DÜNYA BASINI
“Sahel’deki Batı karşıtı isyan dalgasında başrol Nijer’de”
Yayınlanma
Eski Fransız sömürgesi Nijer’deki darbeyi büyük güçlerin Afrika’daki güç mücadelesi üzerinden okuma eğilimi hâkim. Ancak Nijer, darbe yaşayan ilk Afrika ülkesi olmadığı gibi güç mücadelesinin yaşandığı tek ülke de değil. Sahel bölgesinde Batı’nın son kalesi olarak görülmesi burada yaşanan Batı özellikle de Fransa karşıtı darbenin, geçen üç yıl içinde diğer ülkelerde yaşanan darbelerden daha fazla yankı uyandırmasının bir nedeni gibi duruyor.
İtalyan gazeteci, yazar Thomas Fazi, Nijer’i darbeye götüren iç dinamikleri, Fransız karşıtlığının tarihsel ve güncel nedenleri açıklayan bir analiz kaleme aldı. Analiz, Fransa’nın diğer emperyal güçlerden farklı olarak dekolonizasyon sürecinden sağ çıktığını ve büyük oranda sömürge para birimi CFA frangı üzerinden eski sömürgelerindeki etkisini günümüze kadar sürdürdüğünü belirtiyor.
Rusya, Çin ve Batı’nın, “bu muazzam kaynak zengini, genç kıta üzerinde nüfuz mücadelesini” de görmezden gelmeyen Faizi, yine de Nijer ve diğer Sahel ülkelerindeki Batı karşıtı eğilimin yakın zamandaki yabancı etkisinden çok, uzun süredir devam eden yeni sömürgecilik uygulamalarına karşı tarihsel şikayetlerle ilgili olduğu görüşünde. Fazi, yaşanan sürecin “Afrika’da ellili ve altmışlı yıllarda başlayan dekolonizasyon sürecini tamamlamayı amaçlayan ikinci bir ulusal kurtuluş hareketi” olduğunu düşünüyor.
İngiliz haber ve analiz sitesi UnHeard’de yayınlanan analizi dikkatinize sunuyoruz. Dipnotlar bize aittir.
***
Nijer ve Fransa İmparatorluğu’nun çöküşü
Batı müdahalesi yakında geri tepebilir
Thomas Fazi
Önce Mali vardı; sonra Burkina Faso geldi. Bugün ise Sahel’i kasıp kavuran Batı karşıtı isyan destanında başrol oynama sırası, sadece üç yıl içinde darbeye maruz kalan üçüncü ülke olan Nijer’e geldi. 26 Temmuz’da General Abdurrahman Tchiani liderliğindeki askeri darbe, 2021’de hile iddiaları ve protestolar arasında seçilen ülkenin Batı yanlısı başkanı Muhammed Bazum’u görevden aldı.
Bu darbelerin her birinde, darbeye karışan subaylar iktidarı ele geçirmek için aynı nedenleri öne sürdüler: terörizmdeki artışla ilgili endişeler ve kronik sosyal ve ekonomik az gelişmişlik. Petrol, altın ve uranyum gibi doğal kaynaklar açısından dünyanın en zengin bölgelerinden biri olmasına rağmen Sahel aynı zamanda mali açıdan en fakir bölgelerden biri. Nijer bunun çarpıcı bir örneği: dünyanın önde gelen uranyum ihracatçılarından biri olmasına rağmen İnsani Gelişme Endeksi’nde sürekli olarak en alt sıralarda yer alıyor.
Bu ülkelerin yeni liderleri ve destekçilerinin gözünde bu durumun sorumlusu özellikle tek bir kötü adam: Fransa. Ne de olsa bu ülkelerin hepsi eski Fransız sömürgeleri, eskiden Françafrique[1] olarak bilinen bölgenin bir parçası. Ve Fransa, diğer tüm emperyal güçlerden daha fazla, eski ileri karakolları üzerinde büyük bir etkiye sahip olmaya devam etti ve açık sömürge yönetimini, yeni sömürgeci kontrolün daha ince biçimleriyle değiştirdi- her şeyden önce ve en önemlisi para birimi ile.
Afrika’nın ellili ve altmışlı yıllardaki dekolonizasyonundan önce, Batılı güçler arasında kendi sömürgelerine parasal itaat biçimleri dayatmak yaygındı. Sömürgeler, Avrupa ülkelerinin ekonomik kontrolünü ve mali çıkarlarını sağlamak için genellikle emperyal merkezler tarafından çıkarılan ve kontrol edilen para birimlerini kullanmaya zorlanıyordu. Fransa bir istisna değildi; aksine Fransa’yı diğer emperyal güçlerden ayıran şey, para imparatorluğunun dekolonizasyondan sağ çıkmasıydı. Afrika sömürgelerinin çoğu bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ulusal para birimlerini benimserken, Fransa Orta ve Batı Afrika’daki eski ileri karakollarının çoğunu, sömürge para birimi olan CFA frangı[2]nı korumaya ikna etmeyi başardı.
Takip eden on yıllarda çeşitli ülkeler CFA sistemini terk etmeye çalıştı, ancak çok azı başarılı oldu. Senegalli ekonomist Ndongo Samba Sylla ve Fransız gazeteci Fanny Pigeaud’nun Afrika’nın Son Sömürge Para Birimi adlı kitaplarında yazdıkları gibi (ki ben de bunu çevirdim), Fransa, ülkelerin CFA’yı terk etmelerini engellemek için elinden geleni yaptı: “Gözdağı verme, istikrarsızlaştırma kampanyaları ve hatta suikastlar ve hükümet darbeleri bu döneme damgasını vurdu ve Fransa ile Afrika’daki ‘ortakları’ arasındaki ilişkinin dayandığı – ve bugün de dayanmakta olduğu – kalıcı ve eşitsiz güç ilişkilerine tanıklık etti.”
Sonuç olarak CFA frangı, Mali, Burkina Faso ve Nijer de dahil Orta ve Batı Afrika’da çoğu eski Fransız sömürgesi olan 14 ülke tarafından kullanılmaya devam ediyor. Bu ülkeler, Fransa’nın hâlâ merkezi bir rol oynadığı “frank bölgesi” olarak adlandırılan bölgeyi oluşturuyor.
Bu grup formal olarak “Afrikalılaştırılsa” da CFA frangının iki merkez bankasının merkezini Afrika kıtasına taşıma işlemiyle bile, Fransa sistem ve onu kullanan ülkeler üzerinde geniş çaplı bir kontrol sahibi olmaya devam etmektedir.
Nijer’deki darbenin Fransız Somaïr şirketi ile ne ilgisi var?
Sylla ve Pigeaud, “CFA frangı bir para birimi olmanın ötesinde, Fransa’nın bazı eski sömürgeleriyle ekonomik, parasal, mali ve siyasi ilişkilerini kendi çıkarlarına uygun bir mantıkla yönetmesine olanak tanıyor” diye yazıyor. CFA frangının Afrika ekonomilerinin gelişimini engelleyen ve onları Fransa’ya boyun eğdiren bir tür “parasal emperyalizmi” temsil ettiğini iddia ediyorlar.
Nijer’i ele alalım: ülke, Fransa’nın en büyük uranyum kaynağı (arzının yaklaşık %20’sini sağlıyor) ve bu da ülkenin elektriğinin yaklaşık %70’ini üreten nükleer santrallere yakıt sağlamak için gerekli. Yine de her yedi Nijerliden yalnızca biri (ve kırsal kesimde yaşayanların yalnızca %4’ü) modern elektrik hizmetlerine erişebilirken, nüfusun %40’ından fazlası aşırı yoksulluk içinde yaşıyor. Daha da çarpıcı olanı, Nijer’in uranyum endüstrisini işleten şirketin %85’i Fransa Atom Enerjisi Komisyonu ve iki Fransız şirketine ait; sadece %15’inin Nijer hükümetinin elinde.
CFA sistemi ve bunun sonucu parasal ve ekonomik egemenliğinin olmaması, Nijer’de ve Sahel’in başka yerlerinde kaynakların bu sistematik yağmalanmasının merkezinde yer alıyor. Dünyanın en düşük İnsani Gelişme Endeksine sahip 10 ülkesinden beşi frank bölgesinin bir parçası ve bunlardan üçü yakın zamanda darbe yaşadı.
Fransa’nın frank bölgesi üzerindeki kontrolü sadece ekonomik araçlarla da sınırlı değil. Nijer aynı zamanda Fransa’nın Sahel’deki ana askeri üssü ve yaklaşık 1.500 Fransız askerine ev sahipliği yapıyor. İşleri daha da karmaşık hale getirmek için, ülke aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri Afrika Komutanlığı (AFRİCOM) çatısı altında faaliyet gösteren ve Afrika kıtasındaki en büyük Amerikan birliklerinden biri olan yaklaşık 1.000 ABD askerine de ev sahipliği yapıyor. ABD ayrıca 2013’ten bu yana Nijer’de 110 milyon dolarlık yeni bir tesis de dahil çeşitli üslerden insansız hava aracı misyonları yürütüyor. Hem Fransa hem de ABD için sözde amaç İslami terörizmle mücadele; ancak gerçek şu ki, bu devasa yabancı askeri varlığa rağmen, Nijer ve diğer ülkelerdeki güvenlik tıpkı ekonomik görünüm gibi yıllar içinde kötüleşti.
O halde Afrika’nın en yeni askeri cuntalarının öfkelerinin ana hedefi olarak Fransa’yı seçmelerine belki de şaşırmamalıyız. Mali’de mevcut askeri lider Assimi Goïta Fransız ordusunu sınır dışı etti, diplomatik ilişkileri kesti ve hatta Fransızcayı resmi dil olmaktan çıkardı. Burkina Faso’da genç devrimci lider İbrahim Traoré de Fransız askerlerini sınır dışı etti ve bazı ihracat ürünlerini yasakladı.
Sylla’ya göre bu, “Frankofon Afrika’da ellili ve altmışlı yıllarda başlayan dekolonizasyon sürecini tamamlamayı amaçlayan ikinci bir ulusal kurtuluş hareketinden” başka bir şey değil. Bu sürecin ilk aşaması Batı’dan siyasi bağımsızlık elde etmekle ilgiliyken, bu son aşama ekonomik egemenlik ve bağımsızlık elde etmekle ilgili. Bu nedenle, yakın tarihli bir Birleşmiş Milletler raporunun da belirttiği gibi, bu yeni askeri hükümetlere verilen halk desteği, “kıta genelinde genişleyen yeni bir demokratik özlem dalgasının belirtisi” olarak anlaşılabilir. Sylla’nın bana söylediği gibi: “Bu ülkelerin çoğunda ordular, Batı’nın kuklası olma eğiliminde olan ve yıllar boyunca yeni sömürgeci düzene meydan okumak için hiçbir şey yapmayan seçilmiş hükümetlerin aksine, uluslarının egemenliğini ve bağımsızlığını koruyan liderler olarak görülüyor.”
Peki bu Nijer için ne anlama geliyor? Ülke şimdilik Mali ve Burkina Faso ile aynı yönde ilerliyor gibi görünüyor. Yeni hükümet yabancı askerlere ülkeyi terk etmelerini söylemekten (şimdilik) kaçınırken, Fransa ile bir dizi askeri işbirliği anlaşmasını iptal etti, ülkenin hava sahasını kapattı- ABD’nin insansız hava aracı operasyonlarını fiilen durdurdu- ve Fransa’ya uranyum ihracatını askıya aldığını duyurdu. Buna karşılık binlerce kişi desteklerini göstermek için sokaklara döküldü, Fransız bayraklarını yaktı ve hatta Fransız elçiliğine saldırdı. BBC’ye konuşan yerel bir iş adamı “Çocukluğumdan beri Fransa’ya karşıyım” dedi: “Uranyum, petrol ve altın gibi ülkemin tüm zenginliklerini sömürdüler. En yoksul Nijerliler Fransa yüzünden günde üç öğün yemek yiyemiyor.”
Batı Afrika’da yer alan ve Batı’nın desteğine sahip 15 ülkeden oluşan siyasi ve ekonomik bir birlik olan Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) Nijer’e derhal yaptırımlar uyguladı, Nijer ile ECOWAS ülkeleri arasındaki tüm ticari ve mali işlemleri askıya aldı ve daha da kötüsü Nijer’in ECOWAS’ın merkez ve ticari bankalarına yatırılan varlıklarını dondurdu. Bunu yapabilmelerinin nedeni, ECOWAS’ın Nijer tarafından kullanılan para birimini basan Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği’ni içermesi ve büyük ölçüde Fransa’nın kontrolü altında olması. Bu da Fransa’nın CFA frankını, frank bölgesi içerisinde kendisi için sorun teşkil eden herhangi bir hükümete karşı silah olarak kullanmasına olanak sağlıyor. AB de dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olmasına rağmen Nijer’e yönelik yardım ve işbirliğini askıya alarak cezalandırıcı bir tepki gösterdi.
Daha da endişe verici olanı, Batı Afrika bloğu, seçilmiş hükümetin bir hafta içinde görevine iade edilmemesi halinde güç kullanımı da dahil “gerekli tüm önlemleri alacağını” söyledi. Bu süre pazar günü doldu ve herhangi bir adım atılmadı ancak tehdit geri çekilmedi. Bundan sonra ne olacağına karar vermek üzere perşembe günü bir araya gelmeleri bekleniyor. Bu arada Fransa, AB ve ABD devrik lidere “kesintisiz” destek verdi ve ECOWAS’ın tutumunu destekledi. Bu, Fransa’nın Frankofon Afrika’daki çıkarlarını korumak için Fildişi Sahili, Mali ve Çad’a müdahale ederek askeri güç kullandığı on yılın ardından geldi.
Ancak bu sadece Fransa’nın azalan hegemonyası ve ABD’nin bölgedeki askeri varlığıyla ilgili bir hikâye değil. Nijer’deki darbe, Nijerya’daki doğalgaz sahalarını Avrupa’ya bağlayacak ve Nijer’den geçecek 13 milyar dolarlık bir doğalgaz boru hattı[3] inşa etme projesini de tehdit ediyor. AB’nin geçen yıl Rus gazından vazgeçme kararının ardından bu girişimin her zamankinden daha acil olduğu söylenebilir.
Nijer askeri yönetimi, ülkeye yapılacak herhangi bir yabancı askeri müdahalenin “katliamla” sonuçlanacağı uyarısında bulunurken, Mali ve Burkina Faso da yeni hükümeti desteklediklerini açıkladı. Ortak bir açıklamayla, herhangi bir askeri müdahalenin “Burkina Faso ve Mali’ye karşı savaş ilanıyla eşdeğer olacağı” ve “tüm bölgeyi istikrarsızlaştırabileceği” uyarısında bulundular. Dahası, Rusya’nın darbeci hükümetlerle olan güçlü bağları göz önüne alındığında, Nijer’e yönelik Batı destekli bir saldırı, Colin P. Clarke’ın “bölgesel bir vekalet savaşı” olarak tanımladığı, Rusya ve Wagner Grubu’nun Nijer’i (ve Burkina Faso ve Mali’yi), Batılı ülkelerin ise ECOWAS’ı desteklediği bir savaşa dönüşebilir.
Tüm bunlar, Rusya, Çin ve Batı’nın, büyümenin bir sonraki durağı olacağı tahmin edilen bu muazzam kaynak zengini, genç kıta üzerinde nüfuz sahibi olmak için yarıştığı yeni bir Afrika mücadelesinin eşiğinde olduğumuza dair korkuları besliyor. Ancak bu mantık hâkim olursa, bu Afrika için bir felaket olacak. Kavraması ne kadar zor olursa olsun, Batılı ülkeler- ve özellikle Fransa- bu Batı karşıtı eğilimin yakın zamandaki yabancı etkisinden çok, uzun süredir devam eden yeni sömürgecilik uygulamalarına karşı tarihsel şikayetlerle ilgili olduğunu kabul etmeli. Buna aynı eski reçeteyle- mali şantaj ve askeri güç- karşı koyma girişimleri yalnızca isyancıların kararlılığını güçlendirir.
***
[1] Fransa’nın Sahra altı Afrika’daki eski Fransız ve Belçika kolonileri üzerindeki etki alanı.
[2] CFA frangı on dört ülkede (eski Fransız sömürgesi olan on iki tane Afrika ülkesi, eski Portekiz sömürgesi olan Gine-Bissau ve eski İspanyol sömürgesi olan Ekvator Ginesi) kullanılan para birimi. Bu para birimini kullanan ülkelerin, Fransa’nın verdiği “CFA frangının avro ile sabitlenerek değer kaybetmemesi garantisi”ne karşılık, rezerv paralarının yüzde 50’sini Fransız Merkez Bankasında tutması gerekiyor.
[3] Trans-Sahra Doğal Gaz Boru Hattı Projesi.
İlginizi Çekebilir
-
Çin’in en büyük uçak üreticisi COMAC ilk müşterisi olarak Air China’yı duyurdu
-
Çin’de iç talep zayıfladığı için Bekarlar Günü kampanyaları denizaşırı Çinlileri hedefledi
-
Ukrayna, Trump’ın dönüşüyle barış müzakerelerine hazırlanıyor
-
Trump’ın yeni “sınır çarı” Tom Homan
-
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
Ukrayna, Rusya’nın Belgorod oblastında bir petrol deposunu vurdu
Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Donald J. Trump’ın ideolojisi
Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024
Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).
Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.
Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.
Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.
Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?
Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).
Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.
Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.
Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.
Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.
Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.
Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!
DÜNYA BASINI
Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor?
Yayınlanma
18 saat önce12/11/2024
Yazar
Emre KöseEski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad, Trump’ın Ukrayna’daki savaşı hızla sona erdirebileceğine dair iddialara ihtiyatla yaklaşırken, bu vekalet savaşının Avrupa’nın sorumluluğuna geçebileceği ve Kuzey Kore askerlerinin bölgeye dahil olması gibi gelişmelerin savaşı daha karmaşık hale getirebileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, Almanya ve Avrupa’nın ABD’nin politikalarını sorgusuz kabul etmesi halinde iktisadi sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini vurgulayan Vad, Almanya’nın çıkarlarını korumak için daha dengeli bir dış politika izlemesi gerektiğini öneriyor.
Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor, sayın Vad?
Simon Zeise, Berliner Zeitung
7 Kasım 2024
Erich Vad, eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in askeri danışmanıydı. O dönemde Almanya hükümeti, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” istemişti. Vad, mülakatında, ülkenin şu anda karşı karşıya olduğu zorlukları anlatıyor.
Donald Trump’ın ilk başkanlık dönemi, Almanya ile sert bir çekişme içerisinde geçmişti. Almanya hükümetinin ülkenin savunmasına daha fazla harcama yapması, Alman ekonomisinin Rusya’nın ucuz doğalgazından istifade etmemesi ve Çin’e karşı uygulanan gümrük vergileri katılması gerektiği, Trump yönetiminin temel talepleriydi. O zamandan bu yana Avrupa ve Almanya’nın dış politikası büyük ölçüde değişti. Ukrayna savaşı, Kuzey Akım-2’nin patlatılması ve Almanya’nın zeitenwende [dönüşüm] politikası, kıtayı ve ABD ile olan ilişkileri dönüştürdü. Angela Merkel’in eski askeri danışmanı Erich Vad, Berliner Zeitung’a verdiği bu mülakatta, Berlin’in yeni Trump yönetimi karşısında hangi zorluklarla karşılaşabileceğini değerlendiriyor.
Sayın Vad, Donald Trump ABD başkanlık seçiminden galip çıktı. Kendisi, Ukrayna’daki savaşı 24 saat içinde sonlandırabileceğini açıklamıştı. Yarın Avrupa’da barış olacak mı?
Bu kadar hızlı olacağını sanmıyorum. Trump, ocak ayında göreve başlayacak. Belki ABD açısından savaşı sona erdirmek isteyebilir. Washington, örneğin, ABD ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen bu vekalet savaşının Avrupa ülkeleri tarafından devralınmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna savaşı “donmuş bir çatışma” [frozen conflict] hâline de gelebilir. Gerçekten bir ateşkes ve barış görüşmeleri olur mu, bunu bekleyip görmek lazım.
Ama şu anki durumda Avrupa için asıl endişe verici olan şey, savaşın giderek Avrupa’nın sorumluluğuna geçmesi ve eşzamanlı olarak daha da fazla tırmanması. Artık bölgede Kuzey Koreli askerler var. Ayrıca Batılı siyasetçiler, Kiev’e Rusya’nın iç bölgelerine kadar ulaşabilecek uzun menzilli silahlar tedarik edilmesini talep ediyor. Bu durumda Avrupalılar dikkatli olmalı: Kendi çıkarlarımızı çok daha fazla göz önüne almalıyız ve bu çıkarlar, ABD’ninkilerle her zaman örtüşmeyebilir.
Biden ve Scholz, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” için Almanya’ya orta menzilli füzeler konuşlandırmak istiyorlardı. Bu politika devam edecek mi?
Trump’ın NATO’yu pek de önemli görmeyip esas odak noktasını Çin’e yöneltme eğilimi muhtemelen devam edecek. Avrupa ülkelerinden de daha fazla katkı talep edecektir, bunun karşılığında da Amerika’nın NATO’da kalmasını sağlayacaktır.
Avrupa açısından, Rusya ile uzun vadeli bir çatışmanın sürmesinden yana olmamız mümkün değil. ABD açısından ise, bu savaş –her ne kadar bir vekalet savaşı da olsa– farklı bir gözle değerlendiriliyor: Amerika, Ukrayna’daki Avrupa savaş sahasından 8000 kilometre uzakta.
Trump, Putin ile iyi ilişkiler kurmasıyla övülüyor. Bir yandan Rusya ile yakın ilişkiler kurmak, diğer yandan Ukrayna’daki vekalet savaşını körüklemek bir çelişki değil mi?
Uluslararası ilişkiler çelişkilerle doludur. Dünyayı iyi demokrasiler ile kötü otokrasiler olarak ayırmak, kötü bir çocuk kitabı seviyesinde kalır. Biz Avrupalılar, tek taraflı Ukrayna politikamızla Rusları adeta Çin’in kucağına itmiş olduk. Bu, makro stratejik açıdan son derece sakıncalı bir durumdu. Trump, gittikçe güçlenen Rusya-Çin ittifakını zayıflatmaya çalışacaktır. Eğer bunu başarabilirse, akıllıca bir hamle yapmış olur. Almanya hükümeti, uluslararası ilişkilerdeki bu çelişkileri dikkate almalı. Türkiye ve Hindistan bu türden bir yaklaşımın iyi örnekleri: Türkiye, NATO’nun önemli bir ortağı olmasına rağmen aynı zamanda BRICS ülkeleriyle de güçlü bağlar kurmuş durumda. Erdoğan’ın Putin’le yakın ilişkisi var, Rusya’dan silah ithal ediyor ve aynı zamanda Ukrayna’ya Türk silahları ihraç ediyor. Hindistan Başbakanı Modi, yazın Kiev’i ziyaret etti ve bundan dört hafta önce de Moskova’daydı. Ruslarla sıkı bir savunma işbirliği var; aynı işbirliğini Ukraynalılarla da kurmuş durumda. Rusya’dan doğalgaz ve petrol alıp bunları Almanya’ya satıyor, bir yandan da hem Çin ile hem de ABD ile yakın ilişki kurmaya çalışıyor. Biz Avrupalıların da dünya siyasetine daha nüanslı ve kendi çıkarlarımızı merkeze alarak bakmamız gerekiyor. Özellikle Trump ile yaşanacak anlaşmazlıklarda aksi halde kolayca oyuna getirilebiliriz.
Washington, Çin’i baş düşmanı ilan etti. Trump, Çin mallarına yeni gümrük vergileri getireceğini şimdiden açıkladı. Bizi neler bekliyor?
