DÜNYA BASINI
Buzgalin’e saygıyla…
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınAleksandr Buzgalin 18 Ekim’de hayatını kaybetti. Rusya’nın yaşayan en iyi marksist iktisatçılarından biri olmasından başka sol çevrelerde etkili bir kalem, kararlı bir komünistti. Son olarak emeritus profesör olduğu Moskova Devlet Üniversitesi (MGU) Felsefe Fakültesi Çağdaş Marksist Araştırmalar Merkezi yöneticisiydi.
1954 doğumlu. 1971’de MGU İktisat Fakültesi’ne girdi. 1979’da ve 1989’da sosyalist planlamayla ilgili doktora ve doçentlik tezlerini verdi. 1991’den beri aynı üniversitede profesör. Ayrıca Moskova Maliye-Hukuk Üniversitesi Sosyo-İktisat Enstitüsü müdürüydü.
Post-Sovyet eleştirel marksizm okulunun en önde gelen ismiydi. Bu okul, adının çağrıştırabileceği Frankfurt okulunun tersine bir pseudo-marksizm değildir.
Hayatı boyunca siyasi mücadelenin içinde oldu. 1980’lerin ortasından itibaren MGU’da tartışma kulübü, bağımsız marksist araştırmalar kulübü örgütledi; sonra karşı-devrimci perestroyka ortamında SBKP Marksist Platformu’nun kuruluşuna katıldı. SBKP MK üyesiydi. 1990’da SBKP 28’inci kongre kürsüsünde şöyle demişti: “… ya halka krizden bizimle birlikte çıkmasının bizsiz çıkmasından daha iyi olduğunu pratikle göstereceğiz, ya da halk komünizmden yüz çevirecek.” 1991’de “Alternativı” dergisini kurdu. Bu derginin Rusya’da sosyal mücadelelere katkısı sınırlı, ama kararlıydı.
“Eleştirel marksizmden” anladığı en temelde şuydu: SSCB’nin sosyalizm yolunda ilerlemesi kaçınılmaz, ancak gene de zamansızdı. Geçişin düzgün tamamlanabilmesi için daha uzun bir NEP gerekti, ancak o da mümkün değildi. Bu durum “kişi kültü” döneminde sosyalizmde ciddi deformasyonlara neden oldu; bunlar da sosyalist sistemin yıkılmasına yol açtı. Buzgalin bununla birlikte Hruşçov benzeri bir anti-stalinist değildi. Aşağıdaki yazıda da göreceğiniz gibi 1930’ların ve 1940’ların kahraman kuşağını büyük bir saygıyla anar, ancak Stalin dönemi şiddet ve temizliği çok sert ifadelerle eleştirir.
Buzgalin bu sosyalizmi “mutant sosyalizm” diye anıyordu. Bu yüzden troçkizmle “suçlandığı” çok olmuştur. (Rusya’da troçkizm başka yerlerde olabileceğinden çok daha marjinal görülür ve gerçekten solun neredeyse her kesimi tarafından suçlama konusu sayılır.) Oysa Buzgalin, Troçki’yi reddetmiyor olsa bile troçkist de değildi.
Ne yazık ki batı ülkelerinde pek az tanınır, dolayısıyla sadece batıyı değil onun dışındaki her yeri de çoğunlukla batıdan öğrenen Türkiye’de de öyle. Sanırım Buzgalin’den söz eden tek kişi bendim; ilkin kitapta (“Rusya…”) yapmıştım bunu, sonra iki yazımda daha adını andım. Ne yazık ki, epeydir planlamama rağmen, hayattayken kısa da olsa bir görüşme yapma imkânı bulamadım.
Aşağıdaki yazı, 2021’de “Alternativı” dergisinde yayınlandı. Özellikle seçtim bunu, zira konu birçok açıdan karakteristik. Öncelikle, Buzgalin’in bu döneme ve sosyalizme bakışını yansıtıyor. İkincisi, Çin’e bakışını. Üçüncüsü, bu makalede ele aldığı NEP dönemi (karma ekonomi) bugün küresel anlamda son derece kritik bir önem taşıyor. Bu konular hakkında yazmaya devam edeceğim.
Umarım bu Harici için uzun, Buzgalin’i tanıtmak için çok kısa makale, okurda hiç değilse onunla ilgili bir fikir doğurur.
Çeviride Türkçeye çevrilmemiş kitap referansları iki cümleyi çıkardım. Son paragrafta seçimlerden söz ediyor; hatırlayalım: makalenin yayınlandığı yıl, Rusya’da seçim yılıydı. Buzgalin’in çağrısı da bu bağlamda anlam kazanıyordu: Rusya’da pazarın devlet kontrolü altında tutulduğu bir NEP gerek.
NEP, Rusya aydınının devr-i saadetidir. Siyasi, kültürel, iktisadi, her açıdan böyle sayılır. Rusya’ya yeni bir NEP gerektiği düşüncesi yeni değildir; ancak Buzgalin’in bunu Ukrayna çatışmasının arifesinde tekrar hatırlatmış olması, bilimsel sezgisiyle ilişkilendirilebilir.
* * *
Geleceği hatırlamak: Yeni Ekonomi Politikası’nın mitleri ve dersleri
Aleksandr Buzgalin
Birinci Kısım: tarihi retrospektif
Yüzüncü yıl kutlamaları dönemine giriyoruz: GOELRO [Rusya’nın Elektrifikasyonu Devlet Komisyonu], NEP, büyük projeler, sanatta yeni akımlar, dâhice şiirler ve filmler. Sovyet Rusya’nın, 1922 aralığından itibaren de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin büyük başarılarının yüzüncü yılı dönemi.
Daha çok tartışacağız SSCB’yi…
Zorlu tartışmalar dönemine giriyoruz — zira SSCB dev bir ülkenin geleceğe doğru çelişkili (çelişkiler olmadan ne doğar ki zaten?) hareketinin tecrübesi. Bir ülkenin ve bir dünyanın, pazar rekabetinin ve para fetişizminin “diğer tarafındaki” dünyanın; eğitim ve sağlığa erişimin, iş güvencesinden ve yarınına güvenin günlük yaşamın parçası olduğu bir dünya. Ama bununla birlikte insanların katı ideolojik standartlara boyun eğdiği, kuyruklarda beklediği bir dünya… insanlığa bilimde, sanatta, teknolojilerde, eğitimde zaferler denizi hediye etmiş ve… 1990’da tarih arenasından çekilmiş bir dünya. Şimdilik çekilmiş.
O, bizim SSCB’miz, Lenin ve Stalin, Brejnev ve Gorbaçov dönemlerinde çok farklıydı. Komsomolcular ve gönüllüler için, sadece şarkılarda değil pratikte de güneşi bazen daha şafaktan önce görenler, mutluluğu böyle bulanlar için farklı, ve kuyruğa girmeden Jiguli (buydu SSCB’de otomobil) alma imkânı olmadığı için ıstırap çekenler için daha farklı bir ülke. Ülkemizin derslerini tartıştık ve tartışacağız. Bu tartışmaya da öncelikle yüz yıl önce başlayan Yeni Ekonomi Politikası döneminden başlayacağız.
Nedeni basit: biz, ataerkillikten, feodalizmden, kapitalizmden ve bürokrasinin keyfiyetinden tek bir darbeyle değilse de tedricen çıkan yeni bir toplumun inşasına tam o zaman, İç Savaş’tan zaferle çıkmışken başladık. Ve çünkü bugün, yüz yıl sonra, 2021 Rusya’sında önümüzde tam da bu ödevler var: sermayenin ve bürokrasinin her şeyi örten iktidarının üstesinden gelme, “iyi çara” duyulan hayali inançtan ve klerikalizmden kurtulma görevi… işte böylesine önemli bizim için NEP tecrübesi. …
Şimdi, elden geldiğince kısaca, 1920’lerin SSCB’siyle ilgili başlıca mitler.
NEP: mitoloji
Birincisi ve en önemlisi: bu, sosyal bir yaratıcılığı, kütlesel, on milyonlarca insanı içine katan bir coşkuyu doğuran ülkeydi. İşçi, köylü, öğretmen… bunlar ülkenin kahramanı olmakta ve yüzlerce yılda yapılamayacakmış gibi gelen şeyleri yapmaya koyulmaktaydı. Proletkült yayılmaya başlamıştı; milyonlarca insan şiir, tiyatro, müzik yazmayı ve anlamayı öğreniyordu. Onların, işçilerin şiirleri bazen böğürtü kabilinden ilkel şeylerdi, ama Proletkült kulüplerinde, bu hareketin liderlerinin siyasetindeki çelişkilere rağmen yaratıcı konumuna yükseliyor, sanatsal bir birlikte-yaratıcılığın özneleri haline geliyorlardı. Hayır, dâhice şiirlerin değil, ama yeni, dâhice sosyal ilişkilerin, kültüre ortak katılımın özneleri. Ve spora da. Uçakların inşasına. Kuzey deniz yolunun keşfine. Köylerde ve mezralarda çocukların ve kadınların sadece okuma yazmayı değil artık köle olmadığımız yeni bir varoluşu öğrenmelerine de. Ve bir de Birinci Dünya Savaşı’nın ve İç Savaş’ın yıkıp geçtiği ülkede üniversitelerin, bilimsel araştırma enstitülerinin, binlerce farklı türden sanat derneğinin ve akla gelecek her anlayışta çevrelerin açılışı. En önemlisi de komünleri, kooperatifleri ve… özel girişimleri kurma hürriyeti.
İkincisi: Kendine has bir siyasi atmosfer. Önder kültü yoktu, önder de yoktu henüz. Rıkov, Cerjinskiy, Kirov, Stalin, Buharin, Troçki vardılar… Parti içi mücadele elbisesi giymiş gerçek, sosyalist bir çokpartililik vardı. Net, tutarlı, katı, ama amansızlığı hiç de anlamsız olmayan bir çizgi vardı: NEP Rusya’sından Sosyalist Rusya doğacak. Sonra da, komünist Rusya. Yeri gelmişken, komünizm değil “orta zenginler ülkesi” kurmakta olan günümüz Çin’iyle nitel bir farktır bu. Tekrar ediyorum, sert bir sistemdi bu: siyasi iktidara karşı burjuva muhalefetine izin verilmiyordu. Gazetelerde ve sinemalarda liberal fikirler yayılmıyordu. Antisosyalist filozoflar da esasen sürülmüştü ülkeden (ama nasıl: alternatifini teklif ederek — bölgelerde çalışsınlar yahut ülke dışına gitsinler, üstelik hiç de az olmayan yolluklar alıp, üstelik bu sefil ülkeden! ve sonra, üstelik SSCB’de yazılmış Sovyet karşıtı ama zekice kitaplarını Avrupa’da yayınlayıp üstüne telif de kazansınlar).
Üçüncüsü: NEP dünyaya yeni bir gelişme istikameti önermişti: o sırada hiçbir yerde a priori olarak mevcut bulunmayan iktisat, siyaset, kültür teorisi ve pratiği. Sadece bilimsel-teknolojik ve iktisadi değil, ama, belki de en önemlisi, kültürel ve eğitsel muazzam atılımların görevlerini yerine getiren uzun dönemli planlama. İki sektörün rekabetiyle bir karma ekonominin kuruluşunun teori ve pratiği: hangisi daha efektif? Bürokrasiye karşı koymak için hesap, kontrol, özyönetimin geliştirilmesi inisiyatiflerinden oluşan bir sistem, herkese açık kamusal birlikler ve hareketleri (bugün “sivil toplum” dedikleri şeyi) yaratmaya yönelik sayısız pratik.
NEP: çelişkiler
Hayır, NEP’i idealize etmiyorum. Karanlık bir tarafı da vardı. “Dükkâncının suratı” orada peyda olmuştu. Stalinciliğin temelleri o zaman atılmıştı. Dahası, dürüst olalım: NEP kendisinden beklenen itkiyi de tutarlı bir şekilde harekete geçirememişti: özel sermayeye karşı iktisadi, dükkâncıya karşı kültürel (Aleksey Tolstoy’un “Engerek” hikâyesini hatırlayın), muhalefete karşı demokratik bir zafer kazanmak arzusu. Rusya İmparatorluğu’nun teknik ve kültürel geri kalmışlığı, iki savaşın birbirini katlayarak ürettiği sonuçlar kapitalizme iktisadi olarak açıkça üstün gelecek bir toplumun kurulmasına imkân vermemişti. Geçmişin hayaletleri, bürokratizm, iktidar hırsı, ataerkillik, Sovyet sistemini eciş bücüş etmişti.
Ancak bu son derece elverişsiz şartlar altında yapılması başarılan şeyler bile sosyalizmle uyandırılmış sosyal enerjinin muazzam potansiyelini göstermişti. Ve içeriden ve dışarıdan yabancılaştırıcı güçlerin (bürokrasinin, sermayenin, ataerkilliğin, dükkâncılığın) baskısına rağmen dünya tarihine kızıl bir çizgi çeken yeni insan, Sovyet insanı, bunun göstergesidir.
Günümüz şartlarında dikkate almaya değmez mi bu dersleri?
Tekrar şunu söylemenin vakti değil mi: yarın sosyalist Rusya olması için bugün NEP Rusya’sı gerek.
İkinci kısım
Derler ki: kimse tarihten ders çıkarmaz. İnanmayın. Geçmişin tecrübesi haysiyetli ve eleştirel bir şekilde incelendiğinde çok şey öğretebilir. Öğretmiyorsa eğer, birileri tembel olduğundan veya bu derslerin anlamını anlamıyor olduğundan öğretmiyor değildir; şundandır ki, iktidarı ellerinde tutanlar insanların neye ihtiyacı olduğunu bildikleri halde kendi menfaatleri için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar. Bu, durgunluğa giden yol olsa bile. Çıkmaza giden yol olsa bile. Mantık basit: benim ömrümde yeter. Hatta daha da sinik: ben Rusya olmadan da görürüm işimi. Offshoreları kimse kapatmadı ya daha…
Bu bir peri masalı. Masalsı gerçek ise ülkemizde hayata geçirilmesine 100 yıl önce başlanmış olan Yeni Ekonomi Politikası hakkında. Ve bu sadece bir siyaset değil, aynı zamanda teknolojik, iktisadi ve kültürel kalkınmanın önünü açan stratejik bir program, iki savaşın (Birinci Dünya Savaşı ve İç Savaş), açlığın ve bugünkü kovidden kat kat daha fazla can alan korkunç İspanyol gribi epidemisinin paramparça ettiği bir ülkede hazırlandı ve hayata geçirildi.
NEP’in ana bileşenlerini her okul çocuğu bilirdi bir zamanlar. Bugün, gençlerin neredeyse üçte birinin çarın tahtından bolşevikler tarafından mahrum bırakıldığını sandığı ülkede her şeyi sırasıyla açıklamak gerek.
NEP: gerçek olan bir ütopya
Çıkış noktası: İç Savaş ve daha önce hepsi birbiriyle savaşan yabancı güçlerin müdahalesi bitmiş değil. Başlıca buğday üreticisi bölgelerde görülmemiş bir kuraklık. Sözünü ettiğim İspanyol gribinden başka tifüs… Ne yapmalı? Hayatta kalabilecek miyiz?
Bolşeviklerin cevabı fantastik görünüyordu: milli bir elektrifikasyon programı temelinde nitelik anlamında yeni bir teknolojik temel oluşturmak. Daha önce hiçbir yerde görülmemiş, kamu ve özel sektörü, plan ve pazarı, sermaye ve kooperatifi birleştiren bir sosyo-iktisadi ilişkiler sistemi oluşturmak. Bu, ikincisi. Gene nitel olarak yeni, Sovyet iktidarı temelinde bir siyasi sistemi geliştirmek ve yarı cahil köylü ülkesinde sosyalist ideolojiyi şekillendirmek. Bu, üçüncüsü. Milyonlarca yarı cahil işçi ve köylü kitlesinin eğitim, bilim, kültüre erişimini sağlamak. Bu, dördüncüsü. Karşımızda sırıtan sermaye dünyasına karşı savaşta, her an başlayabilecek savaşta zafer kazanmak. Bu da beşincisi.
Ütopya mı? Gerçekleşemeyecek bir şey mi? Aptalca mı?
Neye yaslanacaksın?
Cevap bulundu: çoğunluğun maddi refahını katlayacak kesin bilimsel hesaplamaya ve öncünün kahramanca coşkusuna (bundan bahsediyordu Mayakovski: Biliyorum, bir şehir olacak / Biliyorum, bir çiçek bahçesi / Böyle insanlar olduğunda Sovyet ülkesinde.)
Ama şimdi sırasıyla gidelim, kısa da olsa.
NEP: bir kez daha temel nitelikler
Bilimsel hesaplama. Bu, geri kalmış bir ülkede sosyalizmin inşasının teorik iktisadi-siyasi doktrini aynı zamanda. Ve bilimsel olarak temellendirilmiş GOELRO planı. Ve harap ülkede onlarca öncü bilimsel araştırma merkezinin kurulması — yağ bağlamış çar sarayında para yetmeyen bir iş. Ve yeni bir savunma doktrininin oluşturulması: düzenli profesyonel ordunun milis sistemiyle birleştirilmesi. Ve daha çok, pek çok şey.
Yeni bir sosyal-iktisadi organizasyon modeli. Karmaşık, dünyada ilk defa hayata geçirilen, iktisadi ilişkilerin temel biçimi olarak pazarı bilimsel ve teknolojik bir gelişmeye yönelik uzun vadeli, indikatif planlardan oluşan (“kontrol sayıları”) hedef planla ve dolaylı düzenleyiciler sistemiyle (vergi, kredi, vb.) birleştiren bir model. Bundan başka iktidar partisinin ve halk teftiş organlarının (TsKK-RKİ: parti ve işçi kontrolü birleşik organı) kontrolü altında bulunan kendine yeterli devlet tröstleri. Ve bütün bunlar köyde ve keza şehirdeki birçok alanda da (ticaret, hafif sanayi, vb.) özel sermayenin hâkimiyeti altında. Ama bundan ibaret de değil: NEP’in ön önemli bileşeni, şehirde ve köyde gönüllü kooperatifler, emekçileri yönetime dâhil etmenin çeşitli biçimlerinin devamlı araştırılması, uyduruk olmayan, gerçek bir coşku. Ve bütün bunlar sermayenin, bürokrasinin, dükkâncılığın genişlemesiyle amansız bir çelişki içinde.
Yeni eğitsel, bilimsel ve kültürel siyaset modeli, bir kültür devrimidir. Milyonlarca insan saban başından kalkıp sadece ilköğretim okullarına değil kulüplere de gidiyorlar. Şiir yazıyorlar, temsiller yapıyorlar. Şarkı söylüyorlar (her yerde). Aşkın esrarını tartışıyorlar… Evet, işçiler kötü şiirler yazıyorlardı, Proletkült temsilleri de esasen ilkeldi (Meyerhold da bir anlamda Proletkült’tür). Ama sanat alanında yeni ortak yaratıcılık ilişkileri insanların şaşkın gözleri önünde doğuyordu.
Ve bütün bunlar, tekrarlıyorum gene, en derin ve açıktan çelişkiler içinde oluyordu. Ataerkillik, dükkâncılık, bürokratizm, özel sermayenin saldırganlığı, İç Savaş meydanlarından yeni çıkmış parti ve Sovyet yöneticilerinin (bunların bir kısmı da yarı cahildi) keyfi yöntemlerinin yarattığı atalet. Bir yandan bunlar. Ayık bir hesaba, maddi menfaatlere (devlet sektöründe bile özyeterlilik!), kendilerini yeni bir toplumun yaratılmasına adamış ve kendilerinin nimetlere erişimin (partmaksimum [parti üyesinin alabileceği en yüksek aylık ücret]) sınırlarını da kendileri belirleyen liderlerin yeteneğine dayanan kitlelerin coşku ve kahramanlığı. Ve bu, sonuçlarını verdi: neredeyse dünyadaki en yüksek iktisadi büyüme hızı, başarıyla hayata geçirilen bir kültür devrimi, uluslararası tecritten çıkış…
Bu, bugün de öğrenilebilir. 2020 şartları yüz yıl öncesinden çok daha uygun görünüyor. Aslında teknolojik gelişme seviyesi ve iktisadi potansiyel daha yüksek. Dış dünyanın saldırganlığı, bugünkü Rusya Federasyonu’nun bütün problemlerine rağmen daha az. Toplum karşılaştırılamayacak kadar daha eğitimli. NEP tecrübesini hayata geçirmek için ne eksik? Evet, çağdaş tarihten muazzam bir örnek de var: Çin’i dünyanın en büyük ikinci gücü (bazı parametrelere göre de birinci) haline getiren son 40 yılın uygulamaları. Üstelik Den Syaopin NEP’i yaratanların, Lenin’in de, Buharin’in de eserlerini özel olarak ve dikkatle incelemiş ve pek çok şeyi o Sovyet modelinden almıştı. Peki nedir yetmeyen?
NEP: meşum bir son mu?
Bu sorunun cevabını aramak için bekleyeceğiz. NEP’in başladıktan sonra birkaç yıl içinde tamamlandığını, “stalinci” beş-yıllık planlar dönemine geçildiğini hatırlayalım. Sert bir planlamayla, esas itibariyle cebri kolektivizasyon, dayatılan bir endüstrializasyon, zor yöntemlerini geniş şekilde uygulayan merkezi bürokratik bir siyasi-ideolojik sistemin oluşmasıyla bitti.
NEP tepetaklak oldu. Üstelik epey hızla. Neden?
Bugün en yaygın cevap savaş tehdidi ve ne pahasına olursa olsun hızlı bir modernleşme zarureti olduğu şeklindedir. Bunun bir mantığı var: insanlık tarihinin en korkunç savaşı NEP’in sona ermesinden 13 yıl sonra başladı gerçekten de, ve fiilen bütün Avrupa’yı ve daha da fazlasını dize getirmiş olan faşizmle mücadelenin en büyük yükü Sovyetler Birliği’nin omuzlarındaydı.
Ama başka bir gerçek daha var. NEP’ten çıkıp da teknolojik, sosyal-iktisadi ve kültürel atılım istikametlerinde çabaların konsantrasyonunu temin edecek bir ilişkiler sistemine geçilmesi gerçekten de zaruriydi. Ve bu zarureti ülkenin yöneticilerinin çoğu da görüyordu. NEP Rusya’sından sosyalist Rusya’ya (SSCB’ye!) yürümek gerekiyordu. Ama bu başka yöntemlerle yapılabilirdi ve yapılmalıydı. Bununla ilgili pek çok ciddi kitap da yazılmıştır. …
Peki NEP neden stalincilikle sona erdi?
Bunun elbette sübjektif nedenleri de vardı; özellikle 1920 sonlarında SSCB liderlerinin özgül niteliği. Ama en önemlisi, bir kez daha, bu değildir. Daha doğrusu kesinlikle bu değildir neden: o zaman ülkemizde kapitalist restorasyon uçurumuyla sosyalist yolda ilerlemek için aşırı kuvvet kullanımı arasındaki bıçak sırtında yürüme şansı kesinlikle asgari seviyedeydi. Asgari bir şans. Sosyalizmin önşartları son derece azdı: sayıca az bir sanayi proletaryası, dar bir sol entelijensiya katmanı, emperyalist güçlerin saldırganlığı… Bin yıllık feodalizmin mirası ise fazlasıyla kuvvetliydi; bu feodalizm Rusya İmparatorluğu’nun son onyıllarında pazar, sermaye ve emperyalist militarizasyonla bir parça seyrelmiş olsa da böyleydi bu: ataerkilliğin, bürokratizmin, şiddetin, otokrasinin mirası. Sosyalizmin zaferi uğruna o şansı, o yüzde birlik şansı hayata geçirebilmek için siyasi eylemlerin dâhice bir netlikte olması şarttı. Leninci muhafızlar bunu başarabilirlerdi. Ama 1920’nin sonuna doğru yitmişti onlar da: İç Savaş cephelerinde ölerek, yaralarından ve bitkinlikten tükenerek, eski ve yeni bürokrasinin siyasi entrikalarında kaybederek…
Ama 1930’ların bütün trajedilerine rağmen birçok şey başarıldı gene de. Güçlü bir ülkenin yaratılması, yeni bir kültürün, yeni insanın, paranın ve şahsi refahın az çok önem taşısa da en önemli şey olmadığı bir insanın yeşertilmesi başarıldı. 1941’e doğru SSCB’de çok sayıda değildi bu tür insanlar. Melek de değillerdi (sağcıların o malum laflarını hatırlamadan geçemeyeceğim: “komünizm iyi bir idealdir ama gerçekleştirmek için insanların melek olması gerek”). Ancak gene de milyonlarcaydılar. Ve faşizmi durduran gönüllüler de onlar oldular. Yeninin kâşifleri oldular, cephe gerisinde on iki saatlik işgününden sonra yeni teknolojilerin yaratıcıları oldular. Sonra da oturup laf üretmediler, uzaya yöneldiler. Ve bunun başlangıcı, devrimdi; devamı da NEP.
1991’de kaybettik. Kaybettik, çünkü, öncelikle, yeni bir dünyayı yaratma enerjisi tükenmişti. Komünistlerin yerine parti ve devlet bürokratları geçmişti. “Mavi şehirleri” kuranların yerine de kıtlıktan yorgun düşmüş, batının süpermarketlerinin hayalini kuran sıradan insanlar. Kalkınmaya yönelik stratejik atılım programlarının yerine “durgunluk”. Kontrol altında ve devlet tarafından düzenlenen pazarın yerine, gölge spekülasyonlar…
Çıkarabileceğimiz veya çıkaramayabileceğimiz dersler
Ve bu noktada, hiçbir zaman olmadığı kadar önemlidir NEP’in başlıca dersi: bir yanda komünizmin filizlerinin, diğer yanda da gerçek ama sosyal olarak kontrol edilen pazar ve sermayenin olduğu açık rekabet.
Yeri gelmişken, NEP’in bu dersini, bugün, 2020’lerin Rusya’sında çıkarmak mümkün değil; komünistler yok, çoğunluk değilse bile nüfusun önemli bir bölümü de niteliksel olarak yeni bir toplumu gerçek anlamda yaratmaya hazır değil. Yeni bir durgunluk dönemi bu. Geç kapitalist, ama feodalizmin de dokunuşunu taşıyan… Ne var ki bugünün yarını da var. Ve yarın, NEP hakkında söylenenler yeni bir mimarinin temeli olabilir.
Bugünse asgari olanla yetinilebilir: bir karma ekonominin başarılı gelişmesinin dersleriyle. Onun temel çekirdeği de teknolojik ve kültürel ilerleme için stratejik programlar olur. Gerçi bunun için bile yurttaşların büyük çoğunluğunun menfaatleri için uzun yıllar boyunca örgütlü, sorumlu, yetkin, kararlı ve tutarlı bir şekilde hareket edecek bir özne gerek.
2021 Rusya’sında var mı bu özne?
Sanırım okurlar bulmalıdır bu sorunun cevabını. Üstelik, pratik bir cevap olmalı bu. Seçim yılında bunu yapmak yeterince kolay…
İlginizi Çekebilir
-
Rusya istihbaratı: Putin’in nükleer uyarısı Batı’da yankı buluyor
-
“Rus casusu” olduğu iddia edilen balina Hvaldimir’in ölüm nedeni belli oldu
-
Çin’in Rusya’daki yatırımları artıyor
-
Japonya’nın yeni Başbakanı Ishiba, Çin, Rusya ve Kuzey Kore karşısında savunmayı güçlendirme sözü verdi
-
Biden, Putin ile görüşme konusunda ihtiyatlı: G20 ve APEC zirvelerinde buluşma ihtimali
-
Lavrov: Ukrayna, ABD ile işbirliği içinde Suriye’de teröristleri eğitiyor
DÜNYA BASINI
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
Yayınlanma
6 saat önce05/10/2024
Yazar
Harici.com.trHasan Nasrallah Filistin’in kurtuluşu yolunda öldü
Ali Abunimah, The Electronic Intifada
28 Eylül 2024
Çeviren: Leman Meral Ünal
İsrail’in geçtiğimiz cuma günü Beyrut’un güney banliyösünde düzenlediği bombalı saldırıda Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürmesi, en azından kısa vadede, Lübnan’da ve bölgede Siyonizm’e karşı direniş cephesini destekleyenler arasında büyük bir şok, umutsuzluk ve moral bozukluğuna yol açacak gibi görünüyor.
Zaten yapılmak istenen de tam olarak buydu.
(Cumartesi günü Hizbullah tarafından da doğrulanan) Nasrallah suikastı, Tel Aviv’in Gazze’deki soykırımına eşdeğer bir barbarlığa dönüşebilecek olan geniş çaplı Lübnan saldırısının ilk aşamalarındaki bir dizi taktiksel başarının ardından geldi.
Bunlar, neredeyse bir yıldır süren soykırımın ardından hazmedilmesi dahi zor düşünceler.
Önce çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, ardından Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin ve şimdi de bizzat örgütün liderinin peş peşe öldürülmesi…
Nasrallah’ın da son konuşmasında itiraf ettiği gibi, örgüt çağrı cihazı saldırılarıyla gerçekten de ağır bir darbe aldı. Ancak daha da kötüsü kapıdaydı. Güvenlik konusunda ciddi ihlallerin olduğu ise ayan beyan ortada.
Nasrallah’ın taktiksel ve stratejik düşünce yeteneği ile direniş ekseninin en önde gelen, en güven veren ve en çıkışsız zamanlarda dahi destekçilerine sonsuz bir ilham ve güven veren bir lider olduğu [tespiti] abartı değil.
İsrail, Washington ve bazı Arap başkentlerinde yaşanan coşku, Nasrallah’ın sayıca çok daha fazla olan destekçilerinin kederiyle aşılacaktır elbette.
Direniş cephesi açısından yaşanan kaybın hem hakiki hem de trajik olduğu konusunda bir şüphe yok, zira sadece İsrail’in güçlü cephaneliğiyle değil, aynı zamanda ABD’nin ve Batı’nın topyekûn kaynak seferberliği ile karşı karşıyalar.
Bir de tabii İsrail’in bu saldırıları arka arkaya gerçekleştirebilme becerisi, pek çok kişinin gözünde Hizbullah’ın destansı kudreti ve operasyonel güvenliğine olan inancı da sarsacaktır.
Yine bu saldırılar Tel Aviv’in Gazze’de bir yıllık askeri başarısızlığı ve Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki İsrail ordusunun Gazze tümenini yok eden askeri saldırısını önleyememesinin ardından Batılı ve Arap destekçileri nezdinde kaybettiği prestijini geri kazanmasına da yardımcı olacaktır.
Her ne kadar Hizbullah tarihi Filistin’in kuzeyindeki İsrail askeri varlıklarını ve yerleşim yerlerini roketlerle vursa da, bölgedeki pek çok kişi direniş ekseninin İsrail’in artan saldırganlığı karşısında neden daha sert ve acımasız bir karşılık vermediğini sorguluyor- üstelik İsrail’in Lübnan’da ve başkent Beyrut’ta sivillere yönelik bombardımanları bu denli yoğunlaşmışken…
İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi öldürmesinin ardından misilleme sözü veren İran’ın neden bu kadar itidalli davrandığı da yine pek çok kişinin aklındaki bir başka soru. İran’ın tepkisizliğinin İsrail’in daha da küstahlaşan şiddetini cesaretlendirdiği yönünde giderek yaygınlık kazanan bir algı var.
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
Gazze’de bir yıldır devam eden ve şimdi İsrail’in Lübnan’a da sıçrattığı soykırım saldırılarının ardından hızla değişen mevcut durumun ve duygu selinin ortasında uzun vadeli bir perspektif koymak zor. Ancak sağlıklı bir analiz için bunu yapmak gerekiyor.
Şunu hatırlamakta fayda var: Neredeyse tüm asimetrik savaşlarda, en güçlü taraf- işgalci ya da sömürgeci- saldırıya geçtiğinde, genellikle hızlı ve çarpıcı bir başarı elde ediyormuş gibi görünür.
Tam da bu yüzden “şok ve dehşet” (1990’larda geliştirilen ve ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde açıkça duyurulan) bir Batı, özellikle de Amerikan askeri doktrininin adıdır.
“Hızlı hakimiyet” olarak da adlandırılan bu doktrin, ezici ve göz alıcı şiddet nümayişiyle karşı tarafı moral olarak çökertmeyi ve felç etmeyi hedefler.
Bu doktrininin planlayıcılarına göre asıl erek, “düşmanın algılarını ve olayları kavrayış yetisini öyle aşırı derecede zorlamaktır ki taktik ve stratejik seviyelerde herhangi bir şekilde direniş gösteremesin.”
Son yıllarda defalarca gördüğümüz, şu anda da tanıklık ettiğimiz işte budur.
Amerika Birleşik Devletleri 11 Eylül saldırılarından yalnızca haftalar sonra Afganistan’a saldırdı ve Usame bin Ladin’i barındırdığı gerekçesiyle Taliban hükümetini hızla devirdi.
Bu hızlı başarının ardından artan Amerikan özgüveni, Washington’u bir sonraki projesine geçmeye teşvik edecekti: Mart 2003’teki Irak işgali.
Saddam Hüseyin çabucak devrildi; Amerikan tanklarının Bağdat’ı kontrol altına almasıyla Başkan George W. Bush o yılın 1 Mayıs’ında meşhur “Görev Tamamlandı” konuşmasını yaptı- ABD hem Afganistan’da hem de Irak’ta direniş karşısında bir yıpratma savaşına girerken bu sözler peşini bırakmayacaktı.
