Bizi Takip Edin

Söyleşi

Rusya’nın yeni dış politika vizyonu

Yayınlanma

Rusya – Ukrayna savaşının uluslararası ilişkilerde köklü ve kalıcı değişimleri beraberinde getirdiği bir gerçek. Burada tartışmalı olan husus değişimin gideceği yön ve alacağı biçim. Geleceğin neye benzeyeceğini bire bir tahmin etmek mümkün değil. Ancak olasılıkları görmek açısından canlı ve dinamik olarak işleyen Türk-Rus ilişkilerini irdelemek öğretici. ABD’nin müttefiklerine ve dünyaya dayattığı yaptırımlara katılmayan Türkiye, Rusya ile ilişkilerini her alanda geliştiriyor. Batı kurumları içindeki kurumsal varlığını da sürdürmeye devam ediyor. Yeni güçlenen Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS gibi kurumlara ilgi gösteriyor.

Rusya ile pratik ilişkilerdeki iş bitiricilik ise ayrı bir seviyeye ulaşmış durumda. Astana sürecinden Tahıl Koridoruna, askeri iş birliklerinden çatışmalı alanlardaki ortak eylemlere kadar bir dizi uzlaşı, uzlaşamama ve müzakere süreci akıyor. Türk-Rus ilişkilerinde şu an için çekilen fotoğraf seneye muhtemelen çok daha fazla değişmiş olacak. Acaba iki devlet de Soğuk Savaş’a ve tarihe dayanan eski kalıplarını kırıyor mu? Ya da eski “kalıp” ile yeni belirsiz çok kutuplu düzen arasında plansız bir şekilde salınım mı söz konusu…

Elbette bu değişimin sınırlarına ve ulaşacağı noktaya siyasi liderler ve onları iş başına getiren toplumlar karar verecek. Ancak biz de bu sürece fikir zemininden katkı koyabiliriz. Bu düşünceden hareketle St. Petersburg Devlet Üniversitesi Diplomatik Araştırmalar Direktörü Prof. Dr. Stanislav Tkachenko ile konuştuk. Rusya lideri Vladimir Putin’in sık sık fikir toplantılarına katıldığı Valdai Kulübü’nün de üyesi olan Prof. Tkaçenko, Rus dış politikasının Ukrayna savaşıyla ile birlikte kökten değişeceğini ve Batı ile olan ilişkilerde normalleşmenin nesiller alacağını söylüyor. Tkaçenko’ya göre “zorlayıcı diplomasi” Batı’ya karşı belli ölçülerde başarısız oldu ve artık Afrika, Latin Amerika ve Asya’ya açılma zamanı. Türkiye’nin ise Moskova’dan bakınca uluslararası ilişkilerde “yeni bir olgu” olarak görüldüğünü dile getiren Tkaçenko, Türkiye’nin çok kutuplu yeni ortamda bir kutbun lideri olma potansiyeli taşıdığı değerlendirmesini yaptı. Çok kutuplu ortamda sürekli müzakere ve diyaloğun önemine atıf yapan Tkaçenko çok kutupluluğu özetle; “ilişkilerin üç beş yılda bir baştan sonra değişebileceği esnek bir sistem” olarak tarif ediyor…

  • Hoş geldiniz Profesör Stanislav Tkaçenko, bize vakit ayırdığınız için teşekkürler.

Beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim, çok memnun oldum.

  • Profesör, ilk sorum bu devasa savaşın sıfır noktasıyla alakalı olacak. Her gün Ukrayna sorunu hakkında konuşuyoruz. Bildiğimiz gibi Rusya Ukrayna’daki faaliyetlerini “özel askeri operasyon” olarak tanımlıyor. Batı ise “Rus işgali” ya da “Rusya’nın saldırısı” gibi başka terimler kullanıyor. Başta ben de bu çatışmanın adı hakkında emin değildim belki de başka bir tanım gerekiyordur. Bu sorunun ilk nasıl başladığını bunca bilgi bombardımanı altında soruyorum. Bu konudan sonra da günümüze gelip yeni süreçteki Türkiye-Rusya ilişkilerini ve Rusya’nın Orta Doğudaki büyük stratejisini konuşacağız.

Şu an Ukrayna’daki çatışma ile ilgili sorunla başlayacak olursam, bir düşünce kuruluşu sayılabilecek Valdai Kulübü’nün düzenlediği ve Rus Devlet Başkanının da katıldığı foruma ben de katıldım. Ayrıca Valdai Kulübü’nün üyesiyim. Bu sene de düzenlenen forumda Rus Devlet Başkanıyla dört saat boyunca konuşma fırsatımız oldu ve orada başkana sorulan sorulardan birisi Ukrayna’daki şu an olan durumun bir “iç savaş” olduğuna katılıp katılmadığıydı. Putin de “Evet bu doğru, bu bir iç savaştır” diye cevap verdi. Bu aslında şu an yaşanan çatışmanın en önemli boyutlarından birisi. Çünkü şimdi ben ne kadar jeopolitik düzenden ve Avrupa’nın yeni güvenlik yapılanmasından bahsetsem bile eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yaşayan insanların düzeyinde en nihayetinde bu bir iç savaştır. Ama tabi Batı ile Rusya arasındaki bu çatışmanın özüne dönecek olursak aslında 21. yüzyılın başlarındaki tek kutuplu dünya George W. Bush yönetiminde başlamıştı. İlk karşı karşıya gelme ise 2004’te Ukrayna’daki sözde Turuncu Devrim’di. Bundan sonra ilişkilerimiz 2014’te Doğu Ukrayna’daki çatışmaya kadar kötüleşmeye devam etti ve başta Kırımlılar ve Sivastopol Rusya’ya katıldı. Yani 2022’deki çatışmaya giden bu süreç aslında kaçınılmazdı. Bu gibi bir çatışmaya giden bu süreci engellemek imkansızdı. Dolayısıyla benim görüşüme göre Rus hükumeti çok hızlı bir hamleyle ilk vuruşu yapmaya karar verdi. Çünkü bir yandan da Ukrayna’nın bir vekil olduğunu ve bu çatışmanın sadece bir iç savaş olmadığını aynı zamanda Rusya ile ABD ve saldırgan NATO üyeleri arasında, Rusya’yı Avrupa Siyasi-Ekonomik Bölge’sinden atmaya yönelik bir vekalet savaşı olduğunu da görüyoruz. 2021 Aralığından beri çatışmanın bu safhasında Rusya ABD’ye, NATO’ya ve OECD’ye Avrupa’nın yeni güvenlik yapılandırılması için müzakere tekliflerinde bulundu ve Rus teklifleri Batı tarafından reddedildi. Şubat’ın sonlarında başlayan bu askeri operasyon da bu uzun kitabın sadece bir sayfası oldu.

“İlk planda öngörülenler gerçekleşmedi”

  • Profesör, siz bu çatışmayı engellemenin hiçbir yolu olmadığını söylediniz ama bazı uzmanlar da “Rusya’nın bu savaştan kaçınma ihtimali var mıydı?” diye soruyor. Çünkü yine bir değerlendirmeye göre bu Rusya için hazırlanan bir tuzaktı. Siz Rusya’nın tıpkı Afganistan’da olduğu gibi stratejik bir hata yapıp kendini kırılgan bir noktaya getirmiş olabileceğini düşünüyor musunuz?

Ukrayna’nın silahlandırılmasının Rusya’yı bu çatışmada savurma ve nihayetinde kendiliğinden yenilmesini sağlama amacı olduğunu söyleyen makale ve yazıların sayısı gittikçe artıyor. Çünkü bu yaklaşıma göre Rusya aslında kendisinin varlığına güvenliğine ve istikrarına çok da büyük bir tehdit olmayan bir savaşta ama bu görüş artık Rusya’da popülerliğini yitirmeye başladı. Çünkü Ukrayna’nın 2022’de Luhansk ve Donetsk bölgelerine ve 2023’te de Kırım’a operasyon düzenlemeye hazırlandığı yönündeki istihbarat bilgileri ortaya çıktı. Elbette hala devam eden bir süreçten bahsediyoruz. Hiç şüphe yok ki 2022 Şubat’ında Moskova’daki, Kremlin’de birçok insan buradaki özel askeri operasyonun hemen hemen aynı zamanlarda gerçekleşen Kazakistan’daki olaylardaki gibi olacağını değerlendirdi. Tıpkı Kazakistan’daki gibi birkaç bin paraşütçü ile bu isyanın veya terör saldırılarının bastırılabileceğini düşünenler vardı. Tabi bu ilk planda öngörülenler gerçekleşmedi ve şimdi de Rusya yeni hedefleri amaçlayan yeni bir strateji geliştiriyor. Bu süreçte söylemler de oldukça değişti. Ukrayna’nın Nazilerden arındırılmasından başlayan bu söylemler çok temel sorunlara yöneldi. Bu temel sorunların başında Rusya Federasyonu’nun güvenliği ve Rusya’nın NATO’nun doğuya doğru genişlemeyeceğinin garantisini aldığı, askeri altyapının şeffaf olduğu, iki tarafın da birbirine ani saldırılarda bulunamayacağı, Avrupa güvenlik mimarisinin yeniden yapılandırılması gibi konular var.

