” olduğuna dair şüpheler azalıyor.

Elbette direniş eylemleri yine de savaş kanunlarına tabi ve Hamas ve diğer Filistinli gruplar, İsrailli sivillere saldırdıklarında bu kanunları ihlal ediyorlar. Ancak işgale karşı direnmek meşru ve İran bunu Filistin davasına olan derin bağlılığından değil de kendi çıkarları gereği yapmış olsa bile, kuşatılmış bir halka yardım ille de yanlış sayılmaz.

Benzer şekilde, İsrail’in konsolosluğunu bombalaması ve iki İranlı generali öldürmesinin ardından İran’ın misilleme yapma kararı, özellikle de Tahran’ın defalarca savaşı genişletme arzusu olmadığının sinyallerini verdiği göz önüne alındığında, özündeki saldırganlığın kanıtı olmaz.

Nitekim misilleme İsrail’e önemli ölçüde uyarıda bulunacak şekilde yapıldı ve Tahran’ın savaşı daha fazla tırmandırmak istemediğinin mesajını vermek üzere tasarlanmış gibiydi. ABD ve İsrailli yetkililerin güç kullandıklarında genellikle söyledikleri gibi, İran sadece “caydırıcılığı yeniden tesis etmeye” çalışıyor.

ABD’nin on yıllardır Orta Doğu’ya silah “yağdırdığını” unutmayalım. İsrail’e her yıl, milyarlarca dolarlık sofistike askeri teçhizat sağlıyor ve ABD’nin desteğinin koşulsuz olduğuna dair defalarca güvence veriyor.

Bu destek, İsrail’in Gazze’deki sivil nüfusu bombaladığı ve aç bıraktığı süreçte dahi sarsılmadı ve İsrail, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın son ziyaretini Batı Şeria’da 1993’ten bu yana en geniş Filistin topraklarına el koyma kararını açıklayarak karşıladığında da bundan etkilenmedi.

Ekvator’un Quito’daki Meksika Büyükelçiliği’ne yönelik son saldırısını bile kınayan Washington, İsrail İran konsolosluğunu bombaladığında gözünü kırpmadı.

Bunun yerine üst düzey Pentagon yetkilileri destek gösterisi için (Batı) Kudüs’e gitti ve Başkan Joe Biden İsrail’e olan bağlılıklarının “sarsılmaz” olduğunu vurguladı.

Gücün kötüye kullanılması

İsrailli yetkililerin ABD’den gelen tavsiyeleri görmezden gelebileceklerine inanmaları şaşırtıcı mı?

Kontrolsüz güce sahip devletler bunu kötüye kullanma eğiliminde olur ve İsrail de istisna değil. İsrail, Filistinlilerden çok daha güçlü ve İran’dan da daha yetenekli olduğu için, onlara karşı herhangi bir bedel ödemeden hareket edebilir ve genellikle de öyle yapıyor.

Onlarca yıldır cömert ve koşulsuz ABD desteği, İsrail’in istediğini yapmasına olanak sağladı. Bu da hem politikasının hem de Filistinlilere yönelik davranışlarının zaman içinde giderek daha aşırı hale gelmesine katkıda bulundu.

Sadece Filistinlilerin Birinci İntifada (1987-1993) sırasında olduğu gibi etkili bir direniş sergileyebildikleri nadir durumlarda eski Başbakan Yitzhak Rabin gibi İsrailli liderler uzlaşma ihtiyacını kabul etmek ve barış yapmaya çalışmak zorunda kaldılar.

Ne yazık ki İsrail çok güçlü, Filistinliler çok zayıf ve ABD’li arabulucular İsrail’in lehine tek taraflı olduğu için Rabin’in haleflerinden hiçbiri Filistinlilere kabul edebilecekleri bir anlaşma önermeye yanaşmadı.

İran’ın Batı Şeria’ya silah sağlamasına hâlâ kızgınsanız, durumun tersine dönmesi halinde ne hissedeceğinizi kendinize sorun. Mısır, Ürdün ve Suriye’nin 1967’deki Altı Gün Savaşı’nı kazandığını ve milyonlarca İsraillinin kaçtığını düşünün.

Galip Arap devletlerinin daha sonra Filistinlilerin “geri dönüş hakkını” kullanmalarına ve İsrail/Filistin’in bir kısmında ya da tamamında kendilerine ait bir devlet kurmalarına izin verdiklerini düşünün.