Avrupalıları zor günler bekliyor diyebiliriz. Trump, güvenlik alanında bizden daha fazla bağımsızlık talep edecek; bu da özellikle savunma harcamalarının artırılmasını gerektiriyor. Bu, ABD açısından da kazançlı bir anlaşma, zira Avrupa’da ithal edilen savunma sanayii ürünlerinin yüzde 60’tan fazlası ABD’den geliyor. Almanya için bu oran daha da yüksek. Trump için bu epey kârlı bir durum. Almanya’nın bir yandan güvenliğini ABD’den ithal edip, diğer yandan ABD’nin rakipleri olan Rusya ve Çin’le milyar dolarlık ticaret yapmasını kabul etmiyor. Almanya’nın bu yaklaşımı, zeitenwende politikasıyla birlikte tarihe karıştı. Bu durum Almanya açısından ciddi riskler taşıyor: Eğer Trump’ın yolunu sorgusuz sualsiz izlersek, ekonomimizi büyük bir çıkmaza sürükleriz. Almanya, AB’nin Çinli elektrikli araç üreticilerine yönelik gümrük vergilerine karşı oy kullandı. Bu, Trump’ın gözünden kaçmadı. ABD, Almanya’dan yapılan ithalata da gümrük vergileri getirecek. Almanya burada çıkar odaklı bir politika izlemeli ve “Çin kartını” da devreye sokmalı. Aksi takdirde arada eziliriz. Maalesef şu anda zayıf bir hükümetimiz var. Fakat bu durumdan hükümetin kendisi de bir ölçüde sorumlu, zira son yıllarda Trump cephesiyle sağlam ilişkiler kurma konusunda yetersiz kaldı. Bunu son derece kısa vadeli bir yaklaşım olarak görüyorum.
Editörün notu: BRICS’in Kazan Zirvesi, ABD ve diğer emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı küresel bir direnişin sinyallerini verirken, Rusya öncülüğünde doların egemenliğini sonlandırma ve uluslararası finans sisteminde reform önerileriyle dikkat çekti. Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’e göre zirvede alınan kararlar küresel Güney’in ihtiyaçlarına dair yüzeysel kalıyor. BRICS’in mevcut sistemin daha kapsayıcı hale getirilmesi fikrine dayanarak sorunları çözmeyi hedeflemesi, derin yapısal reformların önüne geçebilir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) işleyişinde ve serbest ticaret anlayışında köklü bir değişim olmadan, Küresel Güney ülkeleri arasında rekabet yerine işbirliğini teşvik edecek bir yapı kurulması güçleşecektir. Patnaik, Kazan Deklarasyonu’nun doların yerine yeni bir hegemon para birimi yaratma riski taşıdığını, bu nedenle finansal sistemdeki dengesizliklerin yalnızca açık veren ülkeler üzerinde değil, fazla veren ülkeler üzerinde de düzeltilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca Patnaik, finansmanın yalnızca daha kolay hale getirilmesi yeterli görmüyor; Küresel Güney’in asıl bağımsızlığı finansman ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Patnaik, BRICS’in, mevcut kapitalist sistemin sınırları içinden çıkarak, Küresel Güney’in gerçek iktisadi bağımsızlığını hedefleyen alternatif modeller geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.
BRICS’in Kazan zirvesi
Prabhat Patnaik, Peoples Democracy
10 Kasım 2024
BRICS ülkelerinin Kazan zirvesi, birkaç açıdan tarihi bir önem taşıyordu: İlk olarak, tam üyelik yolunda bir adım olarak “ortak ülkeler” adında yeni bir kategori oluşturdu ve bu statüde Küba ve Bolivya gibi 13 ülkeyi kabul etti. İkinci olarak, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, kendi hegemonyalarına meydan okuyan ülkelere karşı uyguladığı tek taraflı ekonomik yaptırımlara karşı durdu. Üçüncü olarak da Uluslararası Para ve Finans Sisteminde reform yapılmasını önerdi.
Kazan Deklarasyonu, doların hegemonyasını aşmak için atılması gereken adımlara dair genel bir çerçeve çizerken, bu ihtiyacın altını çizmekle yetindi; fakat Rusya hükümetine ait bazı belgeler bu konuda daha ayrıntılı bilgiler sundu.
Bu gelişmeler, memnuniyetle karşılanması gereken adımlar; ancak BRICS’in küresel Güney’in sorunlarına yaklaşımında temel sınırlamaların farkında olmamak mümkün değil.
Bu yaklaşımın özü, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Bretton Woods ikizleri gibi mevcut kurumları daha kapsayıcı hale getirmekte yatıyor; oysa küresel Güney’in sorunları çok daha derin.
Elbette, BRICS heterojen bir ittifak ve radikal bir ajanda benimsemesi beklenemez; ancak burada bahsettiğim mesele, böyle bir ajandanın uygulanabilir olup olmamasından ziyade, “radikal ajandanın” ne olduğu sorunudur.
BRICS deklarasyonu, mevcut uluslararası kurumların sorunlu olduğunu, zira emperyalist ülkeler tarafından domine edildiğini ve yeterince temsil edici olmadığını varsayıyor; oysa sorun, bu kurumların kim tarafından yönetildiğinden bağımsız olarak, yapısal olarak sorunlu olmaları.
Bir benzetme yapmak gerekirse, BRICS’in tutumu, mevcut sistemde işçilerin sömürülmesinin sebebinin karteller ve tekeller olduğunu, bu tekellerin yerine serbest rekabetin gelmesi durumunda sömürünün ortadan kalkacağını öne sürme yönünde.
Örneğin DTÖ’yü ele alalım. Kazan Deklarasyonu, gelişmiş ülkelerin DTÖ’nün ruhuna aykırı olarak korumacılık uyguladığını, bunun küresel güney için ayrımcılık yarattığını ve yalnızca güneyin DTÖ yönetiminde daha iyi temsil edilmesiyle giderilebileceğini savunuyor. Oysa, DTÖ’nün dayandığı serbest ticaret anlayışının kendisi hatalı.
Bu anlayış, hiçbir zaman toplam talep yetersizliği olmayacağını ve bu nedenle pazarlar için mücadele yaşanmayacağını öngören Say Yasası’nın geçerliliğini varsayıyor. Bu yaklaşıma göre, ticaret öncesi ve sonrası her ülkenin tüm kaynakları tam istihdam edilmiştir; tek fark, ticaret sonrası kaynakların farklı ürün grupları üretmek üzere farklı şekilde tahsis edilmiş olmasıdır (Daha fazla bilgi için, bkz. People’s Democracy, 30 Ekim).
Bu yaklaşımla ilgili temel sorun, küresel Güney’in iktisadi bağımsızlık mücadelesinde asıl gerekli olanın, mevcut sistemin özüyle hesaplaşmak olduğunu ıskalamasıdır.
Kazan Zirvesi’nin, doların küresel sistemdeki egemen konumuna karşı adımlar atma yönündeki genel niyetleri önemli ama mevcut küresel düzenin yapısal sorunlarını derinlemesine ele almadan yalnızca yüzeysel değişikliklerle sınırlı kalmak, uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmayacaktır.
Bu iddia, kapitalizmin gerçekliğinden tamamen kopuk, son derece saçma bir iddiadır; zira küresel Güney ülkelerini serbest ticarete ya da hatta liberal ticarete zorlamak, onları birbiriyle “Darwinci” bir rekabete itmek anlamına gelir; bu da herhangi bir işbirliği biçimini baltalamak demektir. DTÖ’nün felsefesi, pratikte, küresel Güney ülkeleri arasında dahi işbirliğini değil, tam tersine amansız bir rekabeti garanti eder.
Benzer şekilde, bir ülkenin çiftçilere verdiği fiyat desteğinin, o ürünün toplam değerinin yüzde 10’unu aşmaması gerektiği yönündeki DTÖ kuralı —bu kuralı Hindistan’ın ihlal edip etmediği bir yana— temelde son derece hatalıdır. Bu kuralın dayandığı “piyasa bozan” ve “piyasa bozmayan” sübvansiyon ayrımı, piyasanın verimliliğini varsayar; bu, Keynes öncesi ekonomiye geri dönmek gibi bir yaklaşımdır ve DTÖ’nün hayali varsayımları dışında hiçbir geçerliliği yoktur.
BRICS Deklarasyonu’nun bir diğer önemli vurgusu ise, Amerikan dolarının hegemonyasını sona erdirmek ve sabit döviz kurlarıyla birbirine bağlı ulusal para birimlerinde daha fazla uluslararası ticaret yapılmasını teşvik etmek. Doların egemenliğini ortadan kaldırmak elbette ki kıymetli bir hedef ama bu tek başına yeterli değil. Aynı zamanda finansın egemenliğinin de sona erdirilmesi gerekir.
Bunun için en az üç şartın yerine getirilmesi gerekir: Birincisi, cari açık dengesizliklerinin düzeltilmesi sorumluluğu, cari fazla veren ülkelerin üzerinde olmalıdır, cari açık veren ülkelerin değil. İkincisi, bu dengesizlikler giderilene kadar, fazla veren ülkeler, açık veren ülkelerden gelen tüm borç senetlerini tutmaya razı olmalıdır. Üçüncüsü ise, mevcut borçların ödenmesi için servet transferlerine (“millileştirmeden çıkarma” ya da “özelleştirme”) başvurulmamalıdır.
Dengelemeyi açık veren ülkelerin değil de fazla veren ülkelerin yapması, yalnızca hâkimiyetin ortadan kaldırılması için değil, dünya çapında üretim ve istihdam açısından da önemlidir; dolayısıyla bu, dünya işçilerinin refahı için de elzemdir. Eğer fazla veren ülke uyum sağlamak zorunda kalırsa, bu durumda kendi iç tüketimini artıracaktır. Kendi üretimi halihazırda kapasite sınırına yakın olduğundan, bu iç tüketim artışı ihracatını azaltacaktır.
Açık veren ülke ise iç tüketimini aynı seviyede korusa bile, ithalatı düştüğü için daha fazla üretim ve istihdam sağlayacaktır. Böylece her iki ülke birlikte ele alındığında toplam talep artacak ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açacaktır. Aynı zamanda, fazla veren ülkenin iç tüketim artışı, çalışan kesiminin daha fazla tüketimi şeklinde gerçekleşirse, iki ülkedeki işçilerin refahı —fazla veren ülkede artan tüketimle, açık veren ülkede ise artan istihdam yoluyla— daha da artacaktır.