Bu hızlı zaferler, ya da öyle gibi görünen zaferler, o dönemde Amerikan güçlerinin Şam ve Tahran’a ya da belki de Amerika’nın hedef listesindeki diğer “haydut devletlere” doğru ilerleyeceğine dair hakiki korkuların fitilini ateşledi.
“Afganistan Belgeleri” sayesinde artık eminiz ki, Washington’daki savaş çığırtkanları savaşı kaybettiklerini başından beri biliyorlardı ama neredeyse yirmi yıl boyunca Amerikan halkına kazandıkları yalanını söylediler.
Ve Amerika’nın Afganistan’dan çekildiği Ağustos 2021’e gelindiğinde, Kabil Havalimanı’nda yaşanan o onur kırıcı geri çekilme, tıpkı mağlup Amerikalıların Vietnam Saygon’daki ABD büyükelçiliğinin çatısından helikopterlerle tahliye edildiği kaotik sahnelere benziyordu.
İsrail söz konusu olduğunda da bu durum açıkça görülmekte. İsrail 1982’de Lübnan’ı işgal ettiğinde – bu saldırıya “Celile Barış Harekatı” adını vermişti- güçleri hızla kuzeye, Beyrut’a kadar ilerledi ve Siyonist yerleşimci devletin tarihinde ilk kez bir Arap başkentini kuşatarak işgal etti.
İsrail on binlerce Lübnanlı ve Filistinli sivili katletmiş ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nü ise sürgüne zorlamıştı. Ancak Tel Aviv’in gözünde, bu başarı kısa sürede başarısızlığa dönüştü.
Uzun süren işgal sırasında İsrail’e karşı direniş büyüdü, özellikle de İsrail işgali sırasında var olmayan bir örgüt olan Hizbullah’tan.
Hizbullah ve diğer direniş örgütleri, İsrail Mayıs 2000’de işgal altındaki Güney Lübnan’dan yenilgiyle çekilene kadar, yirmi yıl boyunca İsrail işgal güçlerine yıpratıcı bir savaş yaşattı.
İsrail’in Gazze’deki Amerikan destekli soykırımı bağlamında bile, Gazze’nin şu ya da bu bölümünün tamamen kontrol altına alındığına dair süreklileşen iddiaları hızla çöküyor. Gerçek şu ki direniş, Gazze’nin her yerinde savaşmaya devam ediyor.
Şimdiye kadar İsrail ve Amerika’nın kafa kafaya vererek kurduğu, yenilmiş bir Hamas’ın yerini Arap destekli Filistinli işbirlikçi bir başka gücün alacağı “ertesi gün” planlarının hepsi birden çöktü.
Tükenmiş bir İsrail’in Gazze’de devam eden başarısızlığını görmezden gelmek, kim bilir belki de İsrail’i Lübnan’da olağanüstü bir “başarı” aramaya iten faktörlerden biridir.
Dönüm noktası
Bu tokat etkisi yaratan içinde bulunduğumuz an, Batı destekli ırkçı, yerleşimci-sömürgeci Siyonizm’den kurtuluş için verilen uzun bölgesel savaşta bir dönüm noktasıdır. Siyonizm’in bir asırlık yağma ve dehşetine rağmen ne Lübnan ne de Filistin halkı teslim oldu ve şimdi de teslim olacaklarına inanmak için elde hiçbir neden yok.
Aksine, ilk şokun ardından direnişin kararlılığı artacak ve kurtuluş mücadelesinin başından bu yana her aşamasında olduğu gibi çember genişlemeye devam edecektir.
Nasrallah’ın Amerikan bombaları, Amerikan savaş uçakları ve muhtemelen Washington’un başkaca yardımlarıyla öldürülmesi, İsrail’in hayatta kalmak için dayandığı güç olan ABD’nin küresel gücünün aşağı doğru düşüşte olan seyrini değiştirmeyecektir.
Bir de tabii Siyonistlerin suikastı her zaman birincil taktik olarak kullandıklarını da hatırlamak gerek. Ancak onların savaşı yalnızca bireysel liderlere dönük değil, kararlılıkları kolayca söndürülemeyecek olan halkların tümünedir.
Nasrallah, selefi Abbas el Musavi’nin 1992 yılında İsrail tarafından öldürülmesinin ardından Hizbullah liderliğini üstlenmişti ve geçen yıllar boyunca örgütü eşi benzeri görülmemiş bir güce ulaştırdı.
Elbette bu güç tek bir kişinin iradesine değil, davaya derinden bağlı ve – Nasrallah’ın kendisinin de belirtmekten asla geri durmadığı gibi- kurtuluş yolunda büyük fedakarlıklar yapmaya istekli dirençli bir sosyal tabana dayanıyor.
Şayet İsrail ordusu “Hamas bir fikir, Hamas bir partidir” diyerek Hamas’ın yok edilemeyeceğini ima ediyorsa, o halde Hizbullah’ı ne yapacağız?
Belki de en ağır gerçek şu ki, Filistin’i ve bölgeyi Siyonizm’den kurtarma savaşı bölge halkları için Cezayir, Vietnam, Güney Afrika ve Avrupa-Amerikan imparatorluğu tarafından hedef alınan diğer özgürlük savaşlarından daha az acımasız olmayacak.
En nihayetinde işgalciler ve sömürgeciler olarak andıklarımız aynı ülkeler ve bu işgalci egemen sınıfların topraklarını ve haklarını gasp etmeye çalıştıkları insanlara karşı besledikleri soykırım nefreti biraz olsun azalmadı.
Nasrallah’a gelince, o tıpkı kendisinden öncekiler gibi Filistin’i özgürleştirme yolunda canını verdi ve mücadele sürüyor.
DÜNYA BASINI
Vali Nasr: ‘İran’ın füze saldırısı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi’
Yayınlanma
1 gün önce04/10/2024
Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İran’ın İsrail saldırganlığına karşı neden şimdi yanıt verdiğini açıklamaya çalışıyor. Tahran’ı bu saldırıya iten sebepleri ve olası sonuçları değerlendiren makalenin yazarına göre saldırı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi. Tahran’ın hesabının ABD’nin bölgesel savaş istememesine dayandığını savunan yazara göre sonuç, İran’ın düşündüğünden farklı gelişebilir.
***
İran Neyi Kanıtlamaya Çalışıyor?
Tahran’daki liderler, Washington’un bölgesel bir çatışmayı önlemek için İsrail’i dizginleyeceğine inanıyor.
Vali Nasr
1 Ekim’de İran bu yıl ikinci kez İsrail’e doğru 200’e yakın füze fırlattı. Bu seferki saldırıda daha gelişmiş füzeler kullanıldı ve çok az ön uyarı yapıldı. Füzeler büyük bir hasara yol açmadı, ancak İran’ın İsrail’e saldırma iradesini ve yeteneğini ve İsrail’in savunma sistemlerini muhtemelen zarar verici şekillerde delme kapasitesini gösterdi. Bu, Gazze’de bir yıldır süren savaşın yanı sıra Ortadoğu’nun güvenliği ve istikrarı açısından da önemli bir dönüm noktasıdır. Peki, İran’ın liderleri neden şimdi İsrail’le bu kadar cüretkâr bir şekilde karşı karşıya gelmeyi seçti ve İran’ın bundan sonra nasıl hareket etmesi bekleniyor?
Bu son saldırının en yakıcı nedeni misillemeydi. İran, İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesine ve yakın zamanda Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve Devrim Muhafızları’ndan General Abbas Nilforuşan’ı Beyrut’ta öldürmesine karşılık verdiğini iddia etti. Tahran, intikam almanın ötesinde, Lübnan’da Hizbullah’a ciddi zarar veren bir dizi olağanüstü askeri ve istihbarat başarısının ardından İsrail’in agresif tavrına karşı bir caydırıcılık kurmayı da ummuş olabilir.
Ancak intikam almak tehlikeli bir kumardır zira bunu İsrail’in güçlü bir misillemesi ve İsrail ve ABD ile topyekûn çatışmaya doğru maliyetli bir sarmalın izlemesi muhtemel.
İran, Gazze’deki İsrail-Hamas savaşını Orta Doğu için stratejik açıdan yeniden konumlanma olarak gördü. Bu, Filistinlilerin kötü durumunun yeniden öne çıkması anlamına geliyordu ve savaşa verilen bölgesel ve küresel tepki İsrail için hızla diplomatik bir ikilem yarattı. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki ilk saldırısından bu yana Tahran ve direniş ekseni olarak bilinen müttefikleri, İran’ı ABD ile doğrudan karşı karşıya getirebilecek daha büyük bir bölgesel savaştan kaçınırken bu ikilemi derinleştirmeye çalıştılar.