Ayrıca bir milyon kadar İsrailli Yahudi’nin Gazze Şeridi gibi dar bir bölgeye hapsolmuş vatansız mülteciler haline geldiğini varsayın. Ardından, bir grup eski Irgun savaşçısının ve diğer radikal Yahudilerin bir direniş hareketi örgütlediğini, bölgenin kontrolünü ele geçirdiğini ve yeni Filistin devletini tanımayı reddettiğini düşünün.

Dahası, dünyanın dört bir yanındaki destekçilerinden yardım almaya devam ettiler ve yeni kurulan Filistin devletinin sınır yerleşimlerine ve kasabalarına saldırmak için kullandıkları silahları sokmaya başladılar. Sonra da Filistin devletinin abluka ve bombardımanla karşılık verdiğini ve binlerce sivilin ölümüne neden olduğunu varsayın.

Bu koşullar altında sizce ABD hükümeti hangi tarafı desteklerdi? Gerçekten de ABD böyle bir durumun ortaya çıkmasına izin verir miydi? Cevaplar çok açık ve ABD’nin bu çatışmaya nasıl tek taraflı yaklaştığına dair çok şey söylüyorlar.

Yarardan çok zarar

Buradaki trajik ironi, ABD’de İsrail’i eleştirilerden korumak ve ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemek için birbiri ardına yönetimleri zorlamak konusunda en ateşli olan kişi ve kuruluşların, aslında yardım etmeye çalıştıkları ülkeye büyük zarar vermiş olmaları.

“Özel ilişkinin” son 50 yılda nereye vardığını bir düşünün. İki devletli çözüm başarısız oldu ve Filistinlilerin geleceği sorunu, büyük ölçüde lobinin ABD başkanlarının İsrail’e anlamlı bir baskı yapmasını imkânsız hale getirmesi nedeniyle çözülemedi.

İsrail’in 1982’de (Batı Şeria’daki İsrail kontrolünü pekiştirmek için aptalca bir planın parçası olarak) Lübnan’ı akılsızca işgal etmesi, bugün İsrail’i kuzeyden tehdit eden Hizbullah’ın ortaya çıkmasına neden oldu.

Başbakan Binyamin Netanyahu ve diğer İsrailli yetkililer, Hamas’ı gizlice destekleyerek Filistin Yönetimi’ni zayıflatmaya ve iki devletli bir çözüme doğru ilerlemeyi engellemeye çalıştılar ve böylece 7 Ekim trajedisine katkıda bulundular.

İsrail’in iç siyaseti ABD’ninkinden daha kutuplaşmış durumda (ki bu da bir şey ifade ediyor) ve lobideki çoğu grubun her fırsatta savunduğu Gazze’deki eylemleri İsrail’in parya bir devlete dönüşmesine yol açıyor. Birçok Yahudi de dahil genç Amerikalılar arasındaki destek azalıyor.

Ve bu üzücü durum İran’ın Filistin davasını savunmasına, nükleer silaha sahip olmaya yaklaşmasına ve ABD’nin onu izole etme çabalarını engellemesine olanak sağladı.

Eğer Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) ve müttefikleri kendi kendilerine düşünebilselerdi İsrail’in kendisine yaptıklarına yardım ettikleri için utanç duyarlardı.

Buna karşılık, İsrail’in bazı eylemlerini eleştiren bizler -sadece yanlış bir şekilde antisemit, Yahudi düşmanı ya da daha kötüsü olarak karalanmak üzere- aslında hem ABD hem de İsrail için daha iyi olacak politikalar öneriyorduk.

Tavsiyelerimize uyulmuş olsaydı, İsrail bugün daha güvende, on binlerce Filistinli hâlâ hayatta, İran nükleere sahip olmaktan daha uzak, Orta Doğu neredeyse kesinlikle daha huzurlu ve ABD’nin insan hakları ve kurallara dayalı bir düzenin ilkeli savunucusu olarak hâlâ itibar görüyor olurdu.

Son olarak, eğer bu topraklar yaşayabilir bir Filistin devletinin parçası olsaydı İran’ın Batı Şeria’ya silah sağlamasının çok bir gerekçesi kalmaz ve İranlı liderlerin daha güvende olmak adına kendi nükleer caydırıcı güçlerine sahip olmayı düşünmeleri için daha az neden olurdu.

Ancak ABD’nin Orta Doğu politikasında daha köklü bir değişim olmadıkça, bu umut verici olasılıklar ulaşılamaz olmaya devam edecek ve bizi buraya getiren hataların tekrarlanması muhtemel.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: 1944’te Karl Polanyi, adını bugüne kadar taşıyan Büyük Dönüşüm’ü çıkardı. Otobiyografik olmasa da kitap Polanyi’nin yaşamından derin izler taşıyor. Viyana ve Budapeşte’de pek çok kişi gibi, o da büyük bir medeniyetin çöküşüne doğrudan tanıklık etti. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında Rusya cephesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı. Sosyalist bir Yahudi olarak, sonrasında Avrupa’nın yıkılmasına neden olan zulümlerden kaçmak zorunda kaldı. O dönem, bize beşeriyetin en marazlı dönemi olan 20. yüzyılın en önemli siyasi ve iktisadi hikayelerinden biri olan Büyük Dönüşüm’ü verdi.


Karl Polanyi’nin başarısız devrimi

Liberal dünya düzeni bir kez daha çöküşte

Thomas Fazi

Unherd

27 Nisan 2024

Yirminci yüzyıl düşünürleri arasında, Karl Polanyi kadar etkileyici ve kalıcı bir iz bırakmış olan pek az isim bulunur. İktisat tarihçisi Charles Kindleberger, Polanyi’nin başyapıtı olan Büyük Dönüşüm için şu sözleri dile getirmişti: “Bazı kitaplar yok olmayı reddeder, suyun altına gömülürler ancak tekrar yüzeye çıkarlar ve orada kalmaya devam ederler.” Bu ifade, Polanyi’nin eserinin ne denli derin ve kalıcı bir etki bıraktığını vurgular. Üstelik, Polanyi’nin ölümünden 60 yıl, kitabın yayımlanmasından ise 80 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu söz bugün bile güncelliğini koruyor. Zira toplumlar, kapitalizmin sınırlarıyla mücadele etmeye devam ederken, Büyük Dönüşüm muhtemelen şimdiye kadar kaleme alınmış en keskin piyasa liberalizmi eleştirisi olarak varlığını sürdürüyor.

1886’da Avusturya’da dünyaya gelen Polanyi, Almanca konuşan bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Budapeşte’de büyüdü. Ailesi resmi olarak Yahudi kökenli olmasına rağmen, Polanyi erken yaşlarda Hıristiyanlığa —daha doğrusu Hıristiyan sosyalizmine— yöneldi. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, “kızıl” Viyana’ya taşındı ve burada prestijli ekonomi dergisi Der Österreichische Volkswirt’ün (Avusturya Ekonomisti) yayın yönetmenliğini üstlendi. Bu süreçte, Ludwig von Mises ve Friedrich Hayek gibi isimlerin savunduğu neoliberal ya da “Avusturyacı” iktisat ekolünün ilk eleştirmenlerden biri olarak tanındı. Nazilerin 1933’te Almanya’yı ele geçirmesinin ardından Polanyi’nin fikirleri toplumda dışlandı ve sonrasında 1940’ta önce İngiltere’ye, ardından da ABD’ye taşındı. Vermont’taki Bennington Koleji’nde ders verdiği dönemde, Büyük Dönüşüm adlı eserini kaleme aldı.

Polanyi, yaşamı boyunca büyük iktisadi ve sosyal dönüşümlere tanık oldu ve bu dönüşümleri izah etmek için yola çıktı. Avrupa’da 1815’ten 1914’e kadar süren “göreli barış” yüzyılının sonunu ve ardından gelen ekonomik kargaşayı, faşizmi ve savaşı gözlemledi. Kitabın yayımlandığı dönemde bile, bu çalkantılar devam ediyordu. Polanyi, bu çalkantıların izini sürerken, onları tek ve kapsayıcı bir nedene kadar takip etti; 19. yüzyılın başlarında piyasa liberalizminin yükselişi. Bu anlayış, toplumun kendi kendini düzenleyen piyasalar aracılığıyla organize edilebileceği ve bu şekilde organize edilmesi gerektiği inancını temsil ediyordu. Ona göre, bu inanç insanlık tarihinin büyük bir kesiminde ontolojik bir kopuştan ötesi değildi. Polanyi’ye göre, 19. yüzyıldan önce, insan ekonomisi her zaman toplumun içine “gömülüydü”; yerel politikaya, geleneklere, dine ve sosyal ilişkilere bağlıydı. Özellikle toprak ve emek, meta olarak değil, yaşamın kendisinin parçaları olarak ele alınırdı, bir bütünün ayrılmaz unsurları olarak ele alınıyordu.

