Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Buzgalin’e saygıyla…

Yayınlanma

Aleksandr Buzgalin 18 Ekim’de hayatını kaybetti. Rusya’nın yaşayan en iyi marksist iktisatçılarından biri olmasından başka sol çevrelerde etkili bir kalem, kararlı bir komünistti. Son olarak emeritus profesör olduğu Moskova Devlet Üniversitesi (MGU) Felsefe Fakültesi Çağdaş Marksist Araştırmalar Merkezi yöneticisiydi.

1954 doğumlu. 1971’de MGU İktisat Fakültesi’ne girdi. 1979’da ve 1989’da sosyalist planlamayla ilgili doktora ve doçentlik tezlerini verdi. 1991’den beri aynı üniversitede profesör. Ayrıca Moskova Maliye-Hukuk Üniversitesi Sosyo-İktisat Enstitüsü müdürüydü.

Post-Sovyet eleştirel marksizm okulunun en önde gelen ismiydi. Bu okul, adının çağrıştırabileceği Frankfurt okulunun tersine bir pseudo-marksizm değildir.

Hayatı boyunca siyasi mücadelenin içinde oldu. 1980’lerin ortasından itibaren MGU’da tartışma kulübü, bağımsız marksist araştırmalar kulübü örgütledi; sonra karşı-devrimci perestroyka ortamında SBKP Marksist Platformu’nun kuruluşuna katıldı. SBKP MK üyesiydi. 1990’da SBKP 28’inci kongre kürsüsünde şöyle demişti: “… ya halka krizden bizimle birlikte çıkmasının bizsiz çıkmasından daha iyi olduğunu pratikle göstereceğiz, ya da halk komünizmden yüz çevirecek.” 1991’de “Alternativı” dergisini kurdu. Bu derginin Rusya’da sosyal mücadelelere katkısı sınırlı, ama kararlıydı.

“Eleştirel marksizmden” anladığı en temelde şuydu: SSCB’nin sosyalizm yolunda ilerlemesi kaçınılmaz, ancak gene de zamansızdı. Geçişin düzgün tamamlanabilmesi için daha uzun bir NEP gerekti, ancak o da mümkün değildi. Bu durum “kişi kültü” döneminde sosyalizmde ciddi deformasyonlara neden oldu; bunlar da sosyalist sistemin yıkılmasına yol açtı. Buzgalin bununla birlikte Hruşçov benzeri bir anti-stalinist değildi. Aşağıdaki yazıda da göreceğiniz gibi 1930’ların ve 1940’ların kahraman kuşağını büyük bir saygıyla anar, ancak Stalin dönemi şiddet ve temizliği çok sert ifadelerle eleştirir.

Buzgalin bu sosyalizmi “mutant sosyalizm” diye anıyordu. Bu yüzden troçkizmle “suçlandığı” çok olmuştur. (Rusya’da troçkizm başka yerlerde olabileceğinden çok daha marjinal görülür ve gerçekten solun neredeyse her kesimi tarafından suçlama konusu sayılır.) Oysa Buzgalin, Troçki’yi reddetmiyor olsa bile troçkist de değildi.

Ne yazık ki batı ülkelerinde pek az tanınır, dolayısıyla sadece batıyı değil onun dışındaki her yeri de çoğunlukla batıdan öğrenen Türkiye’de de öyle. Sanırım Buzgalin’den söz eden tek kişi bendim; ilkin kitapta (“Rusya…”) yapmıştım bunu, sonra iki yazımda daha adını andım. Ne yazık ki, epeydir planlamama rağmen, hayattayken kısa da olsa bir görüşme yapma imkânı bulamadım.

Aşağıdaki yazı, 2021’de “Alternativı” dergisinde yayınlandı. Özellikle seçtim bunu, zira konu birçok açıdan karakteristik. Öncelikle, Buzgalin’in bu döneme ve sosyalizme bakışını yansıtıyor. İkincisi, Çin’e bakışını. Üçüncüsü, bu makalede ele aldığı NEP dönemi (karma ekonomi) bugün küresel anlamda son derece kritik bir önem taşıyor. Bu konular hakkında yazmaya devam edeceğim.

Umarım bu Harici için uzun, Buzgalin’i tanıtmak için çok kısa makale, okurda hiç değilse onunla ilgili bir fikir doğurur.

Çeviride Türkçeye çevrilmemiş kitap referansları iki cümleyi çıkardım. Son paragrafta seçimlerden söz ediyor; hatırlayalım: makalenin yayınlandığı yıl, Rusya’da seçim yılıydı. Buzgalin’in çağrısı da bu bağlamda anlam kazanıyordu: Rusya’da pazarın devlet kontrolü altında tutulduğu bir NEP gerek.

NEP, Rusya aydınının devr-i saadetidir. Siyasi, kültürel, iktisadi, her açıdan böyle sayılır. Rusya’ya yeni bir NEP gerektiği düşüncesi yeni değildir; ancak Buzgalin’in bunu Ukrayna çatışmasının arifesinde tekrar hatırlatmış olması, bilimsel sezgisiyle ilişkilendirilebilir.

* * *

 Geleceği hatırlamak: Yeni Ekonomi Politikası’nın mitleri ve dersleri

Aleksandr Buzgalin

Birinci Kısım: tarihi retrospektif

Yüzüncü yıl kutlamaları dönemine giriyoruz: GOELRO [Rusya’nın Elektrifikasyonu Devlet Komisyonu], NEP, büyük projeler, sanatta yeni akımlar, dâhice şiirler ve filmler. Sovyet Rusya’nın, 1922 aralığından itibaren de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin büyük başarılarının yüzüncü yılı dönemi.

Daha çok tartışacağız SSCB’yi…

Zorlu tartışmalar dönemine giriyoruz — zira SSCB dev bir ülkenin geleceğe doğru çelişkili (çelişkiler olmadan ne doğar ki zaten?) hareketinin tecrübesi. Bir ülkenin ve bir dünyanın, pazar rekabetinin ve para fetişizminin “diğer tarafındaki” dünyanın; eğitim ve sağlığa erişimin, iş güvencesinden ve yarınına güvenin günlük yaşamın parçası olduğu bir dünya. Ama bununla birlikte insanların katı ideolojik standartlara boyun eğdiği, kuyruklarda beklediği bir dünya… insanlığa bilimde, sanatta, teknolojilerde, eğitimde zaferler denizi hediye etmiş ve… 1990’da tarih arenasından çekilmiş bir dünya. Şimdilik çekilmiş.

O, bizim SSCB’miz, Lenin ve Stalin, Brejnev ve Gorbaçov dönemlerinde çok farklıydı. Komsomolcular ve gönüllüler için, sadece şarkılarda değil pratikte de güneşi bazen daha şafaktan önce görenler, mutluluğu böyle bulanlar için farklı, ve kuyruğa girmeden Jiguli (buydu SSCB’de otomobil) alma imkânı olmadığı için ıstırap çekenler için daha farklı bir ülke. Ülkemizin derslerini tartıştık ve tartışacağız. Bu tartışmaya da öncelikle yüz yıl önce başlayan Yeni Ekonomi Politikası döneminden başlayacağız.

Nedeni basit: biz, ataerkillikten, feodalizmden, kapitalizmden ve bürokrasinin keyfiyetinden tek bir darbeyle değilse de tedricen çıkan yeni bir toplumun inşasına tam o zaman, İç Savaş’tan zaferle çıkmışken başladık. Ve çünkü bugün, yüz yıl sonra, 2021 Rusya’sında önümüzde tam da bu ödevler var: sermayenin ve bürokrasinin her şeyi örten iktidarının üstesinden gelme, “iyi çara” duyulan hayali inançtan ve klerikalizmden kurtulma görevi… işte böylesine önemli bizim için NEP tecrübesi. …

Şimdi, elden geldiğince kısaca, 1920’lerin SSCB’siyle ilgili başlıca mitler.

NEP: mitoloji

Birincisi ve en önemlisi: bu, sosyal bir yaratıcılığı, kütlesel, on milyonlarca insanı içine katan bir coşkuyu doğuran ülkeydi. İşçi, köylü, öğretmen… bunlar ülkenin kahramanı olmakta ve yüzlerce yılda yapılamayacakmış gibi gelen şeyleri yapmaya koyulmaktaydı. Proletkült yayılmaya başlamıştı; milyonlarca insan şiir, tiyatro, müzik yazmayı ve anlamayı öğreniyordu. Onların, işçilerin şiirleri bazen böğürtü kabilinden ilkel şeylerdi, ama Proletkült kulüplerinde, bu hareketin liderlerinin siyasetindeki çelişkilere rağmen yaratıcı konumuna yükseliyor, sanatsal bir birlikte-yaratıcılığın özneleri haline geliyorlardı. Hayır, dâhice şiirlerin değil, ama yeni, dâhice sosyal ilişkilerin, kültüre ortak katılımın özneleri. Ve spora da. Uçakların inşasına. Kuzey deniz yolunun keşfine. Köylerde ve mezralarda çocukların ve kadınların sadece okuma yazmayı değil artık köle olmadığımız yeni bir varoluşu öğrenmelerine de. Ve bir de Birinci Dünya Savaşı’nın ve İç Savaş’ın yıkıp geçtiği ülkede üniversitelerin, bilimsel araştırma enstitülerinin, binlerce farklı türden sanat derneğinin ve akla gelecek her anlayışta çevrelerin açılışı. En önemlisi de komünleri, kooperatifleri ve… özel girişimleri kurma hürriyeti.

İkincisi: Kendine has bir siyasi atmosfer. Önder kültü yoktu, önder de yoktu henüz. Rıkov, Cerjinskiy, Kirov, Stalin, Buharin, Troçki vardılar… Parti içi mücadele elbisesi giymiş gerçek, sosyalist bir çokpartililik vardı. Net, tutarlı, katı, ama amansızlığı hiç de anlamsız olmayan bir çizgi vardı: NEP Rusya’sından Sosyalist Rusya doğacak. Sonra da, komünist Rusya. Yeri gelmişken, komünizm değil “orta zenginler ülkesi” kurmakta olan günümüz Çin’iyle nitel bir farktır bu. Tekrar ediyorum, sert bir sistemdi bu: siyasi iktidara karşı burjuva muhalefetine izin verilmiyordu. Gazetelerde ve sinemalarda liberal fikirler yayılmıyordu. Antisosyalist filozoflar da esasen sürülmüştü ülkeden (ama nasıl: alternatifini teklif ederek — bölgelerde çalışsınlar yahut ülke dışına gitsinler, üstelik hiç de az olmayan yolluklar alıp, üstelik bu sefil ülkeden! ve sonra, üstelik SSCB’de yazılmış Sovyet karşıtı ama zekice kitaplarını Avrupa’da yayınlayıp üstüne telif de kazansınlar).

Üçüncüsü: NEP dünyaya yeni bir gelişme istikameti önermişti: o sırada hiçbir yerde a priori olarak mevcut bulunmayan iktisat, siyaset, kültür teorisi ve pratiği. Sadece bilimsel-teknolojik ve iktisadi değil, ama, belki de en önemlisi, kültürel ve eğitsel muazzam atılımların görevlerini yerine getiren uzun dönemli planlama. İki sektörün rekabetiyle bir karma ekonominin kuruluşunun teori ve pratiği: hangisi daha efektif? Bürokrasiye karşı koymak için hesap, kontrol, özyönetimin geliştirilmesi inisiyatiflerinden oluşan bir sistem, herkese açık kamusal birlikler ve hareketleri (bugün “sivil toplum” dedikleri şeyi) yaratmaya yönelik sayısız pratik.