İsrail ise Gazze savaşını genişleterek ve İran ile ABD’yi karşı karşıya getirerek içinde bulunduğu ikilemden çıkmak istiyor. ABD, İran ve Hizbullah’ın saldırılarına karşı İsrail’i desteklemek için Orta Doğu’daki askeri varlığını artırdı. İsrail’in Hizbullah ve İran’la yaşadığı çatışmanın açık bir savaşa dönüşmesi halinde Washington da İsrail’in yanında yer alacaktır.
Tahran, Heniyye’nin Tahran’ın kalbinde öldürülmesinin ve ardından Nasrallah’ın Beyrut’taki kalesinde suikasta uğramasının İran’ı bu tuzağa çekmeyi amaçladığı sonucuna vardı. Heniyye’nin öldürülmesinden bu yana İran’ın ikilemi, İsrail’in ekmeğine yağ sürmeden stratejisini nasıl sürdüreceği oldu. Heniyye’nin öldürülmesine tepki vermemeye karar verdi ama Nasrallah öldürüldüğünde bunu yapamadı.
Hizbullah İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki ve Tahran kendisini Hizbullah’tan geriye kalanları korumak zorunda hissediyor. Ayrıca, Nasrallah Arap dünyasında geniş bir etkiye sahipti ve İran’ın bölgesel nüfuzunu destekleyen vekil ağının hem beyni hem de hayati önemdeki kilit noktasıydı. Onun suikastı İran için büyük bir darbe oldu; buna tepki vermemek, İslam Cumhuriyeti için bir meşruiyet krizi anlamına gelecekti.
İran Meclis Başkanı Kalibaf’tan İsrail’e: Saldırırsanız yok olursunuz
İsrail’in Hizbullah’ı yok etmek için 17 Eylül’de yüzlerce çağrı cihazının patlatılmasıyla başlayıp Nasrallah suikastıyla ve şimdi de kara harekatıyla devam eden cüretkâr saldırısı, İsrail’in üstünlüğü ele geçirme konusunda kendinden emin olduğunu gösterdi. İran bu imajın tartışmasız kalmasına izin veremezdi.
Tahran’ın eylemsizliği, hem Arap dünyasında genellikle İran’a sempati duyan kesimlerden hem de İran içinde, özellikle de ülkenin bölgesel politikalarını destekleyen muhafazakârlar arasında İran hükümetinin yaygın bir şekilde kınanmasına yol açtı. Hizbullah’ı yüzüstü bırakmak ve İsrail’in baskısı karşısında boyun eğmekle ilgili öfkeli suçlamalar şok etkisi yarattı ve İran yönetimi üzerinde harekete geçme baskısı yarattı. Salı günkü füze saldırısı riskli bir hamleydi ancak fevri bir tepki değildi. Tahran’daki daha karmaşık bir hesaplamanın sonucuydu.
İran, İsrail’i vurabilecek hem cürete hem de kabiliyete sahip olduğunu göstermek istedi. Ancak aynı zamanda, resmi ve İran’a sempati duyan medyada ve sosyal medyada da görüldüğü gibi, Orta Doğu’da İsrail’le doğrudan yüzleşmeye hazır tek ülke olduğunu da göstermek istedi. Bu durum Arap sokaklarında övgü toplayabilir ama muhtemelen İsrail’in misillemesine yol açacak ve İran’ın şimdiye kadar kaçınmayı umduğu savaşa neden olacak.
İran’ın Nisan ayında Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına verdiği yanıt -İsrail’e karşı yaklaşık 300 drone ve füze fırlatılması- İsrail’in, Heniyye ve Nasrallah suikastlarıyla gelen daha sonraki tırmanışlarını caydırmadı. Bu son füze saldırısının da İsrail’i kesin olarak caydırması mümkün görünmüyor.
Ancak bu, ABD açısından durumu daha kritik hale getiriyor. İran’ın amacı İsrail’i caydırmak değil, ABD’yi bunu yapmaya zorlamaktır. Bu yalnızca bir hayal ya da umutsuz bir girişim değil. Her ne kadar Batı medyasında Biden yönetiminin İsrail’in karar alma mekanizması üzerinde çok az etkisi olduğu ve Nasrallah’ın suikastından önceden haberdar olmadığı yönünde yaygın bir kanı olsa da son dönemde yaşananlar İran’ın aksini düşünmesine yol açtı.
Nisan ayında Washington, arabulucular aracılığıyla Tahran’a yoğun bir şekilde baskı yaparak İran’ın vereceği tepkiyi ayarlamaya çalıştı ve ardından İsrail’e, İran’ın füze saldırısına misillemede ölçülü olması için baskı yaptı. Washington’ın müdahalesi başarılı oldu. İran füze saldırısını önceden duyurdu, bu da İsrail, ABD ve Arap müttefiklerine gelen drone ve füze dalgasını başarılı bir şekilde önlemek için yeterli zamanı verdi. İsrail Heniyye’yi Tahran’da öldürdüğünde Washington, Tahran’ı Gazze’deki olası ateşkes anlaşmasını bir diplomatik fırsat olarak kullanıp tepki vermemesi için ikna etti.
Tahran o zaman ateşkes görüşmeleri sırasında Hamas’ın elini zayıflatmayacağını ve diplomatik bir başarısızlıktan sorumlu tutulmak istemediğini söylemişti. Bu kez de Tahran, İsrail’i dizginlemesi için Washington’a bakacak ve bölgesel bir yangın tehdidinin ABD’yi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya baskı yapmaya zorlayacağını umacak.
İran, İsrail’in bölgedeki tüm güvenlik sorunlarını Hamas, Hizbullah ve Husileri ezecek ve İran’ın elini kolunu bağlayacak büyük bir savaşla kesin olarak çözmek istediğine inanıyor. Bu, uzun ve ABD’nin katılımını gerektirecek bir savaş.
ABD hükümeti, Ortadoğu’da yeni ve maliyetli bir askeri karışıklıktan kaçınmak istese de şu ana kadar İsrail’in bu stratejiyi kararlı bir şekilde sürdürmesine karşı koymayı başaramadı. Kasım ayındaki başkanlık seçimleri yaklaşırken ve Biden yönetimi zaten topal ördek konumundayken ABD son günlerde İsrail’e boyun eğdi.
Başkan Joe Biden, Nasrallah’ın ölümünün ardından yaptığı açıklamada sivil ölümlerinden ya da birkaç yüksek binayı yerle bir eden saldırı sırasında bir yerleşim bölgesinde 2.000 kiloluk sığınak delici bombaların kullanıldığından hiç bahsetmedi. ABD hükümeti Lübnan’da yaşanan ve 1 milyona yakın insanın yerinden edilmesine yol açan insani krizi de görmezden geldi. Benzer şekilde Washington, İsrail’in zaten insani bir felaketin pençesindeki Yemenlileri derinden etkileyecek olan Hudeyde limanını ve Yemen’in yakıt depolarını bombalamasına da itiraz etmedi.
Tahran’daki yetkililere göre ABD’nin vurdumduymazlığının tek istisnası, Washington’un yakın bir bölgesel savaş ihtimaliyle karşı karşıya kalması. Tahran’ın planı, Biden’ı bu senaryoyla yüzleşmeye zorlayarak Washington’u harekete geçirmek. İran ancak ABD’nin daha büyük bir savaştan kaçınma arzusu ile İsrail’in savaşı göze alma stratejisi arasındaki uçurumdan faydalanarak kendi bölgesini ve çıkarlarını koruyabileceğine inanıyor. Buna, İran’ın yeni cumhurbaşkanı ve dış politika ekibi tarafından açıkça ifade edilen ABD seçimlerinden sonra Batı ile nükleer müzakerelere girme kapısının açık tutulması da dahil.
ABD hükümetinin bölgesel bir savaş istemediği ve hatta bir savaşın içine girmeyi hiç arzu etmediği doğru. Ancak Tahran, İran’ın İsrail’e doğrudan saldırması halinde Washington’un böyle bir savaşı önleme istek ve kabiliyetini muhtemelen abartıyor. İran kısasa kısas bir tırmanışa kilitlendikçe, ABD’nin sempatisi İsrail’den yana olacak ve Washington müdahale ederse, bu müdahale İran’ın İsrail’e karşılık vermesini engellemek için olacaktır ki bu da er ya da geç ABD ile İran arasında bir çatışmaya yol açacaktır.