Buna karşılık, cari açığı olan ülkenin uyum sağlaması gerektiğinde —ki mevcut uygulama bu yöndedir— iç tüketimini azaltmak zorunda kalacaktır. Bu da söz konusu ülkede bir durgunluk yaratacaktır. Dünyadaki toplam talep seviyesi düşecek ve bu da özellikle açık veren ülkedeki çalışan kesimler için bir maliyet yaratacaktır. Cari dengesizlikleri, açık veren ülkelerin uyum sağlaması yoluyla gidermek, fazla veren ülkelerin uyum sağlaması kadar etkili bir yöntem değildir ama itiraf etmek gerekir ki, fazla veren ülkeleri bu uyuma zorlamak daha zordur.
Ayrıca, fazla veren ülkelerin uyum sağlamasını gerektiren bir düzenleme olmadan doların hegemonyasının sona erdirilmesi, yalnızca başka bir para biriminin hegemonya kazanmasına yol açacak; hegemonyayı tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, BRICS ülkelerinin yalnızca kendi aralarında ve sabit döviz kurlarıyla ulusal para birimlerinde ticaret yaptığını varsayalım (aksi takdirde, yaygın kur spekülasyonu her türlü ticaret düzenini sürdürülemez hale getirecektir).
Eğer bir ülkenin diğerine karşı sürekli bir cari açığı varsa, ya mevcut uygulamada olduğu gibi bu açığı kapatmak için iç tüketimini azaltır ya da fazla veren ülkeye sürekli olarak borç senedi sunmaya devam eder; fakat bu durumda, kendi para birimi üzerinde baskı oluşur ve sabit döviz kuru sürdürülemez hale gelir. Bu ikinci senaryoda, fazla veren ülkelerin para birimleri diğerlerine göre hegemonya kazanacaktır; doların yerini almak elbette arzu edilen bir şey, ancak bu sadece bir başka para biriminin egemenlik kazanmasıyla sonuçlanacaktır; para birimi hegemonyası ortadan kalkmayacaktır.
Kazan Deklarasyonu, Bretton Woods ikizlerinin yönetim biçimini daha kapsayıcı hale getirerek değiştirmeyi ve böylece küresel Güney ülkelerine daha düşük maliyetli ve daha az “koşullu” finansman sağlamayı amaçlıyor; BRICS bankasının da bu amaca katkı sağlaması bekleniyor. Ancak tüm bunlar, olumlu adımlar olmakla birlikte, küresel Güney ülkelerinin sorunlarını çözmeyecektir. Finansmanın daha kolay ve daha ucuz hale gelmesi, bu ülkelere yalnızca “kendi iplerini uzatır” ama bu, “asılma” kaderini ortadan kaldırmaz. Asılma tehlikesi ancak finansmana duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkmasıyla sona erdirilebilir.
Finansmana ihtiyaç duymayan iktisadi düzenin varlığı, asla ütopik bir fikir değildir. Sovyetler Birliği döneminde, Hindistan da dahil olmak üzere pek çok ülke, sabit döviz kurları üzerinden Sovyetler ile ikili ticaret anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar çerçevesinde ticaret fazlaları ve açıkları bir dönemden diğerine devrediliyor ve karşılıklı olarak kararlaştırılan mal ve hizmet değişimiyle kapatılıyordu.
Bu tür bir düzende, “finansmana” duyulan özel ihtiyaç, herhangi bir hegemonya dayatması ya da açık veren ülkeye “kemer sıkma” yoluyla faaliyet seviyesini azaltma gerekliliği söz konusu değildi. Elbette, Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiydi ve böyle bir düzenlemeyi sürdürebiliyordu. Fakat BRICS, Bolivya Devlet Başkanı’nın zirvede dile getirdiği gibi, küresel Güney için emperyalist hegemonyadan gerçek bir çıkış yolu sunmak istiyorsa, baskıcı olmayan bu tür düzenlemelere benzer çözümler üretmelidir.
Her halükârda, mevcut uluslararası kurumları yalnızca daha kapsayıcı hale getirip desteklemekle yetinmenin tehlikeleri göz ardı edilmemelidir. Bu kurumlar dünya kapitalizmi tarafından tasarlanmıştır ve bir miktar daha “temsilci” hale getirilmiş olsalar bile, kapitalist sistemin temel çıkarlarına hizmet etmeye devam edeceklerdir. BRICS, gerçekten küresel Güney’in çıkarlarını savunmak istiyorsa, mevcut yapılar içinde küçük değişikliklerle yetinmek yerine, köklü alternatif modeller geliştirmelidir.
Çin’in en büyük uçak üreticisi COMAC ilk müşterisi olarak Air China’yı duyurdu
Donald Trump Jr, yeni yönetimde yer almak yerine “paralel ekonomi” inşasına katılıyor
Mahkeme, Meloni’nin göçmenleri Arnavutluk’a gönderme planlarını bir kez daha engelledi
Japon 7-Eleven İsrail’deki sekiz mağazasının tamamını kapattı
Ukrayna solundan Sosyalist Enternasyonal’e açık mektup
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
AVRUPA6 gün önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
AMERİKA4 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
FT: ‘Batı, Kuzey Kore’yi hafife almanın bedelini ödeyecek’