“Türkiye’nin köprü olacağını umut ediyoruz” 

  • Okuduğum bir makalenizde “Rusya’nın zorlayıcı diplomasisi” dediğiniz, Başkan Putin’in dış siyasette aldığı kararlar ve Rusya’nın diplomatik eğilimleri hakkında bir kavramdan bahsediyorsunuz. Sorum ise Rusya’nın dış politikadaki eğilimlerinin Ukrayna’yla beraber nasıl değişeceği üzerine. Mesela Rusya ‘zorlayıcı diplomasi’den uzaklaşıp başka bir dış siyaset modeline geçiş yapabilir mi?

Bu büyük oranda akademik bir soru aslında. Çünkü SSCB’nin dağılmasından sonra Rusya için asıl meselelerden ve araştırma konularından birisi Rusya’nın askeri ve nükleer gücünün nasıl dış siyasetin gerçek bir alanında kullanılabileceği ve nasıl Avrupa’daki ve dünyadaki kurumlar tarafından hak ettiği değeri alabileceğiydi.Bahsettiğiniz makalem tam olarak bu konuyla ve Putin’in 1999’da Başbakan olduktan ve 2000’de Devlet Başkanı olduktan sonra geliştirdiği tüm mekanizmalarla alakalıydı. Bu yıl Ukrayna’daki çatışma ve ekonomik yaptırımlar Rusya’nın dış siyasetini kökten değiştirecektir ve hatta bu sürece çoktan girmiş bulunmaktayız. Rusya’nın ABD ve Avrupa’yla ilişkilerinin bozulmuş olduğunu görmek hiç zor değil. Bu ilişkileri tekrar uygun bir tabana oturtmak birkaç nesil ya da 20 ila 40 yıl arası bir zaman alacaktır. Bazı değerlendirmelere göre de ekonomik bağlar, birtakım aracılar yoluyla doğrudan veya dolaylı olarak devam edecek. Türkiye’nin de Rusya ile Avrupa arasındaki yatırım ve ticari akışın yeniden düzenlenmesinde çok önemli bir rol oynayacağını umut ediyoruz.

“Rusya, ABD ve Avrupa için tehdit oluşturmuyordu” 

Ayrıca Rusya’ya yaptırım uygulayan ve Ukrayna’daki savaşa dahil olan aşağı yukarı 50 ülkenin yanı sıra bu çatışmada Rusya’yı destekleyen ya da tarafsız olan dünya nüfusunun da yüzde 80’ini oluşturan yaklaşık 150 ülke bulunmakta. Bunların başında BRICS üyeleri ve Şangay İşbirliği Örgütü üyeleri ve diğer örgütler geliyor. Dolayısıyla uzun vadede Rusya’nın dış siyasetteki eğilimleri öncelikle Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleriyle ekonomik ve ticari bağlar kurmaya yönelik olarak değişecektir. St. Petersburg’da yapılan ekonomi zirvesinde yaklaşık 50 Afrika ülkesi lideri Rus liderlerle birlikteydi. Yani Rusya uzun vadeli stratejisini artık bu yönde kurmaya başladı. Rus dış siyasetinin yeniden şekillenmesinden bahsediyoruz ve bunun da sebebi Rusya’nın eski “zorlayıcı diplomasisi”nin ABD ve Avrupa ile ilişkiler bağlamında başarısız olması. Bunun birçok sebebi vardı. Mesela Rusya, ABD ve Avrupa güvenliği açısından doğrudan bir tehdit oluşturmuyordu. Rusya’nın nükleer silah kullanması hiç olası değildi ve konvansiyonel silahları da NATO üzerinde müthiş bir tehdit oluşturmuyordu. Böylece hem Rusya hem de NATO için Avrupa’nın güvenlik mimarisini kökten değiştirecek yeni stratejik adımlara yönelik uygun bir alan oluşmuştu.

  • Profesör, yakın dönemle ilgili bir sorum var. Rusya’nın bu zorlayıcı diplomasi çizgisini devam ettirebilmek için içeride yeterli gücü var mı? Ayrıca Rusya’nın iç siyasetini ve gücünün sınırlarını merak ediyoruz. Mesela Rusya’da farklı bir küresel düzen hayali olan bir güç, bir siyasi parti veya bir siyasi sınıf mevcut mudur?

Oldukça zor bir soru. Öncelikle Rus ekonomisinde, Rus finansal sisteminde ve Rus ticari sisteminde mevcut siyaset ve durum şaşırtıcı bir şekilde iyi gidiyor. 2022 yılı için cari dengemiz artıda seyrediyor. Bütçe sistemimiz şimdilik güvende, sağlıklı işliyor. Bir yandan Rus Rublesi değer kazanıyor. Yani makroekonomik açıdan baktığımızda ve dış ticaret yapısına baktığımızda Rusya fena bir durumda değil diyebilirim. Öte yandan Rusya’nın Ukrayna’daki faaliyetlerine halkın desteği oldukça yüksek. Tabi ki şimdi Rusya’da farklı siyasi güçler bulunuyor ve Rusya’nın mesela Herson’da ve Harkiv Oblastı’ndaki askeri başarısızlıkları tartışılıyor. Uzun vadeye baktığımızda da Rus ordusu modernize ediliyorken Batılı akademisyenler ve siyasetçiler, bazı kanaat önderleri anketlerle Rusya’nın içerisinde, örneğin sol partilerden Komünistlerden veya milliyetçilerden, Rusya’ya karşı bir muhalefet aramaya çalışıyorlar.

“Rusya’da yapısal bir muhalafet yok” 

Nitekim bu partiler zaten alenen Rusya’nın askeri operasyonu hakkında şüphelerini dile getiriyorlar. Aynı zamanda bu muhalefet oldukça teknik bir seviyeden ilerliyor. Yapısal bir muhalefet ise bulunmuyor. Bunun sebebi biraz da halkın mutlak bir çoğunluğunun bu çatışmadan ötürü sosyoekonomik refahının müthiş ölçüde kötü etkileneceğini düşünmemesidir. Tabi ki cephedeki can kayıpları Rusya Federasyonu için üstlenmesi çok ağır bir yük. Ayrıca Ukrayna’da bu askeri operasyonun bitmesi üzerine giderek artan beklenti, cephedeki durum donması, müzakerelerle ilgili. Sonuç olarak  ihtilafın çözülmesine yönelik seçenekler de Rus kamuoyunda oldukça popüler.

  • Profesör, şimdi ise Türkiye – Rusya ilişkilerine gelmek istiyorum. Moskova bu kaotik ortamda Türkiye’nin rolünü nasıl değerlendiriyor merak ediyorum. Mesela bir süper güç adayı olarak mı görüyor? Bu bir seçenek… Veya geçici bir arabulucu olarak mı, ya da Batı bloğunda güvenilir bir NATO üyesi olarak mı, yoksa çok kutuplu dünya düzeninin kutuplarından biri olarak mı görüyor Moskova Türkiye’yi ? Moskova’nın, Türkiye’yi orta vadede yakın bölgemizde ve küresel ölçekte nasıl değerlendirdiğini merak ediyorum.

Bu sorular için çok teşekkür ediyorum Rus dış siyaseti açısından çok önemli sorular bunlar. Her yıl en az birkaç kere akademisyenler ya da gazeteciler Putin’e “Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında ne düşünüyorsunuz? Ona güveniyor musunuz? Sizce istikrarlı ilişkiler kurabileceğiniz birisi olarak görüyor musunuz?” gibi sorular soruyorlar ve cevabı her zaman “evet” oluyor. “Ülkesine ve milli çıkarlarına sahip çıkan birisi. Anlaşma yaptığımızda da sözüne ve hareketlerine güvenebileceğimiz birisi” diye cevap veriyor.