Nükleer görüşmeler ve İran’a yönelik yaptırımların hafifletilmesi, bu çatışmanın ilk kurbanı olabilir. Aslında, İran ve İsrail arasındaki çatışmalara rağmen görüşmeler bir şekilde devam etse bile İran’ın elde edeceği yaptırımların hafifletmesi kazanımı İsrail ile olan tırmanışa yanıt olarak uygulanacak yeni yaptırımlarla dengelenecektir. İran, ABD müdahalesine güvenerek mevcut duruşunu sürdüremeyecektir.
Ocak 2025’e kadar Orta Doğu güvenliği, hesaplanmış İsrail ve İran tırmanışlarının mengenesinde sıkışıp kalacaktır. Bu güvenliğin korunması, iki aktörden birinin yanlış hesap yapıp yapmamasına bağlı. Ancak ABD’nin tercihi de bir o kadar önemlidir: Washington, gerilimi azaltmak için diplomatik olarak mı müdahil olacak, yoksa İran’ı geri adım atmaya zorlamak için askeri olarak mı devreye girecek?
Washington için de her tırmanışta durumu idare etmeye yönelik mevcut strateji, korkulan savaşı önlemeyecektir. Bunun için, ABD’nin Ortadoğu’yu kasıp kavuran bu çatışmanın nihai sonucunu şekillendirmeye kararlı olması, yalnızca son krizlere tepki vermekten öteye geçmesi gerekmektedir.
DÜNYA BASINI
Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor
Yayınlanma
2 gün önce03/10/2024
Yazar
Harici.com.trUluslararası İlişkiler teorilerinde realist akımın günümüzdeki öne çıkan isimlerinden biri olan, Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Stephen M. Walt’un Foreign Policy’de yayımlanan makalesini sizler için çevirdik.
***
Stephen M. Walt, Foreign Policy
2 Ekim 2024
İsrail’in Orta Doğu’daki ‘Görev Tamamlandı’ Anı
Netanyahu, George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor olabilir.
1 Mayıs 2003’te ABD Başkanı George W. Bush havalı görünümlü bir uçuş kıyafeti giydi, bir S-3 Viking uçağına tırmandı ve uçak gemisi Abraham Lincoln’e indi. “Görev Tamamlandı” yazılı bir pankartın altında durarak Irak’taki büyük muharebe operasyonlarının sona erdiğini duyurdu. “Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerimiz galip geldi,” diye gururla ilan etti, oy oranları tavan yaptı ve savaşı tasarlayan yeni muhafazakarlar cesaretleri ve bilgelikleri için kendilerini kutladılar. Ancak Irak’taki koşullar kısa sürede kötüleşti ve işgal kararı artık evrensel olarak büyük bir stratejik gaf olarak görülüyor.
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve destekçilerinin, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve militan grubun birçok üst düzey liderinin öldürülmesiyle sonuçlanan (ama bitmeyen) İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırısını kutlamalarını izlerken bu olayı hatırladım. Geçtiğimiz yıl boyunca Netanyahu, Hamas’ın yaklaşık bir yıl önce İsrail’e saldırmasıyla başlayan savaşı durmaksızın uzatırken ve genişletirken kendi savunma bakanına, ülke içindeki muhaliflerine, Hamas’ın elindeki İsrailli rehinelerin ailelerine ve Biden yönetimine meydan okudu. Bir zamanlar “startup ülkesi” olarak lanse edilen ülke, “her şeyi havaya uçuran ülke” haline geldi ve Netanyahu, İsrail’in muhaliflerine hiçbirinin onun ulaşamayacağı yerde olmadığını hatırlatmak konusunda gecikmedi. İsrail’in silahlı kuvvetlerinin ve istihbarat servislerinin çeşitli düşmanlarına verdiği zarar göz önüne alındığında (bu süreçte on binlerce sivil öldürüldü), Netanyahu’nun zafer turu atması şaşırtıcı değil. Tıpkı Bush’un yaptığı gibi.
İsrail’in son birkaç hafta içinde gerçekleştirdiği eylemlerin çarpıcı bir taktiksel başarı olduğuna şüphe yok. İsrail istihbaratı üstün sinyal istihbaratından ve Hizbullah’ın örgütsel yapısındaki çatlaklardan, ayrıca üst düzey liderlerinin bazı şaşırtıcı hatalarından faydalanarak Hizbullah’ın iletişim için kullandığı çağrı cihazlarına ve telsizlere bubi tuzağı kurmak için karmaşık ve cüretkar bir planı başarıyla gerçekleştirdi. Gazze’de olduğu gibi İsrail Savunma Kuvvetleri de Nasrallah’ı öldürmek, Lübnan’da büyük hasara yol açmak ve Hizbullah’ın roket ve füze kapasitesini kısmen azaltmak için Sam Amca’nın sağladığı gelişmiş silahları kullandı. İsrail Hava Kuvvetleri bunu Yemen’deki Husileri vurarak takip etti, İsrail kara kuvvetleri şu anda güney Lübnan’a giriyor ve İran şüphesiz son füze saldırıları nedeniyle İsrail’in misillemesiyle karşı karşıya kalacak. Netanyahu ve aşırı sağcı bakanları da savaşı (ve Amerika’nın buna verdiği tepkiyi), “Büyük İsrail” yaratmaya yönelik uzun vadeli kampanyalarının bir parçası olarak işgal altındaki Batı Şeria’da şiddeti ve toprak gasplarını artırmak için kullandılar.
Netanyahu’yu masaya oturmaktan ve bölgesel güç dengesini kalıcı olarak İsrail lehine değiştirmekten alıkoyacak ne var? Taktiksel başarılar stratejik başarıyı garanti etmez, ancak bunlardan yeterince başarabilirseniz stratejik ortamı önemli ve kalıcı şekillerde değiştirebileceğiniz iddia edilebilir. Netanyahu’nun hedeflediği de bu, ancak başarılı olacağından şüphe duymak için iyi nedenler var.
Öncelikle, İsrail’in sözde Direniş Ekseni’ne verdiği zarar, bu ekseni iş yapamaz hale getirmeyecek ya da beyaz bayrak çekmesine neden olmayacak. Hizbullah, Hamas, Husiler ve İran geçmişte güçlü darbeler atlattı ve intikam alma arzuları geçtiğimiz yıl yaşananların ardından daha da artacak. Komik bir şey ama insanların üzerine tonlarca patlayıcı atmak onları kazanmış gibi görünmüyor; intikam almak ya da en azından kendilerine eziyet edenleri durdurmak için can atmalarına neden oluyor. Hizbullah hala İsrail’e roket ve füze atıyor, kuzeydeki evlerinden kaçan yaklaşık 60,000 İsraillinin geri dönmesini imkansız kılıyor ve zaman içinde kendini yeniden yapılandıracak. Suikaste kurban giden liderlerin yerleri şimdiden dolduruluyor, kadrolar yeniden inşa edilip silahlandırılacak ve öğrendiklerine dayanarak yeni taktikler geliştirilecek. İsrail şimdi bunu engellemek için güney Lübnan’a yeniden asker gönderiyor ama daha önce güneye yaptığı saldırılar iyi sonuçlanmamıştı.
İsrail’in kötü muamelesi sorunun temelini oluşturan Filistinlilere gelince, İsrail’in kendilerine yaptıklarına direnmeye devam etmekten başka seçenekleri yok. Eğer İsrail onlara kendi devletleri ya da Büyük İsrail içinde eşit haklar gibi cazip bir alternatif sunsaydı durum farklı olabilirdi ama Netanyahu bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat İsrail ile barış yaptı ve Mısır Sina’yı geri aldı; FKÖ İsrail ile barış yaptı ve daha fazla yasadışı İsrail yerleşimine sahip oldu. İsrail’in bugün Filistinlilere sunduğu tek seçenek sürgün, imha ya da kalıcı apartheid ve hiçbir halk bu kaderleri savaşmadan kabul etmez. Bu nedenle, İsrail’in varlığını kabul eden, yaşayabilir bir devlet elde etme umuduyla onunla işbirliği yapan ve karşılığında hiçbir şey alamayan Filistin Yönetimi’nin Filistin halkı arasında daha az popüler hale gelmesi ve Hamas’a olan desteğin artması şaşırtıcı değildir.