Ekonomik liberalizm, piyasaların kendiliğinden düzenlendiği fikrini öne sürerek bu düşünceyi alt üst etti. Ancak sadece toplumu ve ekonomiyi yapay olarak iki ayrı alan olarak değil, aynı zamanda toplumun yaşamın kendisinin bu kendiliğinden piyasa mantığına tabi olmasını da savundu. Polanyi’ye göre bu, “toplumun piyasaya yardımcı bir unsur olarak işletilmesinden ötesi değildir. Ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olması değil, toplumsal ilişkilerin iktisadi sisteme gömülü olması söz konusudur”.

Polanyi’nin ilk itirazı ahlakiydi ve sıkı sıkıya Hıristiyan inançlarına dayanıyordu; insanlar, toprak ve doğa gibi yaşamın organik unsurlarını sıradan mallar olarak görmek ve satmak yanlıştır. Bu kavram, insanlık tarihinde toplumları yöneten “kutsal” düzeni ihlal eder. Polanyi, “[Emeği ve toprağı] piyasa mekanizmasına dahil etmek, toplumun özünü piyasa yasalarına tabi kılmak anlamına gelir,” diyordu. Aynı zamanda, “muhafazakâr sosyalist” olarak nitelendirilebilir; zira sadece dağıtım alanında değil, aynı zamanda toplumun yapısına zarar verdiği için piyasa liberalizmine karşı çıkmıştı. Polanyi, piyasa liberalizminin sosyal ve toplumsal bağları parçaladığını, bireyleri atomize ettiğini ve yabancılaşmış bireylerin ortaya çıkmasına neden olduğunu savunmuştu.

Bu, Polanyi’nin argümanının daha uygulamaya yönelik ikinci seviyesiyle ilgili: Piyasacı liberaller, ekonomiyi toplumdan ayırmak ve tamamen kendi kendini düzenleyen bir piyasa oluşturmak istemiş olabilirler ve bunu başarmak için büyük çaba göstermiş olabilirler ama bu projeler her zaman başarısız olmaya mahkûmdu. Bu öylece gerçekleşemezdi. Kitabın girişinde belirtildiği gibi: “Bizim tezimiz, kendi kendini düzenleyen bir piyasanın katı bir Ütopya olduğudur. Böyle bir kurum, toplumun insani ve doğal özünü korumadan uzun süre var olamazdı; insanı fiziksel olarak zarar görür ve çevresini bir çöl haline getirirdi.”

Polanyi’ye göre, insanlar dizginsiz piyasaların yıkıcı sosyal sonuçlarına karşı her zaman tepki gösterecek ve ekonomiyi bir dereceye kadar kendi maddi, sosyal ve hatta “manevi” isteklerine yeniden tabi kılmak için mücadele edeceklerdir. Bu, onun “çifte hareket” argümanının temelidir: Ekonomiyi toplumdan ayırmaya yönelik girişimler, direnişe yol açtığı için, piyasa toplumları sürekli olarak iki karşıt hareket tarafından şekillendirilir. Piyasanın kapsamını sürekli genişletme hareketi ve bu genişlemeye direnen karşı hareket, özellikle emek ve toprak gibi “hayali” metalar söz konusu olduğunda belirgindir.

Bu, Polanyi’nin kapitalizmin yükselişine dair ortodoks liberal açıklamayı parçalayan eleştirisinin üçüncü seviyesine yönlendirir. Esasında, toplumların doğal düzenini bozmaya yönelik bir girişimi temsil eden piyasa ekonomisinin doğal hiçbir yanı yoktur; bu nedenle, asla kendiliğinden ortaya çıkamaz ve kendi kendini düzenleyemez. Aksine, rekabetçi bir kapitalist ekonomiye olanak tanıyan toplumsal yapı ve insan düşüncesindeki değişiklikleri zorlamak için devlete ihtiyaç vardır. Polanyi, devlet ile piyasa arasındaki ilan edilen ayrılığın bir yanılsama olduğunu söylemişti. Piyasalar ve meta ticareti tüm insan toplumlarının bir parçasıdır, ancak bir “piyasa toplumu” yaratmak için bu metaların daha geniş, tutarlı bir piyasa ilişkileri sistemine tabi olması gerekir. Bu da sadece devletin zorlaması ve düzenlemesiyle gerçekleştirilebilecek bir şeydir.

Laissez-faire’in doğal bir yanı yoktu; serbest piyasalar asla yalnızca kendi akışına bırakıldığında ortaya çıkmazdı. Laissez-faire planlanmıştı… [Bu] devlet tarafından dayatılmıştı,” diye yazıyordu. Polanyi, yalnızca piyasanın mantığına dayalı “daimî, merkezi olarak düzenlenen ve kontrol edilen müdahalelerdeki büyük artışa” değil, aynı zamanda piyasanın yıkıcı ve zarar verici etkilerine maruz kalan aileler, işçiler, çiftçiler ve küçük işletmeler gibi kesimlerin sırtladığı sosyal ve iktisadi maliyetlerin doğal bir tepkisi olan —karşı tepkiye— karşı koymak için devletin müdahalesine olan ihtiyaca da işaret ediyordu.

Başka bir ifadeyle, özel mülkiyetin korunması, egemen sınıfın farklı üyeleri arasındaki ilişkilerin denetlenmesi ve sistemin yeniden üretilmesi için gerekli hizmetlerin sağlanması için devlet yapılarının desteklenmesi, kapitalizmin gelişmesinin siyasi ön koşuluydu. Ancak paradoksal bir şekilde, piyasa liberalizminin işleyebilmesi için duyulan devlet ihtiyacı, aynı zamanda onun kalıcı entelektüel cazibesinin ana nedenidir. Zira tamamen kendi kendini düzenleyen saf piyasaların var olamayacağı gerçeğinden ötürü, çağdaş liberteryenler gibi savunucuları her zaman kapitalizmin başarısızlıklarının özünde “serbest” piyasaların eksikliğinden kaynaklandığını iddia edebilirler.

Oysa Polanyi’nin ideolojik hasımları olan Hayek ve Mises gibi neoliberaller bile kendi kendini düzenleyen piyasanın bir mit olduğunun gayet farkındaydı. Quinn Slobodian’ın ifadesiyle, amaçları “iktisadi” olanı “siyasi” olandan yapay olarak ayırmak için devleti kullanarak “piyasaları özgürleştirmek değil, onları kuşatmak, kapitalizmi demokrasi tehdidine karşı aşılamaktı”. Bu bağlamda, piyasa liberalizmi ekonomik yanı kadar siyasi bir proje olarak da görülebilir: 19. yüzyılın sonlarından itibaren, genel oy hakkının genişletilmesinin bir sonucu olarak kitlelerin siyasi arenaya girmesine yanıt olarak ortaya çıkmıştı, ki bu, dönemin militan liberallerinin çoğunun şiddetle karşı çıktığı bir gelişmeydi.

Bu proje, sadece ulusal ölçekte değil, aslında zorunlu olan ancak kendi kendini düzenlediği iddia edilen piyasa mantığını uluslararası iktisadi ilişkilere yaymayı amaçlayan altın standardının oluşturulması yoluyla uluslararası düzeyde de devam etti. Bu, ulusa devletlerin —ve yurttaşlarının— iktisadi işlerin yönetimindeki rolünü azaltma çabalarının erken bir küreselci girişimdi. Altın standardı ulusal iktisadi politikaları küresel ekonominin esnek olmayan kurallarına etkin bir şekilde tabi kılmıştı. Ancak aynı zamanda iktisadi alanı, oy hakkının yayıldıkça Batı’da artan demokratik baskılardan korurken emeği disipline etmek için de son derece etkili bir araç sağladı.

Ancak altın standardı, toplumlara ağır deflasyonist politikalar biçiminde o kadar büyük maliyetler yükledi ki, sistem tarafından oluşturulan gerilimler sonunda doruğa ulaştı. Öncelikle 1914’te uluslararası düzenin çöküşüne tanık olduk, ardından Büyük Buhran’ın ardından bir kez daha. Bu son hadise, uluslar küresel “kendi kendini düzenleyen” ekonominin zararlı etkilerinden korunmanın çeşitli yollarını —faşizmi kucaklamak da dahil— ararken dünyanın şimdiye kadar tanık olduğu en büyük anti-liberal karşı hareketini tetikledi. Bu bağlamda Polanyi’ye göre İkinci Dünya Savaşı, küresel ekonomiyi piyasa liberalizmi temelinde düzenleme teşebbüsünün doğrudan bir sonucuydu.

Kitap basıldığında savaş hala devam ediyordu, Polanyi yine de iyimserliğini korudu. Önceki yüzyılda dünyayı sarsan derin dönüşümlerin nihai “büyük dönüşüme” —ulusal ekonomilerin yanı sıra küresel ekonominin de demokratik siyasete tabi olması— zemin hazırladığına inanıyordu. Bu sistemi “sosyalizm” olarak adlandırdı, fakat bu terim, ana akım Marksizm’den kayda değer ölçüde farklıydı. Polanyi’nin sosyalizmi sadece daha adil bir toplumun kurulması anlamına gelmiyordu, aynı zamanda “Batı Avrupa’da her zaman Hıristiyan gelenekleriyle ilişkilendirilen, toplumu belirgin bir şekilde insani bir ilişki haline getirme çabasının devamı” idi. Bu bağlamda, demokratik siyasetin uygulanmasının ön koşulu olarak ulus devlet olan “egemenliğin bölgesel karakterini” de vurguladı.

Polanyi’ye göre, devletin daha büyük bir rol oynaması için kesinlikle baskıcı bir biçimde hareket etmesi gerekmez. Tam tersine, insanları piyasanın acımasız mantığından kurtarmanın “sadece birkaç kişi için değil, herkes için özgürlüğe ulaşmanın” —yani insanların sadece hayatta kalmakla kalmayıp yaşamaya başlamaları için özgürlüğün— ön koşulu olduğunu savundu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında benimsenen refah kapitalizmi ve sosyal demokrat sistemler, mükemmel olmasalar da bu yönde atılmış bir adımı temsil ediyorlardı. Emek ve sosyal yaşamın kısmen metalaştırılmasının yanı sıra, toplumları küresel ekonominin baskılarından korurken uluslararası ticareti kolaylaştıran bir uluslararası sistem oluşturdular. Polanyen terimlerle ifade edecek olursak, ekonomi bir dereceye kadar topluma “yeniden gömüldü”.

Ancak, bu durum, kapitalist sınıfın yeni bir karşı hareketini beraberinde getirdi. Seksenli yıllardan itibaren, piyasa liberalizmi doktrini neoliberalizm, hiper-küreselleşme ve ulusal demokrasi kurumlarına yönelik yeni bir saldırı biçimi olarak canlandırıldı, hepsi devletin aktif desteğiyle gerçekleşti. Aynı dönemde, Avrupa’da altın standardının daha radikal bir versiyonu olan avro oluşturuldu. Ulusal ekonomilere bir kez daha deli gömleği giydirildi. Piyasa liberalizminin önceki biçimlerinde olduğu gibi, bu eski-yeni düzen de işçilerin yoksullaşmasına ve endüstriyel kapasite, kamu hizmetleri, kritik altyapılar ve yerel toplulukları mahvetti. Polanyi, bir tepkinin kaçınılmaz olduğunu iddia ederdi ve sahiden de 2010’ların sonlarından itibaren bu tepki geldi ama son on yılın popülist ayaklanmaları da bu düzenin yerine yeni bir düzen getiremedi.

Nihayetinde, bir asır öncesinde olduğu gibi, “uluslararası liberal düzenin” içsel çelişkileri, sistemin bir kez daha çökmesine ve uluslararası gerilimlerin dramatik bir şekilde artmasına neden oluyor. Eğer Polanyi bugün yaşasaydı, muhtemelen kitabını yayınladığı dönemde olduğu kadar iyimser olmazdı. Şu anda kesinlikle bir başka “büyük dönüşümün” içindeyiz ama bu, öngördüğü demokratik, iş birliğine dayalı uluslararası düzenden daha da uzak bir geleceği müjdelemiyor olabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English