Genelden daha özele inecek olursam Rusya Türkiye’yi sayısı beşi geçmeyecek tam olarak bağımsız olan ülkelerden birisi olarak görüyor. Bu Rusya’da da yeni ortaya çıkan bir tanım. Bu gibi ülkeler kendi çıkarlarına küresel çıkarlardan veya uluslararası örgütlere bağlılıklarından daha fazla önem veriyorlar. Türkiye’nin dışında bu ülkeler arasında Suudi Arabistan, Kuzey Kore, Brezilya, İran, Hindistan ve tabi ki Çin gibi ülkeler var. Bu gibi ülkeler gerçekten yeni çok kutuplu düzende kendi kutuplarını oluşturabilecek ülkeler. Çünkü bunlar kendi bağımsızlıklarını kazanmış yüzlerce yıllık tarihi olan medeniyetleri temsil eden ülkeler. Aynı zamanda bunlar kendi bölgelerindeki entegrasyonun yer yer serbest ticaret anlaşmalarıyla ve bazen de gümrük birlikleriyle merkezini oluşturan ülkeler. Bu açıdan baktığımızda Rusya, Türkiye’yi klasikleşmiş askeri ve siyasi ittifaklar arasında rekabet ve yarıştan daha öteye gidebilen, uluslararası ilişkilerdeki yeni bir olgu olarak görüyor.

“Putin, Türkiye’ye ve Erdoğan’a güveniyor” 

Çift kutuplu sistemde dış siyasette ABD’ye ya da SSCB’ye biat etmeniz yeterliydi. Ancak artık sistem tam olarak çok kutuplulaştı ve bu kutupların kendi aralarındaki anlaşmalar da gelişmeye başladı. Bence de bu uzlaşmalar hali hazırda ilerleyen müzakerelerle sürdürülebilir ve sürdürülmeli. Şimdi Rusya ve Türkiye arasında ilişkilerde gördüğümüz şey ise hassas konular hakkında aralıksız müzakereler ve bu çok önemli. Ukrayna’daki çatışma, Rus ve Ukrayna tahılının Türkiye üzerinden küresel pazarlara ihracatı, Orta Doğu’da ve Suriye’deki durumlar, enerji projeleri, taşıma ve lojistik koridorları gibi…Yani buradan yaklaşmakta olan dünyanın iki ittifakın oyunun kurallarını belirleyip bazen çatışıp bazen ilişkilerin iyileştiği Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir istikrar sağlamayacağını anlayabiliyoruz. Gelmekte olan çok kutuplu dünyada, kalıcı ittifakların aksine tamamen bağımsız olan devletler arasında sürekli müzakereler görülecek. Bu da her üç ya da beş yılda bir ilişkilerin değiştiği, bazen daha uzlaşmacı bazen daha az uzlaşmacı olurken, karşılıklı saygının hep olduğu ve çok kutuplu dünyanın hep olacağı anlayışıyla bu çok kutuplu sistemin Rus dış siyasetinde daha da öne çıkacağı görülüyor.

Bu tarz bir girizgahla başladıktan sonra şunu söylemek istiyorum: Biz Türkiye’yi çok güvenilir ve işlevsel bir arabulucu bir vekil ve barışı sağlayan bir unsur olarak ya da Rusya’ya gerçekleşen gıda krizinde, ticaret gibi çok temel konularda yardım edebilecek bir ülke olarak değerlendiriyoruz.

Putin birden çok kez Türkiye’ye ve Cumhurbaşkanına güvendiğini 2021’de ve 2022’deki Valdai Forum’larında da söyledi. Çünkü aslında Türkiye Cumhurbaşkanının ülkesini hem içerde hem de uluslararası camiada nasıl koruduğunu anlayabiliyoruz. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kalıcı üyelerinin değiştirilmesi yönündeki fikirlere veya 21. yüzyıldaki süper güçlerin yeniden tanımlanması konusundaki tartışmalara Rusya çok fazla önem vermiyor. Birleşmiş Milletler örgütü 80 yıl önce kuruldu ve dünya o zamandan bu yana çok köklü değişimler geçirdi. Şu anda da küresel sistemdeki süper güçlerin aralarındaki ilişkiler üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Tam bağımsız ülkeler için ve çok kutuplu dünyanın Rus, Çinli ve Hint bölgelerinde askeri ittifaklar oluşturulabilecek ancak sürekli olarak ekonomi çevre ve ticaret gibi konularda müzakerelerin yapılabileceği bir forum oluşturduk.

“Rusya, Suriye’de askeri bir operasyondan memnun olmayacak” 

  • Sayın Profesör, şimdi biraz resmi daraltmak istiyorum çünkü bir yandan da bu sıralar Suriye’de Türk Ordusu’nun operasyon yapma ihtimalini konuşuyoruz. Rusya’nın böyle bir olası operasyona tepkisi nasıl olur. Çünkü biliyorsunuz Türkiye YPG’yi NATO’nun terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın bir uzantısı olarak tanımlıyor ama bir yandan da Batı yıllardır YPG’ye silah yardımlarında bulunuyor. Türk toplumu Moskova’nın Türkiye’nin yapacağı olası bir operasyona tepkisini merak ediyor…

Öncelikle bu tabi ki yüksek siyaset ve diplomasisinin bir konusu ve Rusya’nın tam olarak tutumu ne olacak bilmiyorum, ama yine de Kremlin’den Başkan Putin’in yardımcısından ve Dışişleri Bakanlığından konu üzerine birtakım sinyaller veriliyor. Öncelikle bu askeri operasyondan pek memnun olmayacağız. Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlıyoruz, İstanbul’da ve sınır bölgesinde gerçekleştirilen terör saldırılarını düzenleyenlerin cezalandırılması gerektiğini düşünüyoruz.Rusya aynı zamanda güvenlik istihbaratı veya bu saldırıları düzenleyenlerin yakalanmasında işbirliği yapmaktan da memnuniyet duyacaktır. Ancak Rusya olarak maalesef savaşın çok riskli bir iş olduğunu biliyoruz.

Türk Ordusu oldukça büyük, NATO’nun en büyük ikinci ordusu ve oldukça profesyonel. Ancak dağlık ve engebeli arazide bir operasyona gidiyor. Bildiğiniz gibi Rusya, Suriye’deki muhalif Kürt güçlerin büyüklüğünü hesaplamaya çalışıyor. Ve binlerce asker olduğunu hesapladılar. Bu operasyon yavaş ve kanlı ve uzun bir çatışmaya dönebilir. Tabi tam olarak bilemiyorum ama Rusya’nın Türkiye’ye muhtemel mesajı şu olacaktır: Gelin, Kürt güçlerinin bir çeşit bağımsızlık arayışıyla hareket ettikleri alanı sınırlandırmak için Suriye yönetimiyle yani Başkan Esad’la bir işbirliği yapalım. Tabi ki Rusya’nın politikası bölgeyi Amerikalılardan temizlemek ve silah ve diğer askeri teçhizatların aktarılmasını engellemek olacaktır. Çünkü o bölgedeki Kürt güçlerinin saldırabilmesi ve barınabilmesi için ABD desteği hayati bir koşul olarak duruyor. Yani öncelikle Rusya, Suriye ve Türkiye arasında müzakereleri kendine dayanak görüyor ve görecektir. Rusya arabulucu bir rol oynamaya da hazır durumdadır. Tabi askeri seçenek de göz ardı edilmemeli ve bu durumda da Rusya 30 kilometrelik güvenli bölgenin dışındaki etkiyi olabildiğince azaltmaya çalışacaktır.

“Ortadoğu’daki varlığımızın yapısı değişiyor”

  • Profesör, son sorum ise Ortadoğu ile ilgili. Rusya’nın hem İsrail hem de Suriye ile özel ilişkileri var. Ukrayna Savaşı Rusya’nın Ortadoğu siyasetlerini nasıl değiştirdi?

Burada iki ana nokta var. Birincisi doğal olarak Rusya şu an Ukrayna’ya odaklanmış durumda ve Ortadoğu’daki Rus varlığı giderek azalıyor. Baktığımızda Ortadoğu’daki birliklerin geri Rusya’ya çekildiğini ve Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki donanmasının da azaltıldığını görüyoruz. Aynı zamanda Rusya’nın Suriye’yle ve İsrail’le özel bir ilişkisinin olduğunu söylediniz ancak 10 yıl önce bir hayal gibi gelecek olan Suudi Arabistan’la da gittikçe iyileşen ilişkilerimizin olduğunu söylemek isterim.

  • Belki bu listeye Birleşik Arap Emirlikleri’ni de ekleyebiliriz?

Kesinlikle. Keza İran’la da ilişkilerimiz ayrı bir seviyeye gelmiş durumda. Bu yüzden ilk söyleyeceğim şey askeri varlığın azaldığı ama diplomatik varlığımızın arttığıdır. Özellikle de hem Suudi Arabistan’la hem de İran’la müzakere edebilen belki de tek ülke olarak Rusya OPEC+ anlaşmasında büyük başarılar gösterdi. Bu perspektiften baktığımızda Rusya’nın Ortadoğu’daki varlığı oldukça değişiyor. O yüzden Rusya’nın Ortadoğu’daki varlığı azalıyor demek çok sığ olacaktır. Çünkü Rusya da artık bölgedeki istikrarı sağlamak için farklı araçlar kullanmaya başlıyor. Örneğin Türkiye’deki doğalgaz merkezi veya İran’daki enerji firmalarına sağlanan yatırımlar gibi farklı enerji projelerinde rol alıyor. Kuzey-Güney koridoru veya tahıl ve diğer tarım ürünlerini sağlayan gıda programında Rusya’nın öncü rolü gibi farklı alanlar da bulunmakta.

Yani benim şahsi kanaatim Rusya’nın Ortadoğu’daki varlığı azalmıyor, bu varlığın yapısı değişiyor. Rusya Ortadoğu’nun istikrarına oldukça fazla önem veriyor. Suriye ve Mısır gibi ülkelerle tarihsel bir askeri ittifakımız da mevcut. Başta Ukrayna’daki operasyon Ortadoğu’daki Rus varlığını kötü etkilemiş olsa da, Rusya yakın gelecekte bölgedeki varlığını güvenlik sağlayıcı olarak iyice rayına oturtmuş olacaktır.

Profesör, katılımınız için çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Diplomasi

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Yayınlanma

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.

İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.

Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.

Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.

Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in ‌İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için ‌diplomatik kanallara dönülmesi‌” çağrısı yaptı.

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.

‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’

Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.

Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.

‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’

Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.

Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.

İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.

‘Çin İran’da istikrardan yana’

Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.

Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.

İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:

  1. Ekonomik durgunluk

“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”

  1. Nükleer pazarlık

“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”

  1. Ulusal güvenlik

“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”

İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.

Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.

Okumaya Devam Et

Görüş

Küresel enerji ve ticarette Orta Asya’nın yükselen rolü

Yayınlanma

Orta Asya’nın stratejik rolüne odaklanan Astana Uluslararası Forumu aralarında Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko ve Afganistan’ın Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani Harici’ye açıklamalarda bulundu.

Nikola Mikovic, gazeteci-yazar

Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları ve stratejik olarak önemli konumu, onu büyük dünya güçleri için ilgi odağı haline getiriyor. Geleneksel olarak Rusya’nın jeopolitik etkisi altındaki bu bölgede, Çin, Avrupa Birliği ve kısmen de Amerika Birleşik Devletleri varlıklarını artırmaya çalışırken, dünyanın dört bir yanındaki küçük ve orta ölçekli ülkeler de Orta Asya devletleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeyi hedefliyor.

Moskova’nın Ukrayna’daki savaşla meşgul olması, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da diğer aktörlerin nüfuzlarını artırmaları için bir kapı araladı. Sonuç olarak, 2024 yılında Çin’in Orta Asya ile toplam ticaret hacmi 94,8 milyar dolara ulaştı. Aynı zamanda, bölgenin en büyük ülkesi olan Kazakistan’ın ana ticaret ortağı olarak Rusya’yı geride bıraktı.

Öte yandan Avrupa Birliği, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) AB versiyonu olan Global Gateway projesi ve Orta Asya devletleriyle düzenli zirveler aracılığıyla, bu enerji zengini bölgede varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Trump yönetiminin bu medya kuruluşuna verdiği hibeleri durdurmasının ardından Radio Free Europe’u (Orta Asya’da yaygın olarak Radio Azattyq olarak bilinir) ayakta tutmak için acil fon sağlama kararı, Brüksel’in yerel halkın gönlünü ve aklını kazanma konusunda ciddi olduğunu açıkça gösteriyor.

Bireysel AB üyeleri de bölgeyle daha güçlü ilişkiler kurma konusundaki isteklerini ortaya koyuyor. En iyi örnek, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin 30 Mayıs’ta Kazak başkentinde düzenlenen Astana Uluslararası Forumu’na (AIF) katılmasıdır. Bu iki günlük etkinlikte, iklim değişikliği, enerji güvenliği ve sürdürülebilirlik gibi genişletilmiş bir gündem çerçevesinde dünyanın dört bir yanından siyasi ve iş dünyası liderleri bir araya geldi. Meloni ayrıca, Özbekistan’dan gelerek Başkan Şevket Mirziyoyev ile görüştükten sonra Astana’da düzenlenen ilk Orta Asya–İtalya zirvesine de katıldı.

Meloni, AIF’te yaptığı konuşmada, İngiliz siyasal coğrafyacı Halford Mackinder’ı alıntılayarak, Orta Asya’nın dünyanın kaderinin döndüğü “kilit noktalar”dan biri olduğunu söyledi. Mackinder, Orta Asya’yı temel parça olarak içeren Heartland Teorisi ile bilinir; bu teoriye göre Heartland’ın kontrolü, tüm Avrasya kıtasının kontrolünü sağlar. Bu nedenle, İtalya ve diğer AB üyelerinin enerji zengini bu bölgede kendilerine bir dayanak noktası oluşturmaya çalışmaları sürpriz değildir.

Ancak Avrupa Birliği ve Çin dışında, diğer aktörler de Orta Asya’da pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye gibi büyük oyuncular bölgede en azından bazı jeopolitik hedeflerine ulaşmayı amaçlarken, Afganistan gibi ülkeler Orta Asya devletlerini ekonomik zorluklarını aşmada potansiyel ortaklar olarak görüyor.

Afganistan İslam Emirliği’nin Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani, Harici’ye verdiği demeçte, “Son birkaç yılda, bölgenin en büyük ekonomisi olan Kazakistan’la iyi ilişkiler kurmayı başardık ve şimdi iki ülke arasındaki ekonomik bağları güçlendirmeyi umuyoruz,” dedi.

Taliban’ın Sanayi ve Ticaret Bakan Vekili Nuruddin Azizi ise Astana Uluslararası Forumu’nun oturumlarından birinde yaptığı konuşmada, savaş yorgunu Afganistan’da yol ve demiryolu altyapısının inşası konusunda Kazakistan’ın yardımını beklediklerini ifade etti. Astana’nın, Afganistan’ı Güney Asya pazarlarına ihracat için önemli bir geçiş ülkesi olarak gördüğü sır değil; bu nedenle genellikle “İmparatorluklar Mezarlığı” olarak anılan ülkede konumunu güçlendirmeyi hedefliyor.

Kazakistan’ın 2024 yılında Taliban’ı terör örgütleri listesinden çıkarması, Astana’nın savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşasında potansiyel rol oynamasının önünü açtı. Taliban yönetimindeki ülkedeki varlığı, Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko’nun “dengeli, yapıcı ve pragmatik dış politika” olarak tanımladığı çizgiyle de örtüşmektedir.

Vassilenko, Harici’ye verdiği demeçte, “Dünyada hiçbir ülkeyle gergin ilişkimiz yok ve uluslararası barışa, güvenliğe ve istikrara katkı sağlamayı amaçlıyoruz,” dedi ve Kazakistan’a yapılan doğrudan yabancı yatırımın ülkenin dış politika önceliklerini yansıttığını vurguladı.

Ancak Astana, Afganistan ile ticaret hacmini 3 milyar dolara çıkarma hedefini başarırsa, Taliban yönetimindeki ülkenin Orta Asya’daki ana ekonomik ortağı haline gelebilir. Bu yaklaşım, büyük küresel güçlerin Kazakistan’da nüfuzlarını genişletme yarışında, Astana’nın Afganistan’la ilişkilerini jeoekonomik hedeflerinin en azından bir kısmını ilerletmek için kullanabileceğini gösteriyor.

Eş zamanlı olarak, yaklaşık 20 milyon nüfusa sahip petrol zengini ülke, şu anda Kazak petrol gelirlerinin yüzde 98’ini kontrol eden yabancı enerji şirketlerine karşı kendi konumunu güçlendirmeyi de şüphesiz hedefleyecek. Orta Asya’da faaliyet gösteren büyük yabancı güçlerin, bu bölgedeki diğer devletlerle benzer düzenlemeler yapmayı hedefledikleri açık; zira bu, onların bölgenin kritik minerallerinden, petrol, gaz ve su kaynaklarından tam anlamıyla faydalanmalarını sağlayacaktır.

Ancak Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan, Arap petrol zengini devletlerin yaptığı gibi, yabancı enerji şirketleriyle devletin gelirlerin çoğunu kontrol ettiği enerji ortaklıkları kurma gücüne sahip olacak mı? Orta Asya ülkeleri açısından, böyle bir hedef enerji politikalarının en öncelikli konularından biri olmalıdır.

Okumaya Devam Et

Söyleşi

Ulrike Guerot: Avrupalılar olarak bu küçücük Batı’da kalmak istiyor muyuz?

Yayınlanma

Yazar

Alman siyaset bilimci ve yazar Ulrike Guerot ile son yıllarda genel olarak Avrupa’da ve özel olarak Almanya’da nelerin değiştiğini anlattığı yeni kitabını konuştuk. Kitabın adı Değişen Zamanlar [ZeitenWenden]. Guerot bu kitapta ayrıca Batı ve Doğu‘nun yeni şartlar altında nasıl yeniden işbirliği yapabileceğini de ele alıyor.

Kitabınız, Ukrayna savaşının başlamasından sonra, Almanya’nın ve Avrupa’nın dönüşümünün olağanüstü bir örneği olarak kişisel deneyiminizle başlıyor. Bonn Üniversitesi’ndeki görevinizden istifa etmek zorunda kaldınız. Bu sürecin nasıl başladığını ve geliştiğini anlatır mısınız?

Evet, doğru. Ben bir Alman profesörüm, Bonn Üniversitesi’ne gelmeden önce başka ülkelerde, Avusturya’da da ders veriyordum. Temel olarak, Avrupa entegrasyon çalışmalarına, özellikle Avrupa entegrasyonunun tarihine ve Almanya‘nın bu süreçteki rolüne odaklandım.

1990’lardan beri Avrupa Birliği içinde çalışmış olmaktan dolayı uzun yıllara dayanan bir deneyime sahibim ve bu sayede AB’nin iç işleyişini ilk elden tanıma fırsatı buldum. Yıllar geçtikçe, özellikle bankacılık krizi gibi olaylar sırasında, AB’nin yönetim yapılarındaki ciddi kusurları ortaya çıkardığı için, AB’ye karşı giderek daha eleştirel bir tavır benimsedim. Reformların acilen gerekli olduğu bana açıkça göründü, fakat AB anlamlı değişikliklere sürekli direndi; her zaman bu reformları reddetti. Türkiye’nin olası üyeliği ve ortaklık anlaşmalarına ilişkin tartışmalar da dahil olmak üzere, AB’de kurumsal reformları savunan birkaç kitap yazmıştım.

Ve sonra savaş geldi. Durum daha da karmaşık hale büründü.  Savaş benim için bir şeylerin temelden değişmesi gerektiğini gösteren son unsurdu. Bunu, Avrupa’nın transatlantik ayrılıkçılığa daha da sürüklendiğinin bir işareti olarak gördüm ve büyük ölçüde Maidan’a kadar uzanan ABD’nin stratejik planlamasının etkisiyle bir vekalet savaşı olarak yorumladım.

Son kitabımda, Halford MacKinder’in Kara Hâkimiyet Teorisi teorisini ele alıyorum ve birçok gözlemcinin mevcut çatışmanın doruk noktası olarak gördüğü, NATO‘nun Avrasya‘ya doğru genişlemesine değiniyorum. Bana göre bu strateji, Avrupa için sosyal, ekonomik ve özellikle jeostratejik açıdan, intihar anlamına geliyor.

Tarihsel olarak, Willy Brandt, Olof Palme ve Bruno Kreisky gibi isimlerin temsil ettiği Almanya‘nın yaklaşımı, Rusya‘ya karşı değil, Rusya ile barış arayışıydı. 1989‘da Berlin Duvarı‘nın yıkılmasından sonra, Rusya ile işbirliği içinde özgür ve güvenli bir Avrupa inşa etme vizyonu ortaya çıktı ve bu vizyon 1990‘daki Paris Şartı gibi anlaşmalarla resmileşti.

1990’ların başında Avrupa’nın iki ana hedefi vardı: Hedefimiz siyasi bir Avrupa yaratmaktı. Bu Avrupa Birliği Maastricht Anlaşması olarak adlandırılır. Diğeri de, Rusya ile bir barış mimarisi.

Benim temel iddiam, 30 yıl sonra, Bu iki hedefin de tamamen çökmekte olduğu yönündedir. Avrupa gerçek bir siyasi birlik kurmayı başaramadı. Vatandaşlar, AB yönetiminin şeffaflık eksikliğinden dolayı, kendilerini ihanete uğramış hissediyor ve Birlik ciddi bir baskı altında.

Barış cephesinde ise, ortaklık yerine Avrupa şimdi, çatışma yoluyla birlik kurmaya çalışıyor, Rusya‘ya karşı bir biçimde barış sağlamaya ve savaş yoluyla Avrupa’yı birleştirmeye çalışıyor.

Benim için bu yalnızca tamamen absürt değil, aynı zamanda çılgınlık çünkü Avrupa bir barış tarihi üzerine inşa edildi.

Yıllarca vatandaşlara şunu söyledik Avrupa artık savaş demek değildir ve şimdi şunu deniyoruz: Bayan [Ursula] von der Leyen’in kitabına bakın. Avrupa’yı Rusya’ya karşı birleştirmeye çalışıyor. Bunun halihazırda işe yaramadığını görebilirsiniz. Sadece Macaristan‘da [Viktor] Orban, Slovakya’da [Robert] Fico karşı olduğu için değil, aynı zamanda Romanya ve diğer birçok ülkede buna itirazlar olduğunu için.

Güney ülkelerini de görüyorsunuz Yunanistan, İtalya ya da İspanya gibi. Bu savaşı istemeyen büyük bir nüfus. Özünde, savaş Baltık’a özgü bir şey. Çoğunlukla Baltık ülkeleri istiyor. Sonra Kaja Kallas’ımız var. Estonyalı Dış Politika Yüksek Temsilcisi ve büyük bir kurumsal etkiye sahip.

Kitaptaki argüman şudur: Eğer Avrupa, şimdi Rusya ile değil, Rusya‘ya karşı barış yapmak istiyorsa, tarihine ihanet ediyor. Başarılı olamayacak. Savaş yapamaz, savaşı kazanamaz. Bu, bir tür transatlantik çerçeve içinde, elit çıkarların öncülüğünde yürütülen ve nihayetinde Avrupa için intihar anlamına gelen, bir süreç olarak sonsuza kadar devam edecek.

Bu yüzden kitabım BRICS ülkelerine bir teklif niteliğinde. Türkiye, Rusya, Çin ve Arap dünyasına. Bugün sizinle nerede konuşmaktan mutluluk duyuyorum. Ama aynı zamanda Rusya‘ya, Çinlilere de, Arap dünyasına şunu söylemek istiyorum: Avrupa hayatta kalmak istiyorsa, doğuya dönmesi gerekiyor. Avrupa‘nın güneye dönmesi gerekiyor. Dolayısıyla BRICS dinamiklerine bakması gerekiyor, Doğu ve Arap dinamikleriyle ilişki kurması gerekiyor.

Bu, geliştirmeye çalıştığım ana fikir ve bu kitabı tartışma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Çünkü bu bir uzlaşma teklifi. Ben gerçekten Avrupa’nın rotasını temelden değiştirmesi gerektiğine inanıyorum.

O halde gelin, kitabınızı derinlemesine inceleyelim. Kitabınızdaki bölümlere baktığımızda, Avrupa ile genellikle ilişkilendirdiğimiz demokrasi, insan hakları, siyasi katılım ve benzerleri gibi değerlere elveda dediğinizi görüyoruz. Elbette kimileri Avrupa’nın hiçbir zaman gerçek anlamda, bu değerlerin olmadığını söylese de, bir değişimin yaşanmakta olduğu açık. Bu nasıl oldu?

Öncelikle şunu söylemeliyim, Belki de bu benim kişisel hayatımla da ilgili. 1990’larda Jacques Delors’un başkanlığında Avrupa Komisyonu’nda çalıştım. 60 yaşındayım. Ben Almanya’da doğdum, Batı Almanya’da, 64 yılında. Türkiye’nin AB üyeliğine ilk başvurduğu yıl. Kuzey Ren-Vestfalya’da doğdum, ki bu bölge de doğası gereği Hıristiyan ve Avrupa liberalizmine yakın.

Hayatım boyunca, Avrupa’nın yaptığı tüm değişiklikleri gördüm. Avrupa Anayasası 2003’te başarısız oldu. Sonra bankacılık krizi geldi, sonra kemer sıkma politikaları geldi ve bu böyle devam etti. Yani ben, 20 yıldan beri, tüm değişimleri gözlemliyorum. Ve itiraf etmeliyim ki, 2003’teki Anayasa başarısızlığından önce gerçekten başarabileceğimizi düşünmüştüm. Demokratik bir hukuk devleti, sosyal, barışçıl bir Avrupa kurabiliriz. Rüya buydu.

O zamanlar kitaplarımız vardı, Jeremy’nin Rifkin’in Avrupa Rüyası gibi kitapları, Amerikan Rüyasını gölgede bırakacağımızı savunuyordu. Yani, yüzyılın başlangıcını hatırlayın. Avrupa oradaydı. 2000‘lerin başında, ABD Irak Savaşı‘na saplanmışken, dünya sosyal adalet ve uluslararası hukukun geleceği olarak Avrupa‘ya bakıyordu. Tamam, ABD artık dışarda kalmıştı. Pax Americana bitmişti, Avrupa artık yeni bir tür entiteydi; hukukun üstünlüğünü, sosyal adalet ve her şey.

Bir Avrupalı olarak benim için de, 20 yılın ardından Avrupa’nın vaatlerini yerine getirmemesini analiz etmek kolay değil. Bunun yerine Avrupa dijital kredisi yapıyoruz. Her zamankinden daha fazla gözetim ve kontrol yapıyoruz. Şeffaflığımız her zamankinden daha az, vatandaşların siyasete katılımı hangi Avrupa demokrasisinde olursa olsun ortada yok.

Ama AB gitgide NATO ile uyumlu hale geliyor. Avrupa’da bir yeniden silahlanma var. Şimdi Avrupa savaş istiyor. Yani, Avrupa tamamen, olacağını söylediği şeye ihanet ediyor.

Örneğin şunu gözlemliyorum, Ukrayna ve Minsk anlaşmaları hakkında ve başarısız olan her şey hakkında söylenecek çok şey var. Ama Avrupa’nın şimdi „kurallara dayalı düzen“ dediğimiz şey hakkında konuşuyor olduğunu görüyoruz. Çünkü BM Şartı olarak bilinen, uluslararası ortak hukuk olan, bizi küresel olarak birleştiren şeyden konuşmaktan kaçınmamız gerekiyor. Çünkü Avrupa, AB, birçok Avrupa ülkesi, kendileri de BM Şartı’nı ihlal ediyor.

Evet, UCM ile ilgili olarak da aynısı geçerli. Netanyahu’ya ve tüm bu düzenlemelere bakın ve Avrupa ülkeleri ile AB’nin uluslararası hukuku çiğneyerek, artık BM Şartı’na dayanmamak için bunu kural temelli düzen olarak adlandırdıklarını görün.

Kurala dayalı düzen… Ki bu bir çeşit, daha güçlü olanların hakkı olarak icat ettiğimiz bir düzen. Bunu nasıl farklı bir şekilde açıklamak istersiniz? Bu beni utandırıyor. Ben bir Avrupalıyım ve ben Avrupa ülkelerinin olmak istedikleri şeye, yani makul, insani, hümanist ideolojiye bağlı kalacaklarını düşünüyordum. Hümanist düzen ve bu tür bir güce.

Ve Avrupa’nın, tüm bunların sapmakta olduğunu görüyorum ve Avrupa’nın dünyadaki rolünün ne olabileceği ve olması gerektiği ve ne sunduğumuz ve bunlardan herhangi birini sunup sunmadığımız konusunda endişeliyim. Bu beni utandırıyor. Bence bu birçok Avrupalı için utanç verici.

İşte bu yüzden kitabımı yazdım. Kitap, bir bakıma, bir yardım çığlığıdır. Avrupa’ya bakın, bilirsiniz, sıkışmış ve NATO kontrolündeki bir zımbırtı gibi.

Benim argümanım şu ki, Atlantik sonrası bir Avrupa yaratmalıyız. Bu Atlantik sonrası Avrupa’nın, Doğu-Batı ilişkisinde çıpa atması gerekiyor. BRICS topluluğu ile birlikte çıpa atması gerekiyor. Biz bu “Batı” denen şeyden çıkan ahlaki üstünlüğümüzden geliyoruz. Batı ölüdür, Batı’nın başarısız olduğu şey budur.

Bence Avrupa’nın yapması gereken çok iş var, kendimizi, kim olduğumuzu düşünmek, Ne vaat ettik, neyi yerine getiremedik ve anı nasıl yakalayabileceğiz… Kitabın adı da bu yüzden ZeitenWenden. Tamamen değişmekte olan bir dünyayı nasıl yakalayabileceğimizle ilgili.

İç içe geçmiş birkaç soru sormak istiyorum. Platon ve Antik Yunan’dan beri Avrupa’nın bir cumhuriyet olduğunu tartışıyorsunuz. Ama bugün, sizin görüşünüze göre, Avrupa, ABD‘nin , İsrail ve Siyonizm’in yanında ve kapitalizmin, ya da kapitalizmin neoliberal biçiminin içinde. Sizce Avrupa’nın bu üç zincirden özgür kalmadan tekrar kendi ayakları üzerinde durması mümkün mü? Ve akla başka bir soru geliyor. Avrupa tasvir ettiğiniz kadar birlik içinde mi? Yani, mesela, Yunan halkı ve Alman halkının çıkarları nasıl aynı olabilir?

Zeitenwenden, değişim rüzgarı, değişim zamanı. Almanya’da yayımlandı ve aslında yeni çeviriler yapacağını umuyorum. Çünkü bu uluslararası diyaloğa dair ipuçları vermek istiyorum: Avrupa’nın ne olduğunu, dünyadaki rolünün ne olabileceğini.

Diğer ülkeler ise, kabul edelim, Avrupa’ya çok fazla kızgın. Evet, çünkü anladığım bu. Anladığım kadarıyla birçok Rus ya da İran ya da Türkiye’den ya da Latin Amerika‘dan insanlar, Avrupa’ya bakıyorlar ve şunu hissediyorlar: „Ne yapıyorsun?“ Biliyorsunuz, Ukrayna’daki savaş vesaire, vesaire.

Hepimizin içinde yer aldığımız bu anda küresel bir değişimi deneyimliyoruz. Bir tartışma yapabiliriz. Avrupa’ya hâlâ bir yer var mı? Ve bu yer nerede?

Kitap esasen üç bölümden oluşuyor. Şunu söylemem önemli: Bu bilimsel bir kitap değil. Bu bir deneme. Deneme içinde bulunduğumuz anı yakalamaya çalışıyor. Benim için temel olarak baskı altındaki üç şeyi yakalamaya çalışıyor. İlki akıl. İlk bölüm sadece, gözlemlediklerime ilişkin bazı açıklamalar; dijitalleşmeyle, bürokrasiyle ilgili. Biz neden artık dünyayı anlamıyoruz? Çünkü her şeyi bilişsel olarak öğrenmeye çalışıyoruz. Artık birbirimize dokunmuyoruz. Dokunsal becerilerimizi kaybediyoruz. Biliyorsunuz, dijitalleşmenin zihnimize ne yaptığı ve nasıl düşündüğümüzü belirlediği hakkında büyük bir literatür var; ayrıca bilimin matematikleştirilmesi hakkında. Dünyanın bir model ve her şey bir simülasyon olduğunu düşünmek hakkında. İklim tartışmalarına bakın, Covid tartışmalarna: Her şey modellenebilir. Ben sadece modern epistemolojinin kavrayışına, dünyayı nasıl anladığımıza bir çeşit eleştiri yapıyorum.

İkincisi, demokrasi üzerine bir tefekkür. Bize demokrasinin ne olduğu hakkında ne söylendi ve demokrasi bugün nerede duruyor? Hâlâ demokrasinin içinde miyiz? İşte bu konuyu burada tartışıyorum. Eğer eski metinlere bakarsanız, özellikle Antik Yunan’da Platon’un yazılarına, üslüpların şahı Cumhuriyettir. Düşünce tarihinde Yunan sözcükleri res publica ve Agora vardır. Örneğin Aristoteles’i okursanız, Cumhuriyetin ne olduğu konusunda net bir ayrım vardır. Bu da vatandaşların katılımıdır, Az çok kendi kaderini tayin eden bir yerleşimdir. Ayrıca vatandaşlar için eşit haklar da vardır. Demokrasi bir bakıma formel bir şeydir. Her beş yılda bir ya da dört yılda bir oy kullanırsınız ve böylece demokrasi vardır. Dolayısıyla, Cumhuriyetin normatif olarak daha yüksek bir nosyon olduğuna dair geniş bir literatür var. Kamusal varlığın normatif düzeni Cumhuriyettir. Bunu Aristoteles’ten kalkarak söyleyebilirsiniz; de la République‘ten, Kant’tan Hannah Arendt’ten kalkarak.

Bu yüzden şunu da söylemek istiyorum: Bugün herkes demokrasiden bahsediyor. Peki Cumhuriyet’i geliştirebilir miyiz? Ve biz de bu farklı normatif Cumhuriyet’in üstünlüğünü açıklayabilir miyiz? İkinci bölümde statis nosyonunu kullandım. Statis normalde Yunanca’da şu anlama gelir: Eğer bir şey engellenmişse, bazen bu iç savaş olarak tercüme edilir. Ama temel olarak şunu söylüyorum: En azından Almanya’da, ama sanırım diğer ülkelerde de, herkes demokrasiyi kurtarmak istiyor. Yeni ifade bu. Şimdi demokrasiyi kurtarmamız gerekiyor. Ben de tamam dedim, Cumhuriyetin ne olduğuna bakalım. Ama ikincisi, iç savaşa çok yakınız, çünkü temelde şöyle bir karşılaşmamız var: liberal toplumlar ve popülist toplumlar. Ve bu bir çeşit, bilirsiniz, çatışma… Medeniyetler çatışması demezdim; o kitap çoktan yazıldı. Evet, ama toplumun iki kesiminin çatışmasıdır. Ve bu Atlantik’in her iki yakasında böyle.

Bugün Avrupa’nın yalnız olmadığını söylüyoruz. Trump yönetimindeki ABD, Avrupa’yı yalnız bırakıyor. İimdi Avrupa’nın yeniden silahlanması gerekiyor vesaire. Ben de diyorum ki, hayır, bu doğru değil. Gerçekten doğru olan şey, ki ben buna transatlantik iç savaş diyorum. Modern ülkelerin çoğu kısmen öyledir, popülist, sözümona popülist ve kısmen liberal-woke’çu diyelim. Bu çakışmayı her yerde görebilirsiniz. Bunu Türkiye’de Erdoğan, Rusya’da Putin ile küresel prizmadan görüyorsunuz. Ama bunu Fransa’da görüyorsunuz, Macron’un arşı tarafında, Marine Le Pen’i seçimlerden uzaklaştırmada görüyorsunuz. Amerika’daki liberaller de Donald Trump’ı dava etmek istedi. Bu yüzden ben buna hukuk savaşı diyorum. Siyasi çatışmalarımızı, artık seçimlerle veya politik olarak yapmıyoruz. Hukuk savaşı yapıyoruz ve siyasi rakipler hapse atılıyor. Ya da artık seçim yapılamıyor; Fransa’daki gibi. Ayrıca Romanya seçimleri gibi konulara da bakmamız gerekir. Aralık ayında orada gerçekte ne oldu?

Yani hukuk savaşı yapıyoruz, Çünkü artık siyaset yapamıyoruz. Çünkü liberalizm ile popülizm arasında bu karşı karşıya geliş var. Bunu, transatlantik iç savaş çerçevesi içinde, açıkça ifade ediyorum.

Bir de üçüncü bölüm var ve sanırım üçüncü bölüm, Türkçe, Hintçe, Rusça veya Farsça okurlar için, en ilginç olanı olabilir. Zaten söylediğim gibi, Avrupa bugün Batı’nın bir parçası olarak yoluna devam edemez. Avrupa’yı, bundan Batı Avrupa’yı anlıyoruz, her zaman Batı’nın bir parçası olduğumuzu söyleriz, ama bence belirgin bir şekilde farklı bir Avrupa uygarlığı keşfetmemiz gerekiyor.

Bu uygarlık aynı zamanda bir değer. Evet, burası Batı değil, ABD değil. Biz Starbucks değiliz. Gazlı Freddo kahvemiz var ve bu daha da iyi. Biz Hollywood değiliz; Chabrol ve Pasolini var. Çok farklı bir sinema kültürü var. Bizde neoliberalizm yok, bilirsiniz, antik çağın, Avrupa kültürünün yazılarında. Çünkü biz Cumhuriyetçiyiz. Bu aynı zamanda sosyal bir bileşen.

Avrupa’da çok şey var, devrimler. Daha çok yoksullarla ilgili. Yani, Hristiyan geleneğini kastediyorum, sosyalist geleneği, emekçi halk, işçi sınıfı geleneği burada çok güçlüdür. İdam cezamız yok çünkü Biz Hıristiyanız, vesaire.

Bu yüzden medenileştirici Avrupa kültürünün unsurlarını, farklı bir şekilde yeniden keşfetmeye çalışıyorum. Bence bu kültür, bu özellikler, Batı ile uyumlu değildir. Yani Avrupa’nın Batı’dan gizlice kaçması gerekiyor. Avrupa’yı rafine etmesi ve sonra Avrupa’nın ne olduğuna bakması gerekiyor.

Avrupa bir Cumhuriyettir. Respublica, kapitalizmden farklı bir normatif düzen. Cumhuriyetin bir refah düzeni vardır. Bu kapitalist, yani senin milyonlar kazandığın bir düzen değil. Evet. Cumhuriyet normatif olarak farklı bir şeydir.

Ayrıca Doğu olmadan Avrupa bir hiçtir. Ayaklarıyla Avrasya topraklarında durur. Bunu Avrupa’nın bugün ne yapması gerektiği konusuna tercüme edersek, bu sadece, Avrupa Rusya ve Avrasya ile yeniden bağlanmalı demektir, çünkü o topraklarda duruyor. Buna ihtiyacı var. Arap dünyasına bakıyor ve bir ayna pozisyonunda olduğumuzu anlıyor. Homeros‘tan, İlyada‘dan beri: Doğu-Batı ile ilişkilerimiz nedir? 2000 yıllık Truva savaşından beri.

Biliyorum ki, göç konusunda büyük bir çatışma var. Avrupa‘ya gelen bu Müslümanlar, vesaire. Bu da Avrupa’da popülizm yaratıyor. Hristiyanlık tarafındaki ülkelerde. Bir diyalog öneriyorum, göç yaratan cihatçılığın ve popülizmin kökenlerine bakmayı öneriyorum.

Böylece şunu tartışabiliriz: Popülizmin sosyal bir argümanı vardır. Popülizm bir sonuçtur. Avrupa’da çok fazla sosyal yoksunluk var. Yani popülizm var. Cihatçılık ABD’nin bölgeye demokrasi götrümesinden gelir. Yani temelde savunduğum, argüman olarak sunduğum şey her iki şey de bir şekilde ABD’den geliyor. Kapitalizm ve cihatçılık.

Sorumu çaldınız. Avrupa’daki Amerikan hegemonyasından ve Atlantik sonrası bir dönemden bahsediyorsunuz. Kitabınızda bu yükselişlerin, yani Avrupa’da popülizm ve cihatçılığın, Bu ucubelerin, neoliberal dönem ve Amerikan işgali tarafından oluşturulduğunu, ABD’nin Ortadoğu’daki işgalleri ve demokrasi götürmesi ile ortaya çıktığını söylüyorsunuz. Ayrıca, bu bağlamda, siz de işaret ediyorsunuz ki bu fenomen Almanya’da da var. Yani popülist fenomenler, Avrupa’da da genel olarak var. Peki sizce bu da, Yani Almanya’daki fenomen, yani Amerikanlaşmanın bu sürecin bir sonucu olarak, Özellikle Avrupa ve Almanya’da ortaya çıkmış olabilir mi? Ayrıca ilginç bir şeye işaret ediyorsunuz. Sözümona liberteryen politikanın, ABD’de ortaya çıktığını ve ayrıca Avrupa’da, liberteryenliğin siyasi gelenek olmadığını söylüyorsunuz. Ama şimdi öyle görünüyor ki, AfD, Özellikle Elon Musk ve diğer teknoloji devleri ile olan ilişkileri nedeniyle bu görüşü yayıyor. Şimdi eğer liberteryen politikanın bir çeşit taşıyıcı varsa bu da refah devletlerini parçalamak demek, eğer hâlâ biraz kaldıysa tabii. Peki sizce, Avrupa bir çeşit yeni transatlantik sisteme doğru mu itiliyor?

Şu köşedeki sevgili kafem. Berlin’de oturuyorum. Onu bir Türk işletiyor. O bir Türk sosyalisti ve onda tüm bu Türk sosyalistlerinin sahip olduğu  güçlü bir şey var.  Belli ki, Türkiye’nin bir emek geleneği var, sosyalist bir geleneği var ve bunu görmek çok ilginç, Bu insanlarla bağlantı kurabilirim. Burada güçlü bir bağlantı olduğunu, bir çeşit düşünce, teori olduğunu görüyorum. Bunu söylemek benim için önemli çünkü o zaman eğer Türkiye‘de buna sahip olduğunuz konusunda anlaşırsak, „Sizin böyle bir geleneğiniz var ve biz Avrupa’da aynı geleneğe sahibiz,“ o zaman bunu yapabiliriz. Fikir, yani kitabımın argümanı budur.

Şu konuda hemfikir olabiliriz: Kapitalizm Cumhuriyeti yok etti. Yani, bu özünde tartıştığım şey. Evet, Cumhuriyet kapitalizm değildir ve siz de Türkiye Cumhuriyeti’siniz. Yani temelde kapitalizm toplumu yok eder. Ama her bakımdan: cinsiyet ilişkilerinde onu yok eder. Tüm bu söylemleri, wokçuluğu, transgender vesaireyi söylüyorum. Vatandaşların atomize olması söz konusu.

Fransa’da olanlara bakın. Sarı Yelekliler yok edildi. Yani toplumsal protesto, az ya da çok bugün, yapılamaz. Böylece protestonun yönü değiştirildi. Sosyal protestolardan sağa doğru kayış oldu. Toplumsal protesto daha sonra sağcı olduğu gerekçesiyle saldırıya uğradı. Temel değişim budur: Toplumu yok eden şeyin kökenlerini; tüm toplumları, Arap toplumlarını, Avrupalıları, Türk toplumunu neyin yok ettiğinin kökenlerini göremezden gelmek.

Şimdi bu dünyada, popülistler buna karşı çıkıyor çünkü sol başarısız oldu. Ayrıca kitabımda uzun bir yolculuk var. Sol bu yıkıma karşı çıktı. Kapitalizme karşı çıktılar ama başarısız oldular ve sonra protesto popülistlere yöneldi.

Ama popülistler devrim yapmazlar. Popülist direnişin gerici bir tarafı vardır. Bu yüzden de gerici olarak suçlanabilir. İşte sorun da bu. Fransa’da ya da Hollanda’da ya da İtalya’da ya da İspanya ve Almanya’da bunu söyleyebilirim.

Her zaman aynı fenomen görünüyor. Toplumsal protesto, soldan radikal sağa gitti. Ama sağcı siyasete de izin verilmiyor. Ve sonra liberaller bağırıyor, „Ah, demokrasi tehdit altında, popülizm ve aşırı sağcılık geliyor,“ vesaire. İşte olan bu.

Açıkçası AfD yıllardır sağcı, aşırılıkçı, antisemitik, vesaire olarak suçlanıyor. Sağ-sol siyasi yelpazesi, artık açık biçimde, yukarıdakiler-aşağıdakiler yelpazesine dönüştü. Yani kendini merkeze koyan bir oligarşi var, yönetici pozisyonlardalar ve halk aşağıda bir yerde. Fakat siyasi bölünmeler artık sağ veya sol değil çünkü şimdi liberaller diyor ki, „Bu popülistlere karşı demokrasi̇yi̇ savunmak i̇çi̇n si̇ze i̇hti̇yacımiz var.“

Yani siyasi tartışma tamamen bozulmuş durumda. Şimdi, AfD’ye bakıyorum, sadece AfD‘ye değil, ayrıca Marine Le Pen’e ve Georgia Meloni’ye ne oldu diye bakıyorum. Benim iddiam, tüm bu partilerin başlangıçta halk partileri olarak başladığı yönünde. Gerçekten toplumsal çıkarları savunmak içinlerdi. Düşük enerji fiyatları, Rusya ile barış; yani, iyi şeyler.

Ama sonra görüyorsun ki; değişim Fransa‘da başladı. Bu partiler torpilleniyor mu? Çünkü artık görebilirsiniz ki AfD, yavaş yavaş Rusa ile bir anlayıştan yana olan partiden uzaklaşıyor ve, %5 savunma harcamasını savunan NATO hedefini savunan bir partiye dönüşüyor. Sosyal içgüdüleri olan bir partiden, oligarkların izlerinin bulunduğu bir partiye dönüşüyor. Alice Weidel’in Elon Musk ile görüşmesi; orada „Biz Hitler gibi değiliz, Hitler sosyalistti, biz liberteryeniz,“ demesi… Bir bakıma şunu iddia edebilirsiniz: Bu halka ihanettir. Bir zamanlar halktan yana durduğunu söyleyen bir partinin ihanetidir.

Toplumsal bir krize, savaşa tepki olarak olarak ortaya çıkan, iyi hedeflerle başlayan bu partiler, altları oyulmuş ve Atlantikçi, her ne pahasına olursa olsun NATO yanlısı, İsrail yanlısı hale geliyor ki bunlar Avrupa ve halklar için iyi şeyler değil.

Avrupa, Ruslara el uzatsa, Kuzey Akım boru hattını yeniden inşa etse, Doğu ile iyi bir ilişkisi olsa, ABD ve NATO ile, Silikon Vadisi balonu ile ilişkisini kesse çok daha iyi durumda olurdu çünkü bu bizim kültürümüzde yok. Bunlar bizim ekonomik geleneğimiz değil ama bunun yerine bu yöne gidiyoruz.

Benim argümanım yönetime gelmeden önce popülislerin aşındığı yönünde. Programatik ideolojilerinden sapıyorlar ve insanların ilgisi uzaklaşıyor. Yani alternatif artık bir alternatif değil. Mesele de bu zaten.

Aslında, Avrupa’yı, anı yakalamaya çağırıyorsunuz. çoklu kutupluluk anını. Avrupa Batı’ya bakmamalı, Güneydoğuya bakmalı. Yani, Rusya, Türkiye vs gibi yerlere, Arap dünyasına. Belki Avrupa Atlantik sonrası dünyaya liderlik edebilir. Tüm bunların mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?

Diyebilirim ki bu kitap bir yardım çığlığı. Benden, bir insan olarak, ama aynı zamanda tüm Avrupalılardan.

Birçok eleştirel Avrupalı var; Fransa’da, Hollanda’da, İtalya’da. Bu Avrupalılar temelde, böyle giderse, Avrupa’nın intihara meyilli olduğunu düşünüyor. Bu yüzden, Avrupa için, intihara meyilli olmak, Rusya ile barış yapmak değil, yaptırımların sonuna kadar gitmek demek.

Tam bir ihlal durumundayız. Bilirsiniz, istediğimiz zaman Rus parasına el koymak filan. Bu tamamen küresel uluslararası hukukun ihlali. Yani bu kibirli Avrupa, “Biz bu Rusun parasını kapabiliriz,” diyor. Bu çok saçma.

Bir yardım çığlığı, çünkü bence sayımız çok. Ben çok konferans veriyorum. Neredeyse her gün insanlar konuşuyorum. Avrupa’daki elitlerin çoğu Atlantikçi, NATO yanlısı ya da İsrail yanlısı. Bunu söylediğim için İsrail karşıtı diyorlar, ben İsrail karşıtı değilim. Ama eğer istiyorsanız, kendime anti-Siyonist derim. Gazze‘de neler olduğuna girmeye istekli değilim. İsrail‘in de insan hakları hukukuna saygı göstermesi gerekiyor. Gazze halkının açlıktan ölmesin, vesaire. Her şeyin İsrail’e bırakılmasına izin veremezsiniz. Buna yasal olarak izin verilemez. Bu yüzden Yanis Varoufakis’in ve diğerlerinin pozisyonu savunuyorum. Gazze’de olanlar iyi değil ve Avrupa bunu durdurmak için her şeyi yapmalı. Ama yapmıyoruz, dahası tam tersi oluyor.

Avrupa’da değiştirilecek çok şey var. Tekrar söyleyeyim, bir yardım çığlığı, Avrupa’nın yeniden düzenlemeye ihtiyacı olduğunu savunuyor; BRICS dünyası ile ilişkilerini açıklığa kavuşturmak, onlara bakmak, Arap dünyası ile, Rusya ile olan ilişkileri açıklığa kavuşturmak için.

Sorun şu ki, Avrupa’da hepimiz Putinci, Putin’in kuklaları, sağcı, Yahudi karşıtı, aşırı sağcı olarak damgalanıyoruz, ki bu da neden üniversiteden atıldığım hakkındaki ilk sorunuza getiriyor. Esasen sebepler bunlar. Çünkü tüm bu konularda çok eleştirel oldum. Ve sonra kitabımda bazı küçük hatalar buldular ve buna intihal dediler. Bu tamamen saçma bir şey.

Ama Avrupa’daki eleştirel kitle, tüm Avrupa ülkelerinde savaşa karşı olan vatandaşların oranı çoğunluk. İlk olarak bu savaşı isteyenler sadece elitler. İkincisi, eleştirel düşünürlerden oluşan kritik bir kitleye sahibiz. Tüm Avrupa ülkelerinde, ve Almanya’da eleştirel dergiler çıkarıyoruz.

Eğer kitap, etkileşim için bir başlangıç noktası olursa, BRICS topluluğunun temsilcileri ile etkileşim olursa ve sonra bunun ötesine geçip Kazakistan ile, Hindistan’la, Çin’le, İranlılarla etkileşim olursa ne mutlu.

Sanırım, Avrupa bunu yapabilir, çünkü şimdi kendi kendimizi düşünmeye ihtiyacımız var. Eğer dışarda Avrupa‘ya ayna tutacak bir dünya varsa, sizi bekliyoruz. Yeni bir dünyayı sizinle şekillendirmeyi bekliyoruz, ki bu da Pax Americana sonrasıdır, ki bu da oligarşi sonrasıdır, Amerikan egemenliği sonrasıdır.

Avrupa için seçim şudur: Bu Batı’da, küçücük Batı’da kalmak istiyor muyuz? ABD ve belki Kanada ve belki de Yeni Zelanda’da ve sonra bu küçük Avrupa ülkelerinde. Yoksa Avrupalılar olarak, çok kutuplu dünyayı şekillendiren bir role sahip bir parça mı olmak istiyoruz? Ben açıkça ikincisini umuyorum.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English