Benzer şekilde, İran’ın Cumhurbaşkanları Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Hasan Ruhani dönemlerinde zaman zaman ABD (ve dolayısıyla İsrail) ile ilişkileri iyileştirme çabaları, İsrail ve ABD’deki destekçileri tarafından kararlılıkla engellendi; en önemlisi de saf bir Donald Trump’ı 2018’de İran’ın nükleer programını ciddi şekilde sınırlayan dönüm noktası niteliğindeki Ortak Kapsamlı Eylem Planı’ndan vazgeçmeye ikna ettiklerinde. Bu tepkiler İran’ın sertlik yanlılarının elini güçlendirdi ve İran’ın yeni cumhurbaşkanı tansiyonu düşürme arzusunu defalarca dile getirmiş olsa da bölgedeki mevcut kriz de aynı etkiyi yaratacak. İran, İsrail’in bölgedeki müttefiklerini zayıflatma ya da ortadan kaldırma çabalarına (Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin temmuz ayında Tahran’da öldürülmesi de dahil olmak üzere) İsrail’e kendi füzelerini ateşleyerek karşılık verdi ki bu İsrail’in misilleme yapmasına yol açacak riskli bir adımdı ancak Tahran hiç şüphesiz kenarda kalıp güvenilirliğini koruyamayacağını hissetti.
Ne yazık ki bu olaylar, İran liderlerinin gizli bir nükleer silah devleti olmanın ötesine geçip İran’ın nükleer cephaneliğini inşa etmeye karar verme ihtimalini artırıyor. Böyle bir karar topyekün bir bölgesel savaşı daha olası hale getirecektir, ancak İsrail onlara nihai caydırıcılığı istemeleri için ek teşvikler vermeye devam ediyor. Eğer bu gerçekleşirse İsrail’in son dönemdeki başarıları son derece basiretsiz görünecektir.
İsrail’in son eylemleri jeopolitik izolasyonunu da artırdı ve sonunda ABD ile olan özel ilişkisini tehlikeye atabilir. İsrail’in 7 Ekim saldırısından sonra haklı olarak sahip olduğu sempati, dünya Gazze ve Lübnan’daki sivil halka uygulanan katliamı izledikçe buharlaştı. Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in Batı Şeria’yı işgalini uluslararası hukukun ihlali olarak ilan etti ve Netanyahu ile Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama emriyle karşı karşıya kalabilir. Suudi Arabistan ve diğer Arap devletleri tarafından tanınması şu anda askıda, küresel güneyin büyük bir kısmı buna karşı çıktı ve Avrupa hükümetleri giderek daha fazla rahatsız oluyor. Netanyahu’nun geçen hafta BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı selamlayan yürüyüş sembolik bir jestti, ancak yine de kendisinin ve İsrail’in birçok kişi tarafından nasıl görüldüğünün bir yansımasıydı.
Netanyahu ve destekçileri, Biden yönetiminden aldıkları açık çek, Netanyahu’nun Kongre’deki konuşmasında ayakta alkışlanması, ABD ordusundan aldıkları aktif destek ve İsrail lobisinin üniversite kampüslerinde ve başka yerlerdeki eleştirileri bastırmadaki başarısı ile rahatlayabilirler. Bunlar da kısa vadeli taktiksel başarılardır ve kolayca tehlikeli bir tepkiyi tetikleyebilirler. Çoğu insan zorbalığa maruz kalmaktan hoşlanmaz ve İsrail’in eylemlerine yönelik meşru eleştirileri susturmayı amaçlayan konuşma kuralları ve diğer kısıtlamaların dayatılması, özellikle de soykırımcı bir şiddet ve etnik temizlik kampanyası yürüten bir ülkeyi korumak için açıkça ve alenen yapıldığında, çok fazla kızgınlık yaratacaktır.
Dahası, İsrail’in eylemleri daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa yol açarsa ve ABD bu savaşa sürüklenirse, Amerikalılar “özel ilişkinin” değerini ciddi şekilde sorgulayabilir. Irak’ta Saddam Hüseyin’i devirmeye yönelik yeni muhafazakar kampanya kısmen İsrail’i daha güvenli hale getirme arzusundan esinlenmişti (bu nedenle Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ve Netanyahu gibi İsrailli liderler Bush yönetiminin savaşı satmasına yardımcı oldu), ancak savaşın tek nedeni bu değildi ve ne İsrail ne de lobi bundan sorumlu tutuldu. Ancak ABD başka bir Orta Doğu savaşında asker ve denizci kaybetmeye başlarsa, bu durum yaygın ve doğru bir şekilde, ABD’den para ve silah alan ve sonra da canı ne isterse onu yapan, sürekli nankör bir müşteri devlet adına Amerikalıları tehlikeye atmak olarak görülecektir. Dahası, Başkan Joe Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın durumu kötü yönetmesi kasım ayında Kamala Harris’in seçilmesine mal olursa, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler İsrail’e refleksif desteğin hala akıllıca bir siyasi duruş olup olmadığını sorgulamaya başlayacaktır. Ve eğer bunlardan herhangi biri gerçekleşirse, İsrail’in ABD’deki destekçilerine karşı bir tepki riski artacaktır. Eğer ABD’de yükselen antisemitizmden endişe ediyorsanız, bu olasılık sizi üniversite kampüslerindeki çoğunlukla zararsız gösterilerden çok daha fazla korkutmalıdır.
Son olarak, bir de İsrail’in kendisi üzerindeki etkisi var. İsrailliler, 7 Ekim’in ardından (aldığı kararlarla İsrail’i Hamas’ın acımasız saldırılarına karşı savunmasız bırakan) Netanyahu’dan kurtulma ve ülkeyi normale döndürme fırsatına sahipti. Ancak bu gerçekleşmedi ve Netanyahu’nun son dönemdeki taktiksel başarıları, politikaları İsrail’in geleceğine dair hararetli bir dini ve mesihçi vizyona dayanan aşırı sağcılarla birlikte onun siyasi konumunu da güçlendiriyor. Son yıllarda ekonomiyi besleyen yüksek teknoloji sektörlerinin merkezinde yer alan ılımlı ve laik İsrailliler, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich gibi adamların yaratmak istediği İsrail’de yaşamaktan kaçınmak için ülkeyi terk etmeye devam edecekler. 500.000’den fazla İsrailli (yani nüfusun yaklaşık yüzde 5’i) halihazırda yurtdışında yaşıyor; anketler bunların yüzde 80 ‘inin geri dönmeyi düşünmediğini gösteriyor; ve göç edenlerin sayısı geçtiğimiz yıl dramatik bir şekilde arttı. Washington Post, İsrail ekonomisinin “ciddi tehlike altında” olduğunu ve bunun da bu eğilimleri güçlendireceğini bildiriyor. Ülkenin en önemli mücevherlerinden biri olan İsrail üniversiteleri, yabancı öğrenci sayısında dramatik bir düşüş olduğunu bildiriyor ki bu hem aşınan imajının bir başka işareti hem de gelecekteki bilimsel ilerlemeye bir darbe. Kısacası, Netanyahu’nun kısa vadeli başarıları ülkenin uzun vadeli geleceğini tehlikeye atan eğilimleri güçlendirdi.
Hayat belirsizdir -özellikle de siyasette- ve gözlemlerimin hiçbiri önceden belirlenmiş değildir. Ancak birkaç hafta önce yazdığım gibi, bazen ilk bakışta çarpıcı bir askeri veya siyasi zafer gibi görünen şeyler, zaman geçtikçe filizlenen daha derin sorunların tohumlarını içerebilir. Başarılı bir lider için zorluk, uzun vadeli faydalar sağlamak üzere geçici avantajları kullanmaktır. Ancak bunu yapmak için ne zaman durulacağını ve ne zaman savaştan çatışmayı çözmeye geçileceğini bilmek gerekir. Ne yazık ki Netanyahu’nun bu becerilere sahip olduğuna ya da bunları edinmeye en ufak bir ilgi duyduğuna dair bir işaret yok.
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
WSJ: ABD’nin İsrail’i dizginleme girişimleri sınırlı sonuç veriyor
Rusya istihbaratı: Putin’in nükleer uyarısı Batı’da yankı buluyor
Reuters: Kushner, Suudi Veliaht Prensi ile ABD-Suudi diplomasisini görüştü
“Rus casusu” olduğu iddia edilen balina Hvaldimir’in ölüm nedeni belli oldu
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Apollo, Intel’e “multi-milyar dolarlık” yatırım teklif edecek
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Statüko için radikal akademisyenler: Butler, Harris’e bağış yaparsa…
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Taylor Swift, Cumhuriyetçileri yabancılaştırmayı göze alamaz
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kuzey Irak sandığa gidiyor: Hasar kontrolü mü, yeniden yapılanma mı?
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in “hedefe yönelik infaz” politikasının tehlikeli tırmanışı ve genişlemesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Yeni nesil saldırılar
-
ORTADOĞU6 gün önce
Hizbullah’ın olası yeni lideri: Haşim Safiyuddin kimdir?