NEP: çelişkiler

Hayır, NEP’i idealize etmiyorum. Karanlık bir tarafı da vardı. “Dükkâncının suratı” orada peyda olmuştu. Stalinciliğin temelleri o zaman atılmıştı. Dahası, dürüst olalım: NEP kendisinden beklenen itkiyi de tutarlı bir şekilde harekete geçirememişti: özel sermayeye karşı iktisadi, dükkâncıya karşı kültürel (Aleksey Tolstoy’un “Engerek” hikâyesini hatırlayın), muhalefete karşı demokratik bir zafer kazanmak arzusu. Rusya İmparatorluğu’nun teknik ve kültürel geri kalmışlığı, iki savaşın birbirini katlayarak ürettiği sonuçlar kapitalizme iktisadi olarak açıkça üstün gelecek bir toplumun kurulmasına imkân vermemişti. Geçmişin hayaletleri, bürokratizm, iktidar hırsı, ataerkillik, Sovyet sistemini eciş bücüş etmişti.

Ancak bu son derece elverişsiz şartlar altında yapılması başarılan şeyler bile sosyalizmle uyandırılmış sosyal enerjinin muazzam potansiyelini göstermişti. Ve içeriden ve dışarıdan yabancılaştırıcı güçlerin (bürokrasinin, sermayenin, ataerkilliğin, dükkâncılığın) baskısına rağmen dünya tarihine kızıl bir çizgi çeken yeni insan, Sovyet insanı, bunun göstergesidir.

Günümüz şartlarında dikkate almaya değmez mi bu dersleri?

Tekrar şunu söylemenin vakti değil mi: yarın sosyalist Rusya olması için bugün NEP Rusya’sı gerek.

İkinci kısım

Derler ki: kimse tarihten ders çıkarmaz. İnanmayın. Geçmişin tecrübesi haysiyetli ve eleştirel bir şekilde incelendiğinde çok şey öğretebilir. Öğretmiyorsa eğer, birileri tembel olduğundan veya bu derslerin anlamını anlamıyor olduğundan öğretmiyor değildir; şundandır ki, iktidarı ellerinde tutanlar insanların neye ihtiyacı olduğunu bildikleri halde kendi menfaatleri için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar. Bu, durgunluğa giden yol olsa bile. Çıkmaza giden yol olsa bile. Mantık basit: benim ömrümde yeter. Hatta daha da sinik: ben Rusya olmadan da görürüm işimi. Offshoreları kimse kapatmadı ya daha…

Bu bir peri masalı. Masalsı gerçek ise ülkemizde hayata geçirilmesine 100 yıl önce başlanmış olan Yeni Ekonomi Politikası hakkında. Ve bu sadece bir siyaset değil, aynı zamanda teknolojik, iktisadi ve kültürel kalkınmanın önünü açan stratejik bir program, iki savaşın (Birinci Dünya Savaşı ve İç Savaş), açlığın ve bugünkü kovidden kat kat daha fazla can alan korkunç İspanyol gribi epidemisinin paramparça ettiği bir ülkede hazırlandı ve hayata geçirildi.

NEP’in ana bileşenlerini her okul çocuğu bilirdi bir zamanlar. Bugün, gençlerin neredeyse üçte birinin çarın tahtından bolşevikler tarafından mahrum bırakıldığını sandığı ülkede her şeyi sırasıyla açıklamak gerek.

NEP: gerçek olan bir ütopya

Çıkış noktası: İç Savaş ve daha önce hepsi birbiriyle savaşan yabancı güçlerin müdahalesi bitmiş değil. Başlıca buğday üreticisi bölgelerde görülmemiş bir kuraklık. Sözünü ettiğim İspanyol gribinden başka tifüs… Ne yapmalı? Hayatta kalabilecek miyiz?

Bolşeviklerin cevabı fantastik görünüyordu: milli bir elektrifikasyon programı temelinde nitelik anlamında yeni bir teknolojik temel oluşturmak. Daha önce hiçbir yerde görülmemiş, kamu ve özel sektörü, plan ve pazarı, sermaye ve kooperatifi birleştiren bir sosyo-iktisadi ilişkiler sistemi oluşturmak. Bu, ikincisi. Gene nitel olarak yeni, Sovyet iktidarı temelinde bir siyasi sistemi geliştirmek ve yarı cahil köylü ülkesinde sosyalist ideolojiyi şekillendirmek. Bu, üçüncüsü. Milyonlarca yarı cahil işçi ve köylü kitlesinin eğitim, bilim, kültüre erişimini sağlamak. Bu, dördüncüsü. Karşımızda sırıtan sermaye dünyasına karşı savaşta, her an başlayabilecek savaşta zafer kazanmak. Bu da beşincisi.

Ütopya mı? Gerçekleşemeyecek bir şey mi? Aptalca mı?

Neye yaslanacaksın?

Cevap bulundu: çoğunluğun maddi refahını katlayacak kesin bilimsel hesaplamaya ve öncünün kahramanca coşkusuna (bundan bahsediyordu Mayakovski: Biliyorum, bir şehir olacak / Biliyorum, bir çiçek bahçesi / Böyle insanlar olduğunda Sovyet ülkesinde.)

Ama şimdi sırasıyla gidelim, kısa da olsa.

NEP: bir kez daha temel nitelikler

Bilimsel hesaplama. Bu, geri kalmış bir ülkede sosyalizmin inşasının teorik iktisadi-siyasi doktrini aynı zamanda. Ve bilimsel olarak temellendirilmiş GOELRO planı. Ve harap ülkede onlarca öncü bilimsel araştırma merkezinin kurulması — yağ bağlamış çar sarayında para yetmeyen bir iş. Ve yeni bir savunma doktrininin oluşturulması: düzenli profesyonel ordunun milis sistemiyle birleştirilmesi. Ve daha çok, pek çok şey.

Yeni bir sosyal-iktisadi organizasyon modeli. Karmaşık, dünyada ilk defa hayata geçirilen, iktisadi ilişkilerin temel biçimi olarak pazarı bilimsel ve teknolojik bir gelişmeye yönelik uzun vadeli, indikatif planlardan oluşan (“kontrol sayıları”) hedef planla ve dolaylı düzenleyiciler sistemiyle (vergi, kredi, vb.) birleştiren bir model. Bundan başka iktidar partisinin ve halk teftiş organlarının (TsKK-RKİ: parti ve işçi kontrolü birleşik organı) kontrolü altında bulunan kendine yeterli devlet tröstleri. Ve bütün bunlar köyde ve keza şehirdeki birçok alanda da (ticaret, hafif sanayi, vb.) özel sermayenin hâkimiyeti altında. Ama bundan ibaret de değil: NEP’in ön önemli bileşeni, şehirde ve köyde gönüllü kooperatifler, emekçileri yönetime dâhil etmenin çeşitli biçimlerinin devamlı araştırılması, uyduruk olmayan, gerçek bir coşku. Ve bütün bunlar sermayenin, bürokrasinin, dükkâncılığın genişlemesiyle amansız bir çelişki içinde.

Yeni eğitsel, bilimsel ve kültürel siyaset modeli, bir kültür devrimidir. Milyonlarca insan saban başından kalkıp sadece ilköğretim okullarına değil kulüplere de gidiyorlar. Şiir yazıyorlar, temsiller yapıyorlar. Şarkı söylüyorlar (her yerde). Aşkın esrarını tartışıyorlar… Evet, işçiler kötü şiirler yazıyorlardı, Proletkült temsilleri de esasen ilkeldi (Meyerhold da bir anlamda Proletkült’tür). Ama sanat alanında yeni ortak yaratıcılık ilişkileri insanların şaşkın gözleri önünde doğuyordu.

Ve bütün bunlar, tekrarlıyorum gene, en derin ve açıktan çelişkiler içinde oluyordu. Ataerkillik, dükkâncılık, bürokratizm, özel sermayenin saldırganlığı, İç Savaş meydanlarından yeni çıkmış parti ve Sovyet yöneticilerinin (bunların bir kısmı da yarı cahildi) keyfi yöntemlerinin yarattığı atalet. Bir yandan bunlar. Ayık bir hesaba, maddi menfaatlere (devlet sektöründe bile özyeterlilik!), kendilerini yeni bir toplumun yaratılmasına adamış ve kendilerinin nimetlere erişimin (partmaksimum [parti üyesinin alabileceği en yüksek aylık ücret]) sınırlarını da kendileri belirleyen liderlerin yeteneğine dayanan kitlelerin coşku ve kahramanlığı. Ve bu, sonuçlarını verdi: neredeyse dünyadaki en yüksek iktisadi büyüme hızı, başarıyla hayata geçirilen bir kültür devrimi, uluslararası tecritten çıkış…

Bu, bugün de öğrenilebilir. 2020 şartları yüz yıl öncesinden çok daha uygun görünüyor. Aslında teknolojik gelişme seviyesi ve iktisadi potansiyel daha yüksek. Dış dünyanın saldırganlığı, bugünkü Rusya Federasyonu’nun bütün problemlerine rağmen daha az. Toplum karşılaştırılamayacak kadar daha eğitimli. NEP tecrübesini hayata geçirmek için ne eksik? Evet, çağdaş tarihten muazzam bir örnek de var: Çin’i dünyanın en büyük ikinci gücü (bazı parametrelere göre de birinci) haline getiren son 40 yılın uygulamaları. Üstelik Den Syaopin NEP’i yaratanların, Lenin’in de, Buharin’in de eserlerini özel olarak ve dikkatle incelemiş ve pek çok şeyi o Sovyet modelinden almıştı. Peki nedir yetmeyen?

NEP: meşum bir son mu?

Bu sorunun cevabını aramak için bekleyeceğiz. NEP’in başladıktan sonra birkaç yıl içinde tamamlandığını, “stalinci” beş-yıllık planlar dönemine geçildiğini hatırlayalım. Sert bir planlamayla, esas itibariyle cebri kolektivizasyon, dayatılan bir endüstrializasyon, zor yöntemlerini geniş şekilde uygulayan merkezi bürokratik bir siyasi-ideolojik sistemin oluşmasıyla bitti.

NEP tepetaklak oldu. Üstelik epey hızla. Neden?

Bugün en yaygın cevap savaş tehdidi ve ne pahasına olursa olsun hızlı bir modernleşme zarureti olduğu şeklindedir. Bunun bir mantığı var: insanlık tarihinin en korkunç savaşı NEP’in sona ermesinden 13 yıl sonra başladı gerçekten de, ve fiilen bütün Avrupa’yı ve daha da fazlasını dize getirmiş olan faşizmle mücadelenin en büyük yükü Sovyetler Birliği’nin omuzlarındaydı.

Ama başka bir gerçek daha var. NEP’ten çıkıp da teknolojik, sosyal-iktisadi ve kültürel atılım istikametlerinde çabaların konsantrasyonunu temin edecek bir ilişkiler sistemine geçilmesi gerçekten de zaruriydi. Ve bu zarureti ülkenin yöneticilerinin çoğu da görüyordu. NEP Rusya’sından sosyalist Rusya’ya (SSCB’ye!) yürümek gerekiyordu. Ama bu başka yöntemlerle yapılabilirdi ve yapılmalıydı. Bununla ilgili pek çok ciddi kitap da yazılmıştır. …

Peki NEP neden stalincilikle sona erdi?

Bunun elbette sübjektif nedenleri de vardı; özellikle 1920 sonlarında SSCB liderlerinin özgül niteliği. Ama en önemlisi, bir kez daha, bu değildir. Daha doğrusu kesinlikle bu değildir neden: o zaman ülkemizde kapitalist restorasyon uçurumuyla sosyalist yolda ilerlemek için aşırı kuvvet kullanımı arasındaki bıçak sırtında yürüme şansı kesinlikle asgari seviyedeydi. Asgari bir şans. Sosyalizmin önşartları son derece azdı: sayıca az bir sanayi proletaryası, dar bir sol entelijensiya katmanı, emperyalist güçlerin saldırganlığı… Bin yıllık feodalizmin mirası ise fazlasıyla kuvvetliydi; bu feodalizm Rusya İmparatorluğu’nun son onyıllarında pazar, sermaye ve emperyalist militarizasyonla bir parça seyrelmiş olsa da böyleydi bu: ataerkilliğin, bürokratizmin, şiddetin, otokrasinin mirası. Sosyalizmin zaferi uğruna o şansı, o yüzde birlik şansı hayata geçirebilmek için siyasi eylemlerin dâhice bir netlikte olması şarttı. Leninci muhafızlar bunu başarabilirlerdi. Ama 1920’nin sonuna doğru yitmişti onlar da: İç Savaş cephelerinde ölerek, yaralarından ve bitkinlikten tükenerek, eski ve yeni bürokrasinin siyasi entrikalarında kaybederek…

Ama 1930’ların bütün trajedilerine rağmen birçok şey başarıldı gene de. Güçlü bir ülkenin yaratılması, yeni bir kültürün, yeni insanın, paranın ve şahsi refahın az çok önem taşısa da en önemli şey olmadığı bir insanın yeşertilmesi başarıldı. 1941’e doğru SSCB’de çok sayıda değildi bu tür insanlar. Melek de değillerdi (sağcıların o malum laflarını hatırlamadan geçemeyeceğim: “komünizm iyi bir idealdir ama gerçekleştirmek için insanların melek olması gerek”). Ancak gene de milyonlarcaydılar. Ve faşizmi durduran gönüllüler de onlar oldular. Yeninin kâşifleri oldular, cephe gerisinde on iki saatlik işgününden sonra yeni teknolojilerin yaratıcıları oldular. Sonra da oturup laf üretmediler, uzaya yöneldiler. Ve bunun başlangıcı, devrimdi; devamı da NEP.

1991’de kaybettik. Kaybettik, çünkü, öncelikle, yeni bir dünyayı yaratma enerjisi tükenmişti. Komünistlerin yerine parti ve devlet bürokratları geçmişti. “Mavi şehirleri” kuranların yerine de kıtlıktan yorgun düşmüş, batının süpermarketlerinin hayalini kuran sıradan insanlar. Kalkınmaya yönelik stratejik atılım programlarının yerine “durgunluk”. Kontrol altında ve devlet tarafından düzenlenen pazarın yerine, gölge spekülasyonlar…

Çıkarabileceğimiz veya çıkaramayabileceğimiz dersler

Ve bu noktada, hiçbir zaman olmadığı kadar önemlidir NEP’in başlıca dersi: bir yanda komünizmin filizlerinin, diğer yanda da gerçek ama sosyal olarak kontrol edilen pazar ve sermayenin olduğu açık rekabet.

Yeri gelmişken, NEP’in bu dersini, bugün, 2020’lerin Rusya’sında çıkarmak mümkün değil; komünistler yok, çoğunluk değilse bile nüfusun önemli bir bölümü de niteliksel olarak yeni bir toplumu gerçek anlamda yaratmaya hazır değil. Yeni bir durgunluk dönemi bu. Geç kapitalist, ama feodalizmin de dokunuşunu taşıyan… Ne var ki bugünün yarını da var. Ve yarın, NEP hakkında söylenenler yeni bir mimarinin temeli olabilir.

Bugünse asgari olanla yetinilebilir: bir karma ekonominin başarılı gelişmesinin dersleriyle. Onun temel çekirdeği de teknolojik ve kültürel ilerleme için stratejik programlar olur. Gerçi bunun için bile yurttaşların büyük çoğunluğunun menfaatleri için uzun yıllar boyunca örgütlü, sorumlu, yetkin, kararlı ve tutarlı bir şekilde hareket edecek bir özne gerek.

2021 Rusya’sında var mı bu özne?

Sanırım okurlar bulmalıdır bu sorunun cevabını. Üstelik, pratik bir cevap olmalı bu. Seçim yılında bunu yapmak yeterince kolay…

DÜNYA BASINI

Richard Haass yazdı: Ukrayna’da başarıyı tanımlamak

Yayınlanma

Yazar

Üçüncü yılını yaşayan savaşta Ukrayna ve Batılı destekçileri, hala Rusya’nın asker sayısı ve silah üstünlüğüne yetişmekte zorlanıyor. Elbette, Ukrayna’nın kendi avantajları da mevcut: askerleri daha iyi motive edilmiş ve daha esnek hareket edebiliyorlar ama Rusya kalite farkını kapatıyor. Eğer ABD ve Avrupalı müttefikler, Rusya’nın silah üretimine yetişebilmesi için üretimini artırır ve Ukrayna’ya daha fazla teçhizatı bağışlarsa maçın döneceği hissiyatı olsa da bu ancak bir mucizeyle mümkün. Dünyanın en önemli düşünce kuruluşlarından olan Council on Foreign Relations’ın (CFR) eski başkanı Richard Haass, Ukrayna için “ateşkes” çağrısını bir kez daha yineliyor.


Ukrayna’da başarıyı tanımlamak

Richard Haass

Project Syndicate

15 Mayıs 2024

Üç ay önce, “Ukrayna hayatta kalabilecek mi?” başlıklı bir makale yazmıştım. Bir sonraki yıl için cevap (şükürler olsun) “evet” olacak. Bu, Ukrayna’nın savaşmaya ve fedakârlık yapmaya istekli olması ve ABD’den kayda değer askeri yardımın gelmesiyle mümkün oldu.

Aynı zamanda, Rusya kuzeydoğuda Harkov’u (Ukrayna’nın ikinci büyük kenti) tehdit eden yeni bir taarruza girişti, uzun vadeli bir savaşa hazırlanıyor ve kuvvetlerini büyük ölçüde yeniden oluşturdu. Bu da şu soruyu gündeme getiriyor: Yeni yardım paketi elde edildiğine göre, Ukrayna ve Batı’daki destekçileri ne başarmayı hedeflemeli? Başarı neyi ifade etmeli?

Bazıları başarının, Ukrayna’nın kaybettiği tüm toprakları geri alarak 1991 sınırlarını yeniden tesis etmesi olarak tanımlanması gerektiğini söylüyor. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, 2025’in Ukrayna’nın Rus kuvvetlerine karşı yeni bir karşı taarruza girişebileceği zaman olabileceği görüşünü dile getirdi.

Ancak bu ciddi bir hata olur. Yanlış anlaşılmasın: Yasal ve meşru sınırları yeniden tesis etmek oldukça arzu edilir bir durum olurdu ve saldırganlığın kabul edilemez olduğunu gösterirdi. Fakat dış politika hem uygulanabilir hem de arzu edilebilir olmalıdır ve Ukrayna, askeri güç kullanarak Kırım’ı ve doğu bölgelerini kurtarmak için uygun bir konumda değil.

Sayılardan kaçılmaz. Rusya’nın çok sayıda askeri ve büyük miktarda silah ve mühimmat üretebilecek bir savaş ekonomisi var. Rusya yaptırımlara rağmen savunma sanayisini ve İran ile Kuzey Kore’de üretilen silahlar ile Çin menşeli mal ve teknolojilere erişebildi ki bunlar Kremlin’in savaş çabasına katkıda bulunuyor.

Ukrayna’nın topraklarını güç kullanarak geri almaya çalışmasına engel olan bir diğer faktör, taarruz harekâtlarının savunma çabalarına kıyasla çok daha fazla insan gücü, teçhizat ve mühimmat gerektirmesi. Özellikle de savunmanın tahkimat kurma şansı bulduğu, Rusya’nın işgal ettiği Ukrayna topraklarının çoğunda olduğu gibi, bu durum daha da belirgin.

Ukrayna’nın yeniden taarruza geçmesinin muhtemel neticesi, halihazırda askerî açıdan yetersiz olan Ukrayna ordusu için çok sayıda asker kaybı olacaktır. Ukrayna’nın erişebildiği sınırlı askeri teçhizat ve mühimmat hızla tükenecek ve bu da ülkenin kontrolündeki alanları savunmasını zorlaştıracaktır. Ukrayna’nın olası başarısız taarruzu ayrıca Batı başkentlerindeki, Ukrayna’ya yardım sağlamaya kuşkuyla bakan ve bu yardımı israf olarak gören kesimlere de yeni söylem malzemeleri verecektir.

O halde Ukrayna ve destekçileri hangi stratejiyi izlemeli? Öncelikle Ukrayna savunmaya ağırlık vermeli, bu da sınırlı kaynaklarını daha verimli kullanmasına ve Rusya’yı zor durumda bırakmasına imkân tanıyacaktır.

İkinci olarak, Ukrayna’ya uzun menzilli saldırı kabiliyetleri ve ülke sınırları içindeki Rus kuvvetlerine, Karadeniz’deki Rus gemilerine ve Rusya içindeki iktisadi açıdan önemli hedeflere saldırabilme imkânı sağlanmalı. Rusya, başlattığı ve sürdürdüğü savaşın bedelini hissetmeli.

Üçüncü olarak, Ukrayna’nın destekçileri uzun vadeli askeri yardım taahhüdünde bulunmalı. Tüm bunların amacı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e rüzgârın kendisinden yana esmediğini ve Ukrayna’yı yıpratma umudu taşıyamayacağını göstermektir.

Ukrayna ve destekçileri bir şey daha yapmalı: Mevcut sınırlar kalacak şekilde geçici bir ateşkes anlaşması önermeli.

Putin, bu yönde bir teklifi muhtemelen reddedecektir ama bunu yapması, Ukrayna’ya yardım sağlanması konusunda ABD’de devam tartışmalarda lehte tutum almayı kolaylaştırabilir, zira savaşın devamından sorumlu tarafın Rusya olduğunu ortaya koyacaktır. Hatta bu, Donald Trump kasımda başkanlığı yeniden kazanırsa bile ABD’nin Ukrayna’ya askeri yardımının devam etmesine zemin hazırlayabilir.

Savunmaya geçiş, sınırın derinliklerine yapılan saldırılar, Batı’dan daimî askeri yardım ve Rusya’nın saldırgan taraf olduğunu açığa çıkaracak diplomatik çabaların kombinasyonu, zamanla Putin’i geçici bir ateşkesi kabul etmeye ikna edebilir. Böyle bir anlaşmada hiçbir ülkeden uzun vadeli iddialarından vazgeçmesi istenmez.

Ukrayna tüm topraklarının iadesi talebini sürdürebilir; Rusya da Ukrayna’nın egemen bir devlet olarak var olma hakkı bulunmadığını iddia edebilir. Her iki taraf da yeniden silahlanmaya devam edebilir. Yaptırımlar kalabilir. Ukrayna, Avrupa Birliği ve NATO ile yakınlaşmayı gözetebilir.

Ukrayna, bu yaklaşımın bazı unsurlarına direnç gösterebilir. Ama ABD ve Ukrayna’nın diğer destekçileri bunda ısrarcı olmalı. Ukrayna herhangi bir stratejik ortağı gibi koşulsuz destek talep edemez. Yeni bir karşı taarruz başarısız olur ve bu da ülkenin kendini savunma kabiliyetini zayıflatır. Ukrayna’nın geçici bir ateşkesten kazanacağı şey, ülkeyi yeniden inşa etmeye başlama fırsatı olur, zira para ve yatırım ülke aktif bir savaş alanı olmaya devam ettikçe gelmeyecektir.

Geçici bir ateşkes neredeyse kesinlikle barışa benzer bir duruma yol açmaz, bu muhtemelen ülkenin parya konumuna son vermeyi seçecek yeni bir Rusya liderliğinin gelişiyle olur ki bu yıllar hatta on yıllar alabilir. Ama o zamana kadar Ukrayna, savaşın devam etmesine kıyasla çok daha iyi durumda olacaktır.

Kalıcı olmayan, resmi barıştan bir adım geride olan bu tür düzenlemelerin Kore Yarımadası ve Kıbrıs gibi başarılı örnekleri var. Bunlar çözüm değil ama öbür alternatiflerden daha iyi. Ve Rusya muhtemelen her ateşkesi reddedecek olsa da Ukrayna’nın özünü koruyan, bağımsızlığını muhafaza eden ve dış desteği sürdüren bir askeri ve diplomatik strateji izlemesi daha iyi olacaktır. Ukrayna’nın dostları, ülkeyi başarısızlığa mahkûm edecek şekilde başarıyı tanımlamadan önce bunu akılda tutmalı.

Richard Haass yazdı: Ukrayna’da başarıyı yeniden tanımlamak

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Siyonizmin bilinmeyen yüzü: Filistinlileri mülksüzleştirmenin bir yolu olarak enerji

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Filistin toprakları yabancıların yönetimi altındadır. Kaynaklarını başkaları sömürmektedir. Halkı anavatanından sürgün edilmiştir. Arap mukimlerden geriye kalanlar, en az Asya ya da Afrika’daki herhangi bir ırkçı rejim kadar sert bir ırkçı ayrımcılık ve baskı rejimi altında çürümektedir. Tüm bunlar emperyalizmin iş birliği ile ve terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmiştir.” Böyle yazıyordu Suriyeli-Filistinli akademisyen Fayez Sayegh 1965 tarihli Filistin monografisinde.

Bu sözlerin üzerinden geçen 60 yılda her gün biraz daha fazla Filistin toprağı İsrail işgal rejiminin kontrolü altına girdi, Filistin’in doğal kaynakları, ekonomisi ve kültürü üzerindeki İsrail hakimiyeti günden güne pekişti. İsrail’in Filistin topraklarına dönük işgalinin önemli bir boyutunu ise sınırları enerji üretim kaynaklarını içerecek şekilde çizilmesine rağmen genellikle üstünden atlanan “enerji/elektrifikasyon ve Siyonist devlet inşası” arasındaki ilişki oluşturuyor. Öyle ki işgal rejimi bir yandan “kabloları döşerken” bir yandan da bu kablolar aracılığıyla Filistin’i topraksızlaştırmakta, Filistinlileri ise mülksüzleştirmektedir. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Filistin toprakları üzerindeki yerleşimci sömürgeciliğin inşasında enerji sektörünün ve buradaki emperyalist ilişki ağlarının rolüne dikkat çekiyor.


Kablolarını döşerlerken

Laleh Khalili
Granta
25 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Golda Meir Temmuz 1965’te İsrail Dışişleri Bakanı olarak İran’ı ziyaret etti. Üzerinde ülkesini temsil eden herhangi bir emare olmayan uçağı ile henüz gün ağarmadan Mehrabad Havaalanı’na indi ve buradan Tahran’ın kuzeyindeki özel bir konuk evine götürüldü. Meir’in danışmanları ziyaretini kamuoyuna duyurmak istiyorlardı fakat İranlılar gizli tutmakta ısrarcılardı. Bu gizlilik, petrol dünyasının çalkantılı bir dönemden geçtiği bir sırada Şah’a önemli bir kılıf sağlıyordu: İran, böylece küresel üretimin büyük bölümünü kontrol eden “Yedi Kız Kardeş” ile müzakerelerinde Arap devletleriyle birleşik bir cephe oluşturabilecekti.

O dönemde Yedi Kız Kardeş(1), her geçen gün daha da iddialı hale gelen Arap devletlerini kızdırmamak için İsrail’e açıkça petrol satmak konusunda isteksizdi. Petrolde spot piyasanın ancak on yıldan uzun bir süre sonra ortaya çıktığı düşünüldüğünde, İsrail güvenilir bir ham petrol tedarikçisi bulmakta kararlıydı. Meir bunun için doğrudan Şah’la konuştu. İsrail’in enerji ihtiyacını karşılamak için İran ve İsrail arasında, İran petrolünün gemilerle [Kızıldeniz’in kuzeyindeki] Akabe Körfezi’nde sakin bir liman kenti olan Eilat’a sevk edildiği bir ortak girişim önerdi. Böylece Eilat, İsrail’i Kızıldeniz’den Akdeniz’deki Aşkelon’a kadar kat edecek olan gizlice inşa edilmiş geniş çaplı boru hattının bir ucu olacaktı. Ardından kamyonlar, daha küçük tank gemileri ve daha dar boru hatları, bu petrolü içeriden Hayfa’daki rafineriye taşıyacaktı.(2) Şah’ın ilgisini çekecek olan, İsrail tankerleriyle Avrupa pazarlarına sevk edilen fazladan petroldü. Meir Romanya’yı ziyaret etmiş ve Bükreş’ten bu fazla İran petrolünü satın alması için garanti almıştı.

Şah başta bu boru hattı önerisine pek sıcak bakmadı ancak 1967 Arap İsrail Savaşı’nda Süveyş Kanalı’nın kapatılmasıyla işler değişti. Kriz, İran’a İsrail’e petrol sağlamak ve İsrail aracılığıyla Avrupalı alıcılara petrol satmak için ihtiyaç duyduğu ivmeyi kazandırdı. Petrolün Ümit Burnu çevresinden taşınmasına gerek kalmamasının getirdiği düşük taşıma maliyeti sayesinde Arap rakiplerinin karşısında önemli bir avantaj elde edilecekti. İran konuya ilişkin bir fizibilite çalışması yaptırdı. Sorumlu olarak ise Ulusal Petrol Şirketi’nden Fethullah Nafizi ve Köln’deki İsrail Tazminat Delegasyonu Başkanlığı görevini henüz tamamlamış olan Felix Shnar belirlendi. 1968 yılında iki ülke İsviçre’de “Trans-Asiatic” adında bir ortak girişim şirketi kurdu ve Eilat ile Be’er Sheva arasında zaten mevcut olan daha küçük bir boru hattının altyapısını Rothschild Grubu’ndan satın aldı. Trans-Asiatic bu sırada petrolü deniz yoluyla taşımak için yeni tankerler sipariş etti. Batı Alman hükümetinin açık piyasalardan alınan kredilerden daha cömert bir faiz oranını garanti etmesiyle Deutsche Bank’tan Hermann Abs, Shinar ve Naficy ile İsviçre’de bir araya gelerek daha büyük bir boru hattının finansmanını görüştü. Bu arada Abs, Üçüncü Reich’ın en güçlü bankacılarından biriydi ve Deutsche Bank’ın dış ilişkiler departmanının başı olarak, Avrupa’daki Yahudi varlıklarının müsadere edilmesinden ve işgal altındaki bölgelerdeki Avrupa bankalarının yağmalanmasından sorumluydu. Savaştan sonra, daha önceden yürüttüğü işlerin kefaretini ödemek için yeniden gönderilmişti: Almanya’nın İsrail’e iade ettiği malların sorumluluğunu üstlenecek ve bu sıfatla Shinar ile samimi bir çalışma ilişkisi geliştirecekti.

İran petrolünü taşıyacak gizemli bir hat: Eliat-Aşkelon petrol boru hattı

Eilat-Aşkelon boru hattı 1969 yılında, petrolün millileştirilmesinin hemen arifesinde faaliyete geçti. Yedi Kız Kardeş kontrolünün gevşemesi ve 1973’te yaklaşan Arap-İsrail Savaşı, bağımsız tüccarlara petrol alıcıları ve üreticilerle anlaşma yapabilecekleri bir alan açmış oldu. Fakat asıl sorun, Süveyş Kanalı kapalıyken petrolün Körfez’den Avrupa ve Amerika’daki petrol alıcılarına nasıl ulaştırılacağıydı. İran doğrudan İsrail ile ticaret yapıyor gibi görünmek istemediğinden ya da petrolünü Avrupalı müşterilere İsrail üzerinden taşımak istemediğinden aracılara ihtiyaç duyuyordu.

Petrol piyasasındaki sismik dönüşümü önden gören ve bundan faydalanmayı kafasına koyan Belçikalı-Amerikalı emtia tüccarı Marc Rich artık devreye girmişti. Rich’in İran ile büyük metal sözleşmeleri imzalamış olan (ve Farsça bilen Amerikalı) iş ortağı Pincus Green, Rich’i İranlı petrolcülerle tanıştırdı. Rich, petrol teknokratlarıyla ve Şah’ın kendisiyle ilişki kurmaya başladı böylece. Bunu kolaylaştıran etmenlerden biri de Şah’ın kayak tatillerini geçirdiği St Moritz’de onun da bir dağ evinin olmasıydı. Rich, sonunda İran ile uzun vadeli bir petrol anlaşması imzaladı. Öyle ki tam da petrolün varil fiyatı 3 dolardan 11,50 dolara fırlamak üzereyken, şirketinin İran ham petrolünü anlaşma süresi boyunca varil başına 5 dolardan satın almasını güvence altına aldı. Sonrasında ise büyük şirketlerin rehini olmayan petrol alıcıları aradı.

Süveyş Kanalı hâlâ kapalı olduğu için Rich ayrı olarak İsrail hükümetiyle görüşmelere başladı. Fransız bankası Paribas, Rich’in İran’dan yaptığı büyük petrol sevkiyatını finanse ediyordu. Tankerler yüklerini Eilat’ta boşaltıyor, petrolün bir kısmı Hayfa’ya, sonrasında ise Aşdod rafinerilerine gidiyor; Rich’in gemileri ise Aşkelon’da fazlalığı toplayıp kargoyu doğrudan ABD’li ve Avrupalı petrol alıcılarına aktarıyordu. Rafineriler, petrokimya endüstrileri, enerji santralleri ve hükümetler Marc Rich + Co’nun petrol ticareti için fevkalade müşteriler olmuştu. Hatta Rich, ABD Savunma Yakıt İkmal Merkezi için önemli miktarda İran petrolü satın aldı ve bu petrolü Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden sevk etti. Öyle ki bazı yıllar, kimi üretici ülkelerden çok daha fazla petrol sattı. Yıllar sonra biyografisini yazan Daniel Ammann’a bu boru hattının kendisine “büyük bir fiyat avantajı” sağladığını söyleyecekti. “İran ham petrolünün bu boru hattı aracılığıyla taşınması, Afrika’yı boydan boya dolaşmaktan çok daha ucuzdu”. Marc Rich, Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden yapılan gizli petrol ticareti sayesinde şaşılacak ölçüde bir zenginlik elde etti. Bu anlaşma, daha düşük navlun maliyeti sayesinde petrolü Avrupalılar için çok daha cazip hale gelen İran’a da yaradı elbette. İsrail ise hem enerji ihtiyacını karşıladı hem de dış rezervlerini güçlendirmiş oldu.

Rich, Şah’ı deviren İslami devrimden sonra bile İran’a kur yapmaya devam etti. İran Ulusal Petrol Şirketi ile büyük şirketler arasındaki anlaşmalar 1979’da bozulmasına rağmen, şirket yaptığı anlaşmalara sadık kalarak ona yılda yaklaşık 70 milyon varil petrol sattı. Bu petrolün büyük bir kısmı Eilat’taki petrol terminaline ulaştı. Rich, şirketi yönettiği yirmi yıl boyunca, İsrail’e yıllık petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 20’sini sattı. İran’daki devrim liderleri ise “küçük şeytan”a karşı sembolik düşmanlık jestleriyle yetindiler fakat İsrail ile petrol ticaretini asla silah haline getirmediler..

Rich’in devrimci İran ile ilişkilerindeki “duyarsızlığı” ABD’deki şovenistleri tahrik etmeye başlamıştı. O vakitler New York’ta adını duyurmak isteyen yeni yetme bir federal savcı olan Rudy Giuliani, 1983 yılında Rich ve Green’e “düşmanla ticaret yapma” suçlamasıyla dava açtı. Bundan sonraki on yedi yıl boyunca ikilinin yüzleri FBI’ın “En Çok Arananlar” ilanında yer alacaktı.

ABD’ye iade edilmemek için köşe bucak kaçarken, Lucerne’deki malikanesine yerleşirken ya da iş seyahatlerinde, Rich hep eski Mossad ajanları tarafından korundu. Ocak 2001’de ise Bill Clinton, başkanlığının son gününde bu iki sabık suçluyu aniden affetmeye karar verdi. Rich’in eski karısı Denis, Demokrat Parti’ye ve Clinton Başkanlık Kütüphanesi’ne yüz binlerce dolar bağışta bulunmuştu; ama belki daha da önemlisi, İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Mossad’ın eski başkanı Shabtai Shavit’in Rich adına Clinton yönetiminde lobi faaliyetlerinde bulunmalarıydı. Ammann’ın da satırlara döktüğü gibi, Rich “Mossad’ın hiç bağlantılarının olmadığı yerlerde onun adına bağlantılar kurdu. İsrail’in resmi olarak yapamadığı durumlarda ortaya parasını koydu.” Böylece Rich istihbarat teşkilatının yardımcısı olarak addedildi. Fakat istihbarat çalışmalarından daha önemli olanı Rich’in petrol sevkiyatındaki rolüydü.

Enerji santralleri ve yerleşimci kolonyalizm

İsrail devleti kurulmadan önce dahi enerji politikaları, Yişuv yerleşimcileri ile yerli Filistinliler arasındaki ilişkiyi etkilemişti.(3) İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilayetlerini aralarında paylaştıkları 1920 yılı ile İsrail’in kurulduğu 1948 yılı arasında geçen zamanda Dünya Siyonist Örgütü Filistin’deki Yahudi yerleşimci topluluğu için bir dizi proto-hükümet kurumu oluşturdu. Bunların içinde en eski ve en önemlilerinden biri, Fredrik Meiton’un enerji ve Siyonist devlet inşası üzerine yazdığı tarih kitabının da ana konusu olan Filistin Elektrik Şirketi’ydi.

Filistin’deki İngiliz manda güçleri, Filistin Elektrik Şirketi’nden Pinhas Rutenberg’e elektrik santralleri ve kapsamlı bir elektrik şebekesi inşası için çeşitli imtiyazlar verdi. İsrail ordusunun öncüsü olan Haganah’tan Filistin Havayolları’na (daha sonra El Al) kadar pek çok örgütün kuruluşunda parmağı olacak olan 1905 ve 1917 Rus devrimleri emektarı Rutenberg(4), Ürdün Nehri’nin Yarmûk Nehri ile birleştiği yerden ve (Eriha’nın kuzeyinden Akdeniz’e kadar doğu-batı yönünde uzanan) Auja Nehri’nden hidroelektrik enerji üretmeyi planlıyordu. Nitekim, kuzeye doğru genişleme ve Lübnan toprakları içindeki Litani Nehri’ni de aynı amaçla kullanma planı, İsrail’in Lübnan’a yönelik politikasını yirminci yüzyılın sonuna kadar şekillendirmeye devam edecekti.

Şirket, hidroelektrik enerji üretmek için nehir havzalarında, Filistin’in en verimli tarım arazilerinin yanı sıra Ürdün Nehri’nin karşısındaki Trans-Ürdün’de bulunan toprak parçalarını da içeren geniş arazileri kontrol etmesi gerektiğini öne sürmekteydi. Planlanan elektrik şebekesinin Filistin haritasını boydan boya kat ettiği düşünüldüğünde, bu, yüksek gerilim hatları için belirlenen güzergahlar boyunca toprak sahibi olmak anlamına geliyordu. Elektrik santrallerinin ve şebeke altyapısının inşası için alınan topraklar aynı zamanda Yahudi yerleşimlerinin inşası için de kullanılacaktı.

Tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi, enerji üretimi, jeolojik özellikler –nehirler, denizler, kıyı şeritleri ve petrol rezervlerinin olası varlığına işaret eden toprak hareketleri üzerindeki bölgesel kontrol– ile el ele ilerledi. İngiliz yetkililer, nehirden denize kadar uzanan bir altyapının eşitsiz gelişimi ve kullanımının, bir İngiliz sömürge yetkilisinin sözleriyle, Yahudi yerleşimcilere “Filistin’in tüm ekonomik yaşamı üzerinde bir hakimiyet” verdiğini kabul etseler dahi, Rutenberg’in planı İngiliz onayı ve desteğini almıştı. Filistinliler ise bu elektrifikasyon planlarının teritoryal, ekonomik ve siyasi anlamının ve kendilerini yerinden edecek olan sömürgeci projenin temelini oluşturduğunun farkındalardı. 1923’te Yafa’da başlayan ve yıllar içinde tüm Filistin’e yayılan bir dizi protesto ve ayaklanmayla, topraklarının istimlak edilmesine, yaşadıkları çevredeki dönüşümlere ve Filistin Elektrik Şirketi’nin topraklarında yarattığı düşmanca yerleşimlere direndiler. Öyle ki bazı yerlerde dizelle çalışan küçük jeneratörler kurarak şirketin tekeline meydan okumaya çalıştılar. Diğerleri sabotajla tehdit ettiler.

Rutenberg, Filistinlilerin direnişini kırabilmek için Auja’daki büyük ölçekli hidroelektrik projesinin, Tel Aviv/Yafa’da dizel yakıtlı bir elektrik santrali ve Hayfa’daki bir buhar türbini lehine ertelenmesini önerdi. Ürdün ve Yermuk nehirlerinin birleştiği yerde kurulan devasa elektrik santrali ise 1932 yılında faaliyete geçti. Elektrik eşit olmayan bir şekilde dağıtılmış, aslan payını ise Yahudi konutlar ve ticari tüketiciler almıştı. Tel Aviv geceleri ışıl ışıldı; Yafa ise tam tersi. Altyapıların inşasında kullanılan işgücü de ırksallaştırılmıştı: Filistinli işçiler Yahudi işçilerden çok daha az ücret alıyordu. 1948 yılına gelindiğinde, Filistin’deki Yahudi yerleşimciler bölge nüfusunun yüzde 40’ından azını oluşturmasına ve toprağın sadece yüzde 7’sine sahip olmasına rağmen, Filistin Elektrik Şirketi tarafından satılan “çeyrek milyon kilovat saatin yüzde 90’ını” tüketiyorlardı.

Enerji altyapısı iktisadi ve siyasi uçurumları büyüttü

Bu enerji altyapısının yarattığı ve her geçen gün daha da büyüyen iktisadi ve siyasi uçurumlar, İsrail’in Filistinlilerle olan ilişkisini şekillendirmeye de devam etti. Yeni yeni kurulmakta olan İsrail devletinin sınırları içinde, Yahudi yerleşimleri kapsamlı altyapılara sahipken, komşu köylerde yaşamaya devam eden Filistin vatandaşlarının büyük çoğunluğu bu hizmetlere erişimden mahrum bırakılmıştı. Nasıra’daki bir Filistinli meclis üyesinin yakındığı gibi, “Hükümet her yeni Yahudi kolonisine, henüz kimse taşınmadan yol, elektrik ve su sağlıyor. Peki, Arap köylerinden geçerken neden onları karanlık ve susuz bırakıyor?”(5) İsrail içindeki enerji kaynaklarının eşitsiz dağılımı bugün hâlâ devam etmektedir. Filistinlilerin yoğun olarak yaşadığı Nakab ve Celile’deki resmi hükümetin Yahudileştirme politikaları, Filistinli toplulukların yeni inşaatlarını ya da bu toplulukların genişlemesini kısıtlayan Kafkaesk konut politikalarına dönüşmüştür. Bu politikalar hem yerleşik hem de göçebe Filistinli toplulukların elektrik ve su gibi hayati altyapılara erişiminin kasıtlı olarak engellenmesiyle pekiştirilmiştir.

Ne var ki, İsrail elektrik şebekesine bağlı olmanın da kendine has dezavantajları var. İsrail Savunma Bakanı Moshe Dayan, 1967’de Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’nin işgalinden sadece birkaç gün sonra, “El Halil’in elektrik şebekesi bizim [İsrail] merkezi şebekemizden geliyorsa ve fişi çekip kesebiliyorsak, bu kesinlikle binlerce sokağa çıkma yasağı uygulaması ve isyan dağıtma çabasından çok daha iyidir,” diyecekti. Kasım 1967’de 159. İsrail Askeri Emri, işgal altındaki topraklardaki tüm elektrik altyapısını İsrail askeri yönetiminin kontrolüne aldı. Bugün Batı Şeria’daki Filistinliler kendi elektriklerinin sadece yüzde 14’ünü üretebiliyor, geri kalanını ise İsrail’de temin etmek durumundalar. Yine 1967 öncesinde İsrail, sınırları içindeki Filistinlilerin elektriğe erişimini düzenli olarak engelleyebilecek durumdaydı, fakat 1967’den sonra işgal altındaki topraklar, sadece bir düğmeye basılarak kapatılabilecek denli İsrail altyapısına bağımlı hale getirildi. Batı Şeria ve Gazze’deki bağımsız elektrik santralleri birer birer kapatıldı ve Filistinli topluluklar zorla İsrail elektrik şebekesine bağlanmış oldu.

İsrail’den İran’a kalkan sır uçaklar

Golda Meir, İran’a gizlice uçan ne ilk ne de son İsrail başbakanıydı. 1979’da İran monarşisi devrilmeden önce, biri hariç tüm İsrail başbakanları Tahran’ı ziyaret etmişti. David Ben-Gurion, Arap dünyasını çevreleyen Arap olmayan devletlerle- İran, Etiyopya, Türkiye gibi- ittifaklar kurmaya yönelik “çevre planlarının” bir parçası olarak 1961 yılında bu tür ziyaretleri başlattı. Onun ardından Levi Eshkol, Golda Meir, Yigal Allon, Yitzhak Rabin ve Menachem Begin ve aslında neredeyse tüm İsrail Dışişleri ve Savunma Bakanları gizlice İran’a gittiler. Şah’a saygılarını sunmayan tek başbakan, Moshe Sharett’ti ve o da zaten (1950’lerin ortasında) bir yıldan az bir süre görevde kalmıştı. Bu ziyaretlerin büyük çoğunluğu İsrail’in enerji kaynaklarını ve enerji tedarik yollarını güvence altına almak için duyduğu umutsuz ihtiyaçlarıyla ilgiliydi.

İsrail’in yarım asırdır devam eden hidrokarbon arayışında Sina’nın adı geçiyordu.

Güneye doğru uzanan Sina kaması, Afrika ve Asya kıtalarını birbirinden ayırıyor – ya da birleştiriyor. Şarm el-Şeyh, Sina Yarımadası’nın güney ucunda, Süveyş ve Akabe körfezlerinin Kızıldeniz’i oluşturmak için birleştiği yerde bulunuyor. Erken yirminci yüzyılda İngiliz jeologlar, kontrol ettikleri Akdeniz ve Ortadoğu kıyılarının karmaşık araştırma haritalarını çıkararak önce su, zamanla da petrol rezervi aradılar. 1940’ta Geological Magazine’de yazan iki jeolog, bölgenin coğrafyasını Suriye, Filistin ve Sina’dan Irak, İran ve Arabistan’a, oradan da Umman’a kadar uzanan bir petrol arama yayı olarak tasvir etmişlerdi.

Ne var ki önce Filistin’de, sonrasında ise İsrail’de yapılan keşifler büyük ölçüde sonuçsuz kalmıştır. Suudi Arabistan, Irak ve hatta İngiliz şirketlerinin 1940’ların sonunda petrol rezervleri keşfettiği Sina’nın görece yakınlığı düşünüldüğünde, 1949 ateşkes hattı içinde petrol bulunmaması İsrailli liderlerin epey canını sıkmış olmalı. Körfez’deki Arap hükümdarlar, yeni kurulan İsrail’e petrol satmaya yanaşmadılar. İsrail ekonomisi ilk yıllarında tarıma bağlıydı ve petrolle çalışan tuz arındırma tesisleri, ihracat için üretilen yoğun sulama gerektiren tarım ürünlerini sulamak için kullanılıyordu. Anglo-İran Petrol Şirketi’nin Kuveyt ve Katar’da bulunan iştirakleri, petrol yüklü gizli tankerleri Hayfa’daki rafinerilerine gönderiyordu, bu petrol nihayet 1958 yılında İsrail’e satıldı.

Süveyş Kanalı’na dönük emperyal plan nasıl İsrail toprakları lehine gelişti?

İsrail’in enerji ihtiyacı ve gizli ve güvenilmez kaynaklara bağımlılığı bir ulusal güvenlik sorunu olarak görülüyordu – hatta Ben-Gurion’a göre bu bir “ölüm kalım meselesiydi”. Bunun kamuoyuna açıklanması ise İsrail’in önemli bir zafiyetini ortaya çıkarabilirdi. Nitekim Sina sadece Süveyş Kanalı, Akabe Körfezi ve Tiran Boğazı üzerindeki stratejik hakimiyetiyle değil, aynı zamanda petrol potansiyeliyle de cezbediyordu.

1956 yılında Cemal Abdül Nasır’ın Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirmesinin ardından İsrail, İngiltere ve Fransa’dan üst düzey yetkililer Mısır’ın işgalini planlamak üzere Fransa’nın Sevr kentinde gizlice bir araya geldiler. Hem Fransa hem de İngiltere kanalın kontrolünü yeniden ele geçirmek istiyordu. Ben-Gurion, Süveyş Kanalı üzerindeki emperyal kaygıda, İsrail topraklarını 1949 ateşkes hattının ötesine genişletmek için bir fırsat gördü. Ben-Gurion’un derdi sadece Nasır’ı devirmek değil, aynı zamanda Trans-Ürdün’ün Irak krallığı ve İsrail arasında paylaştırılması, Filistinli mültecilerin Filistin sınırları dışına yerleştirilmesi, İsrail’in Lübnan topraklarının kuzeyine, Litani Nehri’ne kadar genişlemesi ve Sina’nın kontrolü de dahil olmak üzere bölgenin jeopolitik haritasının toptan değiştirilmesiydi. Bunlar, arkasında güçlü bir Avrupalı hami olmadan mümkün olamazdı elbette. Ben-Gurion, Fransa Başbakanı Guy Mollet ile Sevr’de yaptığı bir görüşmeyi günlüğüne şöyle yazacaktı:

Ona güneybatı Sina’da büyük miktarda petrol keşfedildiğini, buranın Mısır’dan koparılmasının faydalı olacağını, çünkü zaten Mısır’a ait olmadığını, İngilizlerin orayı Türklerden çaldıklarını söyledim. Sina’dan Hayfa’daki rafinerilere bir petrol boru hattı döşenmesini önerdim. Mollet bu öneriyle ilgilendiğini ifade etti.

İsrail’in Sina’yı işgal ettiği Ekim 1956 ile Mart 1957 arasındaki yaklaşık dört ay boyunca, İsrail Jeoloji Araştırmaları yarımadanın haritasını çıkardı ve bölgeyi gelecekte kontrol edeceği öngörüsüyle petrol aradı. Eisenhower yönetiminin İsrail’in Sina’dan çekilmesinde ısrarcı olacağı ortaya çıktığındaysa, İsrail ordusu Mısır’ın petrol üretimini engellemek için orada buldukları boruları, pompaları ve diğer ekipmanları yağmaladı; bunların bir kısmı Eilat’tan geçen daha önceki petrol boru hattına ulaştırıldı.

İsrail ordusu Haziran 1967’de Batı Şeria, Gazze, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri ile birlikte Sina’yı da yeniden işgal etti. İsrail, Sina’da Süveyş Körfezi’ndeki Ebu Rudeys yakınlarında 117 açık deniz ve kara petrol kuyusu ele geçirdi.(6) Bu kuyular 1954’ten beri İtalyan ENI ve Mısır Genel Petrol Şirketi’nin (EGPC) ortak konsorsiyumu tarafından işletiliyordu. Güçlü hami arayışını gerileyen Avrupa imparatorluklarından ABD’ye doğru yönlendiren İsrail, Amerikan Petrol Şirketi’nin petrol sahalarına dokunmadı. Eğer ülke topraklarını genişletmeye devam etmek ve istikrarlı bir enerji arzı sağlamak istiyorsa, bunu muhakkak ABD’nin kanatları altında yapmalıydı.

Nitekim, 2011 yılında gizliliği kaldırılan 1972 tarihli bir CIA raporu, Sina’dan çalınan petrolün İsrail’in yabancı ülkelerden petrol ithalatını savaş öncesi seviyenin altında tutmasını sağladığını doğrulamaktadır:

Bu durum, İsrail’e yılda yaklaşık 25 milyon dolarlık bir döviz tasarrufu sağlamıştı. 1969 yılında Sina’dan yapılan ham petrol ithalatı yaklaşık 2 milyon ton, İran’dan ise biraz daha fazla, 3 milyon ton civarındaydı.

Nasır’ın ölümüyle kurulan dostluk

Golda Meir 1972 yılında İran’ı tekrar ziyaret etti. Şah’ın sırdaşı ve Kraliyet Sarayı Bakanı Esadullah Alem bu olayı gizli günlüklerine şöyle kaydetmişti:

18 Mayıs Perşembe – Görüşme. Golda Meir bu sabah 7’de uçakla geldi ve kısa bir süre dinlendiğini bildirdim. ‘Bu yaşlı kadın çok dayanıklı’ dedi majesteleri [Şah]. Daha sonra saat 15.00 olarak planlanan görüşmenin saatini sordu. [Golda Meir] Yaklaşık iki buçuk saat görüştükten sonra İsrail’e dönüş için havaalanına gitti.

1972 yılındaki bu ziyaret hem yarattığı askeri tehdit hem de Üçüncü Dünya’daki eşsiz şanı nedeniyle Şah ve İsrailli liderlerin ölümüne nefret ettiği Mısırlı Nasır’ın ölümünden iki yıl sonra gerçekleşmişti. Nasır’ın ölümüyle Şah, onun halefi yeni Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile kişisel bir dostluk kurdu. Görüşme esnasında Şah, Meir’e Sedat’tan İsrail’in 1967’den beri işgal ettiği Sina’dan çekilmesini isteyen bir mesaj iletti.

İsrail, bu toprak kazanımlarını elde ettiğinden beri Sina’da yasadışı olarak çıkardığı Mısır petrolüne bağımlı hale gelmişti. Bu yüzden Meir, Sedat’ın tekliflerini reddetmeyi tercih etti. Birkaç ay sonra Batı Alman Şansölyesi Willy Brandt için verilen bir resepsiyonda yaptığı şaka, bunun nedenini ima etmekteydi: “Musa bizi Ortadoğu’da petrolü olmayan tek noktaya getirmek için çölde kırk yıl dolaştırdı.” Mısır ve İsrail arasındaki yakınlaşma İsrail’in Sina’yı Mısır’a geri vermesini, Süveyş Kanalı’nın yeniden açılmasına izin verilmesini ve Eilat-Aşkelon boru hattının bir enerji güzergahı ve dolar kaynağı olarak öneminin azaltılmasını gerektiriyordu. Meir, İran ziyaretini takip eden aylarda Ürdün Kralı Hüseyin ve İran Şahı’nın Mısır’ın yapabileceği olası bir misillemeye ilişkin bir dizi gizli uyarıyı görmezden gelecekti.

İsrail’i ve özellikle de Meir’i gafil avlayan bir hamleyle Ekim 1973’te Mısır ordusu Süveyş Kanalı’nı geçti ve “yenilmez” addedilen Bar-Lev Hattı’nı aştı. İsrail güçlerinin ilk kovuluşunun yankıları epey büyük oldu. Golda Meir birkaç ay sonra istifa etmek zorunda kaldı. Yerine geçen Yitzhak Rabin, Mayıs 1974’te Mısır ile bir Kuvvetlerin Ayrılması Anlaşması imzaladı. İsrail’in Sina’dan tahliyesi ve petrol yataklarının kaybı artık kapıdayken Rabin, İsrail’in apartheid Güney Afrika’ya karşı muhalefetinden aniden caydı ve kömürle çalışan yeni elektrik santralleri için KwaZulu-Natal’dan kömür sevkiyatı müzakerelerine başladı.

Bu arada hem enerji hem de döviz kaynağı olarak İran petrolüne olan bağımlılık daha da artmıştı. Öyle ki İsrailli yetkililer, Mısır’ın Süveyş Körfezi ile Akdeniz’i birbirine bağlayacak rakip planı, kara yolu üzerindeki hakimiyetlerine ve Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden ticareti yapılan petro-dolar akışına doğrudan bir tehdit olarak görmekteydiler. Financial Times, Tel Aviv’in Eylül 1969’da Süveyş-İskenderiye boru hattı üzerinde çalışan inşaat mühendisleriyle dolu bir oteli hedef aldığında “askeri bir tesisi” bombaladığını iddia ederken “daha başka bir memnuniyet” duymuş olması gerektiğini yazacaktı.

Öte yandan İsrail ABD ile, Washington’u “İsrail’in askeri teçhizat ve diğer savunma ihtiyaçlarına, enerji gereksinimlerine ve ekonomik ihtiyaçlarına sürekli ve uzun vadeli olarak” yanıt vermeyi taahhüt ettiren gizli bir memorandum imzaladı. 1978 yılında Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nden gönderilen bir diplomatik telgrafta bunun nedeni açıkça belirtilmekteydi: “Bu ülke petrolle çalışıyor ve kısa vadede başka bir alternatifi yok. Sina II Anlaşması’nda ABD’nin tedarik taahhüdünde ısrar etmesinin nedeni budur.” Böylece ABD’nin İsrail’e yaptığı abartılı yıllık yardım ve silah transferleri kurumsallaşmış oluyordu.

Camp David Anlaşması’nı takip eden on yıllarda İsrail, bir yandan kömürle çalışan elektrik santrallerini genişletirken, bir yandan da spot piyasadan gizli olarak petrol sevkiyatları almaya devam etti. Yine Nakab’ın yanı sıra işgal altındaki Batı Şeria ve Golan Tepeleri’nde de bir dolu petrol şirketine petrol aramaları için lisans verdi – sonunda hepsi başarısız oldu. Filistin yönetiminin kurulmasına ve Gazze ile Batı Şeria üzerinde –göstermelik ve düzensiz de olsa– kontrol sahibi olmasına yol açan 1993 Oslo Anlaşmaları’ndan sonra dahi İsrail, işgal altındaki topraklarda enerji aramaya devam etti.

Gaz rezervlerinin keşfi Filistinlilerin denize erişimini sınırlandırıyor

1999 yılında British Gas, Gazze kıyılarında şimdi “Gazze Marine” olarak bilinen sahada geniş doğalgaz rezervleri buldu. Bu saha, Oslo Anlaşmaları’nın Filistin deniz ekonomik bölgesi olarak belirlediği Gazze’nin yirmi deniz mili içindeydi. Gaz rezervlerinin keşfiyle birlikte İsrail, Filistinlilerin denize erişimini önce 2002’de on iki deniz miline, ardından 2006’da Hamas’ın Gazze’de seçilmesi sonrası altı deniz miline ve son olarak da 2008-9’daki Dökme Kurşun Operasyonu’nu takiben üç deniz miline indirmeye çalıştı. Resmi olarak Filistinli balıkçıların bu üç millik alan içinde çalışmalarına izin verilirken, İsrail Donanması Gazzeli balıkçılara keyfi olarak ateş açarak ise bu erişim alanını fiiliyatta bir deniz miline kadar indirdi. Ekim ayından önce 2023 yılının neredeyse her ayında İsrail Donanması Filistinli balıkçılara plastik ya da gerçek mermilerle ateş etti, teknelerine çarptı ya da yüksek hızda su püskürterek onları kıyıya sürdü. Nitekim İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısında, İsrail Donanması’nın bombardımanının ilk hedeflerinden biri Gazze’deki Filistinli balıkçı tekneleri filosuydu. Nihayetinde İsrail’in Filistin denizleri üzerindeki tam kontrolü ve Filistin yönetimi ya da Hamas’ın British Gas ile kendi şartlarına uygun bir anlaşma yapmasına izin vermemesi, şirketin Gazze Marine’i geliştirme planlarından vazgeçmesine neden oldu.

2009’da yani Gazze Marine’in keşfinden on yıl sonra, İsrail, denizin açıklarında Tamar ve Leviathan sahalarında gaz rezervleri buldu. İsrail ulusal petrol şirketi Delek, bu iki sahayı işletmek için Oklahoma’dan Noble Energy ile ortaklık kurdu (Noble daha sonra Chevron tarafından satın alındı). 2017 yılında Ürdün, Lut Gölü’ndeki sanayi tesisleri için İsrail’den doğalgaz satın almayı kabul etti ve böylece Tamar ve Leviathan’ın geliştirilmesini dolaylı olarak finanse etmiş oldu. Geçiş yakıtı olarak doğalgaza olan yönelme ve Rusya’nın Almanya’ya kadar uzanan Kuzey Akım boru hatlarına yapılan sabotaj, Avrupa’nın çeperlerindeki –İsrail, Mısır, Cezayir, Yunanistan, Kıbrıs ve Norveç– gaz rezervlerini daha da önemli hale getirdi. Tamar bugün İsrail’in enerji ihtiyacının yüzde 70’ini karşılıyor (geri kalanı ise –bugün daha çok Rusya ve Kolombiya’dan ithal edilen– kömürle karşılanıyor). Leviathan’ın gazıysa neredeyse tamamen ihraç ediliyor – sıvılaştırma ve nihayetinde hidrojen üretimi için Mısır’a gönderildikten sonra. İsrail’in Arap komşularına gelince, onlar bir yandan Filistinlilere yönelik yağma ve saldırıları onaylamadıklarını gösterirken, bir yandan da vatandaşlarının kınayıcı bakışlarından uzakta, kapalı kapılar ardında enerji anlaşmaları yapmaktan oldukça memnun gibiler.

Haziran 2023’te Netanyahu hükümeti Filistin yönetimi ile Gazze Marine’e lisans verilmesi konusunda anlaştığını duyurdu. Resmi anlaşma Hamas’ı dışladığı için bu politikanın Mahmud Abbas’ın Ramallah’taki rejimini desteklemeye yönelik olduğu gayet açıktı. Anlaşmanın mali getirilerinin bir kısmının Gazze’ye akması, bu vesileyle de Hamas’a rüşvet verilerek Gazze’de uysallaştırılması amaçlanıyordu. Ve sonra 7 Ekim 2023’te Hamas militanları “demir duvar”ı ya da Filistinli analist Muin Rabba’nin deyimiyle Gazze’yi çevreleyen “milyar dolarlık fiziksel, elektronik ve dijital bariyeri” aşarak yaklaşık üçte biri asker olmak üzere 1.200 İsrailli ve yabancıyı öldürdü ve yüzlercesini ise rehin aldı.(7) İsrail’in tepkisi acımasızdı.

Çatışmaların sıcağında bile, Kasım 2023’te İsrail, BP ve ENI’ye Gazze Marine olmasa da Leviathan yakınlarındaki diğer sahaları geliştirmeleri için on iki yeni ruhsat verdi. Tarihlerinin en kârlı yıllarını geçiren Avrupalı hidrokarbon şirketleri bugün hâlâ Avrupa’ya yakın yeni gaz kaynakları aramaya devam ediyor. Avrupa’nın, İsrail’in en az 30 bin Filistinliyi katlederken verdiği tavizler, İsrail’in Avrupa’ya kışın yaklaştığını başarılı şekilde hatırlattığının bir kanıtıydı. Enerji arzını çeşitlendirmede kendini sıkışmış hisseden Avrupa, kaynakları arasına İsrail doğalgazını da dahil etme baskısı hissedecektir. İsrail’in Gazze denizini de istimlak edip etmeyeceğini ise zaman gösterecek.

1989 yılında Ulusal İran Petrol Şirketi, devrimden az zaman önce Eylül-Aralık 1978 arasında teslim edilen petrol kargolarının bedelini ödemesi için İsrail’i İsviçre’deki bir mahkemede dava etti. 2016’da ise, yani davanın açılmasından 27 yıl sonra, İranlılar İsrail’den 1 milyar dolardan fazla para kazandı. Fakat İsrail, kararın geçerliliğini kabul etmeyi ya da İran’a herhangi bir ödeme yapmayı reddetti. Ocak 2023’te İsrail [Parlamentosu] Knesset 1960’lardan beri “sır” olan Eilat-Aşkelon boru hattına ilişkin gizlilik kararını yeniledi. Netanyahu’nun İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında Abraham Anlaşmaları’nı imzalamasının hemen ardından, İsrail topraklarında İran’ın parasıyla inşa edilen boru hattından BAE petrolü akmaya başladı. BAE aynı zamanda İsrail’in Akdeniz’deki gaz sahalarındaki en büyük yatırımcılardan biri ve olmayı da sürdürüyor.

Filistin halkının yabancı hakimiyeti, sömürgecilik ve mülksüzleştirmeyle örülü ‘kaderi’

İsrail’in Babülmendep’den geçen ticareti, yirminci yüzyıl boyunca birbirini izleyen savaşlarda Mısır tarafından ablukaya alındı. Yirmi birinci yüzyılın üçüncü on yılında ise Yemen’deki Husiler İsrail’e giden gemilerin boğazdan geçişine etkin bir abluka uyguluyor. Husiler, 1960’larda imamları Mısırlı Nasır’a karşı savaşmaları için Suudi Arabistan ve İsrail tarafından gizlice desteklenen Yemen’in Zeydi cemaatine mensuplar. Bir zamanlar İsrail’in en büyük düşmanı olan Mısır, şimdilerde Sina ve Gazze’nin güvenliğine ilişkin İsrail’e istihbarat sağlayan ve İsrail ile koordinasyon içinde olan Sisi hükümeti tarafından yönetiliyor. Bir vakitler İsrail’in bölgedeki en yakın müttefiki olan İran, şimdi İsrail’in can düşmanı. Yine bir zamanlar İsrail’in Afrika kıtasındaki en yakın dostu, başlıca kömür ve uranyum kaynağı ve nükleer silah geliştirme ve test etmede işbirlikçisi olan Güney Afrika, ırk ayrımcılığını ortadan kaldırdı ve İsrail’i Gazze’deki soykırım şiddetinden sorumlu tutarak Uluslararası Adalet Divanı’nda dava etti.

Filistinli akademisyen Fayez Sayegh, 1965 yılında kaleme aldığı yerleşimci sömürgecilik analizinde yabancı hakimiyetine, sömürüye ve mülksüzleştirmeye maruz kalan Filistinlilerin kaderine mercek tutuyor:

Filistin toprakları yabancıların yönetimi altındadır. Kaynaklarını başkaları sömürmektedir. Halkı anavatanından sürgün edilmiştir. Arap sakinlerden geriye kalanlar, en az Asya ya da Afrika’daki herhangi bir ırkçı rejim kadar sert bir ırkçı ayrımcılık ve baskı rejimi altında çürümektedir. Tüm bunlar emperyalizmin iş birliği ile ve terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmiştir.(8)

Bu sözlerin yazılmasından bu yana geçen 60 yılda, her gün biraz daha fazla Filistin toprağı İsrail kontrolü altına girdi. Kasıtlı kalkınmasızlaştırma [de-development] politikaları, Filistin’in doğal kaynakları ve ekonomisi üzerindeki İsrail hakimiyetini günden güne pekiştirdi. Filistin halkının, işletmelerin veya yaşamsal altyapıların yerle bir edilmediği sınırlı yerlerde de hayatta kalabilmek için İsrail’e bağımlı hale getirildiler. İsrail, eski ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig’in deyimiyle “dünyanın batmayan en büyük Amerikan uçak gemisi” haline gelerek kendisini uluslararası kınamalardan izole etmiş oldu. Ne var ki, bir zamanların bu kesin doğrusu, artık geçerli olmayabilir. Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın İsrail’in Filistinliler üzerindeki tahakkümüne verdiği koşulsuz destek ve İsrail’den ve İsrail aracılığıyla elde edilen hidrokarbon ticareti, İsrail’i Avrupa enerji ağlarına sıkı sıkıya bağlıyor. Bugün İsrail’in geleceği, kendi kendini patlatmak ile Batılı güçler tarafından şımartılmaya devam etmek arasında belirsiz bir noktada duruyor. İsrail’e verilen açık çek göz önüne alındığında, ABD’nin bölgedeki jandarması olarak kalması, Avrupa’ya ve uyuşuk Arap müttefiklerine yönelik doğalgaz simsarlığını pekiştirmesi ve genişletmesi ise hiç de mantıksız görünmüyor.


Notlar:

(1) 1960’ların ikinci yarısından itibaren Exxon, Gulf Oil, Mobil, Texaco, Socal, British Petroleum ve Royal Dutch Shell’den oluşan dönemin Avrupalı ve Amerikalı en güçlü petrol şirketlerini ifade etmek için kullanılan gönderme. (ç.n)
(2) Uri Bialer, 2007, ‘Fuel Bridge across the Middle East—Israel, Iran, and the Eilat–Ashkelon Oil Pipeline’, Israel Studies 12(3): 29–67.
(3) Fredrik Meiton, Electrical Palestine: Capital and Technology from Empire to Nation (University of California Press, 2019).
(4) Pinhas Rutenberg: Rusya’da Sosyalist Devrimciler (SR) mensubu. 1905 Devriminden sonra sürgündeyken siyonizme bağlanmış ve I. Dünya Savaşında ABD’ye giderek Filistin’de bir siyonist silahlı birlik kurulması için Yahudiler arasında faaliyet yürütmüştü. (ç.n.)
(5) Shira Robinson, Citizen Strangers: Palestinians and the Birth of Israel’s Liberal Settler State (Stanford University Press, 2013), 181.
(6) Elias Shoufani, 1972, ‘The Sinai Wedge’, Journal of Palestine Studies 1(3): 85–94.
(7) Mouin Rabbani, ‘Gaza Apocalypse’, SecurityInContext.com (6 January 2024) 6 Fayez Sayegh, Zionist Colonialism in Palestine (PLO Research Centre, 1965), 50.
(8) Fayez Sayegh, Zionist Colonialism in Palestine (PLO Research Centre, 1965), 50.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı basını, Putin’in Çin ziyaretini nasıl değerlendirdi?

Yayınlanma

Rusya Devlet Başkanı’nın Çin ziyareti yabancı basında en çok tartışılan gündem maddeleri arasına girdi. Gazeteler, iki lider arasındaki yakın kişisel ilişkileri ve Çin’in Batı ile ilişkilerinde kendisine pek çok sorun çıkaran ‘sınır tanımayan dostluk’ taahhüdü üzerine spekülasyonlarda bulundu.

Wall Street Journal:

“Çin lideri Xi Jinping’e göre Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD egemenliğindeki dünya düzeniyle mücadelede faydalı bir ortak. Ancak bu ilişki Çin açısından zahmetli, zira ABD’li ve Avrupalı yetkililer Çin’i Rusya’nın ordusunu yeniden inşa etmesine yardım etmemesi konusunda uyarmıştı.

İki lider, Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya girmesinden kısa bir süre önce ‘sınır tanımayan dostluk’ ilan etti. O zamandan bu yana Çin, Rus ekonomisine can simidi atmış olsa da daha az genişlemiş durumda. Putin, Rusya’nın Batı’nın kendisini tecrit etme çabalarına direnmesine yardımcı olan bu desteği genişletmek isteyecektir. Üstelik bu ziyaret, Rusya halkına hala etkili dostları olduğunu göstermesine de olanak sağlayacak…

Putin’in Çin’in kuzeydoğusuna yaptığı ziyaret, Ukrayna’daki çatışmaların patlak vermesinden bu yana Rusya’nın özellikle yakınlaştığı Kuzey Kore’yi de ziyaret edebileceği yönündeki spekülasyonları artırdı. Bu, Rusya’nın Kuzey Kore ile artan bağları Çin’de bazı rahatsızlıklara neden oldu.”

Le Temps:

“Bu iki adam hiç ayrı düşmeyecek gibi görünüyor. Bu, 2012’den bu yana devlet başkanları olarak gerçekleştirdikleri 43. görüşme. Çin Devlet Başkanı için bu sayı Hintli mevkidaşlarının iki katı, Japon mevkidaşlarının dört katı ve ABD başkanları ya da Avrupalı yetkililerden çok daha fazla yüz yüze görüşme anlamına geliyor. İki ülke arasındaki ilişkiler Stalin döneminden bu yana hiç bu kadar sıcak olmamıştı.”

Le Figaro:

“Xi Jinping en iyisini sona sakladı. Çin Devlet Başkanı, perşembe günü ‘eski dostunu’ kabul etti. Vladimir Putin, Elysee Sarayı’nda Emmanuel Macron’a gülümsemesinden sadece on gün sonra Pekin’de… Yeni ‘seçilmiş’ Rusya Devlet Başkanı onuruna düzenlenen bu iki günlük resmi ziyaret, Ukrayna’daki savaşın arifesinde iki güç merkezi arasında kurulan ‘sınır tanımayan ortaklığın’ gücünü teyit etmeli ve tarafsızlık görüntüsünü korumaya çalışan ikinci dünya gücünün sempatilerine parlak bir ışık tutmalı.”

Sueddeutsche Zeitung:

“Devlet Başkanı Xi, Putin ile yaptığı görüşmede Avrupa’da barış arzusunu vurguladı. Putin müzakere isteğini yineledi. Ancak belli ki sonuç hakkında kendi fikirleri var. Pekin, Rusya’nın yer almadığı İsviçre’deki barış konferansına katılmayı henüz kabul etmedi. İyi ilişkileri ve Moskova üzerindeki etkisi nedeniyle Çin belirleyici bir katılımcı olarak görülüyor. Ancak Rusya bununla pek ilgilenmiyor.”

Les Echos:

“Ukrayna’daki savaş için destek arayan Rusya Devlet Başkanı, mart ayında yeniden seçilmesinden bu yana ilk yurt dışı gezisini Çin’e yaptı. Çinli mevkidaşı da geçen yıl aynı şeyi yaptı ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasından kısa bir süre önce Şubat 2022’de imzalanan ‘sınır tanımayan’ dostluğu daha da pekiştirmek istercesine, eşi benzeri görülmemiş bir üçüncü dönem için göreve başlamasından kısa bir süre sonra Moskova’yı ziyaret etti.

Eğer Vladimir Putin, ‘sınır tanımayan dostluğu’ test etmeye geldiyse, Xi Jinping de Rusya’ya desteğini azaltması için Batı’nın artan baskısı altında bir ipte yürümek zorunda.

Pekin, Rusya ile stratejik ortaklığının ‘en önemli’ ortaklık olduğunu düşünüyor ancak Çin’in durgun ekonomisini canlandırabilecek kilit bir ticaret ortağı olan Avrupa’dan daha fazla uzaklaşmak istemiyor. Pekin aynı zamanda ABD ile olan ilişkilerini de zor da olsa istikrara kavuşturmaya çalışıyor.

Aslında Rusya ile ‘sınır tanımayan dostluğun’ hala sınırları var: Çin, Rusya’ya doğrudan silah tedarik ederek kırmızı çizgiyi aşmayı reddediyor. Washington’un baskısı altında, birkaç küçük Çin bankası yakın zamanda Rus müşterileriyle olan işlemlerini durdurdu ya da azalttı. Çin, devasa Sibirya’nın Gücü-2 doğalgaz boru hattı projesine ilişkin nihai anlaşmayı geciktirmeye devam ediyor. Ancak Kim Jong-un’un uluslararası alanda dışlanan Kuzey Kore’si, sorgusuz sualsiz Rusya ile askeri iş birliğini artırıyor ve Batı tarafından Ukrayna’daki savaş için mühimmat tedarik etmekle suçlanıyor. Vladimir Putin, Asya turu sırasında Pyongyang’ı ziyaret ederek bu desteği takdir edebilir.”

Der Spiegel:

“Çin Devlet Başkanı Xi, Pekin’de ‘eski dostunu’ kabul etti. Putin. İki devlet başkanı karşılıklı iltifatlarda bulunurken aynı zamanda Batı’ya karşı ittifaklarını güçlendirmek istiyorlar. İki günlük ziyaret öncelikle ilişkilerin kalitesini kamuoyuna göstermeyi amaçlıyor. Berlin merkezli bir Çin araştırma enstitüsü olan Merics’in analistlerinden Helena Legarda, ‘Moskova ile Pekin, bu vesileyle yakın ortaklıklarını ve küresel düzeni reforme etme ve ABD’ye karşı bir kutup oluşturma yönündeki ortak hedeflerini vurguluyor’ diyor.

Elbette Putin için öncelikle Batı’ya karşı ittifakı güçlendirmek önemli. Bir yandan böyle bir uyum, Moskova’nın yalnız olmadığını göstermek için dünyanın geri kalanına bir jest olarak önemli.”

Neue Zuercher Zeitung:

“Rusya Devlet Başkanı, Çin’de harika bir şekilde karşılanıyor. Kremlin, Ukrayna’daki çatışmalarda büyük komşusu Çin kadar başka hiçbir ülkeye güvenmiyor. Daha Şubat 2022’de, Ukrayna’daki çatışmalar başlamadan birkaç gün önce Vladimir Putin ve Xi Jinping ‘sınır tanımayan dostluk’ yemini etmişlerdi. Şimdi iki devlet başkanının iki ülke arasındaki ilişkileri daha da yüksek bir seviyeye taşımak istedikleri anlaşılıyor. Uzmanlara göre, ikili ilişkilerin gelişimi (çatışmanın) gidişatına bağlı.

Pekin’deki Çin Halk Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler uzmanı olan Shi Yinhong, ‘Rusya daha fazla ilerleme kaydederse, ilişkiler daha da derinleşecektir’ dedi.

Xi’nin gözünde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı kazanacağı bir zafer, Çin’in başlıca rakibi olan ABD için bir yenilgi anlamına gelecektir. İşte bu yüzden Çin,Ukrayna savaşında Putin’i destekliyor. Fakat Çin, Rusya’yı destekleme konusunda ihtiyatlı davranmak zorunda… Çin yönetimi, ABD’nin Çin bankalarının dolar ödemelerini kesmesinden korkuyor. Bu nedenle Çin hükümeti, büyük Çin bankalarının Rusya ile iş yapmadığından emin olmak için yakından izliyor.”

Rusya Devlet Başkanı Putin’in Çin ziyareti başladı: ‘Kapsamlı ortaklığın derinleştirilmesi’ mesajı

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English