Dünya Basını
Rusya’nın Hamas ile ilişkisi ve Moskova’nın hesapları

Çevirmenin notu: Hamas’ın işgal altındaki topraklara Gazze Şeridi’nden başlattığı “Aksa Tufanı” saldırısına dair Rusya’dan itidal çağrılarından daha kapsamlı yorum ve mesajlar gelmedi. Nitekim 22 Şubat 2022’den bu yana Moskova ile Tel Aviv, Ukrayna’ya silah tedariki konusunda yer yer (Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un “Hitler’in Yahudi kökleri de vardı” gafı hatırlanacaktır) didişmeler yaşadı. Bunlar resmi ağızdan dile getirilmese de gerçekti ve şimdi, Gazze Şeridi etrafındaki durum, Rusya’da nasıl reaksiyon gösterileceği konusunda kafa karışıklığı yaratmışa benziyor.
Lavrov’un bu kadar sert konuşmasının gerekçesi, göründüğü kadarıyla Tel Aviv’in İsrailli paralı askerlerin Ukrayna’ya gidişine göz yummasıydı. Nitekim bu anımsatmayı Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova da yaptı.
Rusya ile kurulan ortaklık, İsrail’e S-300 bariyerine takılmadan Suriye topraklarında rahat rahat saldırılar düzenlemesine olanak verirken, Ukrayna konusunda da iyi niyet göstergesi olarak sessiz kalmasını sağladı.
Ve Rusya-İran ilişkilerinin son zamanlardaki gelişimi — İran’ın Kuzey-Güney Ulaştırma Koridoru (NSTC) üzerindeki hakimiyeti nedeniyle Moskova’nın Tahran’a olan ihtiyacının artması — Tel Aviv’in açısından ciddi bir baş ağrısı. Dolayısıyla Tel Aviv, bugünlerde Moskova’nın çıkarlarını ekstradan dikkate almak zorunda.
Rusya’nın her iki ortağı dengelemeye çalışarak Suriye’de İran’ın hakkını yedirirken bugünlerde Tahran’a yaklaşması Tel Aviv’de ciddi korkulara yol açtı. Nihayetinde İsrail, akıllıca davranarak Kiev’e insani yardım ve yüzeysel siyasi destekten başka bir şey vermemeyi seçti.
Kısacası Tel Aviv, Ukrayna’da Moskova’nın kırmızı çizgisini aşmasının, Kremlin’i İran’a Suriye’de İsrail’e vekaleten saldırması için açık yetki vermeye teşvik edebileceğini anladı.
Rusya’nın Hamas ile ilişkisi ve Putin’in küresel hesapları
Anna Borşçevskaya
6 Kasım 2023
Moskova’nın 7 Ekim’deki Hamas saldırısından haberdar olduğuna dair bir kanıt yok ama Putin, Batı’nın dikkatini Ukrayna’daki savaştan uzaklaştırmak da dahil olmak üzere ortaya çıkan kaostan faydalanıyor.
Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği saldırı sonucunda en az 16 Rus vatandaşı hayatını kaybetti ancak Moskova, Hamas’ı doğrudan kınamadı. Kremlin bazı barışçıl siyasi muhaliflerini terörist olarak nitelendirirken Hamas’a bu sıfatı vermedi.
Bunun yerine Devlet Başkanı Vladimir Putin, mevcut Orta Doğu krizinden ABD politikalarını sorumlu tuttu. İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı Nazi Almanya’sının Leningrad’ı kuşatmasına benzetti ki bu Rusya tarihindeki en travmatik hadiselerden biri.
Bu bağlamda Putin, İsrail ve Filistinliler arasında arabuluculuk yapmayı teklif ederken, Rus basınında yer alan haberlere göre Hamas, Putin’in İsrail-Filistin çatışmasına ilişkin tutumunu övdü.
Rusya’nın Hamas ile uzun süredir devam eden ve iyi belgelenmiş bir ilişkisi var.
Yine de Moskova’nın Hamas saldırısına verdiği tepki, Putin’in haziran ayında çok kutuplu bir dünya lehine sona ermekte olan “çirkin neo kolonyal sistem” olduğunu iddia ettiği ABD liderliğindeki liberal dünya düzenini aşındırmaya çalışırken Küresel Güney ile daha açık bir şekilde hizalandığını gösteriyor.
Hamas ile uzun soluklu ilişki
Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği, Orta Doğu’ya katı bir ideolojik mercekle yaklaştı. Sovyet güvenlik teşkilatı KGB, İsrail’in yok edilmesini birincil hedef olarak gören örgütler de dahil olmak üzere bölgedeki Batı karşıtı terörist ve militan grupları finanse etti, eğitti, danışmanlık yaptı ve donattı.
Sovyetler Birliği’nin 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan Ekim 1991’e, yani SSCB’nin varlığının sona ermesinden yaklaşık iki ay öncesine kadar İsrail ile hiçbir diplomatik ilişkisi olmadı.
1990’lar ve 2000’ler boyunca Rus hükümeti daha esnek bir yaklaşım benimsedi. İsrail ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı, kendisini arabulucu olarak tanımladı, Dörtlü’ye katıldı ve Hamas’ın terör eylemlerini kınadı.
Yine de Hamas’ı terör örgütü olarak nitelendirmedi. Şubat 2006’da Putin, Hamas’ın El Fetih’e karşı kazandığı parlamento seçim zaferinin ardından dönemin lideri Halid Meşal’i Moskova’ya davet etti.
Daha sonra Hamas, Moskova’yı desteği için övdü. Meşruiyetin tanınması onlar için önemliydi. Aynı yılın mart ayındaki ziyareti sırasında Meşal, Rus Rossiyskaya Gazeta gazetesine verdiği demeçte “Dünya başkentlerini ziyaret edeceğimiz günün geleceğinin hep farkındaydık,” dedi.
Ağustos 2006’da Kazan’da konuşan dönemin Rusya Dışişleri Bakanı Yevgeniy Primakov’un Hamas’ı insani bir örgüt olarak gördüğünü ancak terör eylemleri gerçekleştiren militan bir kanadı olduğunu da kabul ettiğini söylediği bildirildi. O tarihten bu yana Hamas’tan Rusya’ya başka ziyaretler de gerçekleşti ve 2010 yılında Meşal, dönemin Başbakanı Dimitriy Medvedev ile bir araya geldi.
Rus yetkililer Hamas ile iyi ilişkilere ihtiyaç duymalarının iki nedeni olduğunu belirttiler. Birincisi, Gazze’de az sayıda, belki de birkaç yüz Rusya vatandaşı yaşıyor ve Rusya Dışişleri Bakanlığının himayesindeki Kalinka Rus kültür merkezi çalışıyordu.
Ancak pratikte Rus kültür merkezlerinin istihbarat paravanı olarak hizmet verdiği biliniyor. Filistinli politikacılar ise Moskova’yı ABD’ye karşı bir denge unsuru olarak görüyorlardı.
Suriye’de 2011 yılında patlak veren uzun iç savaş sırasında Hamas, Beşar Esad’a karşı çıksa da Rusya’nın Hamas’a dönük tutumu Suriye rejimini desteklemesine rağmen değişmedi.
Örneğin Kasım 2015’te Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov, Rusya’nın Hamas’ı (ya da Hizbullah’ı) terör örgütü olarak görmediğini yineledi. Hamas liderleri Eylül 2022’de Tataristan’ın başkenti Kazan’a, bu yılın mart ve eylül aylarında da Moskova’ya gittiler.
Rusya Dışişleri Bakanlığı’na göre mart ayındaki toplantıda “Rusya’nın Filistin sorununa adil bir çözüm bulunmasını destekleyen değişmez tutumuna değinildi.” Hamas (ve İranlı) yetkililer, en son 26 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırısının ardından Moskova’daydı.
Malzeme tedariki
Rus yapımı silahlar yıllardır Hamas’ın eline geçiyordu. Mayıs 2021’de Hamas’ın üst düzey lideri Usame Hamdan, Rusya’nın araştırmacı gazetesi Novaya Gazeta’ya mülakat verdi.
“Hamas, İsrail’e saldırmak için kullandığı bu kadar çok sayıda Rus yapımı roketi nereden buldu?” şeklindeki bir soruya cevaben şunları söyledi: “Bence Rus halkı, dünyanın mazlum halklarına kendilerini savunabilecekleri silahlar verdikleri için gurur duymalı. Bu silahlar bölgemize 60’lı ve 70’li yıllarda gönderilmişti.”
Putin’in Rusya’sı ise en azından Hamas’a maddi destek sağladı. Wall Street Journal’ın 13 Ekim tarihli haberine göre, Hamas bağlantılı terör örgütleri Rusya’nın kripto para borsalarını kullanarak Batı yaptırımlarını aşmanın yollarını buldular.
Ukrayna Ulusal Direniş Merkezi, paramiliter grup Vagner mensuplarının Hamas militanlarının “saldırı taktikleri ve araçlara ve diğer hedeflere patlayıcı madde atmak için küçük insansız hava araçlarının kullanımı” konusundaki eğitimlerine katıldıklarını öne sürdü.
Ukrayna Askeri İstihbarat Şefi Kirill Budanov, Rusya’nın son dönemde Hamas’a silah sağladığını söyledi ama bu iddialara ilişkin kanıt sunmadı.
Üst düzey Hamas yetkilisi Ali Bereke, Rusya’nın ana propaganda kanalı RT’de yayımlanan mülakatında Hamas’ın Rusya’dan Kalaşnikof mermisi üretmek için lisans aldığını ve Rusya’nın Hamas’a “sempati duyduğunu” dile getirdi. Ayrıca Hamas’ın saldırısının Rusya’nın askeri akademilerinde öğretileceğini iddia etti.
Moskova’nın küresel hesapları
Moskova’nın 7 Ekim saldırısına karıştığına ya da bunu bilip görmezden geldiğine dair doğrudan bir kanıt yok. Fakat Putin, Batı’nın dikkatini Ukrayna’daki savaştan uzaklaştırmak da dahil, ortaya çıkan kaostan faydalanıyor.
ABD kuvvetlerine karşı siber operasyonlar, dezenformasyon kampanyaları ve Orta Doğu’daki diğer Amerikan karşıtı aktörleri desteklemek için Vagner’in kullanılması da dahil olmak üzere bu durumu daha da kötüleştirme fırsatını kullanması muhtemel.
Son olarak Hamas’ın bir RT muhabirine Gazze Metrosu olarak adlandırılan tünel ağına erişim izni verdiği bildirildi. Bu durum Kremlin’in Arap izleyicilere dönük anlatıyı Rusya’nın devlet hedeflerine uyacak şekilde şekillendirmek için ek fırsatlara sahip olacağını gösteriyor.
Daha önce Putin, Ukrayna’ya gönderilmesi planlanan Batı menşeli silahların karaborsa yoluyla Orta Doğu’ya ulaştığını öne sürmüştü. Putin bunun, İsrail’in Filistinlilere karşı Batı silahlarını kullandığını öne sürerek Arap izleyicilerin algılarını şekillendirmeye —Ukrayna konusunda Rusya’nın yanında, İsrail’e verdiği destek konusunda ise Batı’nın karşısında yer almaya— dönük bir çaba olduğunu ifade etti.
Putin’in Rusya’nın İsrail ile ilişkilerini uzun süre bizzat geliştirdikten ve tüm taraflarla konuşabilen bir Orta Doğu arabulucusu imajını tehlikeye attıktan sonra şimdi Hamas’ın yanında bu kadar açık bir şekilde yer alması bazılarını şaşırtabilir.
Ancak gerçek şu ki Kremlin, dünya meselelerine sıfır toplamlı dar bir prizmadan bakıyor: Rusya’nın kazanması için ABD ve Batı’nın kaybetmesi gerekiyor. Bu küresel bir vizyon, ABD liderliğindeki liberal dünya düzenine bir meydan okuma ve Putin bunu en açık şekilde Ukrayna’yı işgal ederek ortaya koydu; Putin, bu savaşı Batı ile varoluşsal bir savaş olarak görüyor.
Kendisini bir arabulucu olarak gösterme çabası ne olursa olsun, Orta Doğu’daki Amerikan karşıtı güçlere her zaman daha yakın durdu. Bu eğilim, Ukrayna’yı işgal ettikten sonra hızlandı ve daha belirgin hale geldi.
Elbette İsrail ve Hamas arasındaki çatışmanın tırmanması ve diğer ülkelere sıçraması halinde Putin için riskler ve zorluklar var, ancak Putin daha önce de ideal olmayan koşullarda hareket etti. Daha da önemlisi, hesaplarını değiştirecek kadar yüksek bir bedel ödemedi.
İşgalden bir buçuk yıl sonra Rusya küresel tecritten kaçındı. Moskova’nın savaşa ilişkin söylemi Batı dışında da yankı buldu ve yaptırımların etkilerini hafifletme konusunda Batı dışında yollar bulabildi.
Rusya alternatif dünya düzeni vizyonunu hayata geçirmek için Küresel Güney ile yakınlaştıkça, Batı’da Ukrayna’dan kaynaklanan dikkat dağınıklığından, Orta Doğu’da Amerikan karşıtlığının yükselişinden ve Amerikan karşıtı güçlerin güçlenmesinden kendisi için düşük bir maliyetle faydalanmaya çalışacaktır. Başka bir deyişle, doğrudan ya da vekilleri aracılığıyla Batı ile gerilimi tırmandırmaya çalışacaktır.
ABD, Batılı olmayan ortaklarını Rusya’nın dünya düzeni vizyonunun kaybeden bir vizyon olduğuna ikna etmek için daha fazlasını yapmalı ve Putin’in stratejik hesaplarını değiştirecek şekilde Moskova’ya nasıl maliyetler yükleyeceği —Batı ile gerginleşmenin maliyetinin faydalarından daha ağır bastığı— konusunda yaratıcı bir şekilde düşünmeli.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş6 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu4 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Avrupa